
5 YIL ÖNCE
URAZ
Gözlerimin üzerinde duran ağır makine kafamı dik tutmamı zorlaştırıyordu. Nerede olduğumu, bana ne yaptıklarını bilmiyordum. En son odamdaydım ve şimdi de bu şekilde uyanmıştım.
"Bunu yapamayız. Çok riskli. Bir kriz sonucu solunumu bile durabilir." Bu bir erkek sesiydi. Muhtemelen yine zamansız bir deneyin ana karakteriydim. Benimle ne yapacaklarsa çabuk yapmalarını diliyordum sadece. Bu odada başka kişilerin de nefes aldığı gerçeği ellerimi titretmeye yetiyordu.
"Çekil ayağımın altından çaylak. Vaktimi seninle harcayamam." Koluma başka bir elin sarıldığını hissettim. O ana kadar ellerimin arkadan bağlı olduğunun bilincinde bile değildim. Az önce konuşan kişinin zoruyla öne doğru adımlar attım.
"Ama efendim üstlerime bunu bildirmem gere..."
Arkamdaki adam sert sesiyle diğerinin sözünü kesti. "Üstlerine benim adımı ver çaylak. Selçuk Tuskan zoruyla bu işlemi gerçekleştirdim, diye de bir rapor hazırla." Baş parmağım sert bir şeye çarptığında acıyla inledim. Sonunda durmuştuk. "Şimdi geç şu makinenin başına yoksa bu adamla beraber seni de atarım."
Uyukluyordum. Bu sadece koca bir siyahlığı izlediğimden de olabilirdi. Kendini Selçuk Tuskan diye adlandıran adam saçlarıma asılmadan hemen önce başımı ağırlaştıran makine cızırtılı sesler çıkardı. "Hazırız." Adam saçlarımdaki parmaklarını sıkılaştırdı ve hemen ardından yüzüm buz gibi suyla buluştu. En azından bunun su olduğunu düşünüyordum. Sıvı, burnumdan içeri dolduğunda değişik bir koku almamam da bunu kanıtladı. Kapalı kirpiklerimi araladım.
Gördüğüm şey nefes alma isteğimi tetikledi, nefes aldığımı sandım. Oysa içime çektiğim tek şey buzlu suydu. Şehir meydanıydı burası. Kocaman gökdelenler insanların kafalarından gözükmüyorlardı bile. Herkes dev gibiydi. Bense küçük bir karıncaydım. Etrafımda döndüm telaşla. Bu sadece bir görüntü Uraz. Gözlerini kapa.
Kapanmıyorlardı. Çırpınmaya başladım. Ellerim bağlıydı fakat ayaklarımdan birini arkamdaki adama geçirmeyi başarabilmiştim. Saçlarım koparılırcasına çekildi ve başım suyun içinden çıktı. Adamın bir küfür mırıldandığını duydum. Aslında mırıldanmadı, ben kulağıma dolan sıvı yüzünden öyle duyuyordum. Nefes al, nefes ver.
Bir öksürük krizi beni ele geçirdi. Çok fazla su yutmuş olmalıydım. Hâlâ nasıl nefes alabildiğimi bilmiyordum ama ayak bileklerimde soğuk demirler yer edinip de kafam tekrar bastırıldığında bundan sonra hiç alamayacakmışım gibi gelmişti. Görüntü dönüp durmaya devam ediyordu. Ben bir karıncaydım ve herkes dev gibiydi. Yanımdan geçip gidiyorlardı. Şu an rahatsızlık duymam gerekiyordu sanırım.
Hissettiğim şey rahatsızlıktan daha fazlasıydı. Boğuluyordum. Gerçek anlamda. O kadar nefessiz kalmıştım ki bana hangi amaçla gösterildiğini bilmediğim görüntüyü bile siyah benekler eşliğinde görüyordum. Amaçları neydi ki?
Hareket edemiyordum daha doğrusu etmiyordum. Yorgundum, sadece uyumak istiyordum. Duyduğum tek ses suyun kabarcık sesleri ve arkamdaki adamın homurdanmalarıydı. Beni rahat bırakması için hareketsiz kaldım. Belki öldüğümü düşünür, çeker giderdi.
Vücudum eğik durmayı kesip boylu boyunca yere uzandığında kafamdaki cihaz da uzaklaşmıştı benden. "Ne var?"
"Yan binada yangın çıktı profesör. Acil yardımınız gerekli." Bu bir kadının ya da kızın sesiydi. Kulaklarım bu tanıdık sesi bana fısıltı şeklinde iletmişlerdi. Kirpiklerimi çok az araladığımda az önce kafamı suya gömen adamın mizacını da görebildim. Saçlarına aklar düşmüş olsa da genç gözüküyordu. Tam karşısına kızgın kızgın bakıyor, bir şeyler anlatıyordu. Sakince yan tarafıma döndüm ve kulağımdan sıcak bir sıvı akıp kayboldu. Öksürmek istiyordum. Boğazım nefesimin geçemeyeceği kadar daralmış gibiydi. Göğsümde acı bir baskı yer edinmişti.
"Tamam baba. Ben halledeceğim." Adam uzaklaşırken parmaklarımın tam üzerine basmaya özen gösterdi. Dişlerimi birbirine geçirdim. Gözlerimi kamaştıracak bir ışık anlık olarak belirip kayboldu. Sanırım kapı açılmış ve sonra da kapanmıştı.
Öksürdüm. Belim iki büklüm boğazımdaki buz gibi hissi geçirmeye çalıştım. Biraz olsun iyi hissetmeye başladığımda kafamı tekrar zemine yasladım. Tavana bakıyordum. Fazlasıyla yüksekti. "Sen ne diye dikiliyorsun?" diye söylendi az önceki tanıdık ses. "Kaybol."
Hızlı adım sesleri ve ardından gözlerimi yakan ışık... Floresan lambaların yapay aydınlığının arasında beliren sarı tutamlar... Üzerime doğru eğilmiş beni izleyen endişeli iki küre... Endişeli? Garip.
"İyi misin?" Dudaklarım yukarıya kıvrılırken kendimi tutamadım. Kahkaha attım. Göğsümdeki acıya rağmen kahkahalarımın duvarlardan sekip bana geri gelmesine izin verdim. Kafam az öncekinin aksine yumuşak bir zemine yaslandı.
"Şu an kim bilir neler görüyorsun." dedi sarışın. Hemen yanıma oturmuş, başımı da kendi bacağına yerleştirmişti. Gülüşlerim azalmaya başladığında hafifçe öksürdüm. "Kaçık bir doktorun sarışın kızını görüyorum." diye yanıtladım onu. Soru sormamıştı, yine de güldüğüm şeyi bilmesini istemiştim. Islak saçlarımı parmaklarıyla geriye iterken onu engellemeye çalıştım ama kollarımı bırakın oynatmayı hissetmiyordum bile.
"Benim bir adım var D47" dedi ciddi yüz ifadesiyle. Sonra ayağa kalkmak için hamle yaptı ve kafamı yavaşça eski sert zemine geri bıraktı. Ne yaptığını göremiyordum, bu konuda bir girişimde de bulunmadım. Elinde şırıngayla geri döndüğünde hemen yanıma diz çöktü.
"Söyle bakalım." Kolumu sıyırdı. "Eylül." İsmini heceleyerek söylemişti. Gözlerimi kapattım ve karşımdaki bu hastalıklı kıza saldırmamak için kendimi teskin etmeye çalıştım. Parmaklarından birini yanağımda hissettiğimde tekrar aralamıştım kirpiklerimi. "Hadi ama sadece bir isim." dedi şirince. Kötü insanların böyle görünüşlerinin olması tamamen büyük bir tuzaktı. Dudaklarımı araladım ve ona istediğim gibi seslendim. Onu taklit ederek kelimeleri heceledim. "Doktorun kızı." dedim alayla sırıtarak. Gülümsediğini gördüm.
"Gerçekten de inatçısın." Şırınganın içindeki bulanık ilacın birazını dışarıya akıttı. "Hareketsiz kal." diye emir verdi. "Sence hareket edebiliyor gibi görünüyor muyum?" Cümlemden sonra kolumda bir sızı hissettim. Sıvıyı damarlarıma enjekte etti. "Kahkaha atmasını biliyorsun ama." diye söylendiğini duydum.
İçime derin bir nefes çekerken doğrulmama yardım etti. Bir süre ilacın etki etmesini bekledik sanırım. "Hadi seni odana götürelim." Beni kaldırmasına izin verdim. Gücüm yavaş yavaş geri geliyordu ama hâlâ hâlsizdim.
Bana makineleri taşıdıkları asansöre kadar eşlik etti. "Tamam." dedim kolumu ondan kurtarırken. Arkadaki demirlere yaslandım. Kafasını iki yana salladı ve bir adım önümde durdu. Omuzları sarsılıyordu. Onu görmezden gelmeye çalışıyordum. Üst katlara çıkana kadar ilaç biraz daha yayılmış olacak ki desteksiz ayakta durabildim.
Kapılar açılır açılmaz çıplak ayaklarım zeminde ilerlemeye başladı. Kız arkamdan geldi. "Ne oldu?" dedim odama yaklaştığımız sırada. "Yeni hedefinizden yararlı geri dönüşler alamadınız mı?" Cevap vermedi. Ben yatağıma uzanana kadar da kafası yerde düşünceli bir şekilde durmaya devam etti.
"Yeni hedefim olduğun doğru fakat senin düşündüğün gibi bir hedef değilsin." Tepemde sallanıp duran serumun iğnesini koluma geçirdi. En son ne zaman gerçek bir yemek yemiştim. Ah doğru, bu kızla karşılaştığım gündü. İki hafta olmuş muydu?
"Ne işin var burada?" diye sordum bu sefer. Gerçekten merak ettiğim bir soruydu. "Etrafında olup bitenleri algılayamayacak kadar kör müsün yoksa gerçekten bilimin böyle vahşice bir yöntemi olduğuna mı inanıyorsun?" Yastığımı düzeltti ve daha rahat bir şekilde uzanmamı sağladı. Bunu yaparken gereksiz uzun saçları yüzümü gıdıkladı.
"İnanışlar..." diye mırıldandı sırtını yatağımın yanındaki beyaz duvara yaslarken. "Kendime inanmak için başka bir şeyler bulana kadar şu anki düşüncelerim ebedi olacak." Gözleri keskin bakıyordu. Hemen sonra ifadesi yumuşadı. Gülümsedi.
Kendime engel olamayarak "Psikopatsın sen." dedim sinirle. Bana doğru ilerledi. Bu kızın gülüşü bile planlı gibiydi. Benim tepkilerimi on hamle öncesinden biliyor, ona göre hareket ediyordu sanki. İki parmağı boynumun sol kısmına baskı uyguladı. Nabzımın tam üstünde sarışın bir kızın iki parmağı, ne kadar ürkütücü olabilir ki? Öyle değildi işte. Tenime tırnaklarını biraz daha bastırdığında gözleri de beni buldu. "Senin için yangın çıkarmış birine..." dedi fısıltıyla. "Çok acımasız davranıyorsun."
Şaşırdım. Bunu o da fark etti mi bilmiyordum ama Eylül'ün amacının ne olduğunu kestirmek çok zordu. Eli boğazımı tamamen sardığında hareket etmedim. Sarı saçları yüzüme doğru döküldü. Şu an sadece onu gözlemlemekle uğraşıyordum. Gerçek bir ruh hastası mıydı, yoksa fazla mı aklı başındaydı?
Bu yaşıma kadar çok fazla kızla iletişim kurabildiğim söylenemezdi fakat karşımdaki kızın benimle yaşıt ya da küçük olduğunu varsayarsam davranışları oldukça cüretkâr ve özgüvenliydi. Gözlerindeki öfke ve kararlılığın ne için olduğunu bilmiyordum. "Siz başka ne yapabilirsiniz ki?.." dedim sakince tepkilerini izlerken. Tırnakları boynuma sürtündü. "Yangın çıkarmak veya yıkıp dökmek dışında..."
Ellerini üzerimden çekti. "Öyle olsun... Uraz." dedi ismimi değişik bir tonlamayla söyleyerek. "Beni düşmanın olarak gör. Böylesi daha eğlenceli nasılsa." Tabi ki öyle görecektim. Az önce babası kafamı buzlu suya daldırmış beni nefessiz bırakmaya çabalamıştı. Üstelik bu bana yapılanların yüzde biri bile sayılmazdı. Az önce boynumu sıkanın kendisi olması da ayrı bir ironiydi.
Benden uzaklaşıp kapıya doğru yürüdüğünde parmakları kapı koluna tutundu. "Sen daha yıkıp dökmek görmemişsin." dedi ve kapıyı çarparcasına kapattı. Hastaydı. İyileşmek için birilerini arıyor...
Doğu bunu söylerken neden bahsediyordu? Onu da deneylere tabi tutuyorlardı, bunu kolundaki morluklardan anlayabiliyordum. Bir sürü iğne izi taşıyordu. Tehlikeliydi ama değildi. Hem güçlü hem güçsüzdü. Bütün denekleri o buluyordu. En azından söylentiler böyleydi ve bu laboratuvarın söylenti çıkarmak için çok etkileşimsiz olmasına karşılık çıkan söylentiler de öyle kolay yayılmazdı.
Düşüncelerimin arasında beni korkutan tek şey onun fazla aklı başında biri olmasıydı.
***
PERİ
Sağa döndüm. Sonra da sola. Spor ayakkabılarım ayaklarımda bin ton olmuş gibilerdi. Bir süre hareket etmeyi kestim. Etrafımda döndüm sakince. Her yer o kadar ışıl ışıl ve temizdi ki gözlerimi kısmadan edemiyordum. Koş Peri. Çık buradan.
Sağ elimi hızla inip kalkan göğüs kafesime bastırdım. İçinde bulunduğum telaş hâli yüzünden fazlasıyla terlemiştim. Az önce yanından geçtiğim tuvalet tabelasını tekrar gördüğümde omuzlarım çöktü. Buradan bu şekilde ne yaptığımı bilmeden, koşarak çıkamazdım. Dizlerimdeki ağrı yüzünden yere oturdum hüsranla. Parmaklarım saçlarımın arasında yerlerini buldu. Çok fazla nefes alıp verdiğimden başım dönüyordu.
"Ne yapıyorsun burada?" Kafamı kaldırdım. Uzun sarı saçlı şirin bir kız çocuğu dikiliyordu karşımda. Bilinçsizce "Koşuyorum." diye cevap verdim.
"Kimden kaçıyorsun?"
"Bilmiyorum."
Cevabımdan sonra kız bana biraz daha yaklaştı. Merakla üzerimdeki kıyafetleri inceliyordu. Hâlâ dansa gittiğim kıyafetleri giyiyordum. Dizlerimin üzerinde durup boylarımızı eşitledim. "Kaç yaşındasın bakalım sen?" dedim saçlarını kısaca okşadıktan sonra. Kız bir süre parmaklarına baktı. Sonra sağ elini açtı ve diğer elinin de baş parmağını büktü. "Beş buçuk." dedi gururla. Gülümsedim.
Ben yaşlarımı bu şekilde ifade etmeyi uzun zaman önce bırakmıştım. Artık gelecek senelerim için o kadar da hevesli değildim. Fakat bu kız, hayatı hâlâ buçuklu olarak sayılacak kadar değerli görüyordu.
Arkamdan gürültülü ayak sesleri gelmeye başladığında ayağa kalktım. "Kendine iyi bak ufaklık." diye mırıldandım. Kollarım iki kişi tarafından esir alındı. Onlara karşı koymaya niyetli değildim. Arkamı dönmeden hemen önce kız bana sevimlice el salladı. Onun normali bu Peri.
Koşa koşa geldiğim yolu bu sefer sakince ilerledik. Yanımdaki maskeli adamlardan biri kimliğini cihaza gösterdikten sonra önümdeki kapı iki yana, ağır ağır açılmıştı. Nedense burası tam tahmin ettiğim gibi bir yerdi. Sürekli rüyalarımda gördüğüm için de olabilirdi. Adamlar beni odanın tam ortasında bulunan devasa koltuğa oturttuklarında otomatik olarak kollarımın üzerine yarım daire şeklinde iki metal indi. Ayaklarım da zemine sabitlenmişlerdi.
Korkuyla hareket etmeye çalıştım ama kapıyı açan adam alnıma kuvvetlice bastırıp kafamı koltuğa yasladı. "Bence boynunun bir metal tarafından koparılmasını istemezsin." dedi kulağıma doğru. Parmaklar tenimden uzaklaşınca boynumun üzerinde soğuk bir metal hissettim. Ürkütücü bir tak sesiyle metal yerine yerleşirken boynumun da sabitlemek adına kelepçelendiğini anladım.
Bakışlarım tavandaydı. Bulunduğum pozisyon o kadar rahatsız ediciydi ki yutkunsam nefessizlikten ölecekmiş gibi hissediyordum. Birkaç adım sesi duydum. "Bu kadar kolay pes edeceğini düşünmemiştim." dedi tanıdık bir ses. Eş zamanlı şakaklarımda keskin bir şeyler belirmişti. "Sen de kimsin?" dedim korkuyla. Onlar tenime batmazlardı değil mi?
"Seni gerçek bir peri kızına çeviren kişiyim tatlım." Konuşma tarzı şu an yanımda olan kişinin kim olduğunu anlamama yardım etti. Keşke boynumu oynatabilseydim. O neredeydi?
"Şu an büyük bir korku içinde olduğunun farkındayım. Üstelik tanımadığın, bilmediğin kişilerin yanında uyandın." Ne saçmalıyordu? Ateş kırmızısı birkaç tutam görüş açıma girdiğinde Akel'in elindeki şırıngayı da fark edebilmiştim. Uzun tırnağıyla plastiğe birkaç kere vurdu. "Bu seni sakinleştirecek." dedi sevimli davranmaya çalışarak. Sağ kolumda beni nefessiz bırakmaya yeten bir acı hissettim. Göz kapaklarım kapanırken bir damla yaş kulağıma doğru süzüldü.
Kızgındım. Kırgındım. Canım yanıyordu. Neden? Bilmiyordum. Dayanabilmek için dişlerim dudaklarımı kanatmaya başlamışlardı bile. Kadın yanıma otururken ve bir şeyler söylemeye başladığında bile gözlerimi açmadım. Bütün bunların korkunç, iğrenç bir kâbus olmasını diliyordum.
"Annen çok güzel bir kadındı." dedi Akel. Gözlerimi biraz daha yumdum. "Seni bana getirdi iyileştirmem için." Mekanik bir sürgü sesi duydum. Sözcükleri tam anlayabildiğim söylenemezdi. Doğru dürüst nefes bile alamıyordum. Üstelik şakaklarımdaki sivri şeyler her geçen saniye tenimde biraz daha derine batıyorlardı.
"Ve ben de seni iyileştirdim Pericik. Bunun için annene teşekkür etmelisin." Mobese görüntülerini kendi gözlerimle görmesem Akel'in bu saçmalıklarına biraz olsun inanabilirdim belki. Ki annemin son günlerinde benim hasta olduğumun farkında olmaması da ayrı bir konuydu. Kadın kendi yerleştirdiği anılarla çelişiyordu.
Sonra alayla "Ah doğru." dediğini duydum. "Artık teşekkür edemezsin değil mi?" Kuruyan dudaklarımı ıslattım. Canım bu kadar yanmasa söylediklerine gerçekten gülebilirdim. Ne yapmaya çalışıyordu? Küçük bir kızın kayıplarıyla dalga geçerek kendini tatmin mi ediyordu? Acınasıydı.
"Geç kaldın." dedi bu sefer. Bunu bana söylemediğini anladım. "Üzgünüm." diye cevapladı karşı taraf. Gözlerimi araladım. Ne için üzgündü? Beni tekrar bu çukura kendi elleriyle attığı için mi yoksa bütün o süslü yalanları için mi? Belki de gerçekten geç kaldığı için üzgündü. Tırnaklarım avuç içlerime batarken yumruğumu bulunduğu yere vurmaya başladım. Tenimde ve göğsümün tam ortasında hissettiğim bu katlanılmaz acıyı nasıl geçirebileceğimi bilmiyordum. Bileklerim sürtünmeden dolayı aşınmış olmalılardı ama bunu durduramıyordum.
Sakin ol. Cümlesi kafamın içinde yankılandı. Yumruklarımı gevşettim. "Buna gerek olduğunu sanmıyorum." dedi Ilgaz. Birkaç adım sesi sözlerini takip etti. Sonra tam gözlerimin onu görebileceği bir noktada durdu. "Öyle diyorsan." dedi Akel. Ilgaz tam başımın arkasında duruyordu. Dişlerimi birbirlerine bastırdım ve bakışlarımın duygusal bir hâl almaması için elimden geleni yaptım.
Parmakları çenemi kavradı ve başımı olduğu yere biraz daha bastırdı. "Hareket etme." dedi sadece benim duyabileceğim bir şekilde. Yüzünü buruşturduğunu gördüm. Oturduğum cihazdan gürültülü bir vurma sesi geldiğinde boynumun üzerindeki dar metal yok oldu. Ilgaz parmaklarını benden uzaklaştırınca hızla başımı kaldırdım ve derin bir nefes aldım. Her şeye rağmen şakaklarımdaki sivrilikler hâlâ oradalardı.
"Başlayalım." dedi Akel. Bakışlarımı ona çevirdim. Arkasında bulunduğu platformun neredeyse her kısmında dijital bir ekran vardı. Parmakları durmadan hareket ediyordu. Sonra gözleri beni buldu. "Demek inanmıyorsun bana." dedi kararlı bir ifadeyle. Sanırım şu an bağlı olduğum bu cihaz yüzünden bulgularımı ya da nasıl bir ruh hâlinde olduğumu anlayabiliyordu. Cevap vermedim.
"O zaman soruma cevap ver." Bana doğru ilerledi. "Dünyada kötü insanlar mı daha fazladır yoksa iyiler mi?" Ellerine birer eldiven geçirdi. Aniden kolumda bir acı dalgası hissettim. Cevap vermezsem buna devam edecek gibiydi. "İyiler." dedim çok düşünmeden.
Ellerini iki yanıma yasladığında kirpiklerimi bile kırpmadan onu izledim. "Peki öyleyse. Kötü insanların sayısı dünyada daha az olmasına rağmen neden etkileri daha büyüktür?"
Kaşlarımı çattım. "Ben söyleyeyim." dedi aralanmış dudaklarımın kapanmasına neden olarak. "Çünkü kötü olmak için bir gayeleri vardır." Şu an yaptığı şeyleri meşru göstermeye falan çalışıyordu sanırım. Benden uzaklaşmadan önce "Etkinizin büyük olduğunu mu sanıyorsunuz?" dedim sinirle.
Az önce beni kandırmaya çalışan Akel gitmişti şimdi. Ama yine de Ilgaz ve benim görüştüğümüzü bilmediğini hissediyordum. Bir şeyler yanlıştı. Ilgaz'ın davranışları da bir garipti. Belki de bu gerçek Ilgaz'dı. Başından beri amacı buydu, beni bu çöplüğe geri getirmek.
"Sana bir iyilik yapayım Peri." Adımları benden uzaklaştı. Az önce bulunduğu platforma geri dönüyordu. "Ben kötü bir bilim insanından daha fazlasıyım." Önünde bulunan bir şeye yavaşça dokunduğunda şakaklarımdaki sivrilikler tamamen tenime giriş yaptılar. Gözlerim acıyla kapanırken kolumun üzerinde birkaç yuvarlak gözüme çarptı. Boris'le konuştuğum gün olduğu gibi tenime ritmik hareketlerle vuruyorlardı. Bu sefer sayıları daha fazlaydı.
"Bu yüzden yardımcı olmaya karar verdim. Sana bazı ipuçları vereceğim." Son cümlesini ürkütücü bir tonlamayla söyledi. "Etrafındakilere dikkatle bak bakalım. Görebilecek misin?"
Çığlık atmak üzereydim. Bu kaçık kadına cevap vermeye çalışmayacaktım bile ama kendime engel olamayarak dudaklarımı araladım. Ilgaz'ın parmakları olmasa sesim çoktan ona ulaşmış olurdu. "Bu kadar yeterli." dedi keskin bir sesle Ilgaz. Elini dudaklarımın üzerine bastırmıştı. Sinirle bana bakıyordu. Aradan bir iki saniye geçtiğinde yan gözle Akel'e baktı. Kadın büyük bir tatmin duygusuyla ikimizi izliyordu.
Ilgaz'ın bakışları yumuşadı. Yut, dedi kelimenin kafamda birkaç kez yankılanmasını sağlayarak. Elini biraz daha bastırdığında dudaklarıma değen yuvarlak hapı hissettim. Kaşlarım çatıldı. Onu tanıyamıyordum. Beni neden buraya getirdi, niye böyle garip davranıyor?
Yut aurora. Gerçekten ne yapacağımı bilmiyordum. Dudaklarımı aralayıp hapı dilimin üzerine yerleştirirken bile doğru kararı verip vermediğimden emin değildim. Başka çarem yoktu. Ilgaz'dan başka çarem yoktu.
"Ilgaz. Tamam." dedi Akel yanını göstererek. Soğuk parmaklar benden uzaklaşırken mavi ışıltıların yokluğunu yeni yeni fark ediyordum. Bana dokunduğunda oluşan ışımalar yoktu. "Storm işleme başla." Komutuyla beraber gözlerimi sıkıca yumdum. Üzerinde oturduğum cihaz mekanik sesler çıkardı. Kollarım oldukları yere daha da sabitlenirken şakaklarıma batık şekilde duran metaller hareket etti.
İçimden bu işkencenin son bulması için yalvarıyordum. Ilgaz'ın verdiği hap ne işe yarayacaktı bilmiyordum. Ama keşke bu odadaki bütün makineler bir anda bozulsaydı da ben de kurtulsaydım. Başımı arkama yasladım ve sadece bekledim. Hiç kimseye, hiçbir yere bakmak istemiyordum.
Bir iki saniye sonra "Emriniz işleme alındı." diye duygusuz bir erkek sesi duydum. Storm denilen cihaz olmalıydı. "Ne emrinden bahsediyorsun?" dedi Akel telaşla. Gözlerimi araladım. Çok geçmeden benim üzerinde bulunduğum cihaz dahil odadaki bütün dijital aletlerden cızırtılı sesler yükselmeye başladı. "Sistemde hata." uyarısıyla beraber odada kırmızı bir ışık yanıp sönüyordu. Ilgaz'ın hızla yanıma geldiğini gördüm.
Benim bulunduğum koltuktaki birkaç düğmeye hızlı hızlı basmaya başladı. Kollarımın üzerinden metaller, şakaklarımdan da sivrilikler yok olunca hızla kalktım. "Dışarı." dedi Akel telaşlı sesiyle. Ilgaz bana destek olurken kapıya az bir mesafe kalmıştı ki büyük bir gürültü duydum. Dönüp baktığımda odaya yoğun siyah bir dumanın hâkim olduğunu gördüm. Duman cihazlardan yükseliyordu.
Koridora çıktık. Bir sürü beyaz giyimli insan benim az önce bulunduğum odaya akın ediyorlardı. Ilgaz'ın beni taşımasına izin verdim. İnsanlara çarpa çarpa yaptığımız bir yolculuk sonucu geniş bir yatağa uzandım. Ilgaz'la konuşmak istiyordum. Neler döndüğü hakkında hiçbir fikrim yoktu. Hâlâ o metallerin tenimi deldiklerini hissedebiliyordum.
Ilgaz yatmama yardım ettikten sonra yatağın yanındaki duvara ilerledi ve orada öylece dikilmeye başladı. Bir asker gibiydi. Soğuk, duygusuz bir ifadeyle tam karşıya bakıyordu. Ona bazı şeyleri sormaya başlayacağım sırada "Birkaç dakika bekle." dedi aramızdaki bağı kullanarak. Hâlâ karşıya bakıyordu. Bir saniyeliğine bakışları duvarın üst kısmındaki bölgeye kaydı. Kamerayı kontrol etmişti. Kırmızı bir ışık yanıp sönüyordu.
Dediğini yapıp bekledim. Gözlerimi yumdum. Belki beş belki on dakika boyunca koridordan gelen ayak sesleri dışında hiçbir şey duymadım. Ta ki omuzlarımda bir çift el hissedene kadar. "İyisin." dedi Ilgaz boğuk sesiyle. Burnunu boynuma yaslamış, kollarını bana sarmıştı. Az önce kontrol ettiği kameraya baktım. Kırmızı ışık sönmüştü.
"Özür dilerim." dedi hemen ardından. Sol tarafımdaki o koca yük bir anda un ufak olmuş gibi hissettim. Biraz daha doğrulup kollarımı karşımdaki bedene dolarken içime derin bir nefes çektim. "Neden yaptın böyle bir şeyi?" dedim ağlamaklı sesimle. Çok korkmuştum. Ilgaz'ın beni buraya geri hapsettiği gerçeğinden çok korkmuştum.
"Anlatacağım." Elleri yanaklarımı kavradı. Gülümsüyordu. "Söz veriyorum sana. Anlatacağım." Dudakları burnumun ucuna naifçe dokundu. Gözlerimi açık tuttum. "Sadece güven bana. Tamam mı?" Kafamı aşağı yukarı salladım. Kapı gürültüyle açılmasa Ilgaz'a bir kez daha sarılmaya hazırlanıyordum.
"Hadi, sadece yirmi dakikamız var." Uraz? Onun burada ne işi vardı? Ilgaz hemen ayaklanınca ellerimden tutup beni de kaldırmıştı. Hızlı adımlarla bembeyaz koridora çıktık. "Neden bu kadar uzun sürdü?" dedi Ilgaz. Sağa döndük. Uraz ortadaki çelik kapıya elindeki kartı okuttuğunda kilit açıldı ve ilk o girdi. Çok geçmeden geri geldi, beraber içeri adımladık. "Odalara da kamera yerleştirdiklerini bilmiyordum. Eskiden yoktu." dedi Uraz az önceki soruya cevap olarak.
Karanlık oda bir anda aydınlandı. Burası da az önce içinde bulunduğum deney odasına benziyordu. Hatta aynısı bile olabilirdi, yani ortada kocaman metal bir cihaz durmasa aynı olduklarını düşünebilirdim. "Korkulacak bir şey yok." dedi Ilgaz belimden beni desteklerken. "Vücudundaki ryaların haritası lazım sadece." Büyük dikdörtgen metalin önünde durduk. Buzdolabına benziyordu. Ilgaz metalin kenarından tuttu ve bir dolabın kapağı gibi açılmasını sağladı. İçi bir insanın postürüne benziyordu ki bence zaten öyleydi. Kafa kısmı, göğüs bölgesi ve bacakların içe doğru birer kalıbı vardı. "Önünde dur." Ilgaz'ın dediğini yaptım. Cihazı benim boyuma göre ayarladı.
"Hazırım." dedi Uraz. O da cihazın yanındaki ekranla ilgileniyordu. Kendinden emin bir ifadeyle parmakları ekran üzerinde hareket ediyor, yazılar yüzünün üzerinden akıyor gibi görünüyordu. İçinde bulunduğum karmaşık duruma ayak uydurmakta zorlanıyordum. "Bunu tak." Bana uzatılan geniş simsiyah gözlüğü taktım. Ilgaz beni omuzlarımdan bastırdı ve cihazın içine tamamen yerleşmemi sağladı. "Kapağı kapatacağım. Sakın korkma tamam mı? Yalnızca on saniye sürecek." Otomatik bir şekilde kafamı salladım.
Şu an bana bir şeyleri anlatmaya çalışıyorlardı ama anladığım söylenemezdi. Sadece ne diyorlarsa onu yapıyordum. Bana gülümsedikten sonra metal kapağı üzerime kapattı. Ayaktaydım. Tam benim boyuma göre gri bir buzdolabına girmiş gibiydim. Kafam da dahil bütün vücudum bu devasa makinenin içindeydi şimdi. Düşüncemin aksine rahatça nefes alıp verebiliyordum.
Uraz "Gözlerini kapat." diye bağırdı. Dediğini yaptım ve hareketsiz kaldım. Zaten istesem de hareket edemezdim. Benim ölçülerime uygun bir kalıbı doldurmuştum. Sessizce ona kadar saydım. İçinde bulunduğum şeyin çıkardığı sesler tıpkı bir fotokopi makinesininki gibiydi. Sayma işlemimde on ikiye geldiğimde kapak aralandı. "Tamamdır." Ilgaz beni kucağında taşırken Uraz da makineden yavaş yavaş çıkan kâğıdı sabırsızlıkla çekip aldı.
"Bu taraftan." Uraz'ı takip ettik. Kâğıdı cebine yerleştirdi. "Patlamayı sen mi ayarladın?" diye sordu Ilgaz. Kafam oldukça buğuluydu. Buradan nasıl çıkacaktık? "Yok. O plansız bir şeydi ama fena olmadı ha?" Bir saniyeliğine arkasını dönüp bize gülümsedi ve odanın en köşesindeki kapıyı biraz fazla güç uygulayarak açtı.
Bu yol fazlasıyla dardı. Öyle ki Ilgaz eğilmek zorunda kaldığından kucağında sıkışıp kalmıştım. Beni taşırken zorlanıyor olmalıydı. "Kendim yürüyebilirim." dedim gözlerine bakarak. Ilgaz dikkatli bakışlarını yoldan çekip bana odaklandı. "Sen daha uyumadın mı?" dedi azarlar tonda. "Çok fazla radyasyona maruz kaldın. Uykun gelmiş olmalı. Biraz uyu." Söyledikleri doğruydu ama hissettiğim adrenalin yüzünden gözlerimi bile zar zor kırpıyordum.
Dar geçitten çıktık. Yine o beyaz uzun koridorlardan birindeydik. Ilgaz uyumayacağımı anlayınca beni yere bıraktı ve önden önden temkinli bir şekilde yürümeye başladı. Çıkışa yaklaştığımızı düşünüyordum çünkü serin bir rüzgâr hissediyordum ve ilaç kokusu da azalmaya başlamıştı. Güneş ışığının içeri dolduğu bölgeye az bir mesafe kalmışken birinin "Hadi oradan." dediğini duydum. Ardından birkaç kıkırdama sesi duvarlarda yankılandı. Ilgaz hızla bizim yanımıza dönmüş, Uraz ve beni rastgele bir kapıdan içeri sokmuştu. Karanlık ortamda dengemi sağlamaya çalışırken "Neler oluyor?" diye sordum Uraz'a. Sıkıntıyla kafasını iki yana salladı. "Burada olmamalılardı." dedi şüpheyle. Dışarıdaki sesleri dinledim.
"Kaçak geri dönmüş." dedi yabancı bir erkek sesi. Bunu yüksek sesle söylediğinden anlayabilmiştim ama diğerini neredeyse bir mırıltı gibi duyuyordum. Kapının hemen önünden Ilgaz'ın sesi geldi.
"Akel bekliyor." dedi sabırsızlıkla. Onlardan hemen kurtulmaya çalışıyordu. Uraz'ın yan tarafımda "Kahretsin." diye mırıldandığını duydum. Telaşlı bir şekilde ceplerini karıştırıyordu. "Kimliği odada unuttum." Sıkıntılı bir nefes verdi. Dışarıdan birkaç gürültü duyuldu. Kavga mı ediyorlardı?
"Uraz kapıyı açmamız lazım." dedim endişeyle. Adamlar büyük ihtimalle iki kişilerdi. Ilgaz'a yardım etmeliydik. "Deniyorum." Kolundaki saat de sürekli ötüp duruyordu. Ya bahsettiği yirmi dakikadan geriye az bir zaman kalmıştı ya da bu sadece sıradan bir alarmdı. Ama Uraz'ın böyle bir durumda sıradan bir saat takmayacağı oldukça açıktı.
Uraz kartın okutulduğu cihazı kurcalarken ben de kapıyı açmak için kullandığı kimliği düşündüm. Ilgaz'ın bana Pandia'da verdiğine benziyordu. Hemen ceplerimi karıştırmaya başladım. İyileşenlerin kullandığı kimlikler aynı zamanda Akis'in güvenlik için kullandığı kilitleri de açabiliyordu anlaşılan. Ellerim hızla üzerimi tararken hâlâ burada olduğunu ümit ediyordum. Sonuçta uyuduğum süre boyunca Ilgaz gözünü hep üstümde tutmuş olmalıydı. Eşofmanımın ikinci cebinden kıvrılmış bir adet karton çıktı. Hemen elime aldım. "Bu olur mu?"
Uraz kartı kaptığı gibi kapıya okutmaya çalıştı. Kıvrıldığı için bu biraz zaman aldı. "Sen bahçeye koş. Ben halledeceğim." dedi Uraz kapı açıldığında. İç cebinden bir sprey kutusu çıkardığını gördüm. İlk o çıktı. Elindeki şişeden bir gaz bulutu Ilgaz'a ayak bağı olan insanların üzerine doğru püskürürken ben koşar adım içeriye ışık taşıyan kapıya doğru ilerledim.
Büyük bir avluydu burası. Sadece hava almak için çıkılan hapishanedeki meydanlara benziyordu. İki yanı koca koca ağaçlarla kaplıydı fakat etrafta hiç tel örgünün bulunmaması şaşırtıcıydı. "Ben kaçtım." Devasa alanı incelemekten ne ara geldiklerini fark etmemiştim bile. Uraz ağaçların arasında kaybolurken iki parmağıyla bize bir asker selamı verdi. Ilgaz ise yanıma gelip kolumu tutmuştu. "Akel gelecek şimdi." diye beni bilgilendirdi.
Her şey öyle hızlı gerçekleşiyordu ki olayları anlamakta güçlük çekiyordum. Sanırım bahsettiği yeni yöntem için o rya haritasını çıkarmıştık. Hatıralarımı bana geri verebilmek adına yeni bir yol bulmuşlardı. Buna tam onay verdiğimi hatırlamıyordum. Yine benden habersiz benimle ilgili etrafımda bazı olaylar dönüyordu. Sağ elimi sol kolumun üzerine kuvvetlice bastırdım. Burada olduğum süre boyunca kolumdaki hareketli yuvarlaklar asla durmamışlardı ve artık ciddi anlamda canımın yandığını hissediyordum. Ilgaz cebinden minik yuvarlak bir cihaz çıkardı ve onun üzerine doğru mırıldandı. "Selim. Duyuyor musun?"
Karşı taraftan ses gelmiş olmalı ki uzunca bir kod bilgisi verip Uraz'ın kimliğini o odadan almalarını söyledi. "Ne yapıyorsunuz burada?" Sesi duyduğumda hemen o tarafa döndüm. Akel bize doğru ilerledi. Ilgaz kolumdaki tutuşunu sıkılaştırdı. "Dumandan etkilenmemek için dışarı çıktık efendim." dedi tek düze bir sesle.
Akel sıkıntıyla alnını ovuşturdu. "Tamam, tamam." dedi hemen. Başı gerçekten sıkışık olmalıydı. Yazık. "Siz şimdi gidin. Haftaya tekrar gelin. İlaç onu uyuşturur." Ilgaz görev bilinciyle kafasını salladı ve beni kolumdan çekiştirdi. Ayağımın altındaki taşlar yüzünden tökezledim. O kadar iyi rol yapıyordu ki bilmesem gerçekten beni bir böcek olarak gördüğünü falan düşünecektim.
Ormanın içinde uzun bir yolculuktan sonra Uraz da nasıl yaptığını bilmediğim bir şekilde bizi bulmuştu. Beraber patika bir yola çıktık. Ilgaz arabasını ağaçların arasına park etmişti. Eve gitmek için yola çıktığımızda gerilmiş bütün sinirlerimin rahatlamasına izin verdim. Uraz arabayı kullanıyordu. Ben de arka koltukta Ilgaz'ın bacağına kafamı yaslamıştım ve bütün olayları bana baştan anlatırken onu dinliyordum.
ILGAZ (Takip Edildiği Günden)
Elimdeki telefonu yan koltuğa bıraktım. Öndeki araçtan maskeleri dışında sıradan görünümlü insanlar inmeye başladıklarında dümdüz önüme bakmaya başlamıştım. Camları kapatıp kapıları da kilitledim. Zaman kazanmalıydım. En azından onlar gelene kadar.
"Hey, dışarı..." Adamlardan biri benim bulunduğum taraftaki camı bir iki kere tıklattı. Dümdüz önüme bakmaya devam ettim. Amaçlarının ne olduğunu bilmiyordum ama bu kadar kişiyle baş edemezdim. Çok geçmeden tam tahmin ettiğim gibi dışarı çıkmamı isteyen adam dirseğiyle hemen solumda bulunan camı tuzla buz etti. Hızla kafamı korumaya aldım. "Söz dinle Ilgaz Bulut."
Kırdığı camdan eldivenli elini uzatıp kapıyı da açtığında arabamın alarmı daha yeni yeni çalmaya başlıyordu. Kolumdan sertçe tutulup çekilince kucağımdaki cam parçaları toprak zemine döküldü. Yalpalayarak ağaçların arasına girdik. Buna gerek var mıydı bilmiyordum ama dizlerim üzerine çökmek zorunda bırakıldığımda grubunun ele başının benimle bir alıp veremediğinin olduğunu daha iyi anlamıştım.
Her biri yüzlerindeki maskeleri indirdiler. Camı parçalayan kişi tam önümde durdu ve dizlerinin üzerine çöküp benimle göz göze geldi. "Öncelikle..." diye söze başladı. Yüzünde sinir bozucu bir gülümseme vardı. "Akel'den selamlar." Arkamda duran adamına kaş göz işareti yaptığını gördüm. Çok geçmeden kollarım koparılırcasına çekilip başka birinin ellerinde hapsedildi. Kafam arkaya doğru gitmiş, tepemde dikilenlere bakmam sağlanmıştı. Hiçbir şey yapmadım. Bu kavgayı başlatan ben olmayacaktım. Şu anlık.
"Yeni bir görevin var Ilgaz." dedi kumral saçlı olan. Bu adam daha ılımlı gözüküyordu. Az önce bana Akel'in selamını ileten kişiye ne yapmış olabileceğimi bilmiyordum. Gerçi laboratuvarda beni pek kimse sevmezdi. Çalışanlar doktorun gözüne girmek için bin bir türlü takla attıklarından kadının beni bu kadar önemli görmesini kaldıramıyorlardı hâliyle.
Arkamdaki adam kollarımı biraz daha kendine çektiğinde gruptan biri öne çıkıp bileğindeki tabletle ilgilenmeye başladı. Akel'in sesini işittim. Hemen ardından hologramı da tabletin üzerinde belirdi. "Deneme bitti." dedi sert bir ifadeyle. Duygularımı gizlemekte zorlandım. Şaşkınlığım ve tükenmişliğim yüzümden okunuyor olmalıydı.
"En kısa sürede Peri'yi Akis'e getireceksin. Gerisi seni ilgilendirmez." Bir şeyler yanlıştı. Anlamış mıydı ona her şeyi anlattığımı? Anlasa bu kadar sakin kalacağını sanmıyordum. Neden tam da şimdi onu geri istediğini çözememiştim. Konuşmasının bittiğini sanıyordum ama hologram bir iki kere gidip geldikten sonra kararlı bakışlarını gördüm.
"Onu getirmediğin her saniye aleyhine işliyor olacak. Beni tanırsın Ilgaz. Sözümde dururum." Dişlerimi birbirine bastırdım. Yapamazdım. Peri'yi ona veremezdim. Tekrar olmazdı. "Bu sadece küçük bir uyarıydı. Emirlerime harfi harfine uyacağından şüphem yok. Ülkü sana Peri'nin adresini verecek. Git ve onu ait olduğu yere geri getir."
Adresini mi verecek? Gerçekten hiçbir şeyden haberi yok muydu? Hadi ama bana şu an bu muameleyi yapıyorlarsa ortada büyük bir şey olmalıydı. Yoksa kontrole gittiğimde de bunu benden isteyebilirdi. Benimle oyun oynadığını hissediyordum. Kardeşinin yokluğu da onu strese sokuyordu anlaşılan.
Ülkü olduğunu tahmin ettiğim genç bir kız kafasındaki kapüşonluyla bana yaklaştı ve elindeki kâğıdı önüme bıraktı. Birkaç dakikadır çalmaya devam eden arabamın alarmı sustuğunda artık zamanın geldiğini biliyordum. Arkamda duran kişi kollarımdaki tutuşunu biraz olsun gevşetince kafamı hızla geriye attım. Akel'in bana böyle davranmalarını söylemediği açıktı. Görevleri mesajı iletmekti ama kinleri mantıklarının önüne geçmişti.
Arkamdaki adam acıyla kıvranmaya başladığı sırada ortama tam bir karmaşa hâkim olmaya başladı. Yerde duran kâğıdı hızla cebime tıkıştırdım. Gözlerim Uraz'ı aradı. Onun gelmemiş olduğunu umut ediyordum. Çok geçmeden umutlarım boşa çıktı çünkü Uraz çoktan kendine bir kurban seçmişti. Bana fazlasıyla bilenmiş olduğunu düşündüğüm kişinin üzerime doğru koştuğunu gördüm. Bizim takımdan biri ona kuvvetli bir çelme taktığında yüzümü buruşturdum. Burnunu yere çok fena bir şekilde vurmuş olmalıydı.
"Ilgaz!" Hızla Uraz'a baktım. Beni uyarayım derken yüzüne şiddetli bir yumruk indi. Arkama dönmeme fırsat olmadan boğazıma başka bir kolun dolandığını hissettim. "Seninle görülmemiş bir hesabım var." diye bağırdı kulağıma doğru. Bu adam yerden ne ara kalkmıştı? Dirseğimi karın boşluğuna geçirdim hızla. En azından bir iki adım geri çekilmesini sağlamıştım. Ama benden daha hırslı olduğu kesindi. Kaşımın hemen üzerine şiddetli bir darbe yememle alnımdan yanağıma süzülen yoğun sıcaklığı hissetmem bir oldu.
Karşılık vermek için ileri doğru adım attım. Gözlerimin önündeki soğuk metal olmasa çoktan yumruğum yüzüne inmiş olurdu. "İntikam öyle alınmaz..." dedi yüzündeki hastalıklı gülüşle. "Böyle alınır..." Parmakları tetiğin üzerinde durdu. Silah mı kalmıştı artık? Şahsen eskidiğini düşünüyordum.
"Eğil." diye bir komut duyduğumda hemen uydum, çömeldiğim yerden adamın elleri ve bacaklarına dolanan metal halatla birlikte yere düşmesini izledim. Düşmeden önce silahı ateşlemeyi de unutmamıştı. Sağ ayağımı bağlı ellerinin üzerine bastırıp silahı aldım elime. Acaba mermileri falan farklı mıydı? Saldırı amaçlı gelişmeye çalışmaları ve yeni teknikleri kullanma olasılıkları yüksekti. Bu yüzden silahı yanımda duran Uraz'a uzattım. O bu işle yakından ilgilenirdi.
Etrafıma bakındım. İyileşenler adamları taşımaya başlamışlardı bile. "Arabaları uçurumdan denize mi uçmuş?" diye sordum alayla.
"Sorma ya. Meğer sürücüleri sabah sabah alkol almış." dedi Uraz. Silahı getirilen temiz bir poşetin içine yerleştirdi. O benden daha kötü durumdaydı. Gözünün çevresi tamamen morarmıştı neredeyse.
Bir iki adım atıp "Yazık olmuş." diye mırıldandım. Arabaları bıraktığımız yere doğru ilerledim. Uraz da arkamdan geliyordu. Arabalar hazır olduğunda onların sırayla ormandan ayrılışını izledim. Kafam tamamen doluydu. Ne yapacağım konusunda hiç bu kadar şüpheye düşmemiştim. Elimin tersiyle yanağımdaki kanı sildim.
Uraz elini omzuma yasladı. Akel'in söylediklerini duyduğunu biliyordum. Henüz cevabını bilmediğim ve nefes almamı zorlaştıran o soru bana ulaştığında ellerimi gözlerimin üzerine bastırdım. "Emri yerine getirecek misin?" Keşke bütün bu olayları sadece tek başıma kimseye zarar gelmeden sona erdirebilseydim.
***
ADA
"Yok, bugün olmaz. Proje ödevimi bitirmem gerek." Derin bir nefesi dışarı bıraktım. Öylesine teklif etmiştim dışarı çıkmayı. İyi bir ruh hâlinde olduğumu görsün istemiştim sadece. Kabul etmediği için mutluydum. Telefondan uzaklaşıp masama ilerledim. Makyaj çantamı aldığım gibi tekrar geri dönmüştüm. "Topallıyorsun." dedi Ufuk. Omuzlarımı silktim. Sabah saatin yedisiydi ve ben Ufuk'un görüntülü aramasıyla uyanmıştım. Şimdi de kafeye gitmek için hazırlanıyordum. "İyiyim sen beni dert etme." dedim ekrana doğru gülümseyerek. Ufuk da kahvaltısını hazırlamış, elindeki tostunu yiyordu.
"Sana güzel bir haberim var." Nemlendiricimi sürmeyi bırakıp telefonu elime aldım. Böylece anlatmaya başladı. "Dün gittiğimiz mekân var ya." Kafamı salladım. "Seni aramadan önce bana mesaj attılar ve kabul edersem orada grubumla beraber sahne alabilirmişiz." Telefonu geri yerine yerleştirip ellerimi çırptım. "Tebrikler." dedim neşeyle. "Bunu ne zaman kutluyoruz?"
Bir anda yüzü düştü. "Daha karar vermedim." dedi. Sıkıntıyla dağınık saçlarını geriye attığını gördüm. "Neden?" diye sordum hemen. Çayından bir yudum aldı. "Daha seninle bile görüşmeye zamanım yok Ada." Bunu istediğini görebiliyordum fakat son sınıf derslerinin de insanı ne kadar yorduğunu iyi bilirdim.
"Bence gidip görüşsen bir yol bulabilirsiniz." diye bir öneri sundum. Yanına başka birinin geldiğini gördüm. "Günaydın Ada." dedi tanıdık bir ses. Şaşkınlıkla ekrana bakmaya başladım. "Baha?" dedim doğru duyup duymadığımı anlamak için. Ufuk beni onayladı. "Evet o da bizim eve taşındı."
Baha bu sefer tamamen ekrana baktı ve şirince el salladı. "Bilmiyordum." diye mırıldandım. Hemen "Ben sizi bölmeyeyim." dedi ve görüş açımdan çıktı. Ufuk telefonu düzeltirken onu görmeyi bekledim. Bir yandan da saçlarımı toplamaya çalışıyordum. "Şey... Ada."
"Efendim?"
"Sen de benimle gelebilir misin görüşmeye?"
Gülümsedim. Sosyal becerileri gayet iyiydi aslında. Beni yanında çağırmasına şaşırmıştım. Tepkimi görünce "Biraz fazla heyecanlandım da. Grup arkadaşlarıma görüşmeden sonra haber vereceğim." diye açıklamaya başladı.
"Olur. Ayarlamaya çalışacağım." dedim. Artık üstümü giyinip yola çıkmalıydım. Bu yüzden ona veda ederek görüşmeyi sonlandırdım. İkra ve Peri'nin de bu sürede beni birçok kez aradıklarını gördüm. Yolda onları geri arayabilirdim.
Sol ayağımın üzerine çok basmamaya özen göstererek dolabıma ilerledim. Dün yalın ayak yürüdüğüm için derime keskin bir taş batmıştı ve zaten ayakkabılar da tenimi aşındırmışlardı. Zar zor yürüyordum. Kendimce yarayı temizlemiştim ama yeterli olup olmadığı konusunda kararsızdım. Odamdaki işim bitince etrafa şöyle bir göz gezdirdim.
Sabah bir tekmeyle odamın izbe köşesine yolladığım Sünger Bob'u elime alıp kumaşını silkeledim ve yatağımın üzerine yerleştirdim. Dün o kadar yorulmuştum ki neredeyse kapının önünde uyuyakalıyordum. Ev arkadaşlarım olmasa odama bile çıkamazdım.
Ayağımdan dolayı yürüyemeyeceğim için otobüsle yolculuk yapmaya karar verdim. Oraya bile zor gidebilmiştim. Boş demir banka otururken bir yandan da Peri'yi aramaya başladım. Ama üç kere aramalarıma cevap vermedi. İkra da aynı şekilde telefonu çalmasına rağmen açmadı. Belki de telefonları sessizdeydi. Ya da dün gece geç saatlere kadar eğlendiğimizden hâlâ uyukluyorlardı.
Kısa ve sıkış tıkış bir otobüs yolculuğu sonucu bugün gitmek için en son sıraya bile koymayacağım kafeye ulaştım. Çağrı Abi'nin buraya koyduğu isim şimdi o kadar da güzel gelmiyordu bana. Sıradanlaşmıştı. Yakamoz kelimesi anlamının aksine artık telaffuzu basit bir kelimeydi. Bu şehirde neredeyse her tabelada vardı.
Düşüncelerimi bu kadar çabuk dışa vurmayı düşünmüyordum ama içeri adım attığım an Çağrı Abi'yi görmek beni buna itmişti. "Kafenin ismini değiştirsek mi?" dedim çantamı tezgâhın altına koyarken. Önce selam vermeliydim. Ama kendimi tutamamıştım. Çağrı Abi elindeki kitabı masaya özenle yerleştirdikten sonra soru dolu bakışlarını bana gönderdi. "Neden böyle bir şey öneriyorsun?"
Omuzlarımı silktim. "Bilmem. Tabela aşınmış, onu değiştirirken belki daha orijinal bir isim buluruz diye düşündüm." Orijinal, kelimesini birkaç defa mırıldandığını duydum. Hemen sonra yere diktiği gözlerini tekrar bana çıkardı. "Hiç 'yakamoz olmak' deyimini duymuş muydun Ada?" dedi düşünceli bir şekilde.
Önlüğümü bağlama işlemine son verip "Hayır." dedim. Sadece yakamozun deniz yüzeyindeki ışıltı anlamına geldiğini biliyordum. Bunun bir deyime dönüştüğünden haberim yoktu. "Duymadım."
"Gizlendiğin yerin belli olması..." Arkamı döndüm. "...açığa çıkması anlamına geliyor." diye sözünü tamamladı Hazar. Burada olduğunun farkında bile değildim. Başından beri konuştuklarımızı duymuş olmalıydı.
"Ayrıca tabelanın küflü dokusunu seviyorum." dedi Çağrı Abi. "Burayı açalı ne kadar zaman geçtiğini hatırlatıyor." Zorlukla gülümsedim. Hatta bu tam bir gülümseme bile sayılmazdı. Geçiştirmek için yapmıştım. Artık neyin hakkında konuştuğumuzu tam olarak hatırlayamıyordum.
Dünden kurumaları için bırakılmış fincanların yanına ilerledim. Ters olarak durduklarından içleri nemlenmiş olmalıydı. Temiz bir bez yardımıyla onları kurulamaya başladım. Önemsemeyecektim. Tek umurumda olması gereken kişi kendimdim. Tıpkı Ufuk'un söylediği gibi sadece kendime iyi bakmalıydım. Sarı altın saçları olan oğlana bırakın iyi bakmayı, gözlerim bile onun olduğu yöne dönmemeliydi.
Üstten bağladığım saçlarımı biraz daha sıkılaştırdım. Derin bir nefes aldım. Kafamı bu beyaz porselen fincanlardan kaldırmaya asla niyetli değildim. "Ada?"
"Ufuk?"
Kasanın hemen önünde durmuş, sağ bacağını durmadan titretiyordu. "Evde bekleyemedim." dedi heyecanla. Ellerimi önlüğüme kuruladım. "Proje ödevin olduğunu sanıyordum."
"Görüşme hakkında düşünmekten odaklanamadım." Telaşlı hâli tatlı gözüküyordu. Pür dikkat kitabını okuyan Çağrı Abi'ye kaydı bakışlarım. Ufuk'la gitmek istiyorsam ondan izin almalıydım. Arkadaşıma elimle beklemesini işaret ettim ve sakin adımlarla kafemizin sahibine doğru ilerledim. "Patron?" Bir şey isteyeceğim zaman ona böyle seslenirdim. Önceden haberdar etmek her zaman en iyisiydi.
"Evet Adacığım." dedi kızgın bakışlarıyla beraber. Ses tonu rahatsız edilmekten hoşlanmadığını oldukça belli ediyordu. "Ufuk." dedim elimle arkamı gösterip. "Arkadaşım."
Yüz ifadesi bir anda yumuşadı. "Ah, ismini çok duydum." Bakışları camı köpükleyen Hazar'a kaydı. "Hazar bahsetti." Daha dün tanışmışlardı aslında. Ne ara anlattığını bilmiyordum. Ayrıca Hazar'ın birine hayatındaki olayları anlatması da sıra dışıydı.
Hazar "Ben çöpleri çıkarayım." deyip elindeki fırçayı su dolu kovanın içine bıraktı. Etrafa su sıçratmıştı ve cam halen köpük içindeydi. Anlaşılan sohbetimize kulak misafiri olmak ya da aynı ortamda bulunmak istemiyordu. Çağrı Abi'nin ona kızmasını bekliyordum ama o da sadece düşünceli gözüküyordu.
"Ufuk çok güzel bir iş teklifi aldı da onun yanında olmalıyım." Kitabı geri eline alırken kısaca kafasını salladı. "Öğleden sonra gelmene gerek yok. Dünya İnsani Dayanışma Günü nedeniyle kapalıyız."
Kaşlarımı çattım. "Bu da nereden çıktı?" dedim. Dört yıldır böyle bir şey yapmamıştık. "Keyfim ve kahyası öyle istedi." dedi rahatça. "Hadi tepemde dikilip durmayın. Gidin nereye gidecekseniz."
Şaşkınca Ufuk'un yanına döndüm. "Sen şimdi neyi kast ettiğini anlamamışsındır kesin." Önlüğün arkasını kolayca çözüp Ufuk'a baktım. "Anlamam mı gerekiyordu?" Benden gerçekten bıkmış gibiydi. İki günde bıktırmıştım çocuğu. "Topalladığının farkında olduğu için sana nazikçe fazladan izin verdi." diye açıkladı. "Gerçekten bazı şeyleri anlayamıyorsun."
Üzüm üzüme baka baka kararırmış. Git gide ben de körleşmeye başlıyordum galiba. Önlüğümü üzerimden çıkardıktan sonra "Ellerimi yıkayıp geliyorum." dedim ve arka kısma geçtim. Sokağa açılan kapı aralık kalmıştı, içeriye soğuk hava girdiğinden oraya doğru ilerlemeye başladım. Hazar çöpleri atmaya çıktığında unutmuş olmalıydı.
"Buraya kadar gelmenize gerek yoktu. Olanlardan haberim var." Hazar'ın sinirli sesini duyunca elim kapının kolunda öylece bekledim. "Çok vurdumduymaz davranıyorsun Hazar. Haberin olduğu hâlde gelmediğini öğrenirse başına bela açılır."
Gökçe? Neyden bahsettiklerini anlayamamıştım. Sonra başka bir erkek sesi duydum. "Şimdi bizimle gelsen iyi olur." dedi biraz tehditvari bir şekilde. İstemsizce öne doğru bir adım attım ve soğuk rüzgârın tamamen yüzüme doğru esmesine izin verdim.
"Yıllardır, geçiştirildiğimin farkındayım." Hazar gerçekten sinirli gibiydi. "Her neyse, ben emir almadım sonuçta. Gelmeme gerek yok." Son cümleyi daha sakince kurmuştu. Şaşırmama neden olan şey bu değildi, diğer adamın sözleriydi. "Biz uyarımızı yaptık, hadi sevgilim gidelim." Sevgilim? Gökçeye mi söylemişti bunu?
Yüzlerini görebilmek için biraz daha öne çıktığım sırada Gökçe'nin az öncekilerden daha sevecen bir şekilde konuşması yerime çakılı kalmamı sağladı. "Merhaba Ada. Seni tekrar görmek ne güzel..."
Ben onun için aynı şeyi söyleyemeyecektim. Kapı eşiğinden geçip tamamen dışarı çıktım. Sadece üç kişilerdi. Hazar, Gökçe ve az önce ona sevgilim diye hitap eden oğlan... Herhâlde Hazar'a sevgilim diyecek hâli yoktu. Eğer böyleyse durum benim için gerçekten vahimdi.
Kendi kendime düşündüğüm şey yüzünden dudaklarımın kıvrılmasına engel olamadım. Aslında oğlanın yüzü hiç de yabancı gelmiyordu ama çıkaramamıştım. "Hazar'ı abisi çağırıyor da onu haber vermeye gelmiştim." dedim rahatça. Eğer devlet meselelerini falan tartışmak istiyorlarsa böyle bir ara sokağı seçmemelilerdi. Ben sadece kulak misafiriydim ve konuşulanlardan ne gibi şeyler çıkarmam gerektiğini bilmiyordum.
Yalnızca edindiğim tek bilgi Gökçe'nin asıl sevgilisinin Hazar olmadığıydı. Yani sanırım. "O zaman ben çıkıyorum. Size iyi sohbetler." Hızla arkamı dönüp kapıdan içeri girdim. Gökçe'nin "Bence arkadaşlarına karşı biraz daha temkinli davranmalısın." dediğini duydum. Bunu duymamı istemişti. Yoksa daha yanlarından ayrıldığıma tam olarak emin olmadan konuşmaması gerekirdi. Kapıyı gürültüyle kapattım. Başım kapının cam kısmına yaklaştı ve kulağımı oraya yasladım.
"Ne yapıp yapmayacağımı sana sormuyorum Gökçe." dedi Hazar. İstemsizce omuzlarım dikleşti. Bedenimi tamamen kapıdan uzaklaştırdım, bugünlük bu kadar kulak misafirliği yeterdi. Ellerimi yıkadım ve Ufuk'u daha fazla bekletmemek için ön tarafa geri döndüm. Tezgâhın altındaki çantayı da aldığımda "Çıkabiliriz." diye seslendim.
"Üzerine ceket almalıydın. Hava soğuk." dedi Ufuk. Öyle miydi? Farkında değildim. Dünden sonra da soğuğu gerçek anlamda tekrar hissedebileceğimi sanmıyordum. Kafenin önünde bizi bekleyen taksiyi görmek beni rahatlattı. Beraber arka koltuğa oturduk. Ufuk sürücüye adresi verdi.
"Birini sevmek konusunda neden bu kadar ön yargılısın?" diye sordum araba biraz ilerlediğinde. Ufuk ön camdaki bakışlarını bana çevirdi. "Çünkü..." Bir süre düşündü. "Neden olmayayım?" dedi basitçe.
Boş bir ifadeyle yüzüne baktım. Çok açıklayıcı olmuştu gerçekten. "Yani birini sevmemek için bir sürü nedenim var." diye açıkladı sonra.
"Peki, eğer sevmek için tek bir nedenin olsaydı, diğerlerini göz ardı eder miydin?" dedim ciddiyetle. Bunu konuşmak için doğru yerde miydik emin değildim fakat Ufuk'un bu konuda ilginç fikirleri vardı.
"Hayır." diye kestirip attı. "Her olumsuz olayda bana o nedenleri hatırlatacağına eminim." Bir an önce Ufuk gibi düşünmeye başlamalıydım. Bakışlarımı dışarıya çevirdim. Onu sevmek benim için nefes alıp vermek gibiydi. Dört senedir böyleydi bu. Artık onu sevmezsem nasıl yaşayacağım hakkında hiçbir fikrim yoktu. Sabah kalktığımda onun da iyi uyuyup uyumadığını merak etmezsem, her yemek yediğimde onun da yediğinden emin olmak için mesaj atmazsam ya da göz göze geldiğimiz her seferde kalbim daha önce hiç atmamış gibi çırpınmaya başlamazsa nasıl nefes alabileceğimi bilmiyordum. Ben bir Hazar'ı biliyordum, bir de onun beni hiç görmeyen yemyeşil gözlerini. Tamamen çamura batmıştım. Hatta bataklıktı burası. Hem kurtulmak istiyordum hem de sonsuza kadar içerde kalıp beklemek geçiyordu içimden.
Elimin üzerinde başka parmakları hissettim. "Tek önemli olan sensin Ada. Eminim ki senin gibi biri, başkasının sana vereceği sevgiye bu kadar muhtaç değildir."
Benim gibi biri... Dün ilk defa bunun sadece bir bağımlılık olabileceği ihtimalini düşünmüştüm. Olamaz mıydı? İçimde büyüttüğüm bu şey beni çoktan zehirlemeye başlamışken ne kadar sağlıklı bir duygu olabilirdi?
Ufuk aşkı sadece birinin sevgisine duyulan muhtaçlık olarak görüyordu. Beklemek... O sana sevgisini verene kadar, sen onun sevgisinden emin olana kadar beklemek ve buna muhtaç olmak... Aradan akıp giden zamanı önemsememek ve sadece beklemek... Âşık olan bütün insanların yaptığı şey bu muydu?
Araba dün geldiğimiz binanın önünde durdu. "Hadi." dedi Ufuk heyecanla. Aklımdakilerden kurtulup, ki bu sadece kıvırcık sarışın bir oğlan çocuğuydu, bir an önce Ufuk'un sevincine ortak olmalıydım. Hızlı adımlarla önden önden yürüyen Ufuk'a zorlukla yetişip destek olmak için elimi koluna yerleştirdim.
Mekâna ulaştığımızda garsonlar hemen bizi tanıdı ve işverenleri ile görüşebilmemiz için yardımcı oldular. Birkaçı dünkü performansından sonra patronlarına baskı yaptıklarını söyledi. Ufuk'u onlar önermişti, içlerinden biri de telefonundaki kaydı izletince patron hemen kabul etmişti. Tam bir süper star keşfediliş hikâyesiydi. Her aldığı övgüde Ufuk'un nasıl da gururla gülümsediğini görebiliyordum.
"Oturun lütfen." Masanın önünde bulunan koltuklara karşılıklı oturduk. Patronun genç bir kadın çıkmasına şaşırmadan edememiştim doğrusu. Gerçi bu kadar güzel dekore edilmiş bir mekâna kadın elinin değdiğini tahmin etmem gerekirdi. İsminin Eda olduğunu öğrendiğim patron ve Ufuk şartlar hakkında konuşurlarken ben de içimdeki hafif hayranlıkla kadını izliyordum.
Aslında kadın demem ne kadar doğru orası tartışılırdı çünkü neredeyse benim yaşlarımdaydı. Genç yaşında böyle bir mekâna sahip olduğu için gözümde onu biraz yüksek yerlere koymuştum. Oldukça da güzeldi. Kısa kahverengi saçları ve kocaman gözleri vardı.
"Haftada bir gün diyelim o zaman. Zaten hâlihazırda çalan bir grubumuz var."
"Koşullardan grup arkadaşlarımı da haberdar edip size geri dönüş yapacağım."
Ufuk ayaklandığında ben de kalktım. Eda Hanım elini ona doğru uzattı. "Sizinle çalışmak için sabırsızlanıyorum." dedi gülümseyerek. Ufuk da kızın elini sıktı ve nazikçe veda etti. Ben de kısaca bir baş selamı verdim. Odadan dışarı çıkınca içimde beliren İkra damarıma karşı koyamayıp Ufuk'un kolunu hafifçe dürttüm. "Ne oldu?" diye sordu Ufuk elindeki kâğıdı incelerken.
"Hadi yine iyisin." dedim alayla. Ufuk bana ters bir bakış atınca susmak zorunda kaldım. Böyle olaylardan gerçekten hoşlanmıyordu ama kendime engel olamamıştım. İkra'yla çok fazla takılmasam iyi olurdu. "Ben otobüse binip eve gideyim artık." Ayağım iyice ağrımaya başlamıştı. "Sırtıma bindireyim mi?"
Kaşlarımı çattım. "Saçmalama." dedim. Ufuk kolumu tutup ona yaslanmamı sağladıktan sonra merdivenleri inmemde bana yardımcı oldu. "Tekrar taksi çağırıp seni büyük bir dertten kurtarmak isterdim ama bütçemi korumak zorundayım."
"Öğrenci olmak zor be azizim." dedim alayla. Ben de bu ay maaşı yeni almıştım ve şimdiden sınavlara çalışmak için kitap almaktan paranın yarısı gitmişti. "Yani ben de seninle beraber otobüs durağına yürüyeceğim. İnat etme de yardım edeyim." Önüme geçip dizlerini kırdı ve sırtını gösterdi. "Atla bakalım." Durağa kadar yürüyebileceğimi bilsem asla ona gerçek anlamda yük olmak istemezdim. Çantamın saplarını iki omzuma iyice yerleştirip kollarımı boynuna doladım. "Teşekkür ederim." dedim Ufuk ellerini bacaklarımın altından geçirip ayağa kalkarken.
"Rica ederim." Sessiz bir yolculuk gerçekleştirdik. Ufuk yürüdükçe bir o yana bir bu yana sallandığımdan biraz uyuşmuş hissediyordum. İleride durak tabelasını görünce "İyiliğinin karşılığında bir daha sana az önceki gibi imalarda bulunmayacağım." dedim. Ufuk kıkırdadı ve bacaklarımdan daha sıkı tutup duruşumu düzeltti. "Bunun benim için ne kadar büyük bir iyilik olduğunu bilemezsin." dedi gülüşlerinin arasından.
Hedefe vardığımızda beni sakince banka bıraktı. Tekrar teşekkür ettim ve elini tutup hafifçe sıktım. Henüz, sıkı dostlar olabilmek için yeterli zamanı geçirdiğimiz söylenemezdi ama bugünden itibaren kendi kendime Ufuk'u gerçek bir dost olarak ilan ettim. Varlığı benim için değerliydi.
"Benimki geliyor. Eve kendi başına gidebilirsin değil mi?" Kafamı salladım. "Otobüs evime yakın bir yerlerde duruyor. Sorun olmaz." dedim gülümseyerek. Daha fazla benim için endişelenmesini istemiyordum. Bineceği araç durakta durduğunda bana sevimlice el salladı. Aynı şekilde karşılık verdim. Ve boş bir koltuğa oturmasını izledim.
Araç gözden kayboldu. Ben de telefonumu kontrol etmeye başladım. İkra mesaj atmıştı ama Peri'den haber yoktu. İkra'ya cevap verdikten sonra Peri'ye de nasıl olduğunu merak ettiğime dair bir mesaj yazdım. Kafamı uzatıp baktığımda yolun ilerisinde bir diğer otobüsün daha yaklaşmakta olduğunu gördüm. Çantamı omuzlarıma astıktan sonra yavaş hareketlerle banktan indim ama ikinci adımımda dengemi sağlayamayarak yere kapaklanmıştım. Ellerimin soyulması dışında çok da bir şey olmamıştı.
Dikkatli hareketlerle yerden kalktım ve elimi otobüse doğru salladım yoksa durmazdı. Neyse ki başka bir kaza daha atlatmadan, yolda önümüze kıran motosikleti saymazsak, evime yakın bir durakta inebilmiştim. Artık neredeyse sol ayağımın üzerine hiç basamıyordum. Yine de en kısa sürede eve varabilmek için çabalamaya devam ettim. Ana caddeden çıkıp doğruca evime ilerleyen sokağa saptım.
Kaldırım üzerinde öylece duran beton taş bloğunu son anda fark ettim ama nafileydi. Sol ayağım çoktan taşa çarpmıştı bile. Tökezledim. Neredeyse düşecek ve burnumu doğruca kaldırıma çarpacaktım. Tabi kolumu tutan bir el olmasaydı.
Düşmediğim için rahatlıkla derin bir nefes aldım ve beni tutan kişiye döndüm. "Dikkat et." diye fısıldadı. Fazla yakın durduğu için gözlerimi kaçırıp önüme döndüm. İleri doğru bir adım attığımda "Beni mi takip ediyorsun?" diye sordum. O da kolumu bırakmadan benimle beraber ilerledi. "Ne fark eder?"
Hayır demedi, ne fark eder dedi. Tamam. Ona en azından eve kadar katlanmalıydım. Dünkü salaklığımın ve acizliğimin bedelini böyle ödemek istemezdim ama yapacak bir şey yoktu. Yol boyunca bir iki defa daha tökezledim ve sonunda Hazar dayanamamış olacak ki "Böyle olmayacak." dedi. Sırtımdaki çantayı almaya çalışırken "Ne yapıyorsun?" diye sordum. Çantamı kendi sırtına taktı, ardından benim itiraz etmeme kalmadan kolları bacaklarımın altından geçti ve beni kucağına aldı. "Sana yardım ediyorum." dedi birkaç dakika önce sorduğum soruyu cevaplayarak.
Sessiz kaldım. Yürümeyi seçsem onunla fazladan vakit geçirmek zorunda kalırdım ve bu daha da berbattı. Sadece seçenekleri değerlendiriyordum.
Dün çıplak ayaklarla geçtiğim kaldırımları, bugün o çıplak ayaklarımı kendi yağmuruyla ıslatan adamın kucağında tekrar tamamlıyordum. Tenimin üzerine tırnaklarını geçirmesine yeniden izin veriyordum. "Sana karşıma çıkmamanı söylemiştim." dedim tek düze bir sesle.
Yeşil gözlerini yoldan çekip bana baktı. "Teknik olarak sabah karşına çıktım ve kızacaksan o zaman kızmalıydın." dedi bilmiş bir şekilde. Nihayet apartmanın önüne geldiğimizde iki kat merdiveni de çıkıp beni yavaşça yere bıraktı, sonra da zile bastı. Evde birinin olup olmadığını bilmiyordum fakat biraz beklediğimde içerden gürültülü adım seslerini duydum. Kapıyı ev arkadaşım Beren açtı. Hazar'a dönüp bakmadım. Sadece gitmesini istiyordum.
Şu kapının önünde gözyaşları yüzünden baş ağrısıyla çöküp kaldığım dakikaların üzerinden çok da zaman geçmemişti. Ayakkabılarımı çıkarıp zorlukla içeri adımladım ama çok geçmeden ayaklarım yerden kesildi. "Yardım etme işlemimi tamamlayayım." dedi Hazar. Dümdüz yürüdü ve durdu. "Hangisi?" Sağdaki kapıyı gösterdim. Dirseğiyle kapıyı açtı.
İşte şimdi kediyi alıp eve de getirmiştim. Elimde iyi ki diyebileceğim hiçbir şey kalmamıştı artık.
Beni yatağıma bıraktığında hızlıca ayağımın altını kontrol ettim. Çok değildi ama kanadığını görebiliyordum. Çorabımı ve bandajı yavaş hareketlerle çıkardım. "Bir teşekkür fena olmazdı." Parmağımı yaranın üzerine bastırdım. Çok derinde değildi ama küçük kum parçalarının varlığını görebiliyordum. "Diğerlerine sayarsın." diye tersledim onu. Şu an Hazar'ın saçma tavırlarıyla uğraşamazdım. Neden sadece gitmiyordu?
Dizlerinin üzerine çöktüğünü görmesem çoktan onu evden kovmuş olurdum. Ama parmakları ayak bileğimi kavradığında öylece donup kaldım. "İyi temizlememişsin." diye azarladı beni. Gözyaşlarımdan önümü iyi göremediysem demek ki.
"Önce bir yıkayalım." Ayağıma sakince yere bırakıp gözlerime baktı. Sonra o çok sevdiğim gülümsemelerden birini verdi bana. Boş boş suratına baktım. Kolumun altına girip beni odadan çıkarırken de sessizliğimi korudum. Banyoya geldik. Sol ayağımı duş kabininin içine uzatıp hafifçe eğildim. "Bekle." dedi Hazar. "Buraya tutun." Kabine tutundum. Hazar suyu açtı ve başlık yardımıyla ayağımı ıslattı. "Ben yapabilirim." dedim sonunda kendime gelebildiğimde.
Hazar tepki vermedi. Rafta bulunan şampuanı köpürttü ve yarayı güzelce temizledi. Bense onunlayken her zaman yaptığım şeyi yapıyordum. Hafızamdaki görüntüsünü tazeliyordum. İşi bittiğinde kâğıt havlularla tenimi kurulamaya başladı.
"Sen de geçen sene benim dizlerimi sarmıştın. Bisikletten düşmüştüm hani." Peçeteyi kenarda duran çöpe attı. Cümlesini devam ettirmesini istemiyordum çünkü bu tarz diyalogların sonunun nasıl bittiğini gayet iyi biliyordum. Sadece şu ana dair, ona duyduğum minnet duygusunu yok etmesini önlemek üzereydim. O kelimeyi söylememesi için neredeyse ellerimi dudaklarına sıkıca bastıracaktım. Ama o susmadı. Acımadı da. "Arkadaşlar bugünler için vardır."
Onu umursamadan duvarlara tutuna tutuna ilerlemeye başladım. Yüzümü buruşturmuş, çaresizce ondan uzaklaşmaya çalışıyordum. Hazar yüz ifademi görünce acı çektiğimi düşünmüş olmalıydı ki zaten öyleydi. Sadece Hazar'la acı anlayışlarımız biraz farklıydı.
Tekrar odama dönmüş, yatağıma oturmuştum. Hazar'ı nasıl başımdan atabileceğimi düşünüyordum. Maalesef ben onun aksine kolayca birini evimden kovamıyordum. "Teşekkürler." dedi Hazar. Sonra da elindeki küçük çantayla odama geldi. Sanırım ilk yardım malzemelerini bulabilmek için Beren'den yardım istemişti.
"Sağ ol Hazar. Gerisini ben hallederim." Hazar'ın elindeki kırmızı çantaya uzandım. Kendini geriye çekti. Hemen sonrasında az önce yaptığı gibi önümde dizlerinin üzerinde durdu. "Her zaman, istemediğin şeyleri dile getirme konusunda gerçekten başarılısın." dedi tane tane. Sol ayak bileğimi tuttuğunda dengemi sağlayabilmek için ellerimi arkama yasladım. Bazen Hazar'ın bu kadar açık sözlü olmasını sevmiyordum.
"Benim isteklerimin farkında olduğunu sanmıyorum Hazar." Pamuğu ayağımın altına bastırdığında gözlerimi kıstım. Yara sızlamaya başlamıştı. Sözlerimden sonra gözleri kısacık beni buldu. Ama hiçbir şey söylemedi. Onun yerine nefesini tenime doğru üflemeye başladı. Bu biraz olsun acıyı geçirmişti.
"Nereden öğrendin?" diye sordum üflemeyi kestiğinde. Çantanın içine eğilmiş, bir şey arıyordu. Sorumu anlamamış olacak ki uğraşına bir ara verip bana baktı. "Diğer ismimi..." diye devam ettirdim sözümü. Umursamazlıkla omuzlarını silkti. "Okuldan." dedi kısaca. İlginçti, sonuçta onunla aynı kampüste bile değildim.
Şu an bulunduğum durum da bunu sorgulamamı zorlaştırıyordu. Hazar sargı bezini ayağıma özenle sararken sessizce onu izliyordum. Her seferinde dikkatimi çekmeyi başarıyor, gözlerimin onun üzerinde kalmasını sağlıyordu. Aptaldım bir kere. Kendi açtığı yarayı yine onun sarmasına izin vererek büyük bir aptallık yapıyordum.
Halı sert olduğundan dizleri ağrımış olmalıydı. Saçları da görüş açısını kapatıyor gibilerdi. Kendime engel olamayarak arkama yasladığım ellerimden birini kaldırdım. Dört yıldır ilk defa kendi isteğimle parmaklarımın arasında nasıl görüneceklerini merak ettiğim tutamlara uzandım. İşaret parmağım Hazar'ın alnına dökülmüş kıvır kıvır saç tutamlarından birini kenara çekti. Bana hissettirdiği şeyi sevmiştim. Düşündüğüm gibi yumuşacıklardı.
Hazar temasımla hızlıca bana bakmış, sargıyla olan işine ara vermişti. Şaşkın görünüyordu. Dudaklarını birbirlerine bastırdığını gördüm. Onu daha fazla rahatsız etmemek için elimi geri çekeceğim sırada parmaklarımı yakaladı ve dizlerinin üzerinde yükseldi. Ben elimi eski yerine, belimin hemen arkasına yaslarken Hazar'ın parmakları da benimle birlikte ilerlemiş; elimi çarşafın üzerine bastırmıştı.
Ne yapmaya çalıştığını bilmiyordum fakat karşımdaki bu yeşil gözlere bakmadan da edemiyordum. En son ne zaman ona bu kadar yakından bakmıştım? Üzerinden çok zaman geçmiş olmalıydı yoksa bunca zaman ondan uzak kalmak için gerekli gücü toparlayamazdım.
Diğer elini de sol tarafıma yasladığında biraz daha geriye kaydım ve derin bir nefesi içime çektim. Hazar'ın gözleri gözlerimdeydi. Birkaç saniye sonra bakışları aşağı doğru kaymaya başladı. Söylenmeden duramadım. "Arkadaşlar böyle şeyler de yaparlar mı Hazar?" dedim kısık bir sesle. Kafamı yana doğru eğmiş, bakışlarının tekrar gözlerime değmesini sağlamaya çalışıyordum. Çok geçmeden amacıma ulaştım. Bana gülümsedi.
Ona bu kadar yakından bakmak, nefeslerini hissetmek ve içten gülümsemesine tanık olmak benim için paha biçilemez şeylerdi. Altı üstü bir dakikadır böyleydik ama bu süreyi uzatmak için elimden gelen her şeyi yapmaya hazırdım. Parmaklarımı elinden kurtarıp tekrar saçlarına dokunabilirdim. Şu an Hazar'ın buna engel olacağını sanmıyordum. En azından böyle düşünmek istiyordum.
"Deneyip görmeye ne dersin?" Alay ediyordu. Kendince eğleniyordu. Az önceki bakışlarının her geçen saniye değişmesine şahitlik ettim. Dudaklarımı birbirine bastırıp kafamı arkaya attım ve kahkahamı engellemeye bile çalışmadım. Hazar'ın bu davranışları o kadar komik geliyordu ki bana. Daha kendi duygularını tanıyamayan küçük bir çocuk gibiydi. Bu sefer görmüştüm, ölümüne inkâr etse de inanmazdım artık. O duyguyu tanıyordum ve bunu Hazar'da gördüğüm ilk seferdi.
Onu omuzlarından ittirdim. Kahkahalarım duralı epey zaman olmuştu. "Git." dedim sadece. Bu kez ciddiydim. Hazar da öyleydi. Saçlarını düzeltip arkasını döndü hiç tereddüt etmeden. Ne kadar da kolay sırtını dönmüştü bana? Fakat bu sefer kaçan ben değildim, oydu. Kapıyı çekti ve gitti.
Sinirle yatağımın üzerinde bulduğum ilk şeyi kapıya doğru fırlattım. Yeri boylayan eşya bana hissettirdiklerinin aksine oldukça yumuşak olan Sünger Bob oyuncağımdı.
Gözlerimi halıya diktim. Gitmesini söylemek doğru bir seçimdi fakat ben hayattaki en kötü kararı verdiğimi düşünüyordum. Aramızdaki bir şeylerin kırılıp düştüğünü duyuyor, ilişkimizin eskisi kadar berrak olmadığını görebiliyordum. Ona tokat atmıştım, dokunmaya cesaret edemezken şansımı canını acıtacak bir hamleyle harcamıştım.
Ve artık Hazar'la sonumuzu göremiyordum. Ya ben kaybedecektim ya da o... Her iki olasılıkta da canı yanan tek kişinin yine Ada Özmen olması fazlasıyla gülünçtü. Hazar'ı sevmek benim için sadece bir yenilgiden, bir mağlubiyetten ibaretti.
,
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.45k Okunma |
141 Oy |
0 Takip |
31 Bölümlü Kitap |