5. Bölüm

5. Bölüm

Yazar kamer
yazrkamer

5. BÖLÜM

Sabah uyandığımda evdekilerin uyanmamasına dikkat ederek hazırlandım, zaten en küçük sese uyanırdı annem. Biz ne kadar hafif bir uykuya sahipsek, Dicle tam tersiydi, resmen ölü gibi uyuyordu kız. Top patlasa uyanmazdı. Sessizce kapıdan çıkıp arabama ilerledim. Günlerdir evde durmak beni bunaltmıştı. Alışamamıştım bir türlü sakinliğe.

Karargâha geldiğimde nizamiyeden girerken bir tane er bana yaklaşarak tekmil verip hızlıca konuşmasına devam etti:

“Komutanım, Albay sizi hemen görmek istediğini, toplantı odasında beklediğini söyledi.”

“Tamam.” diyerek hızla burada bulunan odama gidip üstümü değiştirdim. Koşar adım toplantı odasına girip Albaya selam vererek,

“Beni emretmişsiniz komutanım.” dedim.

40-45 yaşlarında olan Tuğrul Albay masasının önündeki koltuğu gösterdi. Oturduğumda ise konuşmaya başladı:

“Evet, Fırat, geç otur. Büyük bir operasyon için senin timin özel seçildi. Timin toplanmasını söyle, ayrıntıları toplantıda anlatacağım.”

Ayağa kalkarak,
“Emredersiniz komutanım!” dedim ve odadan çıktım. Hemen time kısa bir mesaj atarak toplanmalarını istedim.

Bütün tim toplantı odasında toplanınca masaya oturdular. Yanıma oturan Ayça, onun yanına oturan Cihangir’e arkasını dönerek bana doğru yüzünü döndü.

İkisinin yine atıştığını anlayan Metehan,
“Komutanım, bence siz vazgeçin.” dedi.

Lafın kendine atıldığını anlamayan Cihangir bir müddet saf saf baktı. Ardından Ayça’nın da ona yarım bir gülüşle baktığını fark edince önünde duran kalemlikteki kalemi alarak Metehan’a fırlattı.

“Siktir lan oradan!” dedi.

Kalemin ucu kafasına gelince hafifçe ovalayarak konuşmaya devam etti:
“Ne dedim ben şimdi Çiço? Boşuna uğraşıyorsun. Gel beraber takılalım, ben sana bulurum birini.”

Dediği an kafasına bu sefer demir kalemliği yedi. Ama tüm timi şaşırtan, bunu yapanın Ayça olmasıydı. Herkesin ona şok içinde baktığını fark edince yaptığının farkına varıp ellerini nereye koyacağını bilemedi.

Onun çırpınışlarını görmek Cihangirin hoşuna giderken Sancar daha fazla dayanamadı.

“Akıncı, senin kendine faydan mı var da Cihangir’i ayartıyorsun.” Yarım ağız gülerken dikkati kendine çekmişti.

Sancar’ın sözlerine alınan Metehan elini kalbine koyup, yalandan doldurduğu gözleriyle Sancar’a baktı. “Aşk olsun komutanım. Beni kırdınız. Benim namımı duymayan mı var?” dedi.

Herkes ona gülerken Ayça eline geçen kozla küçük bir kıkırtı çıkardı. “Sen değil miydin, Çiğdem üsteğmene sarkan?”

Şoka giren Alperen aynı şaşkınlıkla konuştu. “Komutanım Üsteğmeni de mi ayarttınız?”

Kahkaha atan ayça: “Yok be kadın bunu az daha kurşunu diziyordu. Bir hafta yemekhanede bulaşık yıkadı.” Ayça konuştukça tim gülerken Metehan bozuldu.

“Bir kere ben onun üsteğmen olduğunu bilmiyordum. Ayrıca oda benden hoşlandı sadece askeriyede dedikodusu yapılmasını istemedi.” Dedikleriyle herkes daha sesli gülerken Metehan kıpkırmızı oldu.

Kubilay: “Bir de kadına gitmiş, “buralar senide sıktıysa bana gidelim” demiş.” Herkesin gülmesine bozulan Metehan Alperen’i gözüne kestirmiş olacak ki ensesine bir tane vurdu.

“Sen neye gülüyon lan! Kalk ayakta bekle sen.” Dediğine Alperen hemen ayağa fırladı. Tabi herkes gücü gücüne yetene bulaşıyordu.

 

Albay Tuğrul odaya giriş yaptığı an şamata bitmiş, herkes sessizliğe bürünmüştü bir anda.

Konuya girdi ve büyük ekranda bir adamın resmi belirdi.

“Tim, bu adam Maraz. Yeni göreviniz bu adamı bulmak ve bana canlı getirmek. Unutmayın, canlı olmalı ki konuşturabilelim. Kolay olmayacak çünkü bu adam sınır ötesinde sözde bölge sorumlusu. İyi korunuyor ve iyi saklanıyordur. Önemli olan bu adamın eylemlerini durdurmak. Sınırımızda bir terör devleti kurmalarına izin veremeyiz. Size güveniyorum Kurt Timi, yüzümü kara çıkarmayın aslanlarım.” dedi.

Gözlerinden belli olan güven ve gurur ışığı bize yetip de artmıştı. Zaten bu mesleği yapma sebebimiz bu bakışlardı bence: devletin, milletin her birinin bize olan gurur ve güven bakışı. Ne yaralar alırsak alalım, o bakış ve küçük bir gülümseme bizim yüreğimizi ısıtırdı.

Hep birlikte ayağa kalkarak,
“Emredersiniz komutanım!”

Albayın odadan çıkmasıyla time dönüp,

“Evet tim, duydunuz. İki saatiniz var, herkes iki saat içinde hazırlanmış olsun. Operasyon şu anlık bir ay olarak planlanıyor fakat ne kadar sürer bilinmez. Sınıra yakın bir üste geçeceğiz ve oradan yürüteceğiz operasyonu. Allah yardımcımız olsun.” deyip hızla karargahtan çıkarak eşyalarımı toplamak için eve doğru yola çıktık. Üste ne kadar duracağımız belli olmayacağı için yanıma yeterli kıyafet almalıydım.

Eve gelerek eşyalarımı toplamaya başladığımda, daha kapıdan girdiğim an annem ve Dicle gideceğimi anlamış, başımda bekliyorlardı. İşim bittiğinde çantamı alarak ayaklandım:

“Ben gidiyorum, bu sefer uzun sürer. Beni merak etmeyin, tamam mı?”

Her an ağlayacak gibi olan annem sesi kısık bir şekilde konuştu:

“Dikkatli ol oğlum, beni ara sık sık, tamam mı? Merak ederim. Allah’a emanet ol.”

“Anne, arayamayabilirim, bir şey olmaz. Olursa da size haber gelir.” deyip evden çıktım.

Sert konuşmuştum çünkü onun gözyaşı ciğerimi yakıyordu. Arkadan koşarak çıkan Dicle yanıma gelip sıkı sıkı sarıldı belime. “Geri dön abi beni babasız bırakma.” Dediğinde burkulan içim ona sımsıkı sarılmamı sağladı.

Ben onun hem abisi hem babasıydım. O benim minik kızımdı. “Dicle yapma böyle güzelim bak aklım burada sizde kalırsa geri dönebilir miyim?”

Dediklerimle hemen benden ayrıldı. “Yok yok, aklın bizde kalmasın ben bakarım anneme. Sen kendine dikkat et yeter.” Dediğinde dudakları titriyordu.

“Hadi içeri gir.” Dediğimde ikiletmedi çünkü her an ağlayabilirdi.

Tam arabaya binerken telefonum çaldı, arayan Fatih’ti.
“Kardeşim, nasılsın?”

“İyiyim Fatih, operasyona gidiyorum.”

“Fırat, gel beş dakika vedalaşalım oğlum, hiç mi vaktin yok?” Saate baktım, bir saatim vardı.

“Kapıya çık, iki dakika uğrayayım.”

“Mekândayım, bekliyorum.” Arabayı çalıştırdığımda aklıma Umay gelmişti. Kapıdan uğrasa mıydı m? Sonuçta ölüm kalım var. Küçük bir an düşündüklerimle gözlerimi kapatıp açtım. Hiçbir samimiyetim olmayan kıza gidiyorum demek saçma olur. Fikir değiştirmeden arabayı hareket ettirdim.

Hızla mekânın önüne gelince Fatih bana doğru yürüdü.
“Oğlum sen yeni evlenmedin mi, ne işin var burada?”

“Pasaportumu burada unutmuşum kardeşim, ben de havalimanına gideceğim. İpek bekliyor. Sen de gidersin diye vedalaşalım dedim.”

Biz konuşurken arabamın önünde bir araba durmuştu. İkimiz de o tarafa döndüğümüzde yolcu koltuğundan Umay indi. Tam selam vereyim derken şoför koltuğundan bir adam inerek Umay’ın yanına gelip kolunu boynuna atınca boğazım düğüm düğüm oldu.

Neden beni bu kadar kızdırdığını bilmiyordum ama aşırı bir sinirle Fatih’e dönerek konuşmaya devam ettim. Umay ise başıyla selam vererek mekâna giriş yaptı.

“Hadi Fatih, ben gideyim, zamanım yok zaten.” diyerek arabaya atladım.

O adam kimdi şimdi, sevgilisi mi?

Beni ne ilgilendirir?

Göreve giderken saçma sapan şeylere takılmamam gerekiyordu ama ben ne yapıyordum? Hiçbir bağlantım olmayan kızın sevgilisine kuruluyordum.

Karargâha geri döndüğümde bahçede gezdirdim gözlerimi: etrafı temizleyen üç asker, eğitim alanında koşan on beş asker... Benim gerçeğim tam olarak burasıydı. Buranın dışındaki hayatta yerim yoktu.

Kamuflajlarımı giyerek silahlarımı da alıp helikopterin kalkacağı alana geldim.

 

Beni bekleyen Kurt Timi anında karşıma dizildi.

“Kurt Timi, rahatta dinle beni! İstanbul geride kaldı, içindekilerle birlikte. Anneniz, babanız, kardeşiniz... Hiçbiri yok artık, sadece Kurt var! Artık yalnızız, birbirimizden başka kimsemiz yok. Anlaşıldı mı?”

Hepsi bir anda,
“Emredersiniz komutanım!”

“Tehlikeli bir operasyon olabilir ama tek bir yara bile almadan geri döneceğiz. Anlaşıldı mı?”

Onların canı benim canımdı. Bu timi sapa sağlam getirmek benim görevimdi. Herkes birbirinden sorumluydu, arkada kimseyi bırakmazdı Kurt Timi.

“Emredersiniz komutanım!”

Koşarak helikoptere binip yerlerimize yerleştik. Cihangir bana dönerek,
“Komutanım, Ayça niye geliyor? O kalsaydı.”

“Ne demek lan o, bu timden değil mi bu kız?”

Ayça sinirlenerek,
“Sana mı kaldı benim gelip gelmeyeceğim? Hem bu timin keskin nişancısı benim ve geçen sefer ben olmasaydım kıçından vurularak kevgire dönüyordun.”

“Bambi, öyle değil. Sınır ötesi sonuçta, çok uzun sürecek. Senin için söyledim ben.”

Bu sözleri Ayça’yı daha da kızdırdı.
“Çiço, ben Türk Silahlı Kuvvetlerinin bir askeriyim senin gibi. Benim yerim tabii ki timimin olduğu yer. Ha, ayrıca senden çok daha iyi silah kullanıyorum, unutma.”

Cihangir bozularak oturduğu yere yaslanırken kafasını Ayça’yı göremeyecek şekilde çevirdi. “Ne dersem ters anlıyor abi kız. Her şeye bir cevap bir eda.”

Dediklerini duyan Ayça ayağına tekme attı. “Ağzını içinde konuşup durma kaynana gibi.” Dediğinde Cihangir daha da sinirlendi.

“Kaynana mı? Kızım sen bana kurban ol. Kim seni oğluna alıp da başına bela eder. Yemek yapmayı bilmez, ev işi desen yok, kim alsın seni?” Ayça’nın dediği gibi kaynana gibi söylenirken Ayça’nın sinirden kızardığından haberi bile yoktu.

Metehan: “E sen baya almayı düşünmüşsün. Baksana bütün ayrıntılara hâkimsin.” Muzip sesiyle herkesi güldürürken Ayça her an birine sıkabilirdi.

Cihangir anında itiraz etmek için yerinde dikleşti. “Ne alakası var oğlum. Ben örnek verdim nerden biliyim eve gelen temizlikçi Gülten ablayı?” dediği an bütün gözler ona döndü.

Ayça: “Sen Gülten Ablayı nerden tanıyorsun?” sorduğu sorudan sonra gözleri kocaman olduğunda aklına bir şeyin geldiğini anladım.

“Lan yoksa kadının her gün önünü kesip evde eksik var mı diye sorup benim sevdiğim yemekleri söyleyen o manyak sen misin?” bunu ben bile beklemiyordum.

Kubilay şok içinde Cihangire döndü. “Yaptın mı lan bunu?” dediğinde tek cevap bekleyen o değildi.

Cihangir helikopterin kapısına gözlerini dikip sessizleşti. Belli ki kaçıp kaçamayacağını hesaplıyordu.

Sancar ayaklarını öne doğru uzatıp konuştu, “O ihtimali unut. Daha yarım saat buradasın.”

Cihangir kaçamayacağını anlayınca mecbur konuştu, “Senle ne alakası var canım. Ben Gülten ablanın kısırını seviyorum ondan.”

Metehan daha fazla nasıl şaşırabilirdi bilmiyorum ama artık şok içinde kalmıştı. “Lan kadınla gün mü yaptın birde.”

“Ne günü lan! Sadece çay için uğramıştım o kadar.”

Ayça: “Sen benden habersiz birde evimde cay içip kısır mı yedin?” Ayça her an Cihangir’i boğabilirdi.

“E ne yapalım evde yoktun. Evde oturduğun mu var her dakika gezmedesin.”

İkisi didişirken biz çoktan Şırnak sınırına gelmiştik bile.

“Kavganıza sonra devam edin iniyoruz.” Dediğimde Ayça Cihangir’i gözleriyle taramıştı bile.

Hızla inerek karargâha geçtik ve operasyon için uygun zamanın gelmesini bekleyecektik. Yemek yiyip herkes odasına dağıldı.

Uyumak için yatağa girmiştim fakat zihnim beni rahat bırakmıyordu bir türlü. Sürekli Umay’ın şarkı söylemesi dönüyordu aklımda. Ve bir anda o adamın kolunu omzuna atışı geldi gözlerimin önüne.

Sevgilisi vardı kızın ve ben burada salak gibi onu düşünüyordum.

Zaten aramızda hiçbir şey olamazdı; o ışıl ışılken ben karanlığın en koyusuydum. O ışıklı bir hayat yaşaması gerekirken ben gölgede yaşamak zorundaydım. Benim önceliğim her zaman mesleğimdi. Ben bayrağıma âşıktım, başkasına yer yoktu hayatımda. Hele ki bir kadına hiç yoktu.

Sabaha kadar yarım yamalak uyumuştum.

*****

Saat sabahın beşi ve biz dağın başında sessiz bir şekilde ilerliyorduk. İlk görev olarak Akıncı’yı içlerine güvenli bir şekilde sızması için pusuya yatıyorduk. Sınır ötesinde bir alandan geçeceklerini öğrendiğimiz anda planı kurmuştuk. Herkes görev yerini almış, hareket için benden emir bekliyordu.

“Kurt, kimse hareket etmesin. En küçük hatanızda ben sizi vururum!”

“Emredersiniz komutanım!”

Ormanlık bir alanda mevzilenmiş, geçecek adamları bekliyorduk. Araçları görmemle telsizle, “Akın zamanı, Akıncı!” diyerek haber verdim.

Çoban kılığına giren Akıncı hızlıca koyunları karşıya geçirerek kendini arabanın önüne attı.

“Aferin aslanım.”

Tabii o çoktan kulaklığı çoban kıyafetinin içine atmış, bir tarafa fırlatmıştı. Adamlar araçtan inip Metehan’ın etrafını sarmışlardı. Sesleri geliyordu fakat Arapça konuşuyorlardı. Bu topraklar üzerindeki her dili bilen Dilsiz ise telsiz kulaklıktan bana çeviri yapıyordu.

“Tetik, ne yapacağız? Bunu bırakalım gidelim diyorlar.”

Kaşlarımı çatarak olan bitene odaklandım. Metehan ayılır gibi yapıp Arapça konuşmaya başladı:

“Akıncı, koyunların yarısını kurtlar yedi. Beni de yanınıza alın, köylü beni sağ koymaz. Dedi.”

Çarpık bir şekilde gülerek kafamı salladım. Yine yapmıştı yapacağını, adının hakkını veriyordu. Akın yapamayacağı yer yoktu. Adamlar da elinin silah tuttuğunu öğrenince almışlardı arabaya. Uzaklaştıklarında ise yerimizden çıkıp orta alanda bir araya geldik.

“Kubi, cihaz çalışıyor mu?”

Elindeki ekrana bakarak kontrol etti.

“Çalışıyor komutanım, Akıncı yerleştirmiş.”

“Hadi Allah’a emanet olsun, aynı yerden alacağız onu.”

Arkamı döndüğümde Alperen koyunlardan birini kucaklamış, diğerlerinin arkasından koşuyordu.

“Çakmak, ne yapıyorsun oğlum sen?”

Timin geri kalanı gülerek ona bakıyordu. O ise kucağındaki koyunu hâlâ bırakmadan bize dönmüş,
“Komutanım, bunları burada mı bırakacağız? Alalım, karargâha götürelim.”

Kahverengi gözlerini titreterek bakıyordu öylece.

“Karargâhta ne işi var lan koyunun?”

“Komutanım, ne olacak iki üç koyundan ya… Götürelim.”

Ben daha cevap vermeden Cihangir, Alperen’in yanına gitmişti.
“Alalım komutanım ya, yolluk yaparız.”

Demesiyle Alperen koyunu Cihangir’den uzaklaştırarak gözlerini kocaman açtı.
“Komutanım, olmaz öyle şey ya! Onlar çok küçük, yazık.” dedi.

Çiço ise pis pis gülüp,
“Daha iyi ya işte, kuzu eti hızlı pişer, mis gibi. Acıktım lan.” dedi.

Ayça ise çoktan Alperen’in diğer yanına geçmişti.
“Kül bastı yaparız ya da çevirme yapalım. Sen kes Çiço, ben ateşi yakayım.”

Alperen kocaman gözlerle kucağındaki koyunla bana doğru koşup arkama geçerek,
“İki cani birbirini iyi bulmuş vallahi! Komutanım, ya yazık, kurtarın koyunlarımı!”

Masum masum bakan yüzüne baktım. Çocuk gibi koyuna sarılmış, bir de kulaklarını kapatıyordu.

“E hani karargâha götürüyordun?”

“Biz karargâha gidene kadar koyun moyun kalmaz komutanım, şunlara bak.”

Karşımda Ayça ve Cihangir pis pis gülüyorlardı.

“Hadi bırakın koyunları, sahibi alacak onları. Gitmemiz lazım.”

Biz hepimiz çantaları, silahları alırken Alperen hâlâ koyuna sarılmış,

“Korkma bak, sahibin gelecek. Ben yedirtmem seni.” diyordu.

Sessiz sedasız yürürken Çiço, Alperen’in kulağına yaklaşmıştı:

“Sahibi de satmak için gelip alacak oğlum, hayrına mı besliyor? Bak, bize yedirmedin, eller yiyecek senin zeytini.”

Alperen timin en küçüğü ve çaylağı olduğu için onunla çok uğraşırlardı zaten. O da hayvanların üstüne titrer, karargâhta karıncalara kadar ekmek atardı. Bizimkiler de onu en zayıf noktasından vurur, o da inanırdı.

Dönüp bana bakınca,
“Yok lan, gelip alacak. Süt için büyütüyormuş onları, daha yavruları olacak seninkinin.” dedim.

“Oh, vallahi şimdi rahatladım komutanım.”

“Sen de her seferinde bir hayvana yapışma. Senin yüzünden timin köpeğinden olmadık mı?”

Timin köpeğini o kadar şımartmış ve o kadar beslemişti ki eğitim görmüş köpek gitmiş, onun yerine emekli bir kadının yaşlı ve şişman köpeği gelmişti.

“Ne yaptım sanki komutanım? Azıcık besledim, bir de oyun oynattım. Ne olmuş ki? Zaten hâlâ gidişine alışamadım Prenses ’in.”

Kubi ise gülerek,
“Oğlum, daha ne yapacaksın? Timin adı Kurt, sen gidip tim köpeğine Prenses ismini mi koydun? Ayrıca sana kimse eğitim köpeğiyle oyun oynanmaz demedi mi?” dedi.

Hepimiz gülerek helikopter ile buluşacağımız yere gelmiştik. Biraz bekledikten sonra gelen helikoptere koşarak bindik.

Karargâha gelmiş, toplantı odasında Tuğrul Albay’ın içeri girmesiyle ayağa kalkıp hazır ol da duruyorduk.

“Rahat çocuklar, oturun. Neler yaptınız?”

“Akıncı içerde komutanım, araca da takip cihazını yerleştirdi. Bulunduğu yer elimizde.”

“Aferin Kurt Timi. Geriye kalan, Akıncı’dan haber beklemek.”

“Kısa zamanda bizimle iletişime geçecektir komutanım.”

“Siz dinlenin, haber gelir gelmez harekete geçeceğiz.”
“Emredersiniz komutanım!”

Albay’ın emri üzerine hepimiz dağılmış, odalarımızda dinlenmeye geçmiştik bile. Belli ki bu görev uzun sürecekti.

 

Bölüm : 13.12.2024 16:44 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...