49. Bölüm

49. Bölüm

Yazar kamer
yazrkamer

Merhaba arkadaşlar. umarım iyisinizdir. çünkü ben biraz hüzünlüyüm. çünkü bir yıldır yazdığım bu kitabın final bölümünü yazdım. bu küçük evrenin içinde çok eğlendim umarım sizde benim kadar sevmiş ve eğlenmişsinizdir. başka bir evrende görüşmek üzere....

49. bölüm:

Karanlıktım; günlerdir bir karanlığın içine hapsedilmiş gibiydim. Yalnızlık ve korku bedenimi ele geçirirken, sandalyede bağlı kollarımı kurtarmaya çalıştım ama nafileydi.
Zaman kavramını yitirmiş durumdaydım; belki de günlerdir değil, saatlerdir buradaydım — hiçbir fikrim yoktu.
Etrafı incelemek için gözlerimi daha fazla açmaya çalıştım, ama zifiri karanlıktı. Soğuk içime işliyordu.
Son hatırladığım, Alperen’in vurulmuş olmasıydı; ben sahnenin arkasına çekilmiş, boynuma batan iğneden sonra olanları hatırlamıyordum.

Birden açılan ışıkla gözlerimi sımsıkı yumdum; karanlıktan sonra ışığa karşı fazla duyarlıydım.
Arkamdan gelen gıcırtı, açılan bir kapıya ait olmalıydı. Sabırla gözlerimin alışmasını beklerken arkamdan gelen adım seslerine odaklandım.
Gözlerimi yavaşça açarken karşımda duran bedenle irkildim. Karşımdaki adamın bir gözü bantlıydı. Bana bakan diğer gözünde ise saf bir nefret vardı.
Gözlerimle adamı incelerken bir kolunun da olmadığını fark ettim. Beni tek başına kaçırmış olamazdı bu adam. Karşısındaki sandalyeye kurulunca ben adamı izlemeyi bırakıp etrafımı inceledim, ama karanlık odanın içinde hiçbir şey yoktu.
Tekrar adama döndüğümde, gayet sakin bir şekilde karşımda oturmuş beni inceliyordu. İçerde büyüyen sessizliği bozmaya pek niyeti yok gibiydi; ben daha fazla susmaya dayanamadım.

“Kimsin sen?” Sesimde koku emaresi olmaması için dua ediyordum bir yandan da.
Kafasını yana eğerek bana bakmaya devam etti. Amacı beni sessizlik içinde delirtmekse, bunun çok yakında başarılacağı belliydi.
“Kaç saattir buradayım?” deme gereği duydum. Karşımdaki adam bu sorumu ilginç bulmuş olacak ki kaşlarını kaldırıp hafifçe öne eğildi.
“Öğrensen ne olacak?” dedi ürkütücü kısık sesiyle.
“Hiç ümitlenme; komutan seni bulamaz. Bulduğunda da canlı olacağını sanmıyorum,” dedi keyifle.

Ayağa kalkıp odanın içinde turlamaya başladı; sabırla beklemeye devam ettim.
“Üç gün… Üç gündür buradasın ama sevgilin seni aradığı yok.” Dediğinde içim burkuldu; ama asla inanmadım. Ben ondan kaçtığımda bile arkamdan gelen adam, gözlerinin önünde kaçırılmamdan sonra kenara çekilmezdi.
“Yalancı.” Dedikten sonra çenemi yukarı kaldırdım, ona inanmadığımı ispatlamak için.
Tekrar karşımdaki sandalyeye kurulduğunda gayet keyifli görünüyordu.
“Son iki saatin.” Dediğinde arkamdaki kapı tekrar açıldı ve iki adam önüme dikildi.
“Götürün.” Aldıkları emirle, kollarımdaki ipleri çözen adamlara karşı koymak için çırpındım ama boşunaydı; ikisi de benden çok güçlüydü.

“Tuvalete girmem lazım,” dediğimde gözleri tekrar beni buldu. Adam sadece kafasıyla işaret verdi; beni odadan çıkartıp karşı kapının önüne getirdiler, kapıyı açtılar.
İçeri girip etrafıma baktığımda, havalandırması bile olmayan tuvalette kapının arkasında duran askılık dışında bir şey yoktu. En azından ip ucu filan bırakmalıydım; hızlıca boynumdaki künyeyi çıkartıp Fırat’a ait olan kısmını söktüm. Askılığa astım. Bunu öylece bırakırsam göze batmazdı. Üstümdeki uzun elbiseye bakıp bir kısmını yırtmaya karar verdim. Alt kısmından yukarıya doğru yırtıp kolumun kenarına sıkıştırdım. Dışarı çıktığımda, arkası dönük ikili bana dönmeden kolumun içindeki bezi kapının önüne attım. İnşallah görürlerdi.
İki elimi arkamdan bağladıklarında artık çırpınmam kendi canımı acıtmaktan başka işe yaramıyordu.

Tutulduğum yerden çıktığımızda yüzüme vuran soğuk havayla titredim. Gözlerime giren güneş ışığı sulanmama sebep olduğu için bulanık görüyordum.
Adamlar beni ite kaka yürütürken bir bota yaklaştığımızı fark ettim. Beni bota bindirdikten sonra o adam tekrar karşıma yerleşti. Gözü hep üstümdeydi; sinirle kafamı diğer tarafa çevirdim. Tanıdık bir yer arayan gözlerim, küçük balıkçı kulübesi dışında bir şey olmadığını fark etti.
Bir geminin yanına geldiğimize içimdeki koku daha da arttı; bu kocaman yük gemisinin içinde benim olduğumdan kimse şüphe etmezdi.

********

Fırat

Üç gündür içinde bulunduğum durum artık beni mahvetmek üzereydi. Gözlerimin önündeki görüntü hep aynıydı: korkuyla bakan Umay ve onu arkaya doğru çeken adamın kafasına dayadığı silah.
Arkasından gitmeye çalıştığımda ise yanımda vurulan Alperen’le nereye koşacağımı şaşırmıştım. Alperen’in durumu iyiydi, kurşun sadece sıyırmıştı; ama Umay ne durumdaydı?
Bunu düşünmek beni artık delirtmek üzereydi.

Askeriyenin koridorlarında attığım adımlar yeri göğü sarsarken, koku da yüreğimi sarsıyordu. Odama girdiğimde tüm timin burada olduğunu fark ettim. Hepsi en az benim kadar öfkeyle doluydu. Ayça, Cihangir’in yanında otururken bacağını sinirle sallıyordu. Biliyordum o, Umay’ı kardeşi gibi benimsemişti.
Alperen kenardaki sandalyeye oturmuş, mahcup bir şekilde başını öne eğmişti. Biliyordum o da kendini suçluyordu; vurulduğu için Umay’ın arkasından gidemediğimizi düşünüyordu.

Hepsi başları önde otururken daha da sinirlendim.
“Kurt! Bu hal ne lan! Biz bu muyuz?” diye bağırınca hepsi yerinden kalktı.
“Umay’ı kaçıran piç Maraz! Kimin kaçırdığını biliyoruz — bulacağız onu.”
Baron şerefsizi rahat durmamış, Maraz’ın kaçmasını sağlamıştı. E bunları yaparken Umay’ın benim sevgilim olduğunu da ötmüştü; piç kurusu.
Metehan yaralarına rağmen bizden ayrılmıyordu. Durumu iyiydi ama göreve hazır değildi. “Komutanım, ben bir bakayım; araştırmalar ne durumda,” dediğinde arkadan açılan kapıyla hepimiz o tarafa döndük. Gelen Tuğrul albaydı.
“Tim toplan — Umay’ın izi bulundu,” dediğinde içime gelen ferahlıkla gözlerimi kapattım. Omzumdaki yük bir an olsun hafiflemiş gibiydi.
“Hazırlanın hemen,” dediğinde hepimiz teçhizat odasına giderken Metehan ve Alperen’e döndüm.
“Siz ikiniz burada kalıyorsunuz,” dedim; ikisi de anında itiraz etti.

Metehan: “Komutanım, biz iyiyiz. Eğer burada kalırsak size hiçbir faydamız olmaz,” dedi. Tekrar “olmaz” diyecekken bu sefer Alperen bana yaklaştı.
“Komutanım, üç gündür yaşadığım vicdan azabıyla beni burada bırakmayın,” dediğinde pes ettim. Onlar da en az benim kadar üzgündü.
“Dikkatli olacaksınız, tamam mı?” dediğimde hemen kafalarını sallayıp arkamdan beni takip ettiler.

******

Umay

Koca geminin içinde küçük bir konteynırdaydım. Beni buraya kapatmış ve gitmişlerdi; karanlıktan korkmazdım ama şu an başıma gelecekleri kestirememek beni daha da panikletiyordu.
Konteynırın kapısı açıldığında beni buraya getiren adam ve diğer ikisi içeri girdi.
“İki saatin doldu. Gelen yok, giden yok. Bak, ben sana; seni bulamaz dedim,” deyip iğrenççe güldü. Kafasıyla işaret verdiğinde adamlar tekrar beni kollarımdan tutup arkadan sürüklemeye başladılar.
“Bırak beni!” bağırışlarım kimsenin umrunda değildi.

Geminin alt katına girdiğimizde ortada duran, camdan küçük ama uzun bir kafes vardı; altında onu tutan iki boru bulunuyordu. Anlamsızca ona bakarken adamlar beni o kafese doğru sürükledi.
Arkamdan biri “İçine sokun!” dedi. Adamlar üst kısmını açıp girmem için beni zorladılar; beş adımlık merdiveni tırmanıp içine girdim.
Üst kapak hâlâ açıkken kapatmak için talimat beklediler. Adam cama yaklaşıp gözündeki bandı çıkarttığında yüzümü buruşturdum — gözü yoktu.

“Bana kim olduğumu sormuştun, değil mi?” dedi sanki günlük sohbet edermiş gibi.
“Ben Maraz.” Sanki onu isminden tanımam gerekiyormuş gibi bana baktığında omuzlarımı silktim.
“Tanımıyorum seni. Bence yanlış kişiyi kaçırdın,” umursamaz şekilde konuştuğumda sinirlendi.
“Ben sana kim olduğumu tanıtırım,” deyip adama kafasıyla kapağı kapatmasını emretti.

Üzerime kapanan kapağın kilitleri kilitlendi. Cam daha da yakınıma geldi; o sırıttı.
“Gözümü ve kolumu benden alan askerin bende canını aldım,” dediğinde içim sızladı. Bu adam bir askeri öldürmüştü.
Yüzündeki pis gülümseme daha da genişledi. “Gözümün bedelini canıyla ödedi Ali Akarsu. Gözümün bedelini de sen ödeyeceksin, Umay Akarsu!”
Duyduklarımla ciğerime giden nefes kesildi. Zaman akmadı. Kalbim durdu. Bu şerefsiz benim abimin katiliydi.

Sinirle camı yumrukladım. “Piç kurusu! Katil! Ağzına o adını alma!” Sinirden elim ayağım titrerken kafesten çıkmanın yollarını aradım ama imkânsızdı.
Karşımdaki adam daha da gülüyor, kafesin üstüne bir bomba yerleştirildiğini fark ettim.
“E, Fırat komutan ve timi de beni az uğraştırmadı. Onlara bir sürpriz hazırlayalım değil mi?”
Adam kapıdan çıkarken tekrar bana döndü: “Yarım saate buraya varırlar; bıraktığın ipuçlarını çözmüştür,” dedi.
Nasıl fark ettiğini anlamamıştım ama o benden bir adım öndeydi. Camı yumruklamaya devam ettim.
“Biz ölsek de bu yanına kalmayacak!” dedim sinirle; ama onlar çoktan çıkmışlardı.

*****

Fırat

Elimdeki künyeye bakış son kez bana onu bulmama dair bir ipucu vermişti; neyse ki son anda bulmuştuk.
Şimdiyse bir teknenin içinde, ihbar edilen gemiye yaklaşıyorduk. İhbar eden kimdi bilmiyorum ama direk Umay’ın burada olduğunu söylemişti. Oldukça şüpheli olan bu duruma rağmen geri adım atamazdık. Genzimi yakan deniz kokusu burnumun sızlamasına sebep oluyordu. Huzur kokan bu koku Umay gibiydi. Rüzgar yüzümü her okşadığında, yanımda olmaması canımı yaktı.
Onunla ilgili tek bilgi buydu.

“Yaklaştık,” dedi Ayça arkamdan, bir yandan da silahını hazırlıyordu. Bu karanlığın içinde tek hareket eden bizdik. “Motoru kapat.” Sessizliğin içindeki çığlık kulaklarımı sağır eder gibiydi.
Onlara döndüğümde hepsi gemiye odaklanmıştı ve yüzleri kasılmıştı.
“Bu bir tuzak olabilir. Benimle gelmek zorunda değilsiniz,” dedim. Sözlerim hiç birini etkilemedi; biliyordum ama yine de söylemek zorundaydım.
Hiçbirinden ses çıkmazken Ayça karşıma dikildi; siniri kahve gözlerinden belli oluyordu. Yüzündeki kaslar seğirdi.
“Aynı durumda Cihangir olsaydı sen beni bırakıp gider miydin?” dediğinde ben dahil tüm tim şaşırmıştı; Cihangir sanki put olmuş gibiydi.
“Ayça, saçmalama. Tabii ki gitmezdim,” dedim ama o söylediklerini yeni idrak ediyordu.
Arkasında olan Cihangir’in bakışlarının onda olduğundan emin olduğu için Ayça hareket etmeden konuşmaya çalıştı.
“Uzatma o zaman. Buradan Umay’ı almadan çıkmıyoruz,” deyip önümden çekildi.
Cihangir yıllardır görmediği, duymadığı umudu biraz önce görmüştü ama ne diyeceğini bilemez şekilde duruyordu.

Sevmek kadar zor bir şey var mı bilmiyorum. Sevmek, kalbini söküp başkasının eline vermekten başka bir şey değildi çünkü. Onun nefesiyle nefes almak, onun gözyaşıyla yanmak çok korkunçtu.

“Giriyoruz,” diyen Sancar’dı. Geminin yanına geldiğimizde artık girmek üzereydik. Gemi demirlemiş, hareketsiz duruyordu. Geminin paslı merdivenlerine baktım; ilk ben çıkmalıydım.
Bastığım her basamak titrerken içimdeki koku da gittikçe artıyordu. Onu bulamama düşüncesi beni çıldırtıyordu ve farklı yerlere sürüklüyordu.
Şu an tetikçi değildim. İçimdeki Fırat, Umay için o kadar korkuyordu ki tetikçi olmaya odaklanamıyordu.

Yukarıya çıktığımda on beşe yakın konteynır vardı. Herhangi birinde olabilir, etrafta ne insan ne de ses vardı. Arkamdan yukarıya çıkan timi konteynırları işaret ettim. Hepimiz koyu kamuflaj içinde olduğumuz için etrafa termal kamerayla bakmaya devam ettik. Tek hareket bizdik.
İçimdeki şüphe büyüdü. Konteynırları tek tek kontrol ettiğimizde içlerinin boş olduğunu anlayıp ortada buluştuk.
“Temiz,” dedi Metehan.
“Aşağı iniyoruz,” deyip alt kata giden merdivenleri kontrol edip inmeye başladım. Dip tarafta depo gibi duran odaya yöneldik.
Kapıya geldiğimizde kulpu tutan Cihangir’e parmaklarımı göstererek üçe kadar sayıp açmasını bekledim. Kapı açıldığında karşıma çıkan şeyle donakaldım; ruhum bedenden çekildi.

Cam bir kafesin içinde duran Umay, beline kadar su içindeydi.
“UMAY!”
Koşarak cama ellerimi koydum. Su ne kadar soğuksa dudakları morarmaya başlamıştı bile. Ellerim hızlıca cama vurdum; içindeki sesi duyulamıyordu.
“Umay! Çıkaracağım buradan güzelim — sakin ol!” deyip camın etrafında dönerken bir kapak aradım. O içeride dönen odaydı. Tim şoku atlatıp yanıma geldi; Sancar konuştu: “Bir şey anlatıyor, Fırat. Bir dur.” Delirmiş gibi döndüğüm için beni durdurmak istemişti.

Durup Umay’a baktığımda su giderek yükseliyordu. “Sikyim! Boğulacak lan!” deyip cama yumruk atmaya başladım.
“DUR ARTIK FIRAT! ZAMAN KAYBEDİYORUZ!” diye bağıran Kubilay’dı; kolumdan tutup beni durduran o oldu.
Kafamı ellerimin arasına alıp geriye çekildim. Onu koruyamadığım gibi onu buradan da çıkaramamıştım!
Umay’a baktığımda yukarıyı gösteriyordu. Sancar arkadaki merdiveni çıktı. Gördüğü her neyse, şok içinde bana döndü.
“Bomba! Kapıyı açarsak patlar!” dediğinde tekrar Umay’la göz göze geldim. “Buradan çıkacak! Çıkmazsa da ben de onunla ölürüm.” Anında kafasını sallayıp itiraz etti ama su artık göğsünün altındaydı.

Sancar: “Ben bunu imha etmeye çalışayım; siz de kırmaya çalışın, en azından su dışarı çıksın.”
Elime aldığım silahla vurmaya başladığımda diğerleri de benimle aynı şeyi yapıyordu. Cihangir geriye çekildi: “Ayça, gemiyi kontrol etmedik; başka bomba olabilir,” dedi.
Ayça aynı hızla kapıya yöneldi. “Benimle gel.”
İkisi gittiğinde biz hâlâ camı kırmaya çalışıyorduk. Umay ise kollarını kendine sarmış ısınmaya çalışıyordu. Kiraz gibi dudakları morarmıştı. Gözleri kırmızılara bulanmıştı. Ateşler saçan kızıl saçları ise artık ıslanmaya başlamıştı.
Onu öyle gördükçe kalbim patlayacak gibiydi.

“SANCAR! ÇABUK OL LAN!” diye bağırdığımda su artık omuzlarındaydı.
“Elimden geleni yapıyorum kardeşim,” dedi; cama vurmayı bıraktık. “Olmuyor,” diyen Alperen’di — kolundaki yara kanamıştı. Metehan da göğsünü tutup geri çekildi. Camda tek bir çizik yoktu. Tüm ümidimiz Sancar’dı.
Cama tekrar yaklaştığımda titreyen gözlerinden yaş akıyordu artık. Yanağına düşen her yaşta ayakta durmaya gücüm kalmamıştı.

“Umay, pes etmek yok güzelim. Dayan, az kaldı. Ne olur dayan.”
Su artık çenesine değiyordu. Ellerimle cama yaslandım; ne nefes alabiliyordum ne de duyabiliyordum. Yapabildiğim tek şey Umay’ın gözlerinin içine bakmaktı. O ağladıkça kendimi tutmam zorlaşıyordu.
Su dudağının altına geldiğinde konuştu ama sesi yoktu; dudaklarından okuduğum tek şey:
“Seni seviyorum.”
“Ben de seni seviyorum güzelim, dayan,” dedim.

“Durum ne?” diye sordu Metehan.
“Az kaldı,” dedi Sancar; ama ben sesinden anlamıştım — az kalmamıştı…
Su Umay’ın boyunu geçti. Kafasını yukarı çıkarıp hava almaya çalıştı ama boyu yetmedi.
Arkamda duran tim yere çöktü; arkamdan gelen ağlama sesi Ayça’ya aitti.
“NEFESİNİ TUT UMAY!”
Ciğerlerime sıkışan nefesle son kez konuştum.
“Hadi lan! Ölüyor! Gözümün önünde ölüyor, Sancar — bunu bana yaşatma!”
Umay ellerini cama koydu; kısa bir an bana baktı ve gözleri kapandı. Bedeni suyun içinde süzüldü.
“HAYIR! UMAY! AÇ GÖZÜNÜ UMAY!”
Cama vuran ellerim kırılmış gibiydi, dizlerimdeki derman kesildi. Camın önüne çöktüm. Artık ağlayan bendim. Onu koruyamamıştım. O benden uzak durdukça ölümü kendine çekiyordu.

“Koruyamadım. Allah beni alsın, koruyamadım,” sözlerimin arasında çıkan hıçkırıklardı.
“AÇTIM! AÇTIM LAN!” dediğini duyduğum an ayağa kalktım; ruhum yeniden hayat bulmuş gibiydi.
Sancar, Umay’ın kollarından tutup yukarı çekti. Onu çıkardığında merdivenlerin ucunda hemen kucağıma alıp yere yatırdım.
Nabzını kontrol ettiğimde hiçbir şey yoktu. Suni teneffüs yapmaya başladım; buz gibi dudaklarından hava üfledikçe cevap vermesini bekledim. Hemen yanımda duran Ayça da benimle senkronize bir şekilde kalp masajı yapıyordu.
Ne kadar sürdü bilmiyorum ama hiçbir cevap yoktu. Ayça bırakıp kenara çöktü. “Neden bıraktın!” diye bağırdığımda elini koluma koydu. “Gitti, Fırat,” dedi.
“Saçmalama — bir yere gidemez o!” deyip kalbinin üstüne tüm gücümle vurduğum an nefes aldı…
Yuttuğu suyu geri çıkarırken kahkaha atıp gözlerimi sildim. “Ben gitmez dedim sana!” geri nefes aldığında kendimi yere bıraktım. Bütün vücudumdaki kaslar gevşemişti. Ben deli gibi gülerken diğerlerine baktım — hepsi ağlamıştı ve gözleri kıpkırmızıydı.
“Allah’ım, ömründen ömür gitti,” deyip karşıma çöken Alperen hâlâ ağlıyordu.

Sancar cam kafesin dibine çökmüştü: “Ellerim titreyerek imha ettiğim ilk bomba,” dedi. O panik yapmazdı; genelde soğukkanlı olduğu için bu işler ona kolay gelirdi.
Ayça: “Yıllar sonra ilk kez ağladım. Kimse şehit olmaya kalkmasın lan — bir daha ağlamak istemiyorum,” dediğinde Cihangir kolunu omzuna attı: “Ben ölürsem de ağlarsın dimi, Bambi,” dedi ama Ayça gözlerini devirip kolundan kurtuldu.
“Sen hariç herkeste ağlarım, Çiço,” deyip ayağa kalktı.
Kubilay Umay’ı kontrol ederken bana döndü: “Nefes alıyor ama bilinci kapalı. Hastaneye gitmesi lazım.”
Kucağıma Umay’ı almadan önce üstümdeki kamuflajı çıkartıp ona giydirdim.

********

Umay

Ölümün benim için bu kadar erken gelmesini beklemiyordum. Ölüm herkes içindi ama kimse erken öleceğini düşünmezdi. İçimdeki yaşam sevincini yıllar önce kaybetmiştim zaten. Beni hayata geri bağlayan şey Fırat olmuştu. Gözlerinin önünde ölüme giderken onun çektiği acı, çırpınışları canımı yakmıştı. Korkuyu görmüştüm gözlerinde.
Burnuma gelen tanıdık, ferahlatıcı koku ile gözlerimi açmaya zorladım. Başımdaki keskin ağrı işimi zorlaştırırken, kirpiklerimin arasından sızan beyaz ışığı karşıladım. Bembeyaz bir tavan görünce biraz şaşırdım — öbür taraf böyle bir yer miydi?

“Uyanıyor,” duyduğum ses haftadır hasret kaldığım adama aitti.
Tamamen kendime geldiğimde kafamı çevirip sol yanıma baktım; elimi sıkı sıkı tutan Fırat’tı. Gülümseyerek bana bakıyordu. Gülüşünü özlemiştim. En son gördüğüm gözlerinden akan yaşlardı.
“Umay güzelim,” dedi sıcacık sesiyle.
“Fırat,” fısıltı gibi çıkan ses bile boğazımı acıtmıştı.
“Şşş. Geçti, bak — iyisin. Her şey geride kaldı artık; güvendesin,” dediğinde odanın kapısı açıldı.

Paldır küldür içeri giren time baktım; önden girmek için uğraşan Alperen ve Metehan kavga ediyordu.
Metehan: “Bir dur lan, bir dur,” deyip ensesine vurunca Alperen yere düştü. Ben onlara gülümserken Metehan yere düşürdüğü Alperen’in ensesinden tutup kedi gibi geri kaldırdı.
“Geri zekâlı. Her yerde rezil etme bizi.”
“Ben ne yaptım şimdi abi, sen düşürdün ya.”
“Sen bana cevap mı veriyorsun?” diye yükseldiğinde Ayça ikisini de kenara çekip bana yaklaştı.
“Bu timden ayrılmayı talep ediyorum,” dediğinde Fırat kaşlarını çatıp cevapladı: “Ret edildi.”

Onlar odaya girerken arkadan çığlık atıp odaya girmeye çalışan iki kızla herkes onlara döndü.
“KİRAZ ÇEKİRDEĞİM! ÇEKİLSENE, DİCLE!”
“NE VAR YA, BEN DE GELİNİMİ GÖRECEĞİM!”
“ULAN SİZE KIZ VEREN Mİ VAR DA GELİNİN OLSUN?” diyip didişirken içeri girdiler. Onların hepsini bir arada görmek yeniden yaşadığımı hissettirdi. Hepsi yüzlerindeki gülümsemeyle bana bakarken içimde bir burukluk vardı; sebebini bilmiyordum.

“Susun artık, kız yeni uyandı — daha,” Fırat hepsine kızınca hemen sustular.
Elif hemen yanıma gelip elindeki çantayı kenara koydu. “Kiraz çekirdeğim, upuzun dirildim — beni bırakıp nereye gidiyorsun sen,” dedi ağlamaklı sesiyle.
“Gitmiyorum bir yere. Bak gene başına kaldım,” dedim gülerek. O bana ana, baba, kardeş olmuştu.
Dicle, uzak ucumda duran Metehan’ı görmezden gelip Alperen’in omzuna dokundu: “Alperen, şu poşetleri uzatır mısın?” dediğinde Metehan ve Alperen birbirlerine baktı; çünkü bu tarafa yakın olan Metehan’dı.
“Tabii,” deyip poşetleri elinden alıp Fırat’a uzattı.
“Umay, sana giyicek bir şeyler getirdik. Geçmiş olsun bu arada,” dedi.

Ortamda gezen soğuk havayı anlayan Cihangir ikisine döndü: “Sizin aranızda bir şey mi oldu?” dediğinde ikisi de bu tarafa, Fırat’a döndü.
“Ne olacak lan, ikisinin arasında,” diyen Fırat işkillenmişti. Panikle ellerini iki yana açtı Metehan: “Vallahi bir şey yok komutanım.” Kimse inanamamış gibiydi; çünkü herkes baygın bakışlarla ona bakıyordu.
İçeri giren doktorla herkes geri çekildi; kadın doktor sinirle konuştu: “Hanımlar beyler, burası kışla gibi olmuş.” Kubilay cevap verdi: “Yok ya, bizim kışla bu kadar küçük değil.” Doktor gözlerini devirip: “Herkes dışarı,” dedi. Ortalıkta tek bir kişi kalmadığında doktor da arkalarından çıktı.

Yanımda kalan Fırat elini ensesine atmış odanın diğer noktalarına bakıyordu.
“Ne oldu? Niye gözlerini kaçırıyorsun?” dediğimde bana tekrar döndü. Küçük bir çocuk gibi bakıyordu. “Kendin fark et diye bekliyorum,” dedi.
Dediklerine anlam veremeyince omuzlarını düşürdü: “Elinde bir fazlalık var sanki.” Dediğimde elimi kaldırıp baktım.
“Yo, damar yolu var,” dediğinde gözlerini devirdi.
“Diğer elin, sevgilim,” dedi bıkmış bir sesle.
Diğer elimi kaldırdığımda yeşil bir mücevheri saran bakır işlemeli yüzüğün parmağıma takılı olduğunu gördüm.
“Fırat…” dudaklarımdan şaşkınlıktan sadece adı çıkabilmişti.

Elimi ellerinin arasına alıp yanıma oturdu.
“Biraz sonra tekrar göreve gideceğim… Bu göreve giderken arkamda karım var; ona geri dönmeme lazım — diyebilir miyim? Benimle evlenir misin, Lavinia?” dedi.
Gözlerimin içine bakan mavilikler, duyduklarımı idrak etmemi zorlaştırıyordu. Uzun bir süre şaşkınlığımı atamadım; ölümü görüp yeniden hayata adım atacağımı düşünmemiştim. Beklentiyle bakan gözlerine daha fazla dayanamadım. “Evet…” diyebildim sadece.

*****

Hayat, siz planlar yaparken başınıza gelenlerdir derler. Dört saat önce evlilik teklifi eden Fırat şu an sınırın ötesinde, Umay’ı öldürmeye çalışacak bir teröristin peşindeydi. Yanında her zaman bir arada yürüdüğü Kurt timi vardı. Bir araya gelmeleri beş yıl içinde olmuştu. Hepsinin farklı yaraları, farklı kusurları vardı; ama bir araya geldiklerinde birbirlerinin kusurlarını saklıyorlardı.
Dağların arasında mevzilenmiş bekleyen Kurt timi Maraz’ın ensesindeydi. Önlerindeki mağaraya saklandıklarını öğrenip intikal etmişlerdi.
“Sayıları fazla,” dedi Sancar. Keskin atışta bugün o vardı. Ayça, nedeni bilmediği şekilde Cihangir’le ilerlemek istemişti.
“Öğrenecek bir şey kalmadı,” dedi Metehan. Bu, o adamı sağ almak zorunda olmadığımızı söylüyordu.
“Doğru. Gerekir artık,” dedi Kubilay.

Konuşmaları sessizce dinleyen Fırat konuşmak istemiyordu. Bugüne kadar ölümle sırt sırta durmuştu. Ama dün gece ilk kez yüz yüze gelmişti: sevdiği kadını Azrail’in elinden almıştı. Sessizlik girip büyürken telsizden bir ses duyuldu.
“Olur da düşersem hilal uğruna
Bağrına taş bas da ağlama
Şehitlik atamdan yadigâr bana” — ses Cihangir’e aitti. Herkesi şaşırtırken kimse umurunda değildi; Cihangir’in içinden geliyordu. Herkes telsizden geleni bölmeden dinledi.
“Ağıtlar yakma, anam
Anam, anam
Sağ olsun vatan
Anam, anam
Sağ olsun vatan,” dedi tek tek. Cihangir annesine o kadar düşkündü ki bu mesleği seçerken onu mutlu etmek için günlerce uğraşmıştı.
“Vatan olur mu bu dağdan, bu taştan?
Koynunda yoksa yatan,” şarkı sözlerini söylerken baktığı tek nokta Ayça’ydı. Bunu bilen Ayça çırpınan kalbine rağmen dönüp bakmadı. Bakması için dua eden Cihangir ise sadece baktı. Herkesin sesi kısıldı; telsizdeki ağıt, oranın havasını değiştirmişti.

Mağara içinde hareketlilik başladığında herkes oraya kitlendi. Adamlar dışarı çıkmaya başladığında Fırat hareket için emir verdi.
“Sancar, inidir.” Sancar’ın ateş etmesiyle başlayan çatışma kulakları sağır edecek kıvamdaydı.
Mağara dışında kalan adamlar ölürken, içeriye sıkışan Maraz nereye kaçacağını şaşırmıştı. Tek çıkış yolu sarılmış olduğu için dışarı çıkmak üzere eline bir bomba aldı. Pimi çekip fırlattığında bomba Cihangir ve Ayça’ya yakın düştü. Cihangir gelen bombayı erken görüp Ayça’nın kolundan tutup kayaların arasından dışarı attı. “AYÇA!” diye bağırdı; ardından patlayan bomba kulakları sağır etti.
Telsizden diğerlerinin panik sesi duyuldu: “İyi misiniz?”
Kayaların dışında kalan Cihangir, arkasında kalan Ayça’yı yoklarken Maraz tarafından yöneltilen silahı görüp ateş etti. Ama karşıdan gelen kurşun Cihangir’in tam göğsüne isabet etti.
“CIHANGIR!” Ayça panikle ona koşarken çatışma hâlâ devam ediyordu. Yere düşen bedenini hissedemeyen Cihangir’in hissettiği tek şey kalbinin üstündeki keskin acıydı. Gözleri gökyüzünün maviliklerine bakarken, ömrünü verebileceği iki kahve göz giriverdi araya. O gözlerde ilk kez kendi için olan bir duygu yakaladı: korku. Onu bu kadar korkutan şey onun vurulmasıydı.

“CIHANGIR! BİR ŞEY YOK. DAYAN, BURADAN ÇIKACAĞIZ,” dedi Ayça ne yapacağını bilemez halde.
Cihangir yarasının üstüne kapanan ellere dokundu; hiç titremeyen elleri ilk kez titriyordu. Elini Ayça’nın yüzüne götürüp yanağına koydu. Kanı Ayça’nın yanağına bulaştı. Ayça’nın gözyaşları da Cihangir’in kanına karıştı.
“Ay… Ayça,”
“Efendim,” dedi Ayça ağlarken. “Benim için ağlamazsın sen,” dedi; aralarındaki konuşmayı hatırlamıştı.
Ayça cevap veremeden Cihangir kalbinin üstündeki bayrağı hatırladı. “Ayça, bayrak… bayrağa kan bulaştı,” deyip iç cebindeki bayrağı çıkarmasını istedi.
Ayça titreyen elini cebine sokup bayrağı çıkardığında, yarısının kanlı olduğunu gördü.
“Cihangir, dayan gözünü seveyim, dayan,” ağlarken zorlukla konuşuyordu.
“Ayça, seni çok sevdim, bunu bil,” dedi Cihangir, kendinde kalan son güçle; Ayça dizlerinin üstünde zor dururken elleri Cihangir’in yüzüne dokundu.
“Ben de sevdim, Cihangir,” dedi; o anda sırtına isabet eden iki kurşun sesi kesintiye uğrattı.
Olduğu yere düşerken, Cihangir’in yarasının olduğu gözüne geldi yüzü, gözünün son gördüğü çenenin görüntüsüydü. İki kurşun, geride kalan bayrağın üstünde Ayça’nın elinde bayrağın kanıyla birlikte duruyordu.
İki şehit daha vermişti bu bayrak. Diğer şehitlerin kanıyla allanan bu bayrak, göklerde inmemesi için iki şehit daha vermişti.

hepinizi çok seviyorum kendinize iyi bakın...

Bölüm : 17.10.2025 01:36 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...