
ADA
Bugün hava diğer günlere nazaran daha güzeldi. En azından kalın kabanım yerine üstüme ince bir mont giyebilmiştim. Soğuk kar fırtınalarını atlattığımız günlerin ardından güneşin parlaması bana iyi gelmişti. Ya da kendime sevinecek bir şeyler arıyordum. Bazen olanları kafama çok taktığımı düşünüyordum ama düşünmezsem problemlerim yok olmuyorlardı. Aksine çığ gibi büyüdüklerini hissediyordum.
Önüme büyük bir su bardağı bırakan garsona teşekkür ettikten sonra gözlerimi tekrar sahneye çevirdim. Etrafımdaki insanlar çok fazla gürültülü yapıyorlardı, kimi ellerini şiddetle birbirine çarpıyor kimi de uzun uzun ıslıklar çalıyorlardı. Onlara ben de katıldım. Az önce olağanüstü bir performans sergileyen grup, sahnenin önüne ilerleyip başlarını eğdiler. Ufuk'la göz göze geldiğimde ona gülümsedim. Bu ilgi doğal olarak hoşlarına gidiyordu ve ne yalan söyleyeyim bu kadar büyük bir kitleleri olduğunu tahmin etmemiştim.
Tıpkı Ufuk ve arkadaşları gibi mekânın sahibinin de ağzı kulaklarındaydı. Bugün tahminlerinin de üstünde bir gelir elde ettiği kesindi. Henüz öğlen olduğu da göz önünde bulundurulursa kalabalık gerçekten muazzamdı. Gece burayı hayal bile edemiyordum.
"Birkaç arkadaşınla beraber gelirsiniz sanıyordum." Bu mekânın sahibi ve Ufuk'un da doğal olarak patronu olan kız, yanımda belirdiğinde kulislerine doğru ilerlemekte olan grubu izlemeyi bıraktım. "Öyle planlamıştık ama son anda işleri çıktı." diye açıkladım. Ufuk'un burada aldığı ilk sahnesiydi ve benden diğerlerini de çağırmamı istemişti. Arkadaşlarım ise bu ara biraz yoğun gözüküyorlardı. İkra gelmeyi çok istemişti ama vücudundaki kırgınlık yüzünden zar zor hareket ediyor gibiydi. Ilgaz ve Peri ise talihsiz bir şekilde ertelenen yarışmalarına sıkı bir şekilde hazırlanmak zorundalardı. Hazar'ı söylemiyordum bile. Mesajlarıma cevap vermiyor, aradığımda da bana sonra döneceğini söyleyip dediğini yapmıyordu.
Ve işte buradaydım. Planlarda değişiklik olmasa bize yetecek kadar sandalye bulunan koca masada tek başıma oturmuş, suyumu içmiştim. Bayıldığım günden bu yana pek iştahlı olduğum söylenemezdi. Sanırım bu aralar kol gezen bir salgın vardı çünkü doktor da kan testlerinden pek bir şey anlamamıştı. "Ufuk geldiğin için mutlu oldu." dedi Eda. Gergince gülümsedim. "Sabahtan beri heyecandan yerinde duramıyordu ama seni görünce biraz olsun sakinleşti."
Birden lise mezuniyetim aklıma geldi. Bana diplomamı verecekleri zaman sahneye çağırılmıştım ve neredeyse elim ayağım titriyordu. Kalabalığın içinde kolunu sallayan annemi ve küçük kardeşimi gördüğümde derin bir nefes aldığımı hatırlıyordum. Bana nasıl da gururla bakıyorlardı. Ufuk da böyle hissetmiş olmalıydı. Onun için elimden geleni yapmaya gayret etmiştim. Söylediği gibi sahne almasına yarım saat kala buradaydım ve çağrı yapılana kadar da yanında kalmıştım. Grup arkadaşları da heyecanlarını bastıramıyorlardı. Ben şarkı söylemeyecek olmama rağmen gerilmiştim.
"Yardımcı olabilmeme sevindim." diye söylendim. Eda'yla çok yakın sayılmazdık, sadece Ufuk'la beraber odasının yolunu aşındırmıştık ve zamanla da biraz sohbet etmeye başladık. Benden bir yaş büyüktü ve babasının da desteğiyle burayı işletiyordu. Cana yakın biriydi ama yanında kendimi pek rahat hissedemiyordum. Ben zaten pek çok yerde kendimi rahat hissedemezdim. "Ufuk'la konuşup haftada biri, ikiye çıkarsak iyi olur." dedi gözlerini müşterilerin üzerinde gezdirirken. Doğru bir stratejiydi. Bu şehirde bu kadar çok metal müzik seven kişinin olması beni şaşırtmıştı. Oldukça tutkulu olduklarını da göz ardı edemeyecektim. Şarkı boyunca yan tarafımda oturan kızlı erkekli arkadaş grubu yerlerinde duramamış, bağırarak eşlik etmişlerdi.
"Elini çabuk tutsan iyi olur." diye öneride bulundum. "Bugünden sonra daha iyi teklifler geleceğine eminim." Bardağımın dibinde kalan bir yudum limonlu suyu da bitirdiğimde yerimde hareketlendim. "Haklısın." diye karşılık verdi düşünceli bir şekilde. Sanırım maaşlarını ne kadar artırabileceğini kafasında tartıyordu. Sandalyemden inip omzuna bir iki defa vurdum. "Sonra görüşürüz. Ben Ufuk'a bir bakayım." Başını otomatik olarak salladıktan sonra kalktığım sandalyeye oturup kafasındaki hesaplara devam etti.
Kulise vardığımda kapıyı bir iki kere tıklattıktan sonra içeri girmiş, neşeli sohbetlerine dahil olmuştum. "Harikaydınız." diye yorumda bulundum. "Eda çoktan maaşınızı artırma planları yapmaya başladı bile." Daha birkaç saat önce tanıştığım bu grubun bateristi Murathan, Ufuk'un koluna yavaşça vurdu. "Yaşadık desene." dedi sevinçle.
Ufuk gitarını özenle kılıfına yerleştirmekle meşguldü. Yüzünde geniş bir gülümseme olduğunu görebiliyordum. Grup arkadaşları aldığı tepkiler hakkında konuşurlarken o çoktan ceketini giymiş, gitarını da omzuna asmıştı. Bana gözleriyle kapıyı gösterdiğinde beraber odadan çıktık. "Gelmene çok sevindim." dedi ellerini omuzlarıma yerleştirdikten sonra. "Her zaman." diye cevap verdim.
"Bizim evde toplanıyoruz. Gelmek ister misin?" Tam itiraz etmeye hazırlanıyordum ki sözümü başka bir cümleyle kesti. "Baha İkra'yı da bizim eve getirmiş hem." Evime gidip birkaç gündür yaptığım gibi gece yarısına kadar uyumak istiyordum ama İkra'nın sözü açılınca onu görmem gerektiğini tekrar hatırlamıştım. Bu yüzden kendimi Ufuk ve grup arkadaşlarıyla beraber bir otobüsün içinde buldum. Ufuk dahil toplamda üç kişilerdi. Murathan bateristti, Ufuk ve Kağan ise gitar çalıyorlardı. Öğrendiğime göre Kağan ve Murathan okulu bırakmış, tamamen müziğe odaklanmışlardı. Verdikleri ilanlar sayesinde ayda bir iki öğrenci edinip onlara müzik aleti çalmayı öğretiyor ya da kopan telleri, bozulan aletleri tamir ediyorlardı.
Baha bu üçlüye katılalı çok olmamıştı. İkra'nın doğum gününden önceki günlerde kararlaştırılmış bir şeydi ve hemen sonrasında da yurttan ayrılıp onların evine yerleşmişti. Orada çok fazla vakit geçirdiği söylenemezdi. Neredeyse her gün İkra'nın yanına uğradığını ve gerektiğinde orada uyuduğunu biliyordum. Ki son zamanlarda her gece bu gerekli oluyordu.
Eve geldiğimizde İkra'yı salonun en büyük koltuğuna uzanmış hâlde buldum. Beni görünce rahatlıkla doğrulmuş, izlediği yemek programının da sesini kısmıştı. "İyi görünüyorsun." dedim. "Baha'yı dinlediğimde senin bir deri bir kemik kaldığını düşünmüştüm."
Kollarını etrafıma dolayınca ona içtenlikle karşılık verdim. "Sen ne zaman İkra Sezgin'in kötü göründüğü gördün?" diye böbürlendi. Aynı zamanda canlı kızıl saçlarını omzunun üzerinden geriye atmıştı. Bir süre düşünüyormuş gibi yaptım. "Geçen seneki yıl sonu partisini hatırlatmama gerek var mı?" dedim gülüşümü durdurmaya çalışarak.
Baha diğerleriyle olan konuşmasını bitirip bizim yanımıza gelirken İkra, "Aklından bile geçirme." diyerek beni tehdit etti. Parmaklarımı dudaklarımın üzerinde gezdirip susma fermuarımı çektim. Baha sesi kısılmış televizyonu kapattıktan sonra İkra'nın uzandığı koltuğun hemen yanına, halının üzerine kuruldu. "İyi ki geldin, artık bu cadıyla baş edemiyorum." diye hayıflandı.
"Sen de bir türlü iyi olduğumu kabullenmiyorsun." İkra suçlayıcı şekilde parmağını Baha'ya doğru salladı. "Ayağa kalktığım anda kıyameti koparıyor."
"Asıl kıyamet bugün koptu. Kaçırdınız." diyerek içeri girdi Kağan. Baha'nın yanına oturmuş, kapatılan televizyonu tekrar açmıştı. Bir süre kumandayla uğraşıp eski tenis maçlarını yayınlayan kanalda durdu. İki adamın topu bir bu tarafa bir diğer tarafa geçirmesini izledim.
"Kapı çalıyor." diye seslendi Baha.
"Ben baktım." Ufuk dediği gibi salon kapısının önünden geçip dış kapıya ilerledi.
Murathan "Birini mi bekliyorduk?" diye sordu. İkra'nın yerinde kıpırdandığını gördüm. "Hazar gelmiştir belki." dedi. "Baha ona mesaj atmıştı. İkra'nın sözlerini onaylayan Hazar'ın salon kapısında görünmesi oldu. Ne düşüneceğimi bilmiyordum. Günlerdir mesajlarıma cevap vermemişti ama Baha toplanacağımızı söylediğinde koşa koşa gelmişti öyle mi? Bir an içime kötü bir his yerleşti. Hazar'ın arkasından güzel bir kızın çıkıp gelmesini beklediğimi fark ettim. Yapar mıydı? Onca sözden sonra... Gerçekten acınacak hâldesin Ada.
Hazar "Herkese selam." deyip sırayla ev halkıyla tokalaşırken ben gözlerimi bir an olsun kapıdan çekemedim. Göz göze geldiğimizde hafifçe başımı eğip selam verdim. Sonra zil sesi bir daha duyuldu ama gelen sadece kuryeydi. Yiyecek siparişi vermişlerdi. Emin olana kadar rahat bir nefes alamadım. Ancak herkes gelip de küçük salona tıkıştıklarında gözlerim kapıdan ayrıldı. Kağan elinde koca bir okey takımı tutuyordu. Onları yere dizeceğini anladığımda İkra'nın biraz yana kaymasını sağlayıp koltuğa oturdum. "Ne var ne yok?" diye sordu İkra. Gözleri televizyonda oynanan tenis maçındaydı. Hazar'ı kast ettiğini biliyordum ama ona verebilecek herhangi bir cevabım yoktu. "Bilmiyorum." diye mırıldandım. Gerçekten de bilmiyordum.
O sırada Hazar, Baha, Kağan ve Murathan yere oturmuşlardı. Ufuk ise İkra'nın önüne yerleştirdikleri sehpaya atıştırmalık bir şeyler hazırlıyordu. Cipslerden birini ağzıma atıp okey takımını dizmekle meşgul olan dörtlüyü izledim. Hazar, diğerlerini tanımasa da ortama çabuk ayak uydurmuşa benziyordu. Şaşırmamam gerekiyordu çünkü o hep böyleydi. Gergin olan sadece bendim. İkra telefonundan mezuniyeti için elbise gösterirken dikkatimi ona vermeye çalıştım. Doğrulmayı bile zor başarıyor gibi görünüyordu ama o aylar sonraki tören için elbise seçmeye çalışıyordu. Enerjisine ve geleceğe olan merakına hayrandım.
Çok geçmeden Ufuk yanımıza gelip bizi koltukta biraz daha sıkıştırdı. Bana elinde tuttuğu oyun kollarından birini uzattı. "Görelim marifetlerini."
"Muhtemelen iki dakikaya sıkılırsın." diye cevap verdim.
"Neden?"
"Çünkü böyle oyunları hiç beceremem. Galip gelmekten sıkılırsın."
Güldü. "Çabanı görmek eğlenceli olacak."
Yerde oturanların sözlü bir tartışmaya giriştiklerini duydum ama televizyona odaklanmaktan ne hakkında olduğunu tam çözemedim. Karakterlerimizi belirlerken İkra mavi saçlı bir kızı seçmem konusunda beni teşvik etti. Tuşların ne işe yaradıklarını öğrenebilmem için küçük bir alıştırma yaptık. "Gerçekten bu işte berbatsın." diye yorumda bulundu İkra. "Söylemiştim." dedim.
Geçen on dakika boyunca ben sadece kaçmaya odaklanmıştım. Ufuk ise bir tur bile atlamadan karakterimi yere sermişti. İkra ile Baha benim kaç tur daha yenileceğim konusunda iddiaya girmişlerdi. Ufuk bazen kahkahalarla gülüyor, bazen de saçma sapan yaptığım hareketler sonrası onu yere düşürünce yenilmemek için dikkat kesiliyordu. "Amma da hırslıymışsın." diye söylendim. Gülümsemesi büyüdü. "Sadece yenilince yaptığın yüz ifadesini komik buluyorum o kadar."
Nihayet bütün seviyeler bitip de mağlup olduğumda İkra sevinçle el çırptı, anlaşılan iddiayı kazanmıştı. Ufuk omzuyla omzuma vurduktan sonra "Gördün mü, hiç de sıkıcı değildi." dedi.
"Eğlenmene sevindim." diye cevap verdim istemsizce somurtarak.
"Sıra bizde." dedi Baha. Okey oynamayı bitirmiş gibi gözüküyorlardı. Elimdeki kolu İkra'ya devrettikten sonra koltukta yer açılması için kalktım ve köşede duran tekli mobilyalara ilerledim. Artık gitsem iyi olurdu. Pek havamda değildim ve zaten sadece İkra'nın iyi olduğunu görmek için gelmiştim. "Bak sana ne göstereceğim?" Ufuk benim oturduğuma emin olduktan sonra kendisi de bacağını koltuğun koluna yerleştirip telefonunu bana uzattı.
Bu bir videoydu. Bugünkü konserlerinde çekilmişti ve kalabalığın içinde bir kız kendini şarkıya fazlasıyla kaptırmış görünüyordu. Derken Murathan sahne arkasına doğru ilerlediği sırada kız onun boynuna atladı. Yüzündeki ifadeyi görünce gülmeden edemedim. Olayı görmemiş olmama şaşırdım ama anlaşılan olay gerçekleştiğinde çoktan sahnenin arkasına ulaşmışlardı. "Neyse ki kapıdaki güvenlik yetişti yoksa zor ayırırdık." dedi Ufuk gülüşlerinin arasından. Murathan'ın ters ters bize baktığını gördüm. "Geçmiş olsun." diye seslendim. "Eyvallah." dedi kızgınca. Ünlü olmak istiyorsa zamanla bunlara alışacaktı.
Hazar'ın onların önünde duran okey istekalarını devirdiğini gördüm. Baha kalktıktan sonra nasıl devam etmişlerdi bilmiyordum ama Kağan ve Murathan'ın söylenmelerine bakılırsa Hazar kazanmıştı. "Ben artık gideyim." dedim Ufuk'a bakarak. Yavaşça ayağa kalktım. İtiraz edecek gibi oldu ama sadece "Sen nasıl istersen." diye cevap vermişti.
Eşyalarımı topladıktan sonra kapıya doğru ilerledim. Eve gidip uyuma planlarım sadece biraz sekteye uğramıştı ama şimdi onları gerçekleştirebilirdim. Yani eğer Hazar gelip de önüme geçmese gerçekleştirebilirdim. "Gelsene bir dakika." dedi mutfağı göstererek. Ne söyleyecekti? Odamdan çıkıp gittikten sonra neden aramalarıma cevap vermediğini ya da neden asla geri dönmediğini mi açıklayacaktı? Onu ve bahanelerini dinlemek istemiyordum. Sürekli kafamda dönüp duran o cümle olmasa çoktan bu evden çıkıp gitmiş olurdum.
Çok sevmek ne demek beraber öğreneceğiz.
Ben gerçekten ne istiyordum? Hazar'dan ne gibi bir beklentim vardı? Onun gibi yanımda kalmasını mı istiyordum yoksa sevilmek mi daha ağır basıyordu?
Sakince Hazar'ı takip edip mutfağa ulaştıktan sonra konuşmasını bekledim. "Evet?" diye sordum. "Niye getirdin beni buraya?" Ellerini ufak tezgâha yaslamış, gözlerini de halıya dikmişti. Ya sözcükleri sıralamaya hazırlanıyordu ya da ne hakkında konuşacağını dahi bilmiyordu. Tartışmak istemiyordum, neden beni aramadın diye hesap sormak istemiyordum. Sadece konuşsun ve derdi neyse söylesin istiyordum.
Aradan geçen saniyeleri o umursamıyordu belki ama benim için düşünebildiğim her saat dilimi bir işkence gibiydi. "Neden geldin Hazar?" Sözcüklerin altına gömülü çok fazla anlam vardı şu an. Dilim neden geldin diye soruyordu belki ama asıl söylemek istediğim defalarca kez sorduğum bir soruydu. Ne istiyorsun benden?
"Burada olduğunu duydum." diye cevap verdi. Yanlış bir şey söylememek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Sırtım kapattığımız kapıya yaslandı. "Burada olduğumu duydun ve koşa koşa geldin öyle mi?" Kafasını salladı. "Onun yerine bana telefon edebilirdin." dedim sakince.
Omuzlarını indirip kaldırdı ve yeşil gözlerini halıdan ayırmadı. "Tekrar soruyorum Hazar. Neden geldin?" Bu sefer tereddüt etmedi. "Ufuk'un evinde toplanacağınızı duydum." Anlıyormuş gibi kafamı salladım ama aslında anlamıyordum. "Peri ve Ilgaz'ın da geleceğini düşündün herhâlde." diye tahminde bulundum. Sarı saçlarını geriye atıp gözlerini bana dikti. "Mutlu görünüyordun."
"Ne?"
"Ufuk'la." dedi biraz duraksayarak. "Mutlu görünüyordun."
Kaşlarımı çattım. "Neyi kast ettiğini anlamıyorum Hazar." Bir iki adımını bana doğru attı. "Onun etrafında olmasını sevmiyorum." diye itiraf etti. "Neden?"
Bir adım daha attı. "Seni güldürmesini sevmiyorum."
Kıskanıyordu. Beni Ufuk'tan kıskanıyordu. Bu durumun beni sevindirmesi gerekirdi belki ama içimde kötü bir his vardı. "Beni senin elinden alır diye mi korkuyorsun?" diye sordum bir şeyleri daha iyi anlayabilmek için.
Adım atmaya son verdiğinde parmakları koluma dokundu. "Hayır." diye itiraz etti. "Onu seversin diye korkuyorum." Dudaklarım alayla yukarı kıvrıldı. "Korktuğun başına gelirse ne olur Hazar?"
Sırtımı yasladığım kapı tıklatıldığında tahtanın sesini cümleler bastırdı. "Ada bir sorun mu var?" Bu Ufuk'tu. "Hazar'la konuşuyoruz." dedim biraz sesimi yükselterek. Kapıya odaklandığımdan burnumun dibindeki yeşil gözleri bir süre fark edemedim. "Geliyorum birazdan." diye haber verdim. Ufuk'un ayrıldığına emin olduktan sonra Hazar'a bakma zahmetini gösterdim. Alayla gülüyordu. Burnunu yavaşça yanağıma yaklaştırmaya başladığında "Görücü usulü ilişkiler daha uzun ömürlü oluyormuş" diye söylendi. Sinirle gözlerimi kapattım. "Belki uzun ve mutlu bir hayatınız olur."
Lütfen, diye düşündüm. Daha fazla konuşma. Daha fazla küçülme gözümde. Ben kendim yıllarca değerini düşürememişken sen nasıl bir cümleyle bunu başarabilirsin?
Omuzlarına baskı uygulayıp biraz uzaklaşmasını sağladım. "Sıkılmaya başladım." dedim kızgınca. "Senin bu gelgitli hâllerinden sıkıldım." Hazar uzaklaşmak yerine biraz daha yaklaştı. "Ben de sıkıldım." dedi sesini yükselterek. "Her gün acaba bugün de beni sevmeye devam ediyor mu diye düşünmekten yoruldum."
"Ben mi yoruyorum seni?" diye çıkıştım.
"Evet sen..." dedi gözleri benimkileri delip geçerken. Parmaklarını yanaklarımda hissetim. Sinirli ifadesi giderek yumuşarken gözlerimi izledi. "Ceyla..." diye fısıldadı.
"O ismi sevmiyorum." dedim sakince.
"Ben seviyorum." Tamam demeli miydim? Sen seviyorsan sorun yok deyip, izin vermeli miydim? Çok fazla taviz vermiş olmaz mıydım? Kalbimi açık hedef hâline getirmiş sayılmaz mıydım?
"Ufuk, arkadaşım." diye açıkladım. Hazar parmaklarını bileklerime sardığında yeşil gözlerini izledim. "Ben senin her şeyin olabilirim." Güldüm ama zaten öyle olduğunu söylemedim. Onu sevmememden korkuyor muydu? O bile buna korkmak diyorsa benim hissettiğim neydi? Korkunun bir üst seviyesinde ne vardı?
Hazar'ın dudakları alnıma baskı uyguladığında "Söyle." diye mırıldandım. İnanmamı sağla Hazar, korkumuzu söküp al içimizden.
"Seni seviyorum." dedi fısıltıyla. O an haftalardır kafamda dönüp duran endişelerin solup gittiğini hissettim. Ve bir sonuca vardım. Kararımı vermiştim.
***
PERİ
"Bileğini bükme!" Köpük levhanın köşesinden sıyrılıp giden bıçağa hüzünle baktım. Ellerimde siyah, parmakları açık bir eldivenle sabahtan beri bu odaya tıkılıp kalmıştım. Avuçlarım kaşınmaya başlamıştı. Hale kolumu tutup bileğime sertçe vurdu. Yüzümü buruşturmadan edemedim. "Düz tut." diye uyardı. "Tekrar dene."
Sağ tarafımdaki bir platformun üzerinde dizili incecik bıçaklardan birini aldım elime. Köpük levhanın ortasındaki siyah kareye diktim gözlerimi. Bir kez atacakmış gibi yapıp nereye gideceğini kontrol ettim, sonra da denildiği gibi bileğimi bükmemeye çalışarak bıçağı ileri doğru serbest bıraktım.
Sivri ucu, atmam gereken yerin çok üzerinde bir noktaya saplandığında omuzlarım hüsranla çöktü. "Daha iyi." diye yorumda bulundu Hale. "Ama yeterli değil." Parmağının ucunda döndürdüğü süslü bıçağı bana uzattı. "Son kez, bir daha dene."
Bacaklarımı sağlamlaştırıp kolumu büktüm ve bıçağın parmaklarımın arasından süzülüşünü izledim. Tok bir sesle köpüğe saplanan bıçak siyah çizginin üzerinde durdu. Elimin tersiyle alnımdaki teri sildim. Hale sırtıma bir iki defa vurdu. "Gelişme var." diye bir ses duydum arkamdan.
Ilgaz odanın girişinde durmuş, omzunu yasladığı toprak duvardan destek alarak bizi izliyordu. Sığınaktaydık. Sabah güneş doğarken çıkmıştım evden ve soluğu burada almıştım. Ortalıkta boş boş dolanan Hale'yi bana yardım etmesi için ikna etmek çok da zor olmamıştı. Bir süre sonra da emirler yağdırmaya başlamıştı ayrıca bundan keyif alıyor gibiydi. Buzluktaki alet edevatın büyük bir kısmı buraya taşındığından oradaki alıştırma salonundan pek bir farkı yoktu. Sadece havasızlık konusunda sıkıntılarımız vardı o kadar.
Terden alnıma yapışan saçlarımı arkaya atıp yanımıza gelen Ilgaz'ı izledim. Üzerinde polo yaka siyah düğmeli tişört ve paraşüt bir eşofman vardı. Saçlarının aksine giyimi düzenliydi ama tutamlarının dağınıklığı onu ele veriyordu. Önümde durduğunda hafifçe eğilip ellerimi açtım. "Lider vekilim." Burada Ilgaz'dan öyle bahsediyorlardı. Birkaç kere denk gelmiştim ve duruma bakılırsa artık lakabı buydu.
Ilgaz'ın gülümsemesi büyürken parmakları başımın üzerine yerleşti. Alayla "Rahat." diye mırıldandığını duydum. Eğdiğim başımı kaldırdığımda Ilgaz'ın da parmakları benden uzaklaşır sanmıştım, öyle olmadı. Yanağıma değen uzun saç telimi baş parmağında gezdirdikten sonra etrafına doladı. Gözleri yorgun bakıyordu ama gülümsemesi canlıydı. "Toplantınız yeni mi bitti?" diye sordum. İkinci laboratuvarın yerinin belirlenmesiyle beraber alınacak kararlar da çoğalmıştı. Bazen buraya gelsem bile Ilgaz'ın yüzünü göremediğim oluyordu.
"Evet." dedi saçımı serbest bıraktıktan sonra. "Sana haberlerim var." Bir iki adım geri gittiğini gördüm. "Ama bekleyebilirler. Çalışmanızı bölmeyeyim." Gidip arkada duran yer minderlerinin üzerine oturduktan sonra kollarını belinin yanına yasladı. Hale gözlerini kısmış bize bakıyordu. Gülümsemem sönerken onun burada olduğunu unuttuğumu fark ettim.
"Bence artık bana ihtiyacın yok." diye söylendi. "Lider buradayken bana düşmez." İtiraz edecek gibi oldum ama onu da sabahtan beri esir almıştım. Biraz dinlenip kendi işlerine bakması gerekebilirdi. Dar girişten geçip gözden kaybolmadan önce "Teşekkür ederim." diye seslendim. Bana elini salladı.
"Düştün elime." Tenimle neredeyse bütünleşmiş olan eldivenleri zar zor çıkarıp bir köşeye bıraktım. "Öyle oldu." diye mırıldandım. "Canımı çıkarırsın şimdi." Buzlukta bir kez ondan yardım isteme hatasına düşmüştüm ve ertesi gün belimin ağrısından yatağımdan zar zor doğrulmuştum. Ben öğrenene kadar asla bırakmıyordu.
Hale'nin benim için hazırladığı kırmızı bandajı parmaklarımın arasına dolamaya başladığımda Ilgaz da kendi kendine söylenmiş, kalkıp yanıma gelmeye karar vermişti. "Seni rahat bırakacaktım ama daha bunu bile beceremiyorsun." Bandajı kendi eline alıp elimi düz tutmamamı sağladı ve parmaklarımın arasından geçirdi. Sağ elime de dolanan sargıyla beraber artık daha çok başarısız hissetmeye tamamen hazırdım. "Başla bakalım."
Duvardan sağlam zincirlerle sarkan boks torbasının önünde durdum. Bana öğretildiği gibi üst kısımlara bir yumruk geçirmeyi denedim. İkincisinde Ilgaz beni durdurdu. "Böyle yaparsan eline zarar verirsin." Baş parmağımı tutup daha uygun gözüken bir konumda tuttu. "Bir bacağını önde tut, omzunu hareket ettir biraz." Daha buna benzer onlarca uyarıyı arka arkaya sıralarken ben yumruklarımı sertçe parlak kumaşa geçirmeye devam ettim. Tok sesler eşliğinde kulağıma ulaşan Ilgaz'ın cümleleri beni motive mi ediyordu yoksa şevkimi mi kırıyordu emin değildim ama bir süre sonra beni kendi hâlime bıraktığını anladım.
Geri çekildiğimde sabah aceleyle giydiğim gri baskılı tişörtümün sırtıma yapıştığını fark ettim. Göğsüm hızla inip kalkıyor, nabzım deli gibi atıyordu. "Fena değil ama sana bundan daha canlı bir şeyler gerek." dedi hafifçe ileri geri sallanan torbayı göstererek.
"Ne gibi?"
"Benim gibi."
"Sana mı vurayım?" Kafasını sallayıp bir anda pozisyon aldığında ellerimi burnumun ucunda temkinli bir şekilde hazırda tuttum. "Hadi." diye teşvik etti beni. Aynı zamanda geri geri gidiyor minderlerin olduğu kısma geçmemizi sağlıyordu. Tabanlarımın altındaki yumuşaklığı hissettiğimde sağ elimi sıkıp öne doğru atıldım. Ilgaz birincisinden kaçtı ama sol yumruğum avcunun içine hapsolmuştu bile. Ayak bileklerime bir şeyin dolandığını hissettiğimde çok geçmeden yerdeydim. Sırtım mindere çaptığından odada tok bir ses yankılandı ama toprak bu sesi çoktan yok etmişti. "Biraz dinlen." dedi Ilgaz kalkmamamı işaret ederek.
Canımın yandığını belirten bir ses çıkardım. Ellerim iki yanıma düşmüş, saçlarım çoktan tokadan kurtulmuşlardı. Gözlerimi acıyla kapatmadan önce Ilgaz'ın endişeli yüz ifadesiyle karşı karşıya kaldım. "Peri?" diye seslendi. Cevap vermedim. Üzerime doğru eğilmiş, parmaklarıyla yanaklarımı tutuyordu. "İyi misin?" Yine cevap vermedim. Biraz doğrulup bana elini uzattı. "Kalk hadi, bir bakalım." Yüzümü buruşturarak eline uzandım.
Parmaklarını bileğime doladığında gülüşümü durdurmaya bile çalışmadım. Kolumu kendime doğru çektim, birkaç santim yana kayıp onu mindere düşürdüm. "Sen de dinlen biraz." dedim alayla. Derin bir nefes verdi ve bulunduğu yere iyice sırtını yerleştirdi. "Uykum var." diye söylendi. Gözlerini kapatmış, ellerini de karnının üzerinde birleştirmişti. Ona doğru döndüm. Dirseğimi büküp başımı elimin üzerine yerleştirdiğimde parmaklarım çoktan saçlarının arasına dalmıştı.
"Uyuyabilirsin." diye fısıldadım. "Ben seni korurum."
"Olmaz." dedi uykulu bir sesle. "Daha son pratiğimizi yapacağız."
Yarın... Aylardır hazırlandığımız yarışma kısmen benim neden olduğum aksilik sonrası yarına ertelenmişti. Bugün de son provamızı alacaktık. Hâlâ gerçekmiş gibi hissetmediğimi kabul etmeliydim. Heyecanım kül olup uçtuğundan beri asla aynı umutlarla hareket edemeyeceğimin farkındaydım ama elimden geleni yapacaktım.
"Sonunda buldum sizi." Kafamı sesin geldiği yöne çevirdiğimde Uraz'ı ve yanında duran kısa boylu sarışın çocuğu gördüm. Ilgaz duruşunu düzeltmiş, hemen ayaklanmıştı. "Eray'la her yerde seni aradık." dedi Ilgaz'a bakarak. Çocuk ona ulaştığında kısık sesle bir şeyler anlatmaya başladı, birlikte salonun dışına doğru ilerlediler.
Uraz ve Ilgaz o günden sonra aralarındaki sorunu halletmişler miydi bilmiyordum, benim yanımda konu bir daha açılmamıştı ama aralarındaki soğukluğu biraz da olsa hissedebiliyordum. Daha çok Ilgaz mesafeli davranıyordu. Uraz'ın takılmalarına karşılık vermiyor ya da yaptığı şakalara zoraki gülüyordu. Bunun nedenini onun gerginliğine bağlıyordum. Aldığı sorumlulukların yükü çok fazlaydı ve hâliyle yoruluyordu.
"Sana bunu getirdim." dedi Uraz elindeki minik şişeyi bana doğru uzatarak. "Başına bir şey gelirse en son çözüm bu, unutma." Buzlu camdan oluşan küçük şişenin içindeki karamel rengi sıvıyı görebiliyordum. Bu, vücudunda rya taşıyan kişileri etkisiz hâle getirmeye yarayan ilaçtı. V şeklinde iki küçük kolu vardı ve sıkıştırma sonucu dışarıya bir gaz bulutu salgılıyordu. Rya taşıyan kişiler bunu soluduklarında birkaç saniyeliğine nefessiz kalıyorlardı. "Sağ ol." dedim şişeyi eşofmanımın cebine koyarken. Şişe minik olduğundan pek belli olmuyordu.
"Şu çıkan yangınla ilgili yeni bir şeyler buldum."
"Bir dilek hakkım varmış ve onu da yangınla harcamışım değil mi?" Lütfen öyle olsun.
"Korkarım durum bundan daha karmaşık. Edindiğim bilgilere bakılırsa senin Storm ile doğrudan bir bağlantın var."
"Nasıl yani?" Storm diye bahsettiği şeyin Akel'in kullandığı yapay zekâ olduğunu anlamam biraz uzun sürmüştü.
"Hafızanın tümünü o makineye devretmişsin gibi görünüyor. Bu da aranızda bir bağ oluşturmuş. O senden anılarını alırken bunu yapmak için bazı yetkilerini de sana vermiş olmalı. Storm'un yarı yöneticisi gibisin."
Kaşlarımı çattım. Yani bir makine benim anılarımı kendine almıştı ve onunla nerdeyse aynı yaşanmışlıklara sahiptim. İşlem sırasında da onu yönetme hakkına sahip olmuştum. "İyi de verdiğim emir biraz uçuk değil mi? Laboratuvardan kilometrelerce uzakta bir binayı yakmasını istedim. Bu nasıl mümkün olabilir ki?"
Uraz alnını kaşıdı. "Asıl korkunç yanı da bu. Akel'in bu şehirdeki her şeye erişimi olması lazım bunun için. İkinci laboratuvara sızdığımızda daha kesin bilgiler edinebilirim."
Sıkıntıyla bir nefes verdim. Çözelim derken düğüm daha da karmaşıklaşıyordu. "Şu an seni diğer odaya ışınlamasını söylesem yapabilir mi acaba?" Uraz'ın gözleri şaşkınlıkla açıldı. Öylesine sormuştum ama merak etmiyor da değildim.
"Bundan sonra ne dilediğine dikkat etsen iyi olur." diye öneride bulundu. Kafamı salladım. Ilgaz'ı bir saniyeliğine kapıda görünce "Ilgaz'a anlattın mı?" diye sordum.
"Sen söylersin." diye geçiştirdi. "Benim geri dönmem gerek."
Uraz söylediğini yapmak için geri döndüğünde Ilgaz onun yanından geçip gitmişti. Durumlarına üzülüyordum çünkü arkadaşlıklarına hayran sayılırdım. Onları birbirlerinin yanından birer yabancı gibi geçerken görmek can sıkıcıydı.
Ilgaz "Gidelim mi?" diye sorduğunda onu onaylayıp eşyalarımı topladım. Son kez sığınaktaki gidişatı kontrol etmeyi bitirdiğinde geçitlere yöneldik. Fazla karanlık sayılmazdı ama destekleyici kalın tahtalara rağmen toprağın üzerime yıkılacak gibi durması nefeslerimi sıkıştırıyordu. Yeryüzüne en yakın çıkış eski buzluğa yakın bir bölgeyeydi, oralar artık çok güvenli sayılmadığından biraz daha yürümek zorundaydık. Ilgaz beni her zaman ilerlediğimiz sağ taraf yerine sola doğru yönlendirdiğinde havanın ağırlaştığını hissettim. Nem neredeyse çıplak kollarıma yapışıyordu. "Burası nereye çıkıyor?" diye fısıldadım.
Ayaklarımın altındaki toprak yukarı doğru eğimli bir hâle gelmeye başlayınca çıkışa yaklaştığımızı anladım. "Birazdan göreceksin." diye sessizce cevapladı sorumu. Yaklaşık bir yirmi adım sonra başımızın üzerinde duran kapağı fark ettim. Ilgaz geri çekilmemi işaret edip kapağı hafifçe yukarı doğru itti ve gözleriyle çevreyi taradı.
Etrafta kimsenin olmadığına kanaat getirmiş olacak ki üzeri yaprak ve dallarla kamufle edilmiş kapağı tamamen üzerinden atıp kollarıyla kendini yukarı çekti. Elini bana uzattığında hâlâ etrafı kontrol ettiğini gördüm. Bir ormanda ya da ona benzer bir yerde olduğumuz söylenemezdi çünkü ağaçlar fazlasıyla bodurdu. Arada sırada duyduğum motor sesleri de otobana yakın olduğumuzu gösteriyordu.
Ilgaz kapağı özenle eski yerine yerleştirdikten sonra etrafına ayakkabısının ucuyla toprak atmaya başladı. Etraftan bulduğu çalı çırpıyı da çıkmaya çalışırken aşındırdığımız bölgeleri örtmek için kullanmıştı. "Bu taraftan." dedi yokuşun aşağısını göstererek. Elini tutup arkasından onu takip ettim. Yavaş ilerliyorduk. Ki bunun faydasını da arabalarını kenara çekmiş, bir şeyler yiyen aileyi çok önceden fark ettiğimizde anladık.
Buralara araba pek girmediğinden, zaten bu yerimizi belli ettiği için tehlikeliydi, metrelerce yürümek zorunda kaldık. İyileşenler sığınaktan çok fazla çıkmıyorlardı ama gerekli olduğunda da böyle uzun bir yolu yürümek zorunda kalıyorlardı. Ki Uraz, Ilgaz ve ben bunu her gün yapıyorduk. Sadece bugün farklı bir noktadan yüzeye çıkmıştık. Yoksa şimdiye kadar bir taksi durağı bulmuş olmamız gerekirdi.
Yaptığımız yolculuk boyunca Ilgaz'a yangının neden çıktığını, Storm ile aramdaki olası bağı, kısacası Uraz'dan edindiğim bütün bilgileri anlatmıştım. Dikkatle dinledi ama çok şaşırmadı. Mantıklı bir açıklama olduğundan fazla soruya da gerek kalmıyordu.
Neyse ki enerjim tam olarak tükenmeden şehrin garajını görebildim. Bu da bizim şehir merkezinden ne kadar uzakta bir yerden çıkmış olduğumuzu gösteriyordu. Ilgaz hemen garaja bir taksi çağırmak için telefonuna sarıldı. Çok fazla yolculuk etmemiştim ama burada bir taksi durağı olduğunu hatırlıyordum. Etrafa bakınmalarım sonucu bulduğum uzakta görünen sarı tabelayı Ilgaz'a gösterdiğimde aramasını sonlandırmıştı.
Arabanın arka koltuğuna kurulup başımı da Ilgaz'a yasladım. Ancak o zaman ne kadar yorulduğumu anlayabilmiştim. "Kocaman bir hamburger istiyorum." diye bildirdim. "Bir de büyük boy patates." Ilgaz'ın güldüğünü başımı yasladığım omzunun sarsılmasından anladım. "Bir de dansçı olacaksın." diye hayıflandı.
"Her dansçı biraz yağı hak eder."
Ilgaz beni onaylamayan sesler çıkarsa da Pandia'ya varmamıza az bir süre kala telefon açıp iki hamburger menüsü sipariş etti. Sabah yediğim fıstık ezmeli bir dilim ekmekten sonra bu öğün bana çok iyi gelecekti.
Asansörü kullanarak her zamanki çalışma odamıza çıktık. Ben arkaya yerleştirdiğimiz kıyafetleri düzenlerken Ilgaz da resepsiyondan bir telefon aldı. Kurye yemeklerimizi aşağı bırakmıştı anlaşılan. "Ben hemen alıp geliyorum." dedi Ilgaz kapıdan çıkarken. Camları açıp odanın biraz havalanmasını sağladım.
Yaklaşık bir saat sonra sahne kıyafetlerimiz gelecekti. Son kez kostümlerimizle beraber prova yapacaktık. Onun öncesinde dansı birkaç kere tekrar etsek iyi olurdu, bu yüzden erken gelmiştik. Üzerimdeki terli tişörtü çıkarıp yenisi giydim. Kıyafetler geldiğinde kısa bir duş alsam iyi olurdu.
Kapının otomatik açılma sesiyle eş zamanlı Ilgaz'ın neşeli cümlesini duydum. "Siparişiniz geldi efendim." Elindeki iki poşeti gururla önüme bıraktığında vakit kaybetmeden paketleri açtım. "Hadi otur, soğumadan yiyelim."
Tam karşıma geçip bacaklarını birbiri üzerine atınca kolasını uzattım. "Mayonez koymamışlar." diye bildirdim poşetin içine iyice bakarken. Ama yoktu. Ilgaz'ın üzüldüğünü görebiliyordum çünkü mayoneze bayılırdı. "Ketçap yemeyi deneyebilirsin." dedim.
Yüzünü buruşturdu. "Onu nasıl yiyorsun bilmiyorum, çok ekşi." Patatesimden alıp kırmızı sosa daldırdım. "Bak böyle." Beni umursamayıp ekmeğini yemeye koyuldu. Bir süre sessizce yemeklere odaklanıp karnımızı doyurmaya çalıştık. "Bana yeni haberlerin olduğunu söylemiştin." dedim peçeteyle dudaklarımı silerken.
Ağzındaki lokmayı çiğnedikten sonra "İkinci Akis'e sen, ben ve Uraz gideceğiz." dedi. "Bir ekip de her ihtimale karşı dışarıda bekleyecek."
"Ne zaman?"
"Cumartesi gününün gecesi."
Bir süre bugünün hangi gün olduğunu hatırlamaya çalıştım. Yarın çarşambaydı ve bu da demek oluyordu ki sadece dört gün vardı. "Nasıl gireceğiz peki?"
"Dördüncü ekipten edindiğim bilgilere ve senin rüyana göre orada herkes siyah pelerin, cüppe tarzı bir şeyle geziyor. Sanki Akel birinci laboratuvarda yapamadığı her şeyi burada denemiş gibi."
"Yani bizde kendimize birer pelerin edineceğiz."
"İyileşenler onu halledecek. Bir kod ya da şifreleri olabilir, elbiseler özel bir kumaştan dikilmiştir belki de. Hepsini araştıracaklar." Kafamı sallıyordum ama endişelenmediğim söylenemezdi. İçeceğimin dibinde kalanı bitirmek için uğraşırken Ilgaz da poşetleri iç içe koymaya başladı. "Şu kâğıdı kim yazmış diye araştıracaktın, ne oldu?"
Hazar'la tost yediğimiz mekâna geri gitmiştim. Esrarengiz bir durumdu çünkü kâğıdı aylar sonra bile fark edebilirdim. "Kâğıdı yere düşürdüğümü söyleyen kızla görüştüm, gerçi o koymuş olsa bile doğruyu söyler miydi emin değildim ama biraz üzerine gidince kameralara bakmamda bana yardımcı oldu."
"Bir şey çıktı mı?"
"Hayır, gerçekten de cüzdanımı çıkarırken cebimden düşmüş ama kimin yerleştirdiği belli değil."
Çöpleri götürmek için ayaklandığında ben de onunla beraber kalktım. "Odanda girenin ve kâğıdı yerleştirenin aynı kişi olduğunu düşünüyorum. Mahalledeki çoğu kamera bozuk ve görüntüler varsa bile silinmiş olmalı."
"Sence neden evime girdi?"
"İnan ki hiçbir fikrim yok."
Ben ellerimi yıkamak için lavabolara doğru ilerlerken Ilgaz da merdivenleri inmeye başladı. Tahmin yürütemiyordum, odamın her yerini aramıştım ve eksik herhangi bir şey yoktu. Bana zarar vermek mi istemişti? Belki de Akel artık ona hizmet etmemin imkânsız olduğunu anlayıp beni ortadan kaldırmaya çalışmıştı.
Elimi yüzümü yıkayıp odaya geri döndüğümde vakit kaybetmeden ısınma hareketlerine başladım. Ilgaz Lovely şarkısını tekrara almış, hemen yanıma gelmişti. Artık hataya yer yoktu ama kafamı boşaltamadığımdan bir iki kez sağ elimi kullanacağıma diğerini kaldırmıştım. Bu yüzden birkaç kere tekrar etmemiz ve sık sık ara vermemiz gerekmişti.
Yere çökmüş suyumu içerken Ilgaz "Devam edelim mi?" diye sordu. Kapının tıklatıldığını duydum. Ardından bir kadın sesi duyuldu. "Kıyafetlerinizi getirdim gençler." Ilgaz kapıya ilerleyip kartıyla kilidi açarken ben de arka bölmeye geçtim. Elbisemi giymeden önce duş almam gerekiyordu. Katlayıp düzenli bir şekilde kenara yerleştirdiğim eşyalarımın içinden havlularımı ve küçük makyaj çantamı buldum.
"Kırışmasın, şuraya koyayım." Ilgaz kollarıyla tuttuğu elbise kılıflarını sandalyenin üzerine yerleştirdi. "Ben hemen duş alıp geliyorum." dedim. Kendi kostümünün fermuarını açmaya çalışıyordu. Onu bekletmemek için hızlı davrandım. Üst katta bulunan küçük duş bölümlerinde vücudumu kısaca suyun altında dinlendirdim. Saçlarımı tarayıp kuruturken çoktan esnemeye başlamıştım bile. Dişlerimi de fırçalamayı bitirince havluları çamaşır makinesine yerleştirip çalıştırdım.
Odaya geri döndüğümde aynadan üzerindekileri kontrol eden Ilgaz'la göz göze geldim. Siyah ipek gömlek v yakasıyla boynunu açıkta bırakırken siyah kumaş pantolonu da bacaklarını sarmıştı. Bir süre ne diyeceğimi bilemedim. "Çok yakışmış." diye mırıldandım sonunda. Gözlerini açmış bana bakarken doğru kelimeleri bulmakta zorlanmıştım.
Güldüğünü gördüm. Küçük gamzeleri gözlerimin önüne serildi. "Ağzını kapat." diye uyardı beni. O söyleyene kadar dudaklarımın ayrık durduğunun bile farkında değildim ama uyarısıyla beraber dişlerimi birbirine bastırmıştım.
Bakışlarımı ondan ayıramıyordum yine de artık giyinsem iyi olurdu. Parmaklarımla arka kısmı gösterip "Ben de giyineyim o zaman." dedim. Gülüşünü silmeden başını salladı. Biraz hayran kalmış ve bunu da belli etmekten çekinmemiş olabilirdim. Sadece doğru tepkiler vermiştim o kadar.
Eteğimin açılacağını göz önünde bulundurarak yapılmış kısa şortu ve yarı opak çorabımı bacaklarıma geçirdikten sonra elbisemi giydim. Beyaz hafif bir kumaştan yapılmıştı ve üzerimdeki ağırlığını asla hissetmiyordum. Boynuma takmam için küçük bir kumaş vardı ama onu es geçtim, şu anlık gerek yoktu. Bacaklarımı esnettikten ve kıyafetlere alıştıktan sonra içeri geri döndüm. Ilgaz aynanın karşısında dikilmiş, telefonuyla ilgileniyordu. Sessizce, çoraplarım zeminde ses çıkarmamı engelliyordu, ortaya ilerledim. "Başlayalım mı?"
Daha önce bu kıyafetleri birbirimizin üzerinde görmemiştik çünkü gerekli değildi ama Umut Hoca o yangından sonra daha temkinli olmaya çalışıyordu. Ona hak vermiyor değildim. Benim de tek umudum olan yarışmanın yapılacağı yerde yangın çıksa daha dikkatli davranır, her şeye endişelenirdim.
Ilgaz ona seslendiğimi duyunca başını telefonundan kaldırıp bana baktı. İfadesinin yumuşadığını gördüm. Saçlarımı tam kurutamamış olmalıyım ki ensemde bir soğukluk hissettim. Ilgaz tam önümde durdu ve parmaklarıyla elimi kavradı. Kahve bakışları gözlerimdeyken dudakları elimin üzerine bir öpücük kondurdu. Derin bir nefes aldığını, dudaklarının aralandığını fark ettim.
"Ağzını kapat." dedim az önceki sözünü tekrarlayarak. Güldü. Gülerken kısılan gözlerini, yanağında oluşan çukuru sevdim. Dans ederken eteklerimin uçuşmasını, ayaklarımın yerden kesilmesini sevdim. Ben dizimi kırıp yere koyduğumda Ilgaz'ın sırtıma yaslanan sıcaklığını, boynuma kondurduğu buseyi sevdim.
Ben onunla yaptığım, onun yanındayken hissettiğim bütün duyguları sevdim.
Koreografinin sonuna yaklaşırken sırtımı Ilgaz'a dönmüş, avuçlarımı kulaklarıma bastırmıştım. Bir vuruş sesiyle dirseklerim havaya kalkarken üzgün bir ifadeye büründüm. Yavaşça arkama dönmeye başladım. Şampuanımın kokusu burnuma ulaştı, gözlerim Ilgaz'ı bulduğunda çoktan bana yaklaşmış, son hareketimiz için beklediğini gördüm. Parmakları enseme dokundu. Beni omzuna yönlendirmesi, alnımı yaslamamı sağlaması gerekiyordu ama yapmadı. Onun yerine gözlerinde saklamaya çalışmadığı bir duyguyla beni izledi. Ne yapıyorsun, diye soracak oldum. Ama yapmadım.
Parmakları tenimi okşarken bana doğru bir adım daha attı. Khalid'in "welcome home" dizesini melodi eşliğinde seslendirmesini dinledik. Ilgaz'ın fısıltısını az kalsın duyamıyordum.
"Eve hoş geldin." dedi dudaklarımın üzerine. Kirpiklerim bir açılıp bir kapandı. Nefeslerim sıklaşırken bekledim. Ev... Anılarım... Ilgaz. Bir sıcaklık göğsümün tam ortasına yerleşti. "Hoş buldum." diye mırıldandım. Ilgaz'da bulduğum her şey sevgi, şefkat, mavilikler, hoş soğukluk, ışıltılı bakışlar... Hepsi için minnettardım. Hayatıma dahil olduğu, gelip beni bulduğu ve kendini hatırlattığı için de şanslıydım. O gelmeseydi ne olurdu diye düşünmek istemiyordum, o gelmişti ve işte şimdi de bana bu gözlerle bakıyordu.
Şarkı son buldu ve tekrar başladı. Ilgaz bana biraz daha yaklaştı. Karşımdaki gözleri izlerken nefes almaya odaklandım. Yüzü benimkine yaklaşırken burnumun ucuna dudaklarını bastırdı. "Geri çekilme aurora." dediğini duydum. Zamanın körelttiği ama hâlâ olabildiğince net hatırladığım o soğukluğu hissetmeye hazırlandım.
Ilgaz'ın dudakları dudaklarıma dokunduğunda yanaklarım şiddetli bir soğuklukla doldu. Geri çekilmemeye çalıştım. Ilgaz'ın yüzünde mavilikler dolaşıyordu, usulca gözlerimi kapattım. Onu öptüğüm ilk sefer değildi ama kalbimin her seferinde bu kadar hızlı çarpacağını biliyordum.
Ilgaz'ın parmakları yavaşça ensemden ayrıldı. Boynumda ellerini hissettim. Dudakları beni terk ettiğinde kirpiklerimi araladım. "Neden?" diye sorabildim sadece. Kast ettiğim bu garip soğukluktu ve Ilgaz ne demek istediğimi hemen anlamıştı. "Dudaklar derimizin en ince olduğu yerdir." dedi bir parmağı dudaklarıma dokunurken. "Kılcal damarlarımız yüzeye yakın olduklarından dudaklarımız kırmızıdır." Bunu biliyordum ama soğuklukla ilişkilendirmek için zihnimin şu an olduğundan daha berrak olması gerekirdi. Anladığımı belirtmek adına kafamı hafifçe sallarken gözlerimi ondan çekmedim. "Bana böyle bakmanı o kadar çok seviyorum ki..."
"Nasıl bakıyorum?" diye sordum. Gülümsedi ve kafasını iki yana salladı. Dudakları kısacık dudaklarımın üzerine bir buse daha kondurdu.
"Anlatamam." dedi. "Sana aurora diyorum ama bu kelimenin bile yeterli olmadığına eminim."
Alnımı az önce yapmamız gerektiği gibi omzuna yasladım. Saçlarımın üstünde sıcak bir baskı hissettim. "Benimle akşam yemeği yer misin?" diye sordu. Bunu buzluk yerle bir olmadan önce de konuşmuştuk. Beni bir yere götürmek istediğini söylemişti. Araya birçok şey girmiş olmasına rağmen teklifini yineliyordu.
"Olur tabi." dedim gülümseyerek. "Ama dinlenmem için biraz zaman verirsen sevinirim."
Az önceki gibi dudakları tekrar elimin üzerini buldu. "Bütün zamanlarımın, sana ait olduğunu söylemiştim." Her şeye alışabilirdim fakat böyle bir anda ortaya çıkan cümlelerine alışabileceğimi sanmıyordum. Sol tarafımdaki sıcaklık yanaklarıma nüfuz etmeye başlamıştı. Dudaklarım bir açılıp bir kapandı. "O zaman ben gideyim." dedim kısık bir sesle.
Ilgaz yavaşça kafasını salladı. "Nasıl istersen." dedi. "Seni sekiz, sekiz buçuk gibi alırım."
Dinlenme süremi heba etmemek için hızlı hareket ettim. Üstümdeki zarif beyaz elbiseyi çıkarıp kılıfına koydum. Sabah giydiğim eşofman ve tişörtümü bir poşete atarken az kalsın cebindeki ilacı fark edemiyordum. Uraz'ın verdiği ilaçtı bu. Havanın rüzgârlı olduğunu varsayarak yanıma aldığım ceketimin iç cebine yerleştirdim şişeyi. Bir diğer poşet de yıkansınlar diye makineye attığım havlular içindi.
Çok geçmeden evimin yolunu tuttum. Sabahki hoş sıcaklığın yerini kara bulutlara bıraktığını gördüm. Gök gürlüyordu ama yağmur yağmıyordu. Yine de biraz aceleyle yürüdüm. Yağmura yakalanıp hasta olmak ya da esen rüzgârdan nasibimi almak istemiyordum. Ceketimin fermuarını çekip önümü kapattım.
Poşetleri taşımaktan buz kesmiş parmaklarım anahtarı kilide yerleştirirken biraz zorlandılar. Nihayet kapıyı açabildiğimde yüzüme vuran evin ılık havasıyla beraber içeri adımladım. Kapının önünde bıraktığım ayakkabılarımı içeri aldım ve eş zamanlı İkra'nın bana seslendiğini duydum. "Peri?"
Poşetleri banyoya bıraktıktan sonra salona indim. "Yüzünü gören cennetlik." dedi izlediği filmden gözlerini bana çevirerek. Koltuğa uzanmış, kalın bir battaniyeyi de üzerine çekmişti. Yanaklarının kırmızılığı dikkatimi çekti. Hemen yanına ilerleyip ateşini kontrol ettim. "Baha seni bırakıp gitti mi?" dedim sesimdeki kızgınlıkla. Aslında buna hakkım yoktu. Baha gece gündüz onun yanında kalıyordu ve ben de kendi meşguliyetlerimle uğraşıyordum ama İkra'yı yalnız görünce endişelenmeden edememiştim.
"Canım tatlı bir şeyler istedi. Onu markete gönderdim." Ateşinin olmadığına kanaat getirince ayaklarını uzattığı kısma ilerledim. Bacaklarını kucağıma koymasını sağlayıp battaniyenin altına sokuldum. "Güzel mi?" diye sordum ekrandaki kuşla konuşan çocuğu izlerken. "Konusunu sevdim." dedi İkra." Yarı uykulu yarı açık gözlerimle filmi seyrettim. Yarım saat ya geçmiş ya geçmemişti ki Baha salonun kapısında belirdi. Ceketinin kumaşı yer yer ıslaklıklarla koyulaşmıştı. Koyu saçlarının bir kısmı da alnına dökülmüştü. Nefes nefese kaldığını gördüm.
"Burada olmana sevindim." dedi battaniyenin altında beni zar zor fark ettiğinde. Gülümsedim ve gözlerimi yavaşça açıp kapattım. Baha poşetin içinden çıkardığı üç kabın ikisini bize uzattı. Paketin üzerinde bulunan kaşığı alıp birkaç lokma yedim. Baha bizim oturduğumuz koltuğun önündeki boşluğa oturdu. "Sabah Baha'nın evini görmeye gittik. Ada ile Hazar da geldi. Keşke siz de gelseydiniz." dedi İkra. Bahsettiği saatlerde ben muhtemelen Ilgaz'la beraber tünellerde yolumu bulmaya çalışıyordum. "Bu haftadan sonra sık sık görüşürüz." diye cevap verdim. En azından öyle umut ediyordum. Üçümüz sessizce filmi izledik.
Sonlarına doğru uykuya dalmış olmalıyım ki İkra'nın sesiyle gözlerimi açtım. "Boynun ağrıyacak." diye beni uyardı. Telefonuma uzanıp saati kontrol etmeden önce gözlerim pencereye kaydı. Güneş neredeyse batmıştı ve Ilgaz'ın gelmesine de az kalmıştı. İkra'nın yanında kalamadığım için suçluluk duyuyordum. Battaniyenin altından çıktım. "Ilgaz'la yemek yiyecektik." dedim. "Birazdan gelir."
İkra heyecanla atıldı. "Siz şimdi sevgili misiniz?" diye sordu. Cevabımı beklemeden "Biliyordum." diye mırıldanmaya başladı. Yanağını öptükten sonra yukarıya, odama çıktım. Çok abartmaya gerek yoktu. Sade siyah bir elbiseyle rahat ayakkabılarımda karar kıldım. Topuklu giyersem yarın ayağımın ağrısından performans sergilemekte güçlük yaşayabilirdim. Her ihtimale karşı Uraz'ın verdiği şişeyi elbisemin etek kısmındaki küçük cebe yerleştirdim. Artık tam olarak hiçbir yerde güvende değildim. Işıltı haplarından birini dilimin üzerine yerleştirdim.
Ilgaz telefonumu bir kez çaldırdığında ceketimi de giyip elimdeki ayakkabılarla aşağı indim. Evdekilere iyi akşamlar diledim, Baha da arkamdan seslendi. "İyi eğlenceler." Dışarıdaki yağmurun durmuş olduğunu gördüm. Kaldırımlar ve yollar fazlasıyla koyu ve ıslaktı. Evin önünde duran siyah arabaya bindim. "Nereye gidiyoruz?" diye sordum.
Aynalarını kontrol ederken "Salataları iyi olan bir yere." diye cevap verdi Ilgaz. Salata fikrinden pek hoşlanmasam da öğlen yediğim hamburgerin bir şekilde telafisi yapılmalıydı. Radyodan gelen kısık tonlu melodi eşliğinde şık bir mekânın önünde durduk. Ilgaz görevlilere otoparkı sorduktan sonra aldığı direktif doğrultusunda restoranın ara sokağına saptı.
"Gergin görünüyorsun." dedim Ilgaz kapımı açtığında. Dudaklarını dişlemekten neredeyse kanatmıştı. Elimi tutup kendi koluna yerleştirdi. "Sen de güzel görünüyorsun, ben bir şey diyor muyum?" Kesinlikle gergindi. Davranışları seri ve telaşlıydı. Derin derin nefes aldığını gördüm. Garson bize boş bir masayı gösterirken "Yine benim bilmediğim bir plan falan mı yaptın?" diye sordum. Gözlerimi etrafta gezdiriyordum ama bir gariplik görmedim. Sandalyemi çekti ve oturmamı bekledi. Az önceki soruma "Sayılır." diye cevap verdi. "Ama endişelenecek bir şey yok."
Davranışları tam aksini söylüyordu ama kafama çok takmamaya karar verdim. Düşük kalorili olduğunu tahmin ettiğim bir salatada karar kıldım. Ilgaz da benimkinin aynısından söyledi. Ellerini masanın üzerine koydu sonra da aşağı indirdi. "Endişelenmeye başlıyorum." dedim.
"Zormuş." dedi kendi kendine. Masanın köşesinde duran su şişelerinden birini açıp bardağına doldurdu. Yavaşça bir yudum aldı. Garson tabakları önümüze koyduğunda Ilgaz da söze başlamaya hazırlanıyormuş gibi öksürdü. Sandalyemde olabildiğince dik oturup söyleyeceklerini bekledim. "Son günlerde çok fazla şey yaşadık ve bunun sırası olup olmadığından da emin değilim ama..." Parmaklarını elimin üzerine yerleştirdi. "Daha fazla şeyi riske atmadan önce yapmak istediğim bir şey var."
Kısa bir süre masa örtüsünü inceledi. Sonra tekrar gözlerime baktı. "Belki daha çok fazla zamanımız vardır, belki de yoktur. O yüzden senden daha fazla ayrı kalmak istemiyorum."
Gülümsedim. "Seninle aynı evde yaşamamı mı öneriyorsun?" diye sordum. Saçlarını geriye doğru taradı ve sandalyenin üzerine bıraktığı ceketine uzandı. Parmaklarının arasına bir şeyi sakladığını gördüm.
"Hayır." dedi ışıl ışıl bir gülümsemeyle. "Benimle evlenmeni istiyorum."
Bunu kesinlikle beklemiyordum. Ilgaz'ın gergin omuzları söylediği cümleden sonra rahatlamış, yüz ifadesi de yumuşamıştı ama onun heyecanı şimdi de bana geçmiş gibiydi. Ellerimi kucağımda birleştirip parmaklarımla oynadım. Ilgaz az önce ceketinin cebinden çıkarıp eline aldığı kutuyu şimdi de bana doğru uzattı. Parmakları zarifçe kutunun kapağını kaldırdı.
"Ömrünün geri kalanını benimle birlikte geçirmeni istiyorum." dedi tam gözlerimin içine bakarak. "Benimle evlenir misin aurora?"
Zaman mı donmuştu, nefeslerim mi sıklaşmıştı bilmiyordum. Bir kutunun içindeki yüzüğe bir de bana hayatının geri kalanını teklif eden adama baktım. Sesimin doğru düzgün çıkacağından emin değildim ama ilk denememde sözcükler dudaklarımdan döküldü. "Dünya'nın sonu geldiğinde yanında olacağıma söz verdim." Ilgaz'ın gülümsemesi büyüdü. Yine de o son sözcüğü duymak istediğini biliyordum. "Evet." dedim gözlerimdeki yaşları engellemeye çalışarak. "Evet, seninle evlenirim."
Ilgaz yanıma gelip beni kollarıyla sardığında bu anı aklıma kazımaya çabaladım. Yüzüğü parmağıma takınca ağırlığını bile hissetmedim. Kalbim hızlı hızlı çarpıyor, hafiften başım dönüyormuş gibiydi. Ilgaz'ın dudakları alnıma bir öpücük kondurduktan sonra geri çekildi. Gözlerinin dolduğunu gördüm. Baş parmağımı kirpiklerinin üzerinde dolaştırdım. "Sormana gerek olmadığını biliyorsun Ilgaz." diye fısıldadım. "Her zaman, elimde kalan güzel şeyleri sana vermek için bekliyor olacağımı biliyorsun."
Burnunu çektiğini duydum. Şirinliğine gülümsedim. "Biliyorum." diye mırıldandı ağlamaklı sesiyle. "Neden bu kadar güzelsin ki?" diye hayıflandı, sanki ağlamasının tek sebebi güzel olmammış gibi. Yine de görünüşümden bahsetmediğini anladım. Parmaklarımı saçlarına daldırıp tutamlarını dağıttım. "Hadi yemeğimizi yiyelim."
Gece boyunca Ilgaz'ın kendi kafasında her şeyi belirlemiş olduğunu anladım. Bir an önce nikâh tarihi almamız gerektiğini ve bu konudaki fikirlerimi almak istediğini söyledi. Çok abartılı şeylere gerek yoktu. Ilgaz'la hem fikir olduğumuza sevinmiştim. Aldığımız kararı İkra'ya söylediğimde nasıl bir tepki vereceğini merak ettim. Muhtemelen beni kabarık bir gelinlik giymem konusunda ikna etmeye çalışırdı ama ona kanmayacaktım. "Bahçemize çilekler ekebilirsin." diye öneride bulundu Ilgaz. "Hep bir çilek bahçen olmasını istediğini söylemiştin." Bunu hatırlamasına şaşırdım çünkü ben kendim bile böyle bir isteğimin olduğunu unutmuştum. "Çilek ve böğürtlen..." dedim. "Gerçi bitki yetiştirmek hakkında hiçbir şey bilmiyorum."
"Ben sana yardım ederim." dedi. Bahçedeki lavantaları hatırladım. Hepsi de sıra sıra ve sağlıklı görünüyorlardı. Yemeklerimizi bitirip biraz daha evde yapmak istediği değişiklikleri dinledim. Bir duvarı benimle birlikte çizimlerle kaplamak istiyor, şiirlerle dolu kütüphanesini düzeltmemde ona yardımcı olmam gerektiğini söylüyordu. Evlendiğimizde benim odam ya da onun odasını boşaltacak ve hobilerimize göre düzenleyecektik. Bütün bunları yüzümde tatlı bir gülümseme ve huzurla dinledim. Zaman geçtikçe Ilgaz'ın sesi ve mekânda çalan sakin melodi nedeniyle göz kapaklarım ağırlaşmaya başladı. "Hadi kalkalım, sabah da erken uyanacağız." Ilgaz'ın önerisine itiraz etmedim. O kasaya ilerleyip ödeme yaparken ben de sakince masaların arasında dans eden küçük kızı izledim. Beni fark edince elini salladı. Ona aynı şekilde karşılık verdim. Annesine bir şeyler söyleyip beni işaret etti. Sonra da oturduğum masaya doğru adımlar attığını gördüm.
Çekingen bir şekilde yanıma yaklaştı. "Naber ufaklık?" dedim biraz eğilerek. Bana masaların üzerine konulmuş yapay çiçeklerden uzattı. "Teşekkür ederim, senin gibi çok güzel." Kıkırdadığını duydum. Ona verebileceğim herhangi bir şeyim yoktu ama peçeteleri görünce aklıma bir fikir geldi. "Sana bir kuş yapmamı ister misin?" diye sordum. Uzun sarı saçlarını geriye atıp kafasını salladı ve ben peçeteyi katlarken dikkatle ellerimi izledi.
"İşte oldu." dedim kızla boylarımızı eşitlerken. Kuşu ona uzattım. Elbisemin cebinden bir şeyin kaydığını hissettim ama tutacak vaktim olmadı. Sanırım kırılmadığı için şanslıydım. İlacı alıp tekrar cebime koyacağım sırada kız benden önce davrandı. Parmaklarının sprey kısmında durduğunu fark ettim. "Yapma." dememe kalmadan gaz havaya yayıldı. Etkilenmemek için nefesimi tuttum ve gözlerimle Ilgaz'ı aradım. O bizden uzaktaydı ama elleriyle burnunu kapattığını ve yüzündeki şaşkınlık ifadesini gördüm.
Gazın yoğunluğu gözlerimi yakıyordu. İlacın bu kadar çabuk etrafa dağılmasını beklemiyordum. Ve belki de sarışın küçük kız spreyi sıkmasa bunu asla öğrenemeyecektim. Nefessizlik boğazımı yakarken gözlerim telaşla etrafta dolaşmaya devam etti. Şaşkındım. Hissettiğim şey daha çok dehşetti.
Beni dehşete düşüren şişenin toplum içinde kullanılmış olması değildi, beni şaşırtan restoranda masalarında oturan müşteriler ve elindeki tepsilerle etrafta dolaşan garsonlardı. Peçeteden yapılma beyaz kuşu elinde tutan kız ve ebeveynlerinin yanında oturan küçük çocuklardan bazıları hariç restorandaki herkes... Gürültüyle boğazlarına bir şey kaçmış, nefes alamıyorlarmış gibi öksürmeye başlamıştı.
,
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.45k Okunma |
141 Oy |
0 Takip |
31 Bölümlü Kitap |