
ben geldim minik kurtlarımmmmm. bu bölüm çok ama çok güzel. bol aksiyon bol dram bence okuyup yorum yapın. bir okurumun istedi üzerine ilerledim biraz düşünceleriniz benim için çok önemli lütfen.
42. Bölüm
Ömrünün ilk baharı… kimi için hayatın başlangıcı, kimi içinse hiç başlamadan yarım kalması anlamına geliyordu. Bense ömrüne aynı acıyı kaç kere sığdıracağını şaşırmış biriydim. İçimi kavuran korku etrafımda olanları anlamamı engelliyordu sanki. Kulaklarımı sağır eden sessizlik zaman kavramını yitirmeme sebepti. Oturduğum oda bana mezar gibi dar gelirken nefes alamıyordum, duyduğum son söz boğazımda düğüm olmuş kalmıştı, “telsizleri kapattılar.” İki kelime sanki benim kıyametimi koparmıştı ve ben arafta asılı kalmıştım.
Dicle’nin hıçkırıklarını bölen şey Tuğrul beyin bizi sakinleştirmek için sarf ettiği sözlerdi. “daha ortada bir şey yok sakin olun, hepsi çok iyi askerler öyle iki üç çapulcuya pabuç bırakmazlar.”
Sözleri Dicle’ye söylüyordu ama gözleri bendeydi, bakışları bana güven diyordu ama ben her güvendiğim daldan kırılıyordum, o kendi askerlerinden emindi belli ama ben bilinmezlik içinde aynı güveni hissedemiyordum ki. Odanın içinde ne kadar oturduk bilmiyorum ama odaya girip çıkan askerler ve onlara kısa cevaplar veren Tuğrul beyin sakinliği artık canıma tak etmişti. Sakin ses tonu, masada hiç kımıldamadan oturuşu tüm sinir hücrelerimi ayağa kaldırıyordu, bu kadar sakin kalması çok saçmaydı koca tim ortada yoktu ama adamın bir çay içmediği kalmıştı. Sinirle yerimden kalkıp saçlarımı çekiştirdim, “bu daha ne kadar sürecek, ne zaman haber alacağız!”
Ani çıkışımı beklemediklerini sıçramalarından anladım, istifini bozmayan tek kişi Tuğrul beydi. Sakince kafasını kaldırıp bana baktı ama onun bu sakinliği beni çileden çıkarıyordu. “bekleyeceğiz, Umay hanım elimizden bir şey gelmez. Neredeler, nasıllar bilmiyoruz.”
Sinirimin beynimi uyuşturduğu son noktada artık karşımda ki kişinin kim olduğunu unutmuş durumdaydım. Önümde duran sandalyeyi bir hışımla yere fırlatarak masasına ilerledim, ellerimi masaya hızla vurup kafamı ona doğru eğdim.
“bana Fırat’ı bulup getireceksiniz! Duydunuz mu beni! Onu bana getireceksiniz! Ben bu topraklar için bir can verdim zaten, abimi verdim! Şimdi de Fırat olmaz anladınız mı?” sinirle sarf ettiğim sözler karşımda duran adamı şaşırtmıştı, ya benden böyle bir çıkış beklemiyordu ya da abimin şehit olduğunu bilmiyordu. Onun beni anlaması lazımdı, ondan başka kim anlardı ki halimden. Beş yıl önce onunla ölmüşken, yeni yeni can bulmuşken aynı karanlığa gömülemezdim.
Omzuma dokunan eller Elif’indi. “Umay, sakin ol canım gel hava alalım.” Onun konuşmasıyla masadan ellerimi çektim, karşımdaki adam ise gözlerini ben odadan çıkana kadar üstümden çekmedi. Gözlerinde sadece şaşkınlık vardı. Gecenin karanlığında askeriyenin bahçesinde bulunan banka oturdum, esen soğuk rüzgar vücudumun her noktasına cam gibi batarken yerimden kımıldamadım, içimdeki ateşi biran olsun hafifletmesini bekledim. Hafiflemesini beklediğim ateş rüzgarla daha da harlandı sanki, beni tamamen ele geçirdi. Onu bir daha göremeyecektim. Bir tabutun içine koyup getireceklerdi, bu senin sevdiğin deyip onun cansız bedenini teslim edeceklerdi. O hayatı bulduğum gözlerinin maviliklerinde tekrar nefes alamayacaktım. Gözlerimden akan iki damla yaşla kafamı gökyüzüne kaldırdım, aklımdan geçen sözleri birden dışarıya vurdum.
“söz verdi bana. O ambulans kapına hiç gelmeyecek dedi.” Sesi canlandı tekrar zihnimde, o sözünden döner miydi?
Boynuma dolanan kollar beni kendine çekti, “sözünü tutacak, gelecek Umay.” dedi Elif.
“gelir dimi, beni bırakmaz oda.”
“bırakır mı hiç, o sen onu kabul etmediğinde bile bırakmadı.” Dedi.
Doğruydu, ben onu ittikçe o bana geldi, ben kaçtıkça o hep arkamdaydı. “dayanamıyorum Elif, biri boğazımı sıkıyor sanki. İyi mi ne halde? Bilmemek beni öldürüyor.” Gözlerimi askeriyenin girişine cevirdim, karanlıkta bomboş olan kapı benim ona geldim ilk yerdi. Bir korku getirmişti beni ona ve şimdi yine aynı korkuyla aynı yerde onu bekliyordum. “lütfen gel Fırat” kendi kendime fısıldadım.
Fırat
Telsizleri kapatalı saatler olmuştu ve biz şerefsizlerin Metehan’ı tutukları yerdeydik, içeri girmeden önce etrafta göz gezdirdim. İki dağ arasına kurulan kamp sesiz ve sakindi, belli ki herkes uyku saatindeydi. Giriş kısmında sadece dört adet nöbetçi duruyordu, giriş kısmı biraz yukardaydı iki metre kadar olan yükseklik işimizi kolaylaştırabilirdi. “dilsiz. Sen benimlesin, Bambi sen Çico’yu al siz sağdan biz soldan ilerleyeceğiz, adamları indirince davam ederiz ilk işimiz görüş acımı açmak. Kubi, bizi koru.” Aklımda oluşturduğum planı aktardığımda hepsi sadece kafalarını sallamışlardı, ses çıkmamasının tek sebebi duydukları kindi.
Elimle işaret verip hızlıca duvar dibine geçtim, sözde nöbet tutak geri zekâlılar birbirleriyle konuştukları için hiçbir şeyin farkında değillerdi. Dördümüzde duvar dibine yerleşince bacağımdaki silahı çıkardım susturucuyu taktım. Yukarıya baktığımda adamların sadece ayak uçları görünüyordu, parmaklarımla üçe kadar saydım ve bulunduğum yerden çıkıp adamın kafasına sıktığımda gölgem gibi olan tim benimle aynı hızla hareket ediyordu, adamlar üstümüz düştüklerinde tutup ses çıkmasına engelledik. Arkama dönerek Kubilay’ın gelmesi için işaret verdim.
“aynı şekilde devam ediyoruz.” deyip duvardan tutunup kendimi yukarı çektim, sırtımı kulübeye verip diğerlerinin çıkmasını bekledim. Sekiz adet kulübe bulunuyordu, oldukça büyük olan kulübelerin sadece birinin önünde nöbetçiler vardı, demek ki Metehan ordaydı. İçimden bir sesin çok kalay olduğunu ve bu işin içinde bir şey olduğunu söylüyordu. Metehan’ın buradan sıvışamaması imkansızdı. Dilsiz; “bir gariplik var Tetik.” O da en az benim kadar şüphelenmişti. “evet, bizde o garipliği bulacağız.”
Etrafta dolaşan olmadığına göre hızlıca alıp çıkabilirdik, önceliğimiz sadece Metehan’dı, “Dilsiz girmek kolay çıkmamız için bir gümbürtüye ihtiyacımız var. Biz girdiğimiz anda ortalık karışır dikkatleri dağıt.”
“alperen, araç bul bu puştlarda vardır bir şey illaki, çıkışımız kolaylaşsın. Diğerleri benimle.” Dediklerimle herkes harekete hazırdı, şafak sökmeden Metehan buradan çıkacaktı.
Kulübelerin etrafından sessizce ilerlerken göz gözü görmeyecek kadar karanlıktı, girişte bulunan ateşler burada yoktu, sondaki kulübenin etrafını sardığımızda içeriyi gösteren tek camdan içeriyi izledim, içerde sadece beş adam vardı, Metehan’ı ellerinin bağlayıp tavana asmışlardı, şerefsizler. Başı önüne düşmüş duran Metehan’ın arkası dönük olduğu için yarası var mıydı göremiyordum. “geldik kardeşim geldik.” Yanımda duran Cihangir benim gördüğümü görmüş olacak ki küfürler sıralıyordu fısır fısır. “tek tek sikicem hepsini.”
“Çiço, arkadan dolan diğeri sende.” Dediğim an cevik bir hareketle dediğimi yaptı, ilerlediğimde kapıdan beş adım uzak duran iki adamın arkasına geçtik ve elimdeki bıçakla boğazını kestim. Kapıya ilerledim içeri girdiğimiz an ortalık ayağa kalkacaktı, “alalım kardeşimizi.” Dediğim, de Ayca ve Kubilay çoktan yanımıza gelmişlerdi, yerde yatan cesetlerden birini kaldırıp önümüzde tutarak kapıyı açtım, bütün kafalar bize döndüğü an silahlar patlamaya başlamıştı. Önümdeki cesedi bırakarak hızlıca içeriye girdim, “AKINCI, AKIN ZAMANI!” dedim ve önümdekilere sıkmaya başladım. İki üç mermiyle kıyamet kopartmayı başarmıştık, içeride tek canlı kalan bizdik. “bambi, Kubi kapı.” Onlar kapıyı kontrol altında tutmaya çalışırken dışarıdan gelen büyük bir patlama sesiyle gülümsedim, “dilsiz tam zamanında.”
Arkamı döndüğümde elleri bağlı Metehan’ın göğsü üstünü taradı gözlerim, tişörtün ön kısmı tamamen yırtılmış ve kanlar içindeydi. “METEHAN!” koşarak yanına vardım, yüzünde yarlar açılmış kanlar yüzünü kaplamıştı, ayaklarını tutum. “Çico ipler.” Dediğimde bulunduğu şoktan çıkan Cihangir ip yavaş yavaş açmaya başladı, “Kubi buraya gel!” onu yavaşça yere indirdiğimizde bilincinin çok az yerinde olduğunu fark ettim. “geldik lan sık dişini, sık aslanım.” Kubilay bütün yaralarına baktı tek tek, “yaralar derin, acil çıkarmalıyız komutanım.” Elimle yüzümü sıvazladım, çıkalım da nasıl çıkacaktık, dışarıda bizi öldürmek için bekleyen bir sürü adam vardı.
“ko..komutanım.” gelen inilti Metehan’dandı. “söyle aslanım.”
Yarı açık gözlerini bana dikti, “akın başarısız oldu komutanım.” Derdi hala görevdi, geldiği hal umurunda bile değildi. “dur da Akıncı, daha çok akın yapacağız sen yeter ki dayan.” Sözlerime cevap veremedi çünkü bilinci çoktan kapanmıştı, ellerimle yüzünü tutuğumda kapanan gözleri beni korkuttu.
“bayıldı komutanım zamanımız yok.” Konuşan Kubilay’la yerimden kalktım ya buradan Metehan’ı canlı çıkaracaktık ya da beraber ölecektik.
Dışarıdan gelen silah sesleri yükselirken bize doğru geldiklerini anladım. “Kubi, Çiço Metehan’ı çıkarın buradan, Bambi benimle gel.”
Kapının kulpunu tutuğumda Ayça’ya döndüm, konuşmadan sadece bakışımla ne demek istediğimi anladı ve sadece “gidelim tetik.” Dedi.
Kapıyı açıp çıktığımda önümde sayamadığı bir kalabalık vardı, bütün silahlar bize doğrulduğu anda arkalarında bir ses duyuldu. “GELDİK DEVREM!” gelen sesle herkes arkasını dönerken bir jeep’in üstünde elinde pimi çekilmiş bir el bombası olan Sancar vardı. Önümde bulunan kalabalığa fırlattığında herkes bir yere kaçışırken bizde ateş etmeye başladık, uyku anında çıkan gümbürtü onları şaşırtmış ve afallatmıştı. Önümüzde duran jeep’in üstünden ateş eden Sancar’ın yanına çıktı Ayça. “nerde kaldınız lan?” yamuk bir gülüşle konuştu Sancar, “kusura bakma be Bambim arkadaşlar çok tutu.” Onlar adamları oylarken hızlıca kapıyı açtım. Cihangir, Metehan’ı sırtına almış çıkmaya hazırlanıyordu, Kubilay hızlıca yanıma gelince ikisini korumaya alarak araca yöneldik. Sançar hızlıca Metehan’ı yukarı çekerken biz etrafımızı saranları bir bir indiriyorduk. “hazırız.” Sancar’dan gelen onayla hızlıca araca bindik sırayla. Önemli olan tek şey buradan çıkmaktı, Metehan’ın durumu giderek kötüleşiyordu. Kubilay arabaya bindiği an kaputa vurdum, “devam et!” araç hızla hareket ettiğinde arkadan üstümüze hala mermi yağıyordu. “ulan şunların nefesini kesemedim ya içime dert oldu.” Dedim kendi kendime, mühimmat bitmek üzereydi ve elimizde kalan tek şey beylik tabancalarımız ve bıçaklardı.
“mühimmat bilgisi verin lan!” dedim hızlıca.
Sancar, “bende bitmek üzere son beş mermi.”
Ayça kasanın arkasına yerleşmiş bize sıkan adamları indirirken yerinde doğruldu, “bende bitti.”
Kubilay diğer köşeden sıkarken, “iki üç atışım kaldı.” Dediğinde sinirle saçlarımı çekiştirdim, bu cehennemden nasıl çıkacaktık.
Cihangir, öndeki camdan kafası çıkartıp bize seslendi, “bizde de bitti.”
Çıkmamıza az bir mesafe kalmıştı ama araçla buradan çıkamazdık, yükseklik araçla geçilmezdi. Aklıma gelen fikirle, “sıkmayı bırakın! Yere yatın. Alperen hızlan, çıkışa kadar sakın durma.” Yere yatarken Kubilay ve Sancar kendilerini Metehan’ın üstüne siper ettiler. Başımızın üstünden geçen mermilerin sesi artık kulaklarımı çınlatıyordu.
Az bir mesafe kaldığında, “Alperen, aracı yan çevir ve çalışır vaziyette bırak! Cihangir Metehan’ı sırtlarken onu koruyun hızla takip çıkın!”
Sancar anında bana döndü yapacağımı az buçuk anlamıştı sanki, “tetik saçmalama in sende!” dedi sinirle.
“burada emirleri ben veririm dilsiz! Aracı terk edin. Hemen!” gözlerimdeki kararlığı gördüğünde vazgeçmeyeceğimi anladı. Kubilay önden inip kalan son kurşunlarını Metehan’ı sırtlayan cihangiri korumak için harcarken, Ayça’da aynı şeyi yapıyordu. Hepsi tek tek inerken bize yaklaşan kalabalık gittikçe yaklaşıyordu. Sançar araçtan atladığında dönüp bana baktı, “verdiğin bir söz var unutma!” diyerek hızla uzaklaştı, verdiğim sözler zaten hep aklımdaydı.
Gözüme çarpan benzin bidonunu elime aldım, bana doğru yönelmiş silahları yok sayarak hızlıca aracın her yerine dökmeye çalıştım elimden geldiğince. Son anda omzumda hissettiğim acıyla yüzümü buruşturdum, acıyan yere dokunduğumda elime bulaşan sıcak sıvı ile vurulduğumu anladım. Araca daha da yaklaşmalarını bekledim, üzerime koşarak gelen itler beni ele geçireceklerine o kadar inanmışlardı ki birbirlerine bağırıyorlardı. “vuruldu, diğerleri bırakıp kaçtılar!”
Duyduklarımla dudaklarımda küçük bir gülümseme oluştu, bu gerçekten inanmaları beni güldürmüştü. Arabanın etrafını sarmaya başladıklarında elimi cebime attım, parmaklarıma değen bu gibi metali yerinden çıkarttım. Çakmağı çaktığımda yüzümdeki gülümseme büyüdü karşımda bana ateş etmek için duran adama bağırdım, “YAKARIM ŞU DÜNYAYI SİZE TEK TÜRK’Ü EZDİRMEM!” elimdeki çakmağı önüme atarak ön tarafın tutuşmasını sağladım ve hızlıca aşağıya atladım.
Araç tüm çıkışı kapatmıştı, hızlıca iki metrelik yükseklikten kendimi attığımda yan tarafta beni bekleyen Sancar’ı gördüm, “niye gitmedin lan sen!” yerimde doğruldum arkamı kontrol ettiğimde aracın tamamının tutuşmak üzereydi. “lan Umay’la kendin uğraş, sensiz dönseydim beni yatırıp keserdi.” Dedi.
Dediğine kahkaha attım, bunu kesin yapardı. Hızlıca timin saklandığı alana doğru koşmaya başladık ikimizde, kolumdaki sızı hissedilmeyecek kadar azdı, büyük ihtimalle sıyırmıştır diye düşündüm. Timin yanına vardığımızda Kubilay’ın Metehan’ın yaralarına bakıyordu. “durumu nasıl?”
Kubilay gözlerime baktı, kahve gözlerinde saf bir acı vardı. “iyi değil, bilinci tamamen kapandı.”
Onu taşımamız lazımdı, acil yüksek bir yere çıkıp telsizleri açmamız gerekiyordu. “kalkın!” hemen yaralı taşımak için kullandığımız çantayı açtırdım, dikkatlice yerleştirdik Metehan’ı. “Ayça önden ilerle. Alperen sen benimle arkadan takip edeceğiz, siz Metehan’ı taşıyın. Ne olursa olsun ben bile vurulsam durmayacaksınız!”
“emredersiniz komutanım!”
Ayca önden kontrol ederek ilerlerken biz arkadan etrafı izliyorduk, arabayı yaktığım için kimse çıkamamış ve bizi takip edememişlerdi.
Hızla ilerlediğimizde çıktığımız tepede Metehan’ı yere bırakıp kontrol ettik, nabzı zayıfta olsa atıyordu. “Telsiz!” alperen çantasından çıkardığı telsizi bana uzattı, biraz beklemeden sonra telsizden Tuğrul komutana bağlanmayı başardım.
“Fırat! Orada mısın?” kulaklarıma dolan kalın ses Tuğrul albayındı.
“buradayım komutanım.”
“neredesiniz lan siz saatlerdir! Telsiz kapatmak nedir Üsteğmen!” sinirli olduğu sesinden beyliydi zaten.
“kurt alındı komutanım!”
*********
Umay
Şafak sökmüş, güneşin kızıllığı ortalığa yayılmıştı. Benimse bütün umudum o söken şafakla beraber un ufak olmuştu. Dışarıda oluşan hareketlilik ile hepimiz ayağa kalktık, bir şeyler oluyordu.
Askeriyenin kapısından giriş yapan ambulansa takıldı gözlerim. hızlıca önümden geçerken zaman durdu sanki, aynı acı daha da büyük bir şekilde içime oturdu. Kalbimin ucu bucağını saran ateş bu sefer tam ortadan yakıyordu. “bir şey oldu! Fırat’a bir şey oldu.” Diye çığlık atıp ambulansın arkasından koşmaya başladım. “Umay bekle!” Ayaklarım birbirine dolanırken ben onlara hakim olabildiğim kadar koşmaya devam ettim.
Askeriyenin arka tarafında geniş bir alanda duran ambulans ve bir sürü asker bir şey bekliyordu. Yanıma gelen Tuğrul komutan, “alandan çıkın! Buraya giremezsiniz!” diyerek hızlıca ilerledi.
Beni hiçbir kuvvet buradan ayıramazdı şuan. Etrafı saran yüksek sesle kafamı yukarıya kaldırdığımda askeri helikopter görüş açıma girdi. O ufacık an uzadı, uzadı sanki saatler sürdü. İçimdeki korku elimin ayağımın titremesine sebep olurken helikopter yere indi. Önümde duran askerlerden dolayı ilerleyemiyordum sadece görmeye çalıştım inenleri. En önde Ayça indi ve eliyle sedyeyi çağırdı, ardından dört kişi indi tutukları büyük şeyin içinde bir asker yatıyordu.
Askerin tek görünen yeri postallarıydı, nefes almayı bıraktığımda onu hızlıca sedyeye yatırdılar, yüzünü görmek için tam bir hareket yapacakken helikopterden İnen kişiyle tekrar nefes aldığımı hissettim gelmişti, bana geri gelmişti. Daha fazla kendimi tutamayarak bağırdım, “FIRAT!”
İki mavi göz anında gözlerimi buldu, içimdeki korku şükre dönüştü anında. Bize doğru hızla hareket ettiğinde kol kolunun tamamının kan içinde olduğunu gördüm. Önümdekileri aşarak son kalan gücümle ona koştum. Yanına vardığım gibi boynuna atladım, kolunda hiç yara yokmuş gibi sardı beni.
“bir daha bunu bana yapma!” diyebildiğim tek şey buydu.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 50.33k Okunma |
4.08k Oy |
0 Takip |
50 Bölümlü Kitap |