
Tam tamına iki hafta... Koca 14 gün boyunca ikinci Akis diye bahsedilen yer bulunamamıştı. O günden sonra Lider birçok kez bizi toplantıya çağırmış, gönderdiği iki gruba bir yenisini daha ekleyip arama çalışmalarını hızlandırmıştı. Hatta Akel'i yakın takibe aldırmış, kardeşi Boris'i de defalarca sorguya çekmişti. Bütün bu çabaların boşa gitmeyeceğini umuyordum. Fakat her geçen gün rüyanın üzerimdeki etkisinin de azalmasıyla birlikte kendimden şüphe etmeye başlamıştım. Boşa kürek çekiyor olmak iyileşenlerin kaynaklarını tüketmekle kalmıyor, yaptığımız her toplantıda yüzlerindeki o yorgun ifadeyi görmek bana ayrıca bir acı veriyordu.
Yine de herkes tek bir şeyin farkındaydı: Boşuna bile olsa, eğer böyle bir yer varsa acilen durdurulmalıydı. Bulmak için de imkânlar seferber edilmeye hazırdı. İlk katıldığım toplantılarda asla bahsedilmeyen ama yılın son günlerine yaklaşırken fazlasıyla dillendirilmeye başlayan bir konu vardı. O da Akis'in ve eğer varsa ikincisinin de çökertilmesi, tamamen yok edilmesi konusuydu. Öyle ki bunun için ağırdan alınan hazırlıklar son birkaç gündür hız kazanmıştı.
Korkuyor muydum? Evet, fakat hiçbir şey beni belirsizlik kadar korkutamazdı. Her an nereden darbe yiyeceğini bilememek, acaba bugün de o rüyalarımdan görecek miyim diye düşünerek yatağa girmek tedirgin ediciydi ve aynı zamanda yorucuydu. Aklımdaki sürekli olasılıkları değerlendiren otomatik sesi susturabilmek adına buzlukta geçirdiğim zamanın geri kalanını dans ederek harcıyordum. Bazen sabahın ilk ışıkları, bazense gecenin karanlığı bana eşlik ederken Ilgaz'ın durmam gerektiğiyle ilgili sarf ettiği endişelerini duymazdan gelmeye çalışıyordum.
Okulumu dondurduğumu öğrenmişti. Ama bu konuda tek bir cümle kurmamıştı. Neredeyse geçen bu iki haftanın her günü beraberdik. Akis'te eğitimlerime yoğunlaştığımdan orada görüşemezsek mutlaka akşamına Ilgaz Pandia' ya gelir, pratik yapmasa bile öylece bir köşede otururdu. Bu oturmalarının çoğu uykuya dalmasıyla sonlanıyordu. Her seferinde melodilerin uykusunu getirdiğini bahane ediyordu fakat ben çoğu zaman müziği açmıyordum bile.
Bu iki haftada olan bir diğer önemli ve enteresan olay da İkra'nın bir anda hastalanmasıydı. İlk başta basit bir regl semptomu gibi gözüken ellerde ve ayaklardaki soğukluk zamanla bütün vücuduna yayılmıştı. İkra üşümediğini söylüyordu fakat bu mümkün değildi. Ona dokunduğum anda ellerim donuyordu neredeyse. Baha İkra'yı doktora götürmüştü, yapılan testler sonucu bir miktar kansızlığı olduğundan başka hastalığı çıkmadı. Aslında günlük rutinlerine olduğu gibi devam ediyorlardı yani İkra kendini hasta hissetmiyordu. Ama bu soğukluk normal olamazdı. Yakında, yıl başından sonra yeni ve daha iyi bir hastaneye gitmek için randevu almışlardı.
Onun durumunu da kafaya takıyordum. Çoğu zaman uyumuyor, sadece düşünüyordum. Kafamı başka şeylerle meşgul etme çabam takdir edilesiydi. Dans ve gelişmek adına buzlukta aldığım dersler bunun için ideal aktivitelerdi.
Buzluktaki eğitimlerim çoğunlukla cihazların ne işe yaradığını öğrenmek ve ilaç üretimine yardım etmekle geçse de bu aralar yakın olduğum Hale'nin de yardımıyla fiziksel eğitimlerimi de sürdürmeye çalışmıştım. Buzlukta beni en çok şaşırtan birçok malzemenin günümüzden çok çok ileri bir teknolojide üretilmiş olmasıydı. Bana yeni yeni gelişmeye başlamış gibi gelen Akis'i yok etme fikri, aslında iyileşenlerin üzerinde yıllardır çalıştıkları tek uğraştı. Sistemlerine yaptıkları illegal yolculuk sayesinde onların bütün teknolojilerini kopyalamışlar, hatta bazılarının üzerine yeni özellikler katarak geliştirmişlerdi. Bana anlatılan bütün stratejik konuları ağzım açık bir şekilde dinlemiştim.
Akis'in bütün giriş ve çıkışları, mahzenleri, güvenli alanları, gizli laboratuvarları, morgları, güvenlik kameraları, gereğinden fazla geniş yapılmış havalandırmaları, kaçış odaları... Hepsinin ayrıntılı haritası iyileşenlerin elindeydi. Peki biz bunlara ulaştıysak, Akel yapamaz mıydı? Aklımda dönüp duran ve en dehşet verici soru buydu. Ilgaz'ın beni Akis'e götürmesinden ve çıkan arızadan bir hafta sonra tekrar oraya gitmiştik. Akel tuhaf davranıyordu. Bu sefer karşı koymamıştım ama oluşan soğuklukla ilgili kafayı bozmuş gibiydi ve sinirini nereden çıkaracağını bilmiyordu. Bizi kovmaktan beter etmiş, o çağırana kadar bir daha gözüne gözükmememizi söylemişti. Ama etrafıma iyi bakmam ve bir şeylerin fakına varmamla ilgili söylediklerini tekrarlamaktan vazgeçmiyordu.
İyileşenler tabi ki her ihtimali göz önünde bulunduruyorlardı ve Ilgaz ile diğer bütün ajanların Akel hakkında edindiği gözlemlere göre o çoktan her şeyi biliyordu. Bu nedenle herhangi bir aksaklığa karşın türlü önlemler alınmıştı. Hepsinde ufak ufak parmağım olduğu söylenebilirdi. Tıpkı şirkete yeni gelmiş bir asistan gibi her işe burnumu sokabileceğim fikrine kapılmıştım, kimse de bana gerek yok demediği için her gün farklı bir birimde farklı bir operasyona yardımcı olmuştum.
Bütün bu olanlar beni ayık tutmaya yetiyordu. Fakat uykuya ihtiyacım olduğunu artık fazlasıyla fark etmeye başladığımda eve gidiyor, İkra'nın neden okula gelmediğimle ilgili sorduğu sorularını geçiştirdikten sonra yatağıma uzanıyordum. İşte o zaman gün boyu bana ara ara uğrayan karamsarlık hâli tümüyle bedenimi sarıyordu. Ya her şey son bulduğunda biz de sonumuzu bulursak?..
Endişelendiğim şey son değildi, yaşayamadıklarımdı. Dört sene önceki düşüncelerime zıt dünyanın güzel ve doyasıya yaşanacak bir yer olduğunu yeni yeni keşfediyordum. Her sabah parlayan güneşte, bizim görebildiğimiz hâliyle mavi gökyüzünde, yağan yağmurda, toprak kokusunda, buz gibi esen dondurucu rüzgârda, sokakta yürüyen insanların merak ettiğim düşüncelerinde... Gün boyu rastladığım ve daha önce fark etmediğim detayların tümü artık önemliydi benim için. Son yaklaşmış olduğundan mıdır bilmem, her şeyin tadına varmaya çalışacaktım.
Yağmur yağarsa şapkamı kafama geçirip doğruca eve koşmayacaktım. Hasta olmayacağımı umduğum iki dakika verecektim kendime. Duracaktım, etrafıma bakacak, gerekirse gözlerimi kapatacaktım. İçimden keşke şu an yanımda Ilgaz da olsa diyecektim. O da görseydi, yağmurun ne kadar güzel yağdığını...
Bu hayatta göremediğim çok fazla yer, duyamadığım çok fazla ses, gülemediğim çok fazla olay, yiyemediğim çok fazla yiyecek vardı. Bir sona hazır değildim. Bu sefer değildim. Hazır olmadığım bir başka şey de hatıralarımı geri alma konusuydu. Ne bir sona hazır hissediyordum kendimi ne de yepyeni bir başlangıca...
Bugün yılın, 2027 yılının son gününde kendime kaçış yeri olarak belirlediğim o rahatlatıcı yerdeydim. Karşımdaki kocaman ayna bu sefer benim hareketlerimi yansıtmakla uğraşmıyordu. Ilgaz'la rolleri değişmiştik. Kısık sesle çalan artık neredeyse her bir saniyesi zihnime kazınmış olan dans şarkımız onun figürlerine eşlik ediyordu. Salonun ışığını ayarlamıştık, Ilgaz'ı görebileceğim kadar aydınlıktı ortam. Yaslandığım betonun bitişiğindeki cam duvarı stor perdeyle ilk kez kapatmıştık. Tamamen Ilgaz'ın dans hareketlerine odaklanmıştım. Yanlış yaptığı figür yoktu ama Ilgaz bazı yerlerde geciktiğini iddia etmiş, beni de bunun için görevlendirmişti. Artık neredeyse iki haftamız kalmıştı ve bunun gerginliğini Ilgaz'da görebiliyordum.
Doğruyu söylemek gerekirse durumumdan gayet memnumdum. Kollarımı göğsümde birleştirip yerime biraz daha yerleşirken defalarca kez yaptığım gibi yine gözlerimi yüzünde gezdirdim. Şu an koreografinin en hızlı ve önemli kısmındaydı. İyice uzadığı için siyah bir tokayla bağladığı saçları az sonra özgürlüklerine kavuşacakmış gibiydi. Böyle sevimli gözüktüğünü itiraf etmeliydim çünkü bağladığı kısım fazla uzun değildi ve başının üst kısmında durduğundan şirin gözüküyordu. Her hareketinde lastik bir kademe daha geriye çekiliyor, bazı tutamların ensesine dökülmesine sebep oluyordu. Bahsettiği gibi ritimden uzaklaştığını fark ettiğimde "Burası." diye mırıldandım. Arkasını dönmeden aynadan benimle göz göze geldi. Göğsü hızla inip kalkıyordu. Alnı terle ıslanmış, kulağının hemen yanındaki tutamları da yanağına yapışmıştı.
Bakışlarını benden çektiği gibi aynanın önündeki telefonunu eline aldı ve şarkıyı kapattı. Derin bir nefesi dışarı verdikten sonra "Yoruldum." dedi bunu belli eden bir ses tonuyla. Kumandayla klimanın ayarını değiştirdi ve yüzünü masanın üzerinde bulunan havluyla kuruladı. "Pes etmek yok." dedim. Aynı zamanda yumruğumu sıkıp ona gösterdim. Motive olmasını sağlamaya çalışıyordum ama bu uyuşuk hâlimle becerebildiğim söylenemezdi. Hatta bu girişimimden sonra Ilgaz'ın koreografiye baştan başlaması beni şaşırtmıştı. Gelir yanıma oturur sanıyordum.
Bu defa söylediğim kısımda hiç temposunu düşürmedi. Onu izlerken düşünceliydim. Kendi kendime neden hâlâ operasyon için onay vermediğimi sorguluyordum. Ilgaz hayatımda anılar olmadan da büyük ve önemli bir yer kaplıyordu. Geleceğim oydu biliyordum. Peki neden geçmişim olmasına izin vermiyordum?
Bana işlemi nasıl yapacaklarını anlattıklarında bunun için çok heyecanlıydım. Ilgaz'ı geçmişime dahil edecek, yaşamımın her bir saniyesinde var olmasını sağlayacaktım. Sonunda aramızdaki bu duygu yoğunluğunun, Ilgaz'ın bakışlarındaki mananın nedenini kavrayabilecektim. Ben ne yaptım da bana bu kadar güzel bakıyorsun, sana nasıl bir iyilik yaptım da bana bu kadar güzel gülüyorsun? Yine de bütün bu soruların nedeni zihnime yerleşse bile o gözlerdeki duygu, kavrayabileceğimden çok ötedeydi.
Korku... O zehirli, beni içten içe tüketen, ertelememe neden olan duygu... Ya sandığım daha doğrusu umduğum gibi olaylarla karşılaşmazsam ya Ilgaz bana sadece koca bir saygı, minnet duyuyorsa? Bu kadar kör olamazdım. Minnet duygusuyla onun bakışlarındaki hissi ayırt edebilecek yaşta ve tecrübedeydim. Fakat korku, umduğumu bulamama korkusu içime yerleşmişti bir kere.
"İyi miydim?" Ne ara başımı eğip parmaklarımdaki eti soymaya odaklandığımı bilmiyordum, Ilgaz'ın sesini duyunca buna son verdim. O da farkındaydı dalgın olduğumun. Bir an kendime engel olamadım. Güçlü bir istek, hatta dilek dudaklarımdan dökülecek kadar kapana kıstırdı beni.
Ilgaz "Ne düşünüyorsun?" diye sorarken cümlesinin son kısmını kelimelerimle örttüm. "Keşke başka bir şekilde tanışsaydık." dedim gözlerimi gözlerine dikerek. Önce şaşırdı. Düşüncelerini duymaya çalıştım. Bakışlarını kaçırmasa bunu başarabilirdim de. Aslında bu cümleyi kurmak istememiştim. Onunla tanışma biçimimden pişmanlık duyduğumu düşünmesini istemiyordum. Pişmanlık değildi, bir belki düşüncesiydi bu. Belki daha normal şartlarda tanışsaydık yaşayamayacağımız günleri bu kadar hüzünle beklemezdim.
Ilgaz hâlâ hiçbir şey söylemiyordu. Arkasını dönmüştü, aynadan sadece sağ profilini görebiliyordum. Bakışlarımı beyaz tişörtünde sabit tuttum. Yanlış anlaşılmaya çok müsait bir keşke cümlesiydi söylediğim. Zamanı geri sarabilmeyi, o cümleyi hiç kurmamış olmayı istiyordum.
O an Ilgaz'ın verebileceği her türlü tepkiyi, söyleyebileceği her türlü sözcüğü kafamda döndürdüm. Ama kırk yıl değil, bin yıl düşünsem yine de kapıdan çıkıp gideceği aklımın ucundan geçmezdi. Bir anda olmuştu her şey. Hemen arkasını dönmüş, sanki yetişmesi gereken bir yer; unuttuğu bir işi varmış gibi hızlı hızlı yürüyüp çıkmıştı salondan.
Ne yapacağımı bilemedim. Hatta ne hissetmem gerektiğini bile bilmiyordum. Öylece, omuzlarım çökük bir şekilde oturmaya devam ettim. Gözlerim aynanın önünde duran telefona takıldı. Giderken unutmuş olmalıydı. Nasıl şoka girdiyse, yanında getirdiği spor çantasını da bırakıp gitmişti.
Kapı iki kere tıklatılınca dalgın bir şekilde "Girin." diye seslendim. Ilgaz'ın gelmiş olabileceğini düşünmedim değildi fakat o çoğu zaman kapıyı çalmazdı. Muhtemelen görevli salonu ne zaman boşaltacağımızı öğrenmek için gelmişti. Gözlerimi Ilgaz'ın giderken ardında açık bıraktığı kapıya çevirdim. "Pardon." dedi kafasını içeri uzatan beden. "Ben burayı boş sanmıştım. Kusura bakmayın."
Benimle dalga geçiyor sandım. Kaşlarım çatıldı ve sevdiğim açık kahvelere sinirle baktım. Dudaklarımı konuşmak için araladığımda Ilgaz'ın içeri doğru bir adım attığını gördüm. Konuşmama izin vermeden kendi söze başladı. "Sizi burada ilk defa görüyorum. Yeni misiniz?" diye sordu nazikçe.
Keşke başka bir şekilde tanışsaydık.
Çatılı kaşlarım, kızgın bakan gözlerim bir anda yumuşadı. Ilgaz'ın yüzünü bulanık görmeye başladığımda gözlerimin dolduğunun yeni farkına varıyordum. Yaptığı şey, kalbimi öyle bir çarptırdı ki bir an nefes alamayacağımı sandım. Bana doğru bir adım daha attığında ben de yavaşça ayaklandım. İçimde koşup yanına ulaşmak, kollarımı boynuna dolamak gibi delice bir istek vardı. Aksine gözlerime ellerimi bastırdıktan sonra sorusuna cevap verdim.
"Sayılır." dedim oyununa ayak uydurarak. "Bir süre ara vermiştim. Yeniden başladım. Siz?"
"Ben burada eğitmenim. Miniklere dersler veriyorum."
Yeni biriyle tanıştığımda ve konuşacak başka konu kalmadığında yaptığım gibi anlamsızca kafamı aşağı yukarı salladım. "Daha önce sizi görmemiş olmam çok yazık." dedi bir anda sessizliği bozarak. Ses tonu yüzünden şaşkınca onu izledim. Gözlerindeki yaramaz pırıltılar ve dudaklarındaki alaylı gülüşü ilk defa bir arada görüyordum. Demek bir kızla samimi bir şekilde konuşurken böyle görünüyordu.
Bir dakika... Tamam... Sakinim.
Yavaş adımlarla tam önümde durdu. Az önce söylediği cümleye ne cevap verebileceğimi düşünmekle meşguldüm. Sadece içimden geçeni söyledim. "Benim de." dedim. "Yani, evet, çok yazık." Dudaklarımı birbirine bastırdım. Ilgaz ha güldü ha gülecek gibi duruyordu ama kısa sürede toparlandı. Elini bana doğru uzattı. "Ben Ilgaz Bulut." diye kendini tanıttı.
Gülümseyerek elini sıktım. "Peri Karaay." Mavi ışıltılar Ilgaz'ın gözlerine ulaşmaya başlarken elimi çekmek için hamle yaptım fakat o bırakmadı. "Acaba?.." dedi yüzünü bana doğru eğerek. "Peri Hanım beş dakikasını ayırıp benimle bir akşam yemeği yer mi?"
Baş parmağım benden bağımsız Ilgaz'ın elinin üzerini okşarken mavi ışıltıları izliyordum. Normal bir tanışma istemiştim. Normal olan neydi? Sıradanlık mıydı? Ya da herkes tarafından kabul gören miydi?
Herkes dediğimiz kimdi? Ilgaz sayesinde daha yeni anlıyordum. Normal ne demek bilmiyordum ama o kelime her neyin karşılığıysa ben onun tam tersiydim. Ben normal değildim. Ilgaz normal değildi. Bu dünya... normal değildi. Normal olsa hiç bulutlar ağladıktan sonra rengarenk bir kuşak çıkar mıydı ortaya? Normal olsa her gecenin ardından güneş, her gözümüzü yoran parlaklığın ardından gece olur muydu?
Ilgaz ve ben bir bankta aramızdaki yakıcı soğuklar eşliğinde tanıştık. Ve bugün, 2027'nin son gününde, geleceğimi vermeyi kabul ettiğim bu adamı geçmişime de almaya karar verdim.
Benim karar vermem ya da vermemem Ilgaz'ın benim geçmişim olduğu gerçeğini değiştirmezdi. Bugün ben her kimsem Ilgaz'ın payının büyük olduğunu biliyor, bunu en derinimde hissediyordum.
"Olur." dedim ve Ilgaz'ın teklifini kabul ettim. Bugün onunla yeniden tanıştık. Bunu devam ettireceğimizi biliyordum. Beraber yemek yerken, birbirimize çok rahat bir şekilde neyi sevip sevmediğimizi sorarken- çoğu şeyi bilmesine rağmen yine de sormuştu- bir sonraki buluşmanın tarihini belirlerken kendimi hiç olmadığım kadar mutlu ve neşeli hissettim. Dediğim gibi bu nerede ve hangi şartlar altında olduğumla ilgili değildi, kiminle olduğumla ilgiliydi.
Ona olan borcumu -bize yemek aldığı akşamı unutmamıştım- ısrarlarım sonucu hesabı ödeyerek kapattıktan sonra Ilgaz, beni evime bırakmayı teklif etti. Kabul ettim. Yolu bana tarif ettirip yavaşça arabayı kullandı. Kararımı ona söylemek için yolculuğun bitmesini bekledim.
Operasyonu gerçekleştirmek için doğru zamanı beklemiştim. Korkularımın dinmesini ummuştum. Fakat aslında doğru zamanı beklemek diye bir şey yoktu. Birine hediye almak için doğum gününü beklemezdik ya da kahvemizi içmek, kitabımızı okumak için yağmuru...
Ben zamanın doğru olduğunu düşünürsem zaten o doğrudur. Herkesin kendi doğruları, kendi seçimlerini oluşturur. Kararımı vermiştim, hiçbir duygunun dinmesini; hiçbir olasılığın gerçekleşmesini beklemek zorunda değildim. Hele zamanı asla...
Araba birçok defa olduğu gibi evimin önünde durdu. Ortama hâkim olan lavanta kokularının sebebi, ön kısımda duran mor bitkilere baktım. Kokuyu içime çektim ve emniyet kemerimi çözüp Ilgaz'a döndüm. Yemeğe gitmeden önce duş aldığı için saçları hâlâ hafif nemliydi. Bakışlarımdan durumu anlamış olmalıydı, hatta şu an düşüncelerim ona geçiyor bile olabilirdi.
"Yarın." dedim fısıltıyla. Çok özel hissettirdiğinden yüksek sesle söylemek istemedim. "Hatıralarımızı geri alacağım."
Daha önce görmediğim, bundan sonra da Ilgaz'dan başka kimsede görmek istemediğim bir gülümseme yer edindi dudaklarında. "Peri..." diye mırıldandı. İsmim o söyleyince anlam kazandı. Kollarını bana sarıp da kendine çekince tamamen ona yaslandım. Dünya sona erene kadar beni böyle sıkıca tutmasını istiyordum. Çünkü ben öyle yapacaktım.
***
4 YIL ÖNCE
URAZ
Neredeyse bir yılım bu laboratuvarda geçip gitmişti. Yani saydığım günlere göre öyleydi. Bazı zamanlar yarı baygın, uyku hâlinde olduğumdan bu süre bir yıldan daha uzun bile olabilirdi. Artık neden var olduğumu, ne yapmam gerektiğini ya da benimle ne yapmak istediklerini düşünmek istemiyordum. Şu an tek bir şeye tutunuyordum ve buradan kurtulmak için de o şeyin beni var gücüyle iterek ilerletmesine izin verdim.
"Sana dışarı çıkmayacaksın demedim mi?" diye bağırdı arkamdaki orta yaşlı adam. Sesi beyaz, ıssız koridorlarda yankılanmış; bu ıssızlığı yanımıza topladığı tek tük insanla yok etmişti. Ona ayak uydurdum. Omzumu öyle bir sıkıyor, daha hızlı ilerlemem için sırtıma öyle bir vuruyordu ki yarın o kısımlarda koca morluklar oluşacağına emindim.
Etrafta toplanan tek tük görevli böyle olaylara alışık olduğundan bu sefer kimin kuralları çiğnediğini öğrenip -her biri yüzümü dikkatle incelemişti- işlerine geri döndüler. Ama tam önümüzde beliren kişi çekilmeye ya da işine geri dönmeye niyetli değil gibiydi.
"Çekil yolumdan ufaklık." dedi sinirle arkamdaki adam. Kız çekilmedi, kollarını göğsünde kavuşturmuş; gözlerindeki kararlı ifadeyle adama bakıyordu. "İlgilendiğim hastayı neden böyle yaka paça sürüklediğinizi öğrenmek isterim Profesör. Bilgilerime göre böyle bir yetkiye sahip değilsiniz."
"Ve siz Eylül, siz de beni durdurmak gibi bir yetkiye sahip değilsiniz." Sarışının yüzü düştü ve ifadesi giderek sinirli bir hâl aldı. Davranışlarını anlayamıyordum. Daha dün aynı anda bulunduğumuz bir deneyde gönüllü denek olarak rol almış, bu gönüllüğe beni de dahil etmişti. Çektiği acının yüzünde bıraktığı izler hâlâ hafızamdaydı. Bunları aklımdan atabilmek için kafamı iki yana sallamak zorunda kaldım. Eylül'ün gözleri bu hareketimle kısacık üzerimde durdu.
Eğer arkasında başka bir beden belirip omzuna elini atmasa, o bakışlarla daha fazla karşı karşıya kalacağıma emindim. "Sorun ne tatlım?" diye sordu Tuskan. Kızının omzunda duran elini çekti ve gözlerini üzerimizde gezdirdi. Ortamın kalabalıklaşmasıyla nefeslerimin sıklaştığını hissettim ve bakışlarımı tek bir noktada sabit tutup sakinleşmeye odaklandım. Eylül tek kelime etmedi. Babası benimle böyle yakından ilgilendiğini fark ederse ikimiz için de işler sarpa sarardı. Selçuk Tuskan kızı dahil buradaki bütün önlüklüleri bilim için harcamaktan zevk alan bir psikopattı. Dün bundan oldukça emin olmuştum.
Arkamdaki Profesör "İzninizle." deyip bir baş selamı verdiğinde Tuskan da ona aynı şekilde karşılık vermişti. Eylül yerinde hareket eder gibi oldu ama babasının nazik uyarısı onu yerinde tutmaya yetti. Yanlarından geçip gittik. Profesör beni kendi odasına götürdü.
Nihayet omzumdaki eli varlığını yitirdiğinde "Yanlış anlamayın ama biraz daha nazik davranabilirsiniz bence." diye söylendim. Bir yandan da belimdeki ağrıyan noktaya masaj yapmaya çalışıyordum. Doktor kapıyı kilitledi ve oturmam için yumuşak görünümlü sandalyeyi işaret etti. Gözlerim tam karşı duvarda bulunan sertifikada takılı kaldı. Çerçevenin alt kısmında büyük harflerle yazılmış Fuat Belen yazısını inceledim. Gerçekten zor bir durum olmalıydı. Uğruna çalıştığın, ömrünü okullarda geçirdiğin mesleğin bu hâllere düştüğünü görmek ve bunu düzeltmek için çabalamak... Bu gruptaki herkes gibi Lider'in de yaşadığı bazı zorluklar vardı.
"Artık saklamıyorlar." dedi Lider önündeki kâğıtları telaşla karıştırmaya başlarken. Kafamı salladım. Eylül'le ilk tanıştığımız gün hemen Tuskan'la olan ilişkisini Lider'e ulaştırmaya çalışmıştım. Şimdi de herkes artık durumu biliyordu. Hatta adam kızından yararlanmaya, adını Eylül'ün hastalığını kullanarak duyurmaya çalışıyordu. Son zamanlarda bize katılan kişi sayısı arttığından bilgi alışverişi daha kolay gerçekleşiyordu ve duyumlarıma göre neredeyse her gün Eylül, dün beraber girdiğimiz laboratuvar odasında acı dolu saatler geçiriyordu.
Ona olan kızgınlığım geçeli epey zaman oluyordu. Öfkenin yerini acıma duygusu almıştı. Ayrıca kızın güçlü duruşuna olan hayranlığım da devam ediyordu. "Yeni bir toplanma alanı keşfettik." diye anlatmaya başladı Lider. Dikkatimi ona verdim. "Şehrin çok da dışında sayılmaz. Şimdilik buradan çıkışımız mümkün değil fakat bunu fırsata çevirmeliyiz. Akis'in kullandığı bütün teknolojileri, gizli kodları... Hepsini kopyalayacağız. Veri tabanlarına sızıp bilgileri yeni toplanma alanımızda muhafaza edeceğiz."
Ben bu işleri kendi başımıza sonlandırma taraftarı değildim. Birçok defa Lider'e profesyonel bir grupla beraber ilerlememiz gerektiğini söylemiştim. Şimdi de yüzümdeki ifadeyi fark eden Lider tıpkı o zamanlardaki kınayıcı bakışla baktı bana. "Polise güvenemeyiz Uraz. Bu şehirdeki her bir kuruluşta Akel'in parmağı var. Umut biziz, silah biziz.
Umut ve silah kelimelerinin bir cümlede beraber bulunmalarını ne kadar garipsesem de kafamda söylediği kelimeler dönüp durmaya başladı: Umut biziz. Ne kadar büyük bir işe kalkıştığımın farkındaydım ama bu söz durumun ciddiyetini bir kez daha kavramamı sağladı. "Benim görevim nedir?" diye sordum. Lider önünde duran yığından bir kâğıdı çıkarıp önüme koydu. "Onlara izin vereceksin." dedi. Önümdeki görsellere bir de onun ses tonundaki ürkütücülük eklenince yerimde kıpırdanmadan edemedim. İnsan anatomisinin detaylı bir çizimiydi bu. Çeşitli alt başlıklara ayrılmış, yeni bir yöntemi detaylıca açıklamıştı. Üst kısımda yazan başlığı defalarca okudum: Zıtlıkların Birlikteliği Metodu.
"Yakın zamanda sen ve Doğu'nun üzerinde uygulanacak bir yöntem. Geçen hafta hastalığına şizoid¹ tanısı koyuldu ve bilindiği üzere Doğu da histrionik kişilik bozukluğuna² sahip. Bu iş için biçilmiş kaftansınız. Kurul böyle karar aldı." Daha sözlerini bitirmeden kafamı hızla kâğıtlardan kaldırdım. "Doğu mu?" diye sordum sözcükler boğazıma dizilirken. Lider kafasını salladı. "Ama o daha çok küçük." Demek istediğim Doğu'nun bunu kaldıramayacak olmasıydı. "O kabul etti."
"Nasıl? Siz Doğu'yla konuştunuz mu?"
"O da bizden biri ve yardımı olacaksa seve seve yapacağını söyledi." Doğu'nun o gülen yüzü, neşeli tavırları zihnimde belirdi. Onunla toplasan bir hafta bile görüşmemiştim ama bende nasıl bir etki bıraktıysa Doğu'yu devasa kablolarla kaplı bir makinenin kurbanı olarak görmek istemiyordum. O çok farklı bir yere aitti, hatta belki de bu uğurda harcanmaması gereken tek kişiydi.
"Tamam." dedim ama yutkunamadım. Gidip Doğu'yu bulmak, onu kararından döndürmek adına duyduğum isteği avuçlarımı dizlerime bastırarak durdurmaya çalıştım. O korkunç kâğıdı beyaz bol kıyafetimin altına gizleyip konuşulacak başka konunun kalmadığını anlayınca ayağa kalktım ve doktorun sağ gözümün altına dudağımı patlatmaya yetecek bir yumruk atmasına izin verdim. Acıyla nefesimi tutarken "Kıza çok fazla yaklaşmamaya bak." uyarısını göz ardı ettim ve odadan ayrıldım. Bu hâlimi herkese göstermek için koridorda yavaş ve sarsak adımlarla yürüme kararı almıştım, tabi karşı duvardaki sarışını görmesem böyle yapacaktım.
Sırtını temiz, parlak duvara yaslamış, doğruca karşısına yani bana bakıyordu. Bir iki saniye sonra gözlerinin yüzümde çıktığı yolculuğu tamamladığında yavaşça attığı adımları hızlandı ve gözlerindeki siniri gördüm. Hızla yanımdan geçip Lider'in odasına girmeye yeltenince kolunu tuttum. Bunun onu durduracağını sanmıyordum fakat dudaklarımın arasından ismi döküldüğünde olduğu yerde kaldı.
"Eylül..." dedim uyarıcı bir tonda. "Tamam." Garip bir şekilde buna takıntılıydı. Hatta benim hakkımdaki her şeye takıntılıydı. Neredeyse her gün odama gelip beni kontrol ediyor, bazen durmadan konuşuyor, bazense sadece izliyordu. İşin garip tarafı artık buna alışmış olmamdı. Bir iki saat geç gelse hemen hayal kırıklığına uğruyordum, gözlerim odamın kapısındaydı her zaman. Yine de kim olduğunu unutmamam ve ona karşı sadece acıma duygusu hissettiğimi kendi kendime geceler boyu sayıklamam gerekiyordu.
"Neden sana zarar vermesine izin verdin?" diye sordu kızgınca. Gitmesine engel olduğum için sinirini benden çıkaracak gibiydi ama söylediği cümlenin içerdiği ironi yüzünden kahkaha atmak üzereydim. Odama doğru yola koyulduğumda peşimden geldi ve doktorun acımasızca sıktığı omzumda sert darbesini hissettim. Dişlerimi birbirine geçirip ağrının dinmesini bekledim fakat eli ağır olduğundan acı dolu bir mırıltının duyulmasına engel olamadım. "Sana da izin veriyorum bak." dedim onun endişeli kürelerini izlerken. "Senin de bana zarar vermene izin veriyorum."
Cümlem altında farklı anlamlar taşıyor olabilirdi, yine de Eylül'ün gözlerimdeki anlamı da görmemesi için yürümeye devam ettim. "Hâlâ bana güvenmiyor musun?" diye sordu kısık sesle. Adımlarıma rahatlıkla ayak uyduruyor, bir yandan da yüzüme bakmaya çalışıyordu. "Sence?" diye sordum. İçimde biriken öfkeye anlam veremiyordum. Sonra bir anda durdum ve Eylül'e doğru bir adım attım. Koridorlarda konuşmamız akıl kârı değildi ama o an bunu düşünemedim. Sanki Doğu'yu durdurmak için bir köşeye attığım fırsatları Eylül'ü vazgeçirerek telafi etmeye çalışıyordum. "Bütün bunlara ne zaman son vereceksin?" dedim sesimin gürlüğünü bastırmaya çalışarak. Yine dünkü acı dolu ifadesi gözlerimin önünde belirdi.
"Görebiliyorum Eylül. Ne kadar acı çektiğini, ne kadar yorulduğunu... Ama sanki bu acılar senin için büyük bir onurmuş gibi davranıyorsun." Bakışlarına odaklandığımdan titreyen gözbebeklerini görebildim. Bıkkın bir nefes verdi. "Çünkü nasıl son vereceğimi bilmiyorum." dedi kararlı bir ifadeyle. "Ben burada doğdum. Böyle büyüdüm."
"Bunlar birer bahane bile değil."
"Biliyorum." diye fısıldadı. O güçlü kızın aslında ne kadar çaresiz ve sıkışmış hissettiğini şimdi daha iyi görüyordum. Sadece bu ruh hâlinin onu tüketmesinden korkuyordum. "Uraz." diye mırıldandı. Haftalar önce boynuma tırnaklarını sürtüp beni tehdit eden kız seçtiği kurbanına "Sadece burada olduğunu bileyim." diye fısıldadı.
Davranışlarının birer rolden ibaret olduğu düşüncesini kafamdan atamıyordum ama bu sefer ona kanmayı seçtim. Sözlerine inanmaya, beni her gün ziyaret eden bu kızın tuzağına düşmeye bu kadar meraklı olduğumu bilmiyordum. "Neden?" diye sordum sadece.
Gözlerime baktı dikkatle. "Bilmem." Yorgunluğunu gördüm. "Seni bir yere götüreceğim ve bu sefer bana güvenmeye başlayacaksın." Kolumdan tutup beni sürüklemesine izin verdim. Asansöre binip binanın en alt katına indik. Buradaki koridorlar daha genişti. Hepsi birbirine benzeyen kapılardan en sağdakinin önünde durduk. Eylül boynundaki kartı girişe okuttu ve ben daha içeri girmeden gür bir sesle bağırdı. "Dışarı!"
İçeride tek bir insan vardı. Eylül "Bu bölmenin kullanılmadığını bilmiyor musun?" diye sordu sertçe. Sırtımı Eylül'ün arkasında kalan duvara yasladım. Genç görünen adam doktor değildi. Bunu üzerindeki yeşil üniformadan anlayabilirdiniz. "Anlamadım?" diye söylendi. Sinirlenmiş gözüküyordu.
"Hemen şimdi çıkıyorsun ve buraya bir daha girmiyorsun." dedi Eylül. Adam kıza yaklaştı ve kimliğine bir göz attı. Eylül'ün yanından geçip gitmeden "Dua et kızsın." diye mırıldandığını duydum. Bence bu cümleyi kurmaması kendi adına daha yararlı olurdu ama olan olmuştu bir kere.
Eylül kolundaki minik saatte bir düğmeye basıp kapıya yaklaşan adama döndü. Yüzünde alaylı bir gülümseme vardı. "Bakalım dua etmeme değer miymişsin?" Sözlerini hızlı hareketleri takip etti. Adama bir iki adım yaklaşıp yere eğildi. Bunu yaparken uzun sarı saçları yüzünün iki yanına dağıldı.
Ardından bacağını ileri uzatıp kuvvetlice etrafında döndü. Eylül dönerken iki bacağına kuvvetli bir darbe yiyen adam gürültüyle yeri boyladı, son anda kollarıyla yere tutunmasa kafasını şiddetli bir şekilde zemine çarpabilirdi.
Eylül saçlarını geriye atıp ayaklandı ve adama doğru ilerledi. En azından sinirini birinden alabilmesine seviniyordum. Kafasını iki yana salladığını gördüm. Alayla dilini dişlerine çarptırıp olumsuz bir ses çıkardı. "Değmezmişsin." dedi doğrulmaya çalışan adamın yüzüne eğilerek.
Bir anda kapıda iki kişi belirdi. Yerdeki adam Eylül'ün saçlarına uzanıp bir tutamını avcuna almak üzereyken yüzüne yediği dirsek darbesiyle tamamen etkisiz hâle geldi. Eylül geri çekildi ve muhtemelen saati aracılığıyla çağırdığı adamların kurbanını taşımasına izin verdi.
Bütün bu süre boyunca öylece durmuş, olanları izlemiştim. Ancak şimdi bulunduğum odanın farkına varabiliyordum. Eylül sadece ikimiz kalana kadar bekledi ve önümdeki paravan benzeri yapıyı iyice araladı. Her yeri detaylı görebilmek adına kafamı bir o tarafa bir bu tarafa çevirdim. Burası mini bir fabrika gibiydi. Çeşitli metal parçaları makinelerden geçiyor, büyük haznelerde birikiyorlardı.
"İşte." dedi Eylül elindeki kartı bana doğru uzatarak. "Hayallerine giriş kartın."
Hayretle "İlgim olduğunu nereden biliyorsun?" diye sordum. Makinelere ve onların çalışma yöntemlerine karşı küçüklüğümden beri içimde hep bir merak vardı ama bunu anne babamdan bir de öğretmenlerimden başka birinin bilebileceğini sanmıyordum.
"Kendi ilgi alanımın ilgi alanlarını merak ettim." diye yanıtladı beni. Bu kızın tehlikeli olduğunu ilk fark edişim değildi. Ama bu mini fabrikada geçirdiğim süre sonunda lavabolara uğrayıp beyaz kıyafetin altına gizlediğim kâğıdı detayla incelediğimde kendimi neye bulaştırdığımı tam olarak anladım. Uzunca bir zaman yöntemi anlatan metnin altındaki isim kafamı meşgul edecekti. Bu fikrin sahibi-imzanın altına da özenle yazılmış olan kelimelere göre- Eylül Tuskan'dan başka biri değildi.
***
ADA
Uykumda yüzümü buruşturmama neden olan, buna çok fazla maruz kalmaktan başımda ağrılar oluşturan bir ses duyuyordum. Defalarca kez duymuştum bu sesi. Uyku ve uyanıklık arasında giderken belki önemlidir diye kalkmak istiyordum fakat derin uyku beni içine çekiyordu.
Nihayet kulaklarım artık onu duymaz olduğunda bu işkencenin bittiğini düşündüm. Rahat yatağımda bir tur dönüp kollarımın arasında duran yumuşak varlığa iyice sarıldım. Az önce gördüğüm rüyanın ne olduğunu bilmiyordum, yine de devam edebilmem için tekrar derin bir uykuya dalmalıydım. Derken o kulak tırmalayıcı ses tekrar duyuldu. Sinirle gözlerimi araladım. Telefonum çalıyordu.
Göz kapaklarım birbirine yapışmış, birer balona dönüşmüş gibilerdi. Ellerimi onların üzerine bastırdım. Zil sesi sustu. Hiç bakmayıp tekrar yatmayı düşünüyordum ki telefon yine çaldı. Yatakta doğrulurken ağlamaklı bir ses çıkardım. Yılbaşından hemen sonra sınav haftamdı bu yüzden de geç saatlere kadar ders çalışıyor, ancak gece yarısı olduğunda yatağa girebiliyordum. Daha birkaç saat önce uyumuş olmalıydım, hava hâlâ karanlıktı.
Telefonu elime alıp, parlak ekranını açtım. Gözlerim acıyla kısıldı. 12 cevapsız arama. Neden beni gecenin bir yarısı arıyorsun Hazar? Hem de 12 kere. Endişelenmediğimi söyleyemezdim fakat bugün yılbaşı olduğundan Hazar'ın bu saatte beni bir yerlere davet edeceği ihtimali daha yüksekti. Gün boyu aramamıştı, sanırım yeni yeni aklına geliyordum.
Ekrana boş boş baktığım sırada ismi yanıp sönmeye başladı. Bu döngüye bir son verebilmek için aramayı yanıtlayıp telefonu kulağıma yaklaştırdım. Gözlerimi kapattım çünkü açık tutmakta zorlanıyordum. Başımı da arkamdaki duvara yasladım.
"Efendim Hazar?" dedim rahatsızlığımı belli eden imalı bir sesle.
"Ada?" Yüzümde oluşan gülümsemeye engel olamadım. Hâlâ uyuyor ve güzel bir rüya görüyor olmalıydım. Ancak o zaman Hazar ismimi böyle güzel telaffuz edebilirdi. Sesimi çıkarmadım. Telefondan birkaç belirsiz ses geldi. Sanırım hareket ediyordu.
"Uyuyor muydun?" diye sordu. Dalgınca kafamı sallayıp "Evet." dedim. Uykum git gide açılmaya başlamıştı. "Neden beni gecenin bir yarısı arıyorsun?" Bunu sormadan önce saate bakmıştım. Üçe geliyordu. Nefes verdiğini duydum.
Birden "Unutamıyorum." diye mırıldandığını duydum. "Artık daha fazla görmezden gelemiyorum."
Nefesimi tuttum. O günden sonra, ona gitmesini söylediğim o öğle vaktinin ardından her zaman yaptığımız gibi hiçbir şeyin yaşanmadığını varsaydı. Söylenen sözler, hissedilen duygular hepsi halının altına süpürüldü. Ona ayak uydurmakla yetindim. Bu konuda iyi olduğumu söylemeliydim fakat keşke duygularım da onunkilere ayak uydurabilse diye düşünmüştüm. Keşke yenilmeye, kaybetmeye bu kadar meraklı olmasaydım.
"Hazar, neden bahsettiğini anlamıyorum." Aslında anlıyordum, yine de her zaman olduğu gibi benim anladıklarımın onun anlatmak istediklerinden farklı olduğunu düşünüyordum. Belki de şu an benden bir ilişki tavsiyesi falan almaya çalışıyordu. Evet iki hafta önce burun buruna geldiği kızdan tavsiye isteyecek. Harika.
"Bunu daha fazla sürdüremiyorum Ada. İstemiyorum."
"Neredesin?" diye sordum. Çünkü bana bir şeyleri açıklama niyetinde değil gibi gelmişti ve öylece oturup benden mi yoksa başkasından mı söz ettiğini düşünerek kafayı yemek istemiyordum.
"Evde, odamdayım." diye yanıtladı beni sakince.
"Güzel..." Derin bir nefes aldım. "Şimdi, uyu Hazar. Sabah olduğunda bu konuyu benimle konuşmak isteyip istemediğinden iyice emin olursun. Kendine gelirsin." Gece vaktinin insana nasıl bir cesaret verdiğini iyi bilirdim. Karanlık çöküp de ortalıktan el ayak çekildiğinde her şey insana anlamsız görünebiliyor, sanki bir daha sabah olmayacakmış gibi gelebiliyordu. Kaç kere telefonu elime alıp Hazar'ın ismine bakmamıştım ki? Sadece bu söylediklerini de hiç olmamış gibi yansıtmasını kaldıramazdım. Kendimi korumaya çalışıyordum. Ama o sertçe konuşurken buna izin vermeyecek gibiydi. "Ben kendimdeyim Ada."
"O zaman açık konuş." dedim sinirle. Sesim olması gerekenden yüksek çıktı. Gözlerim istemsizce odamın kapısına dönmüştü. Evde kimlerin olduğunu bilmiyordum ama varlarsa da onları uyandırmak istemiyordum. Karşı taraftan bir süre hiç ses gelmedi.
"Haftalardır, o günü düşünüyorum. Aslında sadece o günü değil; bana öyle baktığın her dakikayı, her saniyeyi kafamda döndürüp duruyorum."
"Doğru kişiyi aradığına emin misin?" diye sordum zorlukla.
Güldüğünü duydum. "Ben; iddiaları kazanmakta üstüne tanımadığım, istikrarına hayran kaldığım ve aklımdan çıkıp gitmesini dilediğim mor tutamlara sahip kızı aramıştım ama...Yoksa siz o değil misiniz?" İlk defa Hazar'la dileklerimiz birdi.
"Sanırım değilim." diye mırıldandım. Kavrayamıyordum. Bana sadece koca bir yalan ya da kâbus gibi geliyordu bu olanlar. Bu kadar basit miydi? Neredeyse dört yıldır beni görüyordu ama bakmıyordu öyle mi? Ne kadar da acımasızdı.
"Yanına gelebilir miyim?" diye sordu. Hemen itiraz ettim. "Hayır." Kendimce cezalandırıyordum onu. Mantıklı düşünebildiğim söylenemezdi. Yanıma gelmesini istediğim ama çağıramadığım, ona istediğim gibi seslenemediğim her gün için cezalandırıyordum. Garip olan bunu yaparken kalbimin acıyla kasılmasıydı.
"Sakın." dedim sert bir sesle. "Yarın bu söylediklerini unutayım deme." Bunları yüz yüze söylemiş olsa hissettiklerim değişir miydi diye düşünüyordum. Ama önemli olan görmezden gelinmemdi. Bana kör olduğunu biliyordum ki bunda da yanılmamıştım. Canımı yakan kör olmayı kendisinin tercih etmesiydi. "Çünkü bu sefer kendimi ikna etmem Hazar. Sana dönmek için ikna olmam."
Tenimin her yerinde birer çakmak çakılmış, birazdan yanıp kül olacakmışım gibi hissediyordum. Şiddetle inip kalkan göğsüm, alamadığım nefeslerime tezat canımı yakıyordu. Tam da şu an ona izin verebilirdim. Evime alabilirdim onu. Kollarının arasında uykuya dalabilirdim. Bunları yapmadığıma kendim de şaşırıyordum. İşte yıllardır beklediğin kişi sonunda gördü seni. O zaten hep görüyormuş, uzaktan bakmakla yetinmiş.
Bir ben başaramamıştım bunu. Bir türlü yetinmeyi öğrenememiş, daha fazlasını istemiştim. Ona bağırmak istiyordum; çığlıklar atmak, hesap sormak istiyordum. Hazar söz konusuysa benim isteklerimin bir önemi kalmıyordu.
"Affetme beni Ada. Hatta nefret et benden. Ama lütfen izin ver, biraz daha yakınına gelebileyim." İzinler benden Hazar'a bir nehir olup akabilirlerdi. Bütün toleranslar, bütün ayrıcalıklar onun içindi. Yeşil küreler, güzel gülüşler, saklanan hisler içindi.
"O dediğini yapabilsem yıllar önce yapardım Hazar, emin ol." Artık kedinin tırnakları koluma batmayı bırakmış, göğsümün tam orta yerine koca bir kesik atmışlardı. Söylenmeyen çok fazla söz, konuşulmayan çok fazla konu vardı. Öyle bir durumdaydım ki kelimeler yetmeyecek, yetse de gereksiz ve bomboş hissettirecekmiş gibi geliyordu. Neden yapmıştı? Neden kendine sahte sevgili bulup bizimle, benimle tanıştırmış mutluluk tabloları çizmişti? Neden şimdi bana bütün bunları itiraf ediyordu?
"Tamam... Eğer unutursam sen de unut." Hazar'ın son sözü bu oldu. Çağrıyı sonlandırıp telefonu aldığım yere geri bıraktım. O gece uyku beni terk etti. Hazar'ın sözleri zehirli bir yılan gibi her saniye zihnimde sürünüp duruyor, yine de her şeye rağmen içimdeki anlamsız heyecana engel olamıyordum. Günün hatta yılın ilk ışıkları penceremden içeri sızmaya başladığında telefonu kapatmadan önce Hazar'ın söylediği cümleyi düşündüm. Ve Hazar eğer onu da yapabilseydim yıllar önce yapardım.
,
¹ Şizoid kişilik bozukluğu : İnsan ilişkilerine ilgi eksikliği, yalıtılmış bir yaşam tarzı, içe dönüklük gibi semptomlara sahiptir. Kişi kalabalık ortamlardan hoşlanmaz ve hatta buna karşı ciddi bir rahatsızlık duyar.
²Histrionik kişilik bozukluğu : Genellikle yetişkinliğin ilk dönemlerinde başlayan aşırı duygusallık ve dikkat çekme isteği, çevresi tarafından onay arama ihtiyacıyla ortaya çıkar. Bu hastalığa sahip bireyler gösteriş yapar, aşırı bir abartıyla duygularını belli ederler. Çocuksu özelliklere sahiptirler ve ilişkilerin olduğundan daha yakın olması için çabalarlar.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.45k Okunma |
141 Oy |
0 Takip |
31 Bölümlü Kitap |