101. Bölüm

100. Bölüm

Binnur Tombaş
yikim2024

*********

3 Ay Sonra...

Saat 06.32

Ağustos ayının ortalarıydı. Şırnak, bir gün önceki gibi yakıcı bir sıcağın kurak toprakları kavurduğu, öğleden sonra insanları evlere, dere kenarlarına, ağaç gölgelerine kaçırdığı, sokaktaki hayvanları halsiz bıraktığı, başlara geçen güneş sebebiyle acillerin dolduğu bir güne daha uyanıyordu. Toprak sahipleri öğle sıcağına kalmamak için sabah erkenden tarlalarına gidiyor, hasat vakti olduğu için biçerdöver sesleri köyleri ve tarım alanlarını dolduruyordu. Karpuzlar toplanıyor, kavunlarla birlikte kamyona yüklenip pazarın yolunu tutuyordu. Şehirde balkonlar, köylerde kapı önleri kurutulmuş domates, biber ve patlıcan asmalarıyla doluydu. Kışlık salça hazırlıkları başlamıştı bile. Pamuk tarlalarında pamuklar yavaş yavaş koza açıyor, horozlar ötüyor, tavuklar gıdaklıyor, çan sesleri duyuluyor, sütler sağılıyor; banka kapıları açılıyor, karakollar kavga eden köylülerle doluyor, sınır ötesinde her gün yeni bir olay oluyor, adliyede evraklar, belgeler, soruşturmalar havada uçuşuyor, bakkal kepenkleri kaldırıyor, fırıncı ekmeğini yapıyor, imam selaları okuyor, hayat bir şekilde bir eksik, bir fazla devam ediyordu.

Yaren, evin karşısındaki mısır tarlasından yükselen biçerdöverin sesiyle başını yastığın altına soktu. Kulaklarına bastırıp sinirle soludu. Üç gündür aynı sesle uyanıyordu ve her akşam işten yorgun argın döndükten sonra, yine her sabah nefretle gittiği işine böyle uyanmak istemiyordu. Biçerdöverin sesine bahçedeki Fındık'ın havlamaları da eşlik ederken oflayarak yatakta doğruldu. Yanında, top patlasa uyanmayacak Aslı'ya bakıp, komodinin üstündeki saate göz attı. Yediye geliyordu. Boynunu esnetip banyoya geçti. Elini yüzünü yıkayıp odadan çıktı.

Hazan, açık balkon kapısından giren rüzgarla yorganı bir kenara itmiş, Fırat'ın tişörtüne sıkıca sarılmış uyuyordu. Dün gece adliyeden saat ikide dönmüş, duş aldım, yemek yedim, kızlarla biraz oturdum derken ancak üç buçukta yatağa girmişti. Çıkarıp attıktan sonra toplamadığı kıyafetleri odanın çeşitli yerlerinde duruyordu. Fırat'a duyduğu özlem, günden güne ağırlaşırken kalbinin üstünde büyüyen bir tümörden farksızdı. Ağrıyor, canını yakıyor, kanıyor, nefes aldığı her anı zehrediyor, yaşama hevesini elinden alıyordu. Bunun bir sonu olacağını bilmesine rağmen sonsuza kadar böyle yaşamak zorunda kalacakmış gibi hissediyor, derin bir umutsuzluğa kapılıyordu.

İki ay önce Aslı ve Yaren'le birlikte Şırnak'a dönmüştü. Adalet Bakanına Fırat'ın davası ve VASÖ'yü çökertmek için onlara yardımcı olabileceği konusunda ısrar etmişti. Fakat Bakan, bunun mümkün olmayacağını, bundan sonrasının devletin kontrolünde olduğunu, görev yeri Şırnak'ken Ankara'da kalmaya devam edemeyeceğini, vaziyet her ne kadar karışık olsa da kuralların gayet net olduğunu söylemişti. Öte yandan VASÖ'nün eli kolu iyice bağlanmıştı. Aylardır, Ankara'daki ana üs binasında tıkılıp kalmış olmak üstler arasında tartışmalara yol açıyordu. Birkaç defa bazı üstler ve ajanlar teslim olmak istemiş, fakat işbirlikçi ülkelerden gelen askerler tarafından vurularak öldürülmüşlerdi. Üs binasının çevresi devletin gönderdiği asker ve polislerle çevriliydi. Dışarıya adım attıkları an öleceklerini biliyorlardı. Herhangi bir çatışma durumunda, yabancı askerlerin izinsiz girdikleri ülke topraklarında bulunmaları medyaya yansırsa işler karışırdı. Kamuoyunun ve diğer ülkelerin tepkisini çekerlerdi. Ortada medyaya yansımış hiçbir makûl ve mantıklı sebep yokken savaş çıkartamaz, çatışmaya giremezlerdi. Bu sebeple VASÖ yönetimi devletle kod ve para üzerinden anlaşma yapmak istiyordu. Devletin ise buna ihtiyacı yoktu. MİT'in uluslararası bağımsız mahkemelerin başındaki kişiler hakkında topladıkları onlarca belge ve delil vardı. VASÖ devletle anlaşma yapmayı beklerken, devlet çoktan bağımsız mahkemelerle masaya oturmuştu.

VASÖ, artık neredeyse tamamen bitmişti. Sadece, bu bitişin resmi kayıtlara geçmesi gerekiyordu. Bu her şey bitti demek değildi. VASÖ ve işbirlikçi ülkelerden fon alamayan terör örgütleri işlerini kendi bildikleri gibi yürütmeye başlamıştı. Irak, Suriye ve İran sınırında silah sevkiyatları artış göstermiş, uyuşturucu ve insan kaçakçılığı olayları patlamış, Hakkari'de bir canlı bomba olayı gerçekleşmiş ve dört gün önce Cizre karakoluna saldırı düzenlenmişti. Üç şehit vardı. Olayla ilgili onbeş kişi tutuklanmıştı. Silopi'de de bir canlı bomba girişimi olmuş, ancak bomba infilak etmeden müdahale edilmişti.

VASÖ varken bu gibi işler sahte evraklar düzenlenerek, bir şekilde dikkat çekmeden, sessizce hallediliyordu. Şimdi ise Devletin VASÖ'yü çökertmesi terör örgütlerini kızdırmıştı ve kendilerince Türkiye Cumhuriyeti'ne baş kaldırıp zarar vermeye çalışıyorlardı. Hazan günlerdir Cizre adliyesinin terör savcısıyla, canlı bomba girişimiyle karakol saldırısının arkasında aynı kişi olabileceği gerekçesiyle ortak bir soruşturma yürütüyordu. Tutuklanan onbeş kişinin, onbeş ayrı dava ve soruşturmasını takip ediyor, otopsi ve balistik raporlarını inceliyordu. Canlı bombanın kaldığı Uludere'deki hücre evine operasyon düzenlenmişti. Evde iki kişi vardı. Biri ölmüş, diğeri sağ ele geçirilmişti. Tüm bunlarla ilgilenirken nefes almaya bile vakti yoktu. Doğru düzgün uyumuyor, yemiyor, içmiyordu. Sürekli MİT, TEM ve diğer kolluk kuvvetleriyle irtibat halindeydi. Başsavcı, Ankara'daki savcılıktan Hazan için koruma talebinde bulunmuştu. Bir makam aracı tahsis edilmişti. Önceleri VASÖ Hazan'ın gizliliğini sağlıyorken, şimdi devlet korumasındaydı.

Yaren, hazırladığı kahvaltı sofrasını kontrol edip çayın altını kısarak mutfaktan çıktı. Merdivenleri tırmanıp Hazan'ın odasına girdi. Yerin yüzündeki kıyafetleri, kapağı açık bırakılmış gardırobu, makyaj masasının üzerine gelişi güzel atılmış sütyeni, gri parkenin üstünde öylece duran devrik losyon ve krem şişelerini inceledi. Açık olan balkon kapısından esen rüzgarla havalanan tül perdeyle kaşları çatıldı. Her akşam açık bırakıp, odaya böcek girince de çığlık çığlığa ona sesleniyordu. Kıyafetlere basmamaya dikkat ederek kapıyı kapattı. Perdeleri açıp yatağa doğru ilerledi. Yavaşça yanına oturdu.

"Hazan."

"Hazan uyan."

"Hı?"

"Uyan, sabah oldu. Hadi."

Hazan, ellerinin arasında sıkıca tuttuğu tişörtü yüzüne bastırdı. Derin bir nefes alarak kokladı. Sırt üstü yattığı yerde Yaren'e arkasını döndü. Gözlerini açtığı an hissettiği tek şey, aylardır olduğu gibi yine Fırat'ın yokluğuydu. Kirpiklerinin arasından bir damla yaş süzüldü. Dizlerini kendine çekip, elli kilodan kırk kiloya düşen bedeniyle yatakta iyice küçüldü. Dudaklarından kaçan hıçkırıkla omuzları sarsıldı.

O sırada Aslı uyanmış ve yanlarına gelmişti. Kapıdan içeri girerken Hazan'ın hıçkırığını duyduğunda gelip Yaren'le aralarına oturdu. Hazan'a sarılıp omzunu öptü. Saçlarını okşadı.

"Ağlama," dedi. "Az kaldı. Gelecek Fırat."

En azından öyle umuyordu. Devlet VASÖ davasını olabildiğince gizli yürütüyordu ve konuyla ilgili Hazan'a bile tek kelime etmiyorlar, davanın hangi aşamada olduğunu bildirmiyorlardı. Hazan, Fırat'tan yalnızca Ömer ağa aracılığıyla bilgi alabiliyordu. O da pek iç açıcı şeyler söylemiyordu.

Fırat artık görüşlere gelmemeye başlamıştı. Ömer ağa dışında ailesinden kimseyle konuşmuyordu. Bazen Ömer ağa geldiğinde bile görüşü reddediyordu. Uzun zamandır Hazan'ı sormaktan da vazgeçmişti. Şırnak'a döndüğünü ve işinin başında olduğunu biliyordu.

İki ay önce avukatı ve Ömer ağayla konuşup, noter aracılığıyla bütün malvarlığını Hazan'a devretmişti. Urfa'daki restoranı, Şırnak'taki 350 dönüm arazisini, 1400 dönümlük 2500 civarı küçük ve büyük baş hayvanın bulunduğu çiftliği ve İstanbul'daki Korkmaz inşaat şirketindeki %20'lik hissesini Hazan'ın üstüne yaptırmıştı. Tüm bunlar; mehir olarak verdiği altınlar, ev ve Şırnak'taki restoranla birleşince yaklaşık 500 milyonun üstünde bir servet ediyordu. Fırat, Ömer ağaya vekalet vermiş, Ömer ağa her iki taraf için işlemleri halletmişti. Son olarak imzası gerektiğinde durumu öğrenen Hazan, karşı çıkmıştı. Şirket hissesindeki devir işlemi gerçekleşirken Saadettin de bu duruma karşı çıkanlardandı. Ancak Ömer ağa şirketin asıl sahibi olarak imza attıktan sonra itirazının bir hükmü kalmamış, istemeye istemeye kabul etmişti. Hazan ise kabul etmemekte ısrarcıydı. Ancak Fırat, beni seviyorsa o imzayı atacak, diye haber gönderince imzayı atmak zorunda kaldı. Geriye kalan, Urfa'daki 250 dönümlük arazinin gelirini de annesi ve Bahar'a bırakmıştı. Ömer ağa da destek oluyordu.

Hazan, Şırnak'taki restoranın başına Aslı'nın geçmesini sağlamıştı. Urfa'daki restorandan, arazilerdeki hasılattan, çiftlikte satılan süt ve etten, şirketin aylık kazancından gelen paraları bir banka hesabında biriktiriyor, tek kuruşuna dokunmuyor, sadece Aslı'ya hakkını veriyordu. Yaren ise Ziraat bankasında gişe memuru olarak işe girmişti. Üç kız, bütün günlerini iş yerlerinde geçirip akşam evde toplanıyordu. Eve ilk gelen yemeği yapıyor, çoğu zaman da Aslı restorandan yemek getiriyordu. Bahçedeki Fındık'la birlikte iyi kötü bir düzenleri vardı. Aslı anne, Yaren baba, Hazan ise çocukları gibiydi.

Ancak Fırat için düzenden bahsetmek olanaksızdı. İyice içine kapanmıştı. Cezaevi yönetimi; mahkumlar sessiz bulup üzerine gidiyorlar, Fırat fevri davranır, kavga çıkar diye yemeklerini hâlâ koğuşta yemesini sağlıyorlardı. Atölye işlerinde yaptığı tek şey yine zımparaydı. Arada, başında bekleyen iki gardiyan eşliğinde mobilyalara monteleme yaptığı da oluyordu. Elinin bu işlere yatkın olduğu belliydi, fakat gözlerindeki, hiç sabaha kavuşmayan karanlık daha fazlasını yapmasına izin verilemeyecek kadar derindi. Cezaevi sınırları içerisindeki spor tesisine de diğer mahkumlardan ayrı olarak götürülüyordu. Kapıdaki gardiyan ve gözetim odasında kameraları izleyen uzman erbaş eşliğinde bir saat, bazen de askeri düzeni bozmadığı, kavgacı olmadığı, disiplinli olduğu için fazladan verilen otuz dakikayla birlikte bir buçuk saat boyunca canı çıkana kadar spor yapıyordu. Bir tek o tesiste spor yaparken biraz olsun iyi hissediyor, Hazan'ı düşünürken kendini unutuyordu.

Hayatta kalmasını sağlayacak kadar yemek yiyor, bazen Hazan'ı düşünerek kendini daha fazlasına zorluyordu. Hapse girmeden evvel 110 kiloluk bir adamken 100 kiloya düşmüştü. Fakat aradaki farkı, her geçen gün giderek artan kas kütlesiyle kapatıyordu. Gözlerindeki donukluk ve göz altlarındaki morluklar dışında ona kimse çökmüş diyemezdi. Daha iri yarı, keskin kas çizgilerine sahip bir adam hâline gelmişti.

Her gece Hazan'ın hayaliyle geçiyordu. Üç ay önceki buluşmalarında sevişemeseler de ona dokunmuştu. Memelerini emmiş, kadınlığını keşfetmişti. Bir daha dokunamayacağını bilerek, içi yana yana karısını sevebildiği kadar sevmişti. Namaza başlamıştı. Hazan dışında kimse yoktu dualarında. Kendisi bile. Bir robottan farksızdı. Günü; spor, kahvaltı, atölye, öyle yemeği, bakım ve temizlik görevi, akşam öğünüyle geçiyordu. Hava almaya bazen çıkıyor, bazen çıkmıyordu. Hazan'ın yokluğu onu güneşe de küstürmüştü. Yazın sona ermek üzere olduğunu gösteren takvim yapraklarına sırtını dönüyordu. Dört aydır buradaydı. Katlanabileceğini düşündüğünden fazlasına katlanmıştı. Eğer o görüşme olmasaydı bu kadar dayanamazdı. Fırat, ona dokunduğunda Hazan, bir başkası olmayacak, diyerek inlerken, onu sürekli öpüp koklayıp, Ömer ağa her geldiğinde onunla selam yollayıp onu çok sevdiğini söylerken hayata tutunmuştu. Ama şimdi Hazan'ın onu sevdiğini duymak bile müthiş, dayanılamaz bir acıdan fazlasını vermiyordu. Buradan çıkışı yoktu. Hazan, bir gün istese de istemese de onu unutacaktı.

Hazan, tişörtü göğsüne bastırıp hıçkırıkları giderek şiddetlenip duvarlarda yankılanırken, "dayanamıyorum," dedi. "Dayanamıyorum artık...çok yoruldum."

Yaren, ayağa kalkıp çekmeceden astım spreyini çıkardı. Ayak ucuna oturup elini bacaklarına koydu. Aslı, Hazan'a sıkıca sarılmıştı.

"Fı-Fırat..."

Alt kattan kapının zil sesi duyuldu. Yaren spreyi Aslı'ya verip aşağı indi. Görüntülü diyafonu açtı. Fırat'ın Hazan'a devrettiği toprakları yöneten Necati bey gelmişti. Bahçe kapısının otomatına basıp evin kapısını açtı. Karşıdaki tarlanın öbür ucundan doğan güneşin ışıkları esmer tenine vurmuştu. Açık kahve gözleri kızıla çaldı. Omuzlarına dökülen siyah saçları parlamıştı. Necati bey bahçeye girerken, elini yüzüne gölge etti.

"Buyur Necati amca?" dedi.

"Günaydın, hayırlı sabahlar kızım."

Yaren bu sıcak selamlama karşısında gülümsedi. Hâlâ insanlarla iletişim kurmakta iyi değildi. Bankada da sürekli bunun ceremesini çekiyordu.

Hazan'ın öğrettiği gibi hafifçe gülümsedi. Yaren gülüşünün Hazan'ınki kadar İç ısıtıcı olmadığını biliyordu. Ama yine de bunu yapmayı sevmişti, ayrıca Hazan ve Aslı çok güzel güldüğünü söylüyordu. Güzel gülmek...Bu onu daha da gülümsetti.

"Günaydın," dedi.

"Hazan kızım yok mu?"

Yaren gayriihtiyari arkasını dönüp merdivenlere baktı. Ardından Necati beye dönüp, "var, var da...uyuyor," dedi.

Necati bey yanına gelip önünde oturan Fındık'ın başını okşayıp cebinden desteyle para çıkardı.

"Bu dün akşamın pazar hasılatı. Dün gece getirecektim ama bizim hanım hastalandı. Bu sabaha kaldı. Kusura bakmayın."

Yaren uzatılan parayı alırken, "ne kusuru?" dedi. "Hasibe teyze nasıl?"

"Tansiyonu yükselmiş, önemli bir şeyi yok. Bir de..."

"Evet?"

"Bu sene ürünümüz bol çok şükür. Fıstığımız, üzümümüz, mısırımız, meyvemiz bağa bahçeye sığmıyor. Geçen sene hasat sonu Fırat ağamın aldırdığı tarım ilâcı topraklara pek fayda etti. Halde ürünlerimize talep çok. Müşteriler sırada. E haliyle de marabalar çok çalışıyor. Demem o ki..."

Ellerini önünde birleştirmiş, şalvarlı, kel başında kasketi olan, ellili yaşlarındaki pala bıyıklı adam karşısında öyle bir ezilip büzülüyordu ki Yaren kendini kötü hissetti.

"Zam mı istiyorlar?"

Adam mahçup gözleriyle, "Fırat ağam her yıl yapar," dedi. "Gelir ne kadarsa, bir önceki seneyle arasındaki farkın yarısı kadar yömiyeye ekler."

"Ben Hazan'a iletirim, karşı çıkacağını sanmam. Duruma göre akşam veya yarın sabah yine gelin olur mu?"

Adam gülümseyip başıyla selam vererek, "gelirim, sağ ol kızım," diyip gitti. Yaren kapıyı kapattığında Aslı Hazan'ı kucağına almış aşağı indiriyordu. Yaren'in bakışlarını görünce merdivenlerin sonuna gelip, "bakma öyle," dedi. "Başka türlü yataktan çıkmayacaktı. Al, biraz da sen taşı."

Yaren, Hazan'ı kucağına aldı. Fırat'ın tişörtünü hâlâ bırakmamıştı. Astım spreyini avcunda sıkıyor, hâlâ içi titreye titreye gözleri yaş döküyordu.

"Kim inanır senin savcı olduğuna?" dedi.

"Elimde değil."

Mutfağa geçtiler.

Aslı, "bahçede yapalım kahvaltıyı, hava alır biraz," dedi.

Yaren, "kapıyı açalım, hiç dışarıya taşımakla uğraşamam," derken Hazan'ı sandalyeye oturttu.

Hazan, "Fındık'a mama verdiniz mi?" diye sordu.

"Verdim."

"Teşekkür ederim Yaren."

"Rica ederim kibarcık."

Yaren elindeki para destesini masaya bıraktı.

"Şunu da al," dedi. "Necati amca getirdi. Dün gece Hasibe teyzenin tansiyonu yükselmiş, getirememiş. Bir de isçiler zam istiyormuş."

Ocaktan demliği alıp bardaklara çay dökmeye başladığında Hazan parayı kenara itip, "yapalım da ne kadar yapacağım ki?" dedi. "Toplam parayı hiç hesaplamadım. Neye göre yapacağım? Şu an ne kadar alıyorlar ki?"

"Fırat her yıl yaparmış. Gelir ne kadarsa bir önceki seneyle arasındaki farkın yarısını işçilerin ücretlerine eklermiş."

Aslı, mutfağın bahçe kapısını açarken Hazan'ın Fırat'ın adını duymasıyla içi burkuldu. Hafifçe burnunu çekip solgun yanaklarında kurumaya yüz tutan, rahatsız edici ıslaklığı sildi.

"Tamam," dedi titreyen sesiyle. "Bu akşam erken gelebilirsem bakarım."

Yaren Aslı'yla birlikte onu aralarına alıp otururken, "ben de öyle söyledim," dedi. "Karşı çıkmaz da dedim."

Fındık eşiğe yatmıştı. İnler gibi havladı. Hazan ona bakıp gülümserken, "niye karşı çıkayım?" dedi. "Dün hava 47°C'ydi. Ben karakolun içinde sıcaktan patladım da onlar bütün gün yok üzüm topla, mısırları biç, hayvanları otlat. Canları çıkmıştır. Daha pamuk hasatı da var. Arpa, buğday...meyveler daha yeni bitti. Yer fıstıkları bitecek gibi durmuyor. Geçen de Cizre'den dönerken yolu uzatıp bakmıştım."

Aslı Hazan'ın tabağına patates kızartması, pişi, zeytin, peynir gibi kahvaltılıklardan koyarken Yaren kendi tabağını dolduruyordu. Hazan'a dönüp, "sen o takım elbiselerin içinde havale geçirmediğine dua et," dedi.

Hazan dudaklarını büküp, "açık giyinirsem kocam kızar," dedi kırık dökük ama şımarık sesiyle. "Kaç kez söyledim? Aslı sen de dur artık. Hepsini yiyemem, lütfen. "

"Yiyeceksin," dedi Yaren sert ve baskın sesiyle. "Memeden ibaret kaldın. Kocan kıyafetine kızar da bu hâline kızmaz mı?"

Hazan atletten taşan büyük göğüslerini tişörtle örtüp, "bakmasana," dedi. O da farkındaydı fazla zayıfladığı için gögüslerinin göze battığının. Kıyafetleri de bol geliyordu. Pantolonlarını kemerle iyice sıkmak zorunda kalıyordu. Fırat gelince çok kızacaktı.

Aslı, Hazan'ın yüzünün kafasındaki düşüncelerle yavaş yavaş yeniden asılmaya başladığını görünce gülüp, "iyice örtün Hazan," dedi. "Bu bir ara lise de kendini lezbiyen sanıyordu."

"Sus!"

"Yalan mı? Sevdiği çocuk bunu reddedince lezbiyen olmaya karar vermişti."

Hazan küçük bir kahkaha atıp, "ne var ki bunda," dedi. "Ben de Fırat'a kadar aseksüelim zannediyordum."

"Şu cinsellik muhabbetini kapatın, sofradayız."

Aslı'nın başına gelenler aklının ortasında bir kaya gibi duruyordu. Muhabbetin yanlış yerlere gitmesini istemedi. Henüz kabusları yeni yeni son buluyor, restoranda çalışarak kafasını dağıtıp, insanlara güvenmeye çalışıyordu. Yaren, gerçekten de bu iki kıza sahip çıkmayı kendine görev edinmişti. Günde, her ikisini de en az üç kere arıyordu. Aslı'yı işten almaya gidiyor, Hazan eve dönene kadar uyumuyordu. Pek ona göre düşünceler değildi bunlar ama Hazan ve Aslı'dan bir ömür ayrılmak istemiyordu. Onlar bir aileydi. İkisi de Yaren'in kız kardeşiydi.

"Al şu çatalı eline."

Hazan, Yaren'in kararan gözleriyle spreyi masanın üzerine bırakıp çatalı aldı.

"İş yerinde insanlara da böyle mi davranıyorsun?"

Pişisini ısırıp, "daha kötüsünü yapmak geliyor içimden," dedi. "ATM'ye kartı ters sokup, paramı çekemedim kızım, yardımcı oluver hele, diyen teyzenin başını ATM'ye sürte sürte alev aldırmak istiyorum. Sizin bağ bahçe dolup taşarken, bu sene hasat kötü, tarım destek kredisine yazılmak için geldim, diyen amcayı şalvarında boğmak istiyorum. Üç kere şifreyi yanlış girip, kartım içerde kaldı, diyen öğrenci kızı okulunun bahçesinde ıslak hortumla dövmek istiyorum..."

Tuhaf bakışlarla onu izleyen Hazan ve Aslı'yı fark eden Yaren nefesini dışarı verip çatalı patatese batırdı.

"İnfaz ajanı olmak daha kolaydı. En azından tabii efendim, iyi günler, hemen geliyorum ve gülümsüyorum, diye kafayı yemiyordum. Sık, geç işte."

Hazan çayını içip, "kim olduğunu bilselerdi emin ol bankanın önünden geçmezlerdi," dedi.

Aslı güldü.

"Bu arada ben de dün çiftliğe gittim."

"Ya? Ben daha görmedim bile."

"Müsait bir zamanda birlikte gideriz."

"Niye gittin?" diye sordu Yaren.

"Salim amca restoran için et alacağız diye götürdü. Bana kesilecek hayvanı seçtirdi. Küçücük kuzular vardı, yeni doğmuşlar. Hazan, görsen bayılırdın. Çok güzel bir yer."

Fırat Hazan'a daha önce bir çiftliği olduğundan bahsetmemişti. Hazan Fırat'ın bir toprak ağası olduğunu da bilmiyordu. Ve daha Fırat hakkında birçok şey vardı bilmediği. Ama eğer bilseydi o çiftliğe muhakkak gitmek isterdi. Fırat da astımı var diye götürmezdi.

"Kurbanlıkları aldığımız yer mi?"

Kurban bayramında Fırat'ın her sene yaptığı gibi iki öküz kesip davet yapmışlardı. Ömer ağayla Heja hanım da gelmişti. O davette neredeyse Şırnak'ın yarısıyla tanışmışlardı. Hazan, Fırat'ı soran herkese operasyonda diyordu. Onuruna leke sürülsün istemiyor, kimsenin onun hakkında tek bir yanlış kelime kullanmasına fırsat vermiyordu.

"Yok," dedi Hazan. "Kurbanlık kendi çiftliğinden alınmazmış, satın almak lazımmış, Ömer dedem öyle söyledi."

"Eee sen ne yapıyorsun? Bugün erken gelebilirsen akşam dışarı çıkalım. Kafan dağılır."

Ağzındaki patates kızartmasını ağır ağır çiğnedi.

"Erken gelmem mümkün değil," dedi. "Cizre'deki savcıyla dosyalarımız birleşti. İki ilçe arası mekik dokuyorum. Bugün yine sorguya gitmem lazım. Duruma göre belki eve ancak yarın sabah gelebilirim."

Çayını yudumladı.

"Bu arada Fındık'ın aşı vakti geldi. Bugün olması lazım. Kim götürebilir?"

"Hiç bana bakma. Molaya bile çıkamıyorum. O yanımda oturan kız bütün işleri yarım yamalak yapıyor. Arkasını toplamakla..."

"Tamam," dedi Aslı. "Ben hallederim. Bir gibi çıkarım restorandan. Evi falan da temizlemem lazım zaten."

"Teşekkür ederim. Ama Fındık biraz...iğneden korkuyor. Yani...ısırabilir."

"Beni mi?"

"Veterineri ısırması daha muhtemel, ama sen de dikkat et."

*********

Hazan adliyede dava raporlarını, otopsi ve balistik sonuçlarını, saldırının yapıldığı karakoldaki jandarma ve diğer görevlilerden alınan ifadeleri okuyup düzenledi. Birer kopyalarını başsavcıya iletip öğle yemeğini es geçerek makam aracındaki korumalarla birlikte Cizre karakoluna geçti. Saldırıyı düzenleyenleri komuta eden adam günlerdir konuşmuyor, o sustukça diğerleri de sesini çıkarmıyordu. Bugün bir kez daha konuşturmayı deneyeceklerdi. Cizre adliyesinin terör savcısı Sefa Açıkgöz Hazan'ın sorguya girmesine izin vermiyordu, fakat bugün vermek zorundaydı. Bu dava, Silopi'de yakalanan canlı bomba eylemcisi Yunus Kandıralı'yı gönderen örgütün elebaşıyla, karakol saldırısını düzenleyen kişinin aynı olabileceği varsayımı üzerine ilerliyordu ve Sefa bey kendisi dosya genişletme talebiyle onunla ortak çalışmak istemişti. Hazan'ı buraya her gün, her gün hiçbir yere varmayan sorgularını dinlemek için çağırıyor olamazdı.

Karakoldan içeriye girdiğinde jandarma komutanı Memduh Kalender Hazan'ı karşıladı. Fırat'ın arkadaşı olduğu için ona karşı, herhangi bir savcıya davranacağından daha samimi davranıyordu. Hazan, kendi düğününde kaçırıldığı için biraz mahcuptu. Fırat'ın başına gelenleri biliyor, Feyzullah'la birlikte yasalar gereği Fırat'ı görmeye gidemiyorlarken en azından tertiplerinin sevdiği kadına sahip çıkmayı vazife edinip, arayıp soruyorlardı.

"Sefa bey nerede?"

"Sorgu odasında savcım. Zelil denilen herifle konuşuyor. Dört gündür yaptığı gibi."

Son cümleyi mırıldanarak söylemişti. Hazan duysa da bozuntuya vermedi. Duvarları sarıya çalan krem tonlarındaki dar koridorda durdular. Yan yana duran koyu kahverengi kapılardan biri sorgu odasına, diğeri izleme odasına açılıyordu. İzleme odasına girdiler. Odadaki iki jandarma eri Hazan'a selam verdi.

"Nasıl gidiyor sorgu?"

"Aynı savcım."

Hazan bilgisayar ekranındaki görüntülere baktı. Sefa savcıyla, Zelil karşılıklı oturuyordu. Savcının sırtı kameraya dönüktü. Saçı sakalı birbirine girmiş, büyük burunlu, kırklı yaşlarındaki adamın bir eli kelepçeyle masanın ortasındaki demire bağlıydı.

Savcı elini masaya vurup, "konuş artık," dedi. "Günlerdir oyalıyorsun bizi! Bu cezanı katlar."

Adam gevşek gevşek güldü.

"Cezamı indirmeni isteyen mi oldu savcı?"

Savcı ayağa kalkıp yüzünü sıvazladı. Kapıya doğru ilerleyip, "birkaç dakika sonra geri geleceğim," dedi. "Konuşsan iyi olur."

Sorgu odasından çıkıp izleme odasına geçti. Hazan'ı görünce kravatını ve ceketini düzeltip kumral saçlarını geriye itti. Elini uzatıp, "hoş geldiniz savcım," dedi.

Hazan ellerini olabilecek en kısa sürede ayırıp, "hoş buldum. Sorgu nasıl gidiyor?" diye sordu.

Savcı, ela gözlerini Hazan'ın gözlerinden ayırmadan dudaklarını nemlendirip, yamuk ve tuhaf bir hali olan burnunun kenarındaki küçük benin üzerini kaşıdı. Yakışıklı bir adam denilebilirdi. En azından su götürmez derecede karizmatik bir havası vardı. Otuzlu yaşlarının başında, ortlama bir savcıydı. Fakat Hazan'ı sadece rahatsız ediyordu.

"İyi," dedi, kendini onaylarcasına başını sallıyordu. "Konuşacak."

"Ne zaman?"

"Şimdi, belki de birazdan."

"Dört gündür aynı şeyi söylüyorsunuz."

Savcının kaşları çatıldı.
Hazan, "yanlış anlamayın," dedi, fakat bu umrunda değildi. "Yeteneklerinizi sorguluyor değilim, ama isterseniz bir de ben deneyeyim. Zannediyorum ki buraya size bakıcılık yapmaya...pardon, sizi izlemeye gelmedim. Elbette benden tecrübelisinizdir, ama ben de fena sayılmam."

"Kaç kere bir terör örgütü mensubunun sorgusuna girdiniz?"

"Sizden az olduğunu biliyorum. Söylemek istediğiniz buysa. Ama en azından denememe izin vermelisiniz savcım. Burada sizin stajyeriniz olarak bulunmuyorum. Açıkca söylemek gerekirse bu tavırlarınız beni kızdırıyor."

Savcı kaşlarını kaldırıp, ellerini pantolonun ceplerine soktu.

"Peki, buyrun."

Hazan tek kelime etmeden odadan çıktı. Sorgu odasına geçip kapıyı kilitleyerek içeriye adımladı.

Zelil, "sen kimsin?" dedi.

Hazan beyaz gömleğinin üzerindeki gri yeleği düzeltti. Yelekle aynı renk olan pantolonunun üzerinde olmayan tozları hafifçe eğilerek sirkeler gibi yaptı. Adamın karşısındaki sandalyeye elini koyup, "terörle mücadele savcısı Hazan Hilal Türkoğlu," dedi.

"Oooo iki savcı ha? Bizim çocuklara söylesem kıskanırlar. Bir de bu kadar güzel olduğunu desem..."

"Kes sesini!"

"Emredersiniz sayın savcım."

"Bak ben pek konuşmayı sevmem. O yüzden bir kere soracağım cevap ver, tamam?"

"Ne soracağına bağlı. Diğer savcıyla aynı şeyleri sorarsan..."

"Saldırıyı kim planladı?"

"Terör örgütü. "

"Hangisi?"

"Valla ben o kadarını bilemem. Kaç tane var ki? Siz daha iyi bilirsiniz."

"Dalga geçiyorsun? Peki."

Hazan elini koyduğu sandalyeyi adamın yanına sürükledi. Altındaki tahta sandalyeye sert bir tekme attı ve cılız adam sandalyeyle birlikte yere düştü. Kelepçeli olan kolu masanın üzerindeydi ve yaralıydı. Acıyla bağırdı. Hazan devrilen sandalyeyi itip elindeki deri sandalyeyi iki eliyle kaldırdı. Bu sırada Sefa savcı sorgu odasına bağlı telefondan Hazan'a sesleniyordu. Hazan duymamazlıktan geldi. İki jandarma kilitli kapıyı açmayı deneseler de başaramadılar.

"Konuşacak mısın?"

"Hayır!"

"Tamam," diyen Hazan elindeki sandalyenin yaslanma ve oturma kısmındaki boşluğu adamın kafasına geçirdi. Medikal çivinin takılı olduğu sol kolu sızladı. Kaşları bir an acıyla çatılsa da kendini toparladı. Tutuklunun boğazına baskı yaparken, "Allah'ın hakkı üç demişler," dedi. "Ben sana iki tane verdim. İki tane daha vereceğim. İyi kullan. Saldırı emrini kimden aldınız? Silopi'deki canlı bombadan haberin var mıydı? Seni ve köpeklerini komuta edenle, canlı bombayı gönderen aynı kişi mi?"

"Bilmiyor..."

Başını sandalyeyle birlikte sarstı. Boynuna arkaya yaslayıp baskı uyguladı. Sefa savcının sesi hâlâ telefondaydı. Kapı yumruklanmaya devam ediyordu.

"Son şansın. Soruları tekrar edeyim mi yoksa aklında tutabilir misin?"

"Beni...öldüremezsin."

"Doğru. Ama sana acı çektirebilirim."

"Engel...olurlar."

"Kimsenin seni düşündüğü yok. Hepsi kendi mesleki kariyerinin derdinde. Ayrıca seni burada gebertsem hepsi intihar ettiğin yalanını destekler."

"Sandalyeyle...ellerim kelepçeliyken mi?"

"Beğenmezsen başka yöntemler de var."

"Beni...korkutamazsın."

"Neden konuşmuyorsun o zaman? Benden değilse bile korktuğun birileri olmalı."

"Korkmak değil...ben ihanet sevmem."

Zelil'in hırıltılı sesi gırtlaktan geliyorken Hazan, "ben de," dedi. "Ve senin gibi defalarca kez ihanete uğradım. Ve belki de yine senin gibi bir kez olsun ihanet etmedim kimseye. İnsan kendini enayi gibi hissediyor."

Adamın gözleri boşluğa düştü. Boğazına baskı yapan sandalyeyle zar zor yutkunup, "beni...kimse enayi yerine koyamaz," dedi.

"Eşref Berivan."

Adamın gözleri faltaşı gibi büyüdü.

"Korkma, sor hadi bu ismi nereden bildiğimi?"

Hırs ve öfkeyle yanan gözleri Hazan'ın gözlerine kilitlendi.

"Kandıralı konuştu dün gece. Muhtemelen o organize etti saldırıyı, dedi. İhanete uğradın, yanlış mıyım?"

"Yapamaz! Bunu yapamaz! Yalan söylüyorsun!"

Çırpınışlarını durdurmak için sandalyeye baskı uygulayıp, "şşş," dedi. "Ben alim değilim. O söylemediyse bu ismi nereden bileceğim?"

"Avşar demiştir. Kansızın tekidir o."

"Ne diye güvenmediğin adamla yola çıktın o zaman?"

"Berivan de..."

Hazan güldü.

"Devam et. Biz bizeyiz burada."

Adam öfkeyle bağırıp, "kahretsin," dedi.

Hazan sandalyeyi başından dikkatlice çıkarıp kenara koydu. Adamın boğazında hafif bir kızarıklıktan fazlası yoktu. Yaralı kolundaki sargıdan biraz kan sızıyordu. Tahta sandalyeyi kaldırıp adama doğrulup oturması için destek oldu. Karışısına geçip diğer sandalyeye yerleşti. Sefa savcı sorgu odasını terk etmesini söylüyordu. Jandarmalar kapıyı zorlamayı bırakmıştı.

"Kim bu Eşref Berivan?"

"Avşar'ın abisi. Hiç sevmezler birbirlerini. O yüzden deşifre etti heralde."

"Avşar konuşmadı. Biraz kafanı çalıştır. Sefa savcı günlerdir burada. Avşar konuşsa bilir, sana benden önce söylerdi bunu. Konuşan Kandıralı. Onun davası bende."

"Onu da böyle mi konuşturdun?"

"Hayır. Bir gün boyunca, florasan lambanın altında, loş bir odada benimle sessizce oturmaya katlanamadı. Yemeden, içmeden, tuvalete gitmeden...tabii bir de her şerefsizin gönlünde yatan bir Eyşan vardır. Kaldıkları hücre evini bastık. Sevdiği kadın elimizdeydi. Hamileymiş. Bebek düşmesin diye kabul etti."

"Hiç bu kadar vicdansız bir savcı görmemiştim."

Hazan öne doğru eğilip ellerini masada birleştirdi. Sefa savcı nihayet bir aralık susmuştu.

"Vicdansız değilim. Bebek düşmeyecekti. O öyle sandı sadece. Ayrıca vicdansız olsam kaç yazar? Ben elimi tek bir şehidin kanına bile bulamadım. Senin sikik beyinli arkadaşının bebeği iyi olsun diye onca jandarma seferber oldu. Peki babaları şehit olan onca çocuk, bebek?"

Birkaç saniye adamın gözlerine bakıp, "biz o kadar merhametli bir devletiz ki sizin gibi şerefsizlere zarar verince bizim başımız derde giriyor," dedi. "Sizin gibileri, köpekliğini yaptığınız ibneler bile bizim kadar insan yerine koymaz. Neyin vicdanından bahsediyorsun?"

Adam yutkundu.

"Daha önce hiç bu kadar küfreden bir savcı da görmemiştim."

Hazan bıkkınca içini çekip, "anlat artık," dedi. "Kim bu Eşref Berivan?"

"PKK üyesi bir örgüt lideri."

"Nerede yaşar?"

"İran'ın doğusunda bir köyde. Bir İslam cemiyetinin başında. Sözde şeyh. Ama kadın ticaretinden tutta, uyuşturucunun her türünden anlar. Bir adamı vardı, Ensar El-Mahmudi. 4 ay önce tutuklandı. Berivan'ın işler de kötüye gitti. O da bedel ödetmek istiyor haliyle."

Ensar El-Mahmudi, Ali'ydi. Hazan bu ismi duyunca ellerinin buz kestiğini hissetti. 4 aydır Ali, ara ara aklına gelse de onu görmeye gidemeyeceğini, onun için bir kurtuluş olmadığını biliyordu. VASÖ'nün kurbanı da olsa o bir terör zanlısıydı. Bunu bir kez daha anladı. Ali'nin babası Fatih Aydın ise yakalanmıştı. Fırat ve timinin en son, aylar önce gittikleri operasyonda ele geçirdikleri Gazap ifadesinde Azer kod adlı kardeşi Fatih Aydın'ı ele vermişti. Ertuğrul yüzbaşının komuta ettiği Ayyıldız timi de Fatih Aydın'ı iki ay süren bir operasyon sonucunda yakalamıştı.

"Kime?"

"Sana, Türk devletine, bu devletin içinde bulunan herkese."

"İyi, elinden geleni ardına koymasın o zaman. Peki bu uyuşturucuları nereden alıp nereye götürüyor?"

"O kadarını bilemem. Sadece Kur'an-ı Kerim'lerin içlerine saklayıp müslüman ülkelere soktuğunu ve fuhuş için dünyanın dört bir yanına gönderdiği yabancı uyruklu kadınları torbacı olarak kullandığını biliyorum."

"Bu Eşref, İran da bu isimle dolaşmıyordur herhalde."

"Yasir Bin Nebi adı."

"İran'ın doğusundaki köyün ve İslam cemiyetinin adını da söyle."

"Köyün adı Zozan. Cemiyetin adı da, "Seda-ye Eslami." Yani..."

"İslâmî Çağrı, demek."

"Evet. Bütün işlerini bu cemiyetin adı altında yürütür. Köylülerin karılarına şifa niyetine tecavüz eder, el kadar bebeklerini kaçırır, haklarını yer..."

"Pek hoşlanmıyorsun galiba Berivan'dan?"

Adamın yüzü gerildi. Gözlerinde bir kıvılcım yanıp söndü.

"Beni o büyüttü. On yaşındaydım anasız babasız kaldığımda. Kız kardeşime...tecavüz edip öldürdü. Sonradan öğrendim ki anamla babamı da o öldürmüş. Ama elim kolum bağlıydı, bir şey edemedim."

Hazan oturduğu yerden kalktı. Kız kardeşine ve ailesine üzülse de bu adama acımak içinden gelmemişti. Masadaki suyu açıp adamın önüne koydu.

"İhtiyaç olursa yine geliriz," dedi tekdüze bir sesle. "Kolundaki yaraya bakılacak. Ve sana ihanet eden birine ihanet etmek seni kötü biri yapmaz. Sen zaten yeterince kötüsün."

Kapının kilidini açıp sorgu odasından çıktı. Kapıda bekleyen jandarmalarla göz göze geldiğinde Sefa savcı izleme odasından çıkmıştı. Sert adımlarla Hazan'ın karşısında durdu. Kaşları çatık, gözleri alev alevdi. Beyaz teni sinirden kızarmıştı.

"Ne yaptığınızı sanıyorsunuz?!" dedi.

Hazan omuz silkip, "ne yapmışım?" diye sordu. Ne yaptığını tabii ki de biliyordu. Yaptığının yanlış olduğunu da. VASÖ ajanı olduğu zamanlardan kalma bir alışkanlıktı. Yanlış bir şey yaptığında arkası birileri tarafından toplanır ve başı ağrımazdı. Bu sefer öyle olmayacağını bilirken başına gelecekleri düşündü. Bu iyi olmamıştı.

"Ne yaptığınızı biliyor olmalısınız. TCK 86, TCK 94 ve TCK 256! Bu maddelerin nelerden bahsettiğini biliyorsunuz, değil mi?"

"Biliyorum. Ama adamı darp etmedim, işkence uygulamadım. Benden korktuğu için yalan yanlış fiili ifadeler de vermedi. Kolundaki yara kanadı sadece. O da olur."

"Kamera kayıtları var! Bunları eve götürüp ben saklamayacağım. Devletin arşivine gidecek, Adalet Bakanlığına ulaşacak hepsi! Başınızı belaya soktunuz! Belki benimkini bile!"

Hazan, savcının arkasındaki Memduh'la kısa bir an göz göze gelip Sefa beye döndü. Haklı olduğunu bilse de burnu yere düşse almazdı o.

"Dört gündür adamı konuşturmayı becerebilseydiniz böyle olmazdı."

Savcı elini yanındaki duvara vurup, "Hazan hanım yeter!" dedi. " Ben kanunlara uyan bir savcıyım! Değil dört, kırk gün de olsa o herifin başını gıkımı çıkarmadan beklerim, benim, bizim işimiz bu!"

Hazan vücudu suçlulukla ısınıp kasılırken gözlerinin dolmasına engel olmak için yanağının içini ısırdı. Sefa savcı elini duvardan çekip yutkundu.

"Üzgünüm, ama bu durumu başsavcıya rapor etmek zorundayım," dedi.

"Siz bilirsiniz."

Savcı sinirle gülüp izleme odasına girdi. Memduh koridordaki jandarmalara dağılmalarını emretti. Hazan, kalbi çok hızlı atarken bir yere çöküp ağlamak istiyordu. Dizlerinin titrediğini fark edip duvara tutundu. Sol kolunda tiz bir ağrı baş göstermişti. İlaçlarını içmesi gerekiyordu. Diğer eli yaranın olduğu yeri bulup ovaladı. Artık ilaç görmekten midesi bulanmaya başlamıştı. Düşünmek bile yüzünün belli belirsiz ekşimesine neden oldu.

Memduh, "iyi misiniz savcım?" diye sordu.

Hazan başını olumsuzca salladı.

"Hatta ettim."

"Bana kalsa gayet iyi yaptınız ama bize soran yok tabii. Bir şey ister misiniz?"

Hazan, Fırat'ı istiyorum, dememek için dudaklarını birbirine bastırdı.
Ve, "hayır, teşekkür ederim," dedi.

Saatler sonra, gün akşama dönerken kendini başsavcının karşısında buldu. Önüne konulan dosyaya baktı.

Başsavcı, "ilgili makamlarla durumu görüştüm," dedi. "Sorgu kayıtları incelendi. Tutukludan aldığınız bilgilerin önemi en büyük etken, ancak VASÖ'ye rağmen, VASÖ ajanıyken bile görevinizi üstün tutmanız, yürüttüğünüz davaların başarısı, psikolojik durumunuz ve tutuklunun sağlık raporunun temiz çıkması gibi gerekçelerle Bakanlık bu defaya mahsus ikaz edilmenize karar verdi. Görevinizin başında kalacaksınız, ama bu durum bir daha tekrar ederse kanunların ne söylediğini biliyorsunuz."

Biliyordu. Görevden ihraç ve tutuklunun durumuna bağlı olarak üç yıldan on iki yıla kadar hapis cezası.

Hazan ikaz dosyasını alıp ayağa kalktı.

"Teşekkür ederim sayın savcım. Bir daha olmaz."

"Olmayacağından eminim. Bugünlük erken çıkın, uyuyup dinlenin biraz."

"Tamam, iyi günler."

*********

2 Hafta Sonra...

Fırat, cezaevi müdürünün odasında müdürün gelmesini bekliyordu. Bileğine bu sefer buraya gelirken kelepçe takılmamıştı. Sebebini sorguluyor, ancak mantıklı bir gerekçe bulamıyordu. Camın önündeki, aylar önce Hazan'la kucak kucağa oturduğu siyah deri koltukta gözlerini gezdirdi. Ondan uzaklaşıp ağladığı köşeye baktı. O kadar çok özlemişti ki bir kez olsun sesini duyabilmek için canını bile vermeye hazırdı. İşin tuhaf yanı bunun olmasını uman ve olmayacağını bilen yanının istediği ve feda etmeyi göze aldığı şey aynıydı: ölmek. Fırat artık sona yaklaştığını biliyordu.

Kapı açıldı. İçeriye giren müdürle ayağa kalktığında müdür oturmasını söyleyip yerine geçti. Elindeki dosyayı çekmeceye koyup Fırat'a baktı.

"Az önce tahliye kararın elimize ulaştı. Serbestsin," dedi.

Fırat duyduğu cümleyi idrak edemedi. Kelimeler zihninde parçalara bölünüp dağılıp giderken anlamlarını yitirdi. Kaşları çatıldı, yutkundu. Yumruklarını sıktı.

"Ne?"

"Duyduğun gibi yüzbaşım, tahliye edildin, serbestsin."

"İyi de ben...ben müebbet yedim. Bu mümkün değil."

"Orasını ben bilmem. Elime ulaşan kararı uygularım. Sorularını kapıda seni bekleyen MİT ajanlarına sorarsın. Git, eşyalarını topla hadi. Gözün aydın."

Fırat odadan çıktığında gardiyanlar eşliğinde yerde mi gökte mi olduğunu bilmeden koğuşa girdi. Eşyalarını dokunup hissedemeden toparladı. Rüyada olduğunu, hayal gördüğünü zannediyordu. Kimseyle görüşmeden koğuştan çıkarken, içinde yüzüğünün ve ayakkabı bağcıklarının bulunduğu torbayı alırken, dışarıya çıkıp soğuk rüzgarın tenini ısırdığı, güneşin gözlerini kamaştırdığı sonbahar havasını hissederken uyanmayı bekledi. Göğsünde nokta kadar bir heyecan vardı yalnızca. Olur da bu bir rüya değilse Hazan'a kavuşacaktı.

Çantasının sapını sıktı. Cezaevinin bahçe kapısından çıktığında siyah bir minibüsün kapısı açıldı. Temkinli adımlarla yaklaşıp bindi. İçeride şoför ve ön koltukta oturan adamla birlikte sivil giyinimli altı kişi vardı. Kapı kapandığında hiç kimse tek kelime etmedi. Araç her iki yanı ormanlık olan, ağaç dallarının arasından sızan güneşin yerde gölgeler oluşturduğu yolda ilerlemeye başladı.

Bir vakit sonra Fırat bu anın rüya olmadığından giderek emin olurken, "nereye gidiyoruz?" diye sordu.

"Şırnak'a," dedi sarışın bir kadın.

Yutkundu. Üzerindeki lacivert tişörtün yakasını çekiştirdi. Zihninde tek bir isim, gözlerinin önünde tek bir yüz vardı. Allah'ım, dedi içinden. Lütfen rüya olmasın. Göğsü sıkışıp içi titrerken gözleri doldu. Dilinin ucunu ısırıp camdan dışarıya döndü. Ağaçları, güneşin ışıklarını, gökyüzünden uçup giden kuşları izledi.

Karşısında oturan adama bakıp, "nasıl çıktım içeriden?" dedi. "Müebbet yemiştim."

Her şeyi anlattılar. Devlet, uluslararası bağımsız mahkemelerle oturduğu pazarlıktan kârlı çıkmıştı. Mahkemenin gönderdiği askerler VASÖ üssündeki herkesi tutuklamış, yargılamak üzere götürmüştü. Cesetler toplanmıştı. 11 yıl önce toplanılan trilyon dolarlık servet parayı getiren ülkelere dağıtılmış, Türkiye'nin hakkı Türkiye'de kalmıştı. Güvenlik duvarı kırılmış, çıkan belge ve evraklar incelemeye alınmıştı. Bu birçok terör örgütü yapılanmasının sonuydu. Yılanların başı ezilecek, akrepler kendi zehirlerinde boğulacaktı.

Fırat engel olmaya çalışsa da birkaç damla yaş düştü gözlerinden. Geride bıraktığı günleri düşündü. Hazan'ın yokluğunu. Özgürlük Hazan demekti. Gözlerindeki yaşları sildi. Şükürler olsun, diye fısıldadı sessizce. Bir kere daha aşık oldu ülkesine. Tüm soruları cevap buldu. Her şey yanlıştı ancak o doğru yolu seçmişti. Aracın arka camına asılı Türk bayrağına takıldı gözleri. Öyle bir aşkla baktı ki, ancak iki şeye böyle bakardı bir asker; bayrağına ve yarine.

Saat sabaha karşı dörde geliyordu. Yaren ve Aslı odalarındaydılar. Hazan Fırat'ın kazağına sıkıca sarılmış, aldığı ikinci uyku hapından sonra ağlaya ağlaya uykuya dalmıştı. Fındık kulübesinin önünde uzanıyordu. Duyduğu araba sesiyle doğruldu. Kapıya koşup havlamaya başladığında Yaren uyanmıştı. Yataktan kalkıp koridora çıktı. Hazan'ın odasının kapısından içeriye göz attı. Uyuyordu. İçeriye girip üstünü örttü. Alt kata indi. Fındık'ın havlamaları bahçeyi inletiyordu. Şaşırdı. Fındık hiç böyle yapmamıştı şimdiye kadar.

Bahçeden gelen demir kapının kapanma sesiyle karanlıkta kapı kolunu tutup açtı. Sensörlü lamba yandığında bahçede gördüğü kişiyle dona kaldı. O sırada Aslı da uyanıp aşağı inmişti. Kapının önünde öylece duran Yaren'e doğru ilerleyip, "Ne olmuş?"dedi. "Niye kudurmuş gece gece?"

Yaren'in baktığı yere baktığında gözleri büyüdü.

"Fırat?"

Fırat kucağından inip bacaklarına dolanan Fındık'la birlikte iki basamaklı merdiveni çıkıp karşılarında durdu.

"Hazan nerede?" diye sordu, heyecandan titrediğini fark ettirmemeye çalıştığı sesiyle.

"Yukarıda," dedi Yaren. "Uyuyor."

"Seni görünce çıldıracak," dedi Aslı.

Fırat belli belirsiz başını sallayıp botlarını çıkararak içeriye girdi. Asıl o çıldırmıştı Hazan'ın yokluğunda. Şimdi kavuşmak için cayır cayır yanıyordu. Merdivenlere yöneldi. İkişer üçer çıkıp yatak odalarına girdi. Kapıyı kapattı. Perdeler açıktı. Camdan yansıyan ay ışığı Hazan'ın, Yaren örtükten sonra tekmeleyerek ittiği yorgandan açıkta kalan tenine vuruyordu. Çantayı yere bıraktı. Gözlerinden süzülen yaşları umursamadan yatağa ilerledi. Odaya sinmiş kokusunu solurken çıplak bacaklarını izledi. Küçücük ayaklarını öpmek için deliriyordu. Göğüslerinin altına kadar sıyrılan kedili yarım atletinin açıkta bıraktığı göbeğini okşamaktı derdi. Dik ve dolgun duran memelerini emmekti. Dudaklarında nefes almaktı. Ama en çok da sesini duymak istiyordu. Ona sarılmak, şu an kazağına sarılan incecik kollarının boynuna dolanışını hissetmek, sıcaklığına kavuşmak aylar sonra ilk kez nefes almak, yaşamak, var olmak demekti.

Dışarıda Fındık'ı sevdiği için önce lavaboya gidip elini yıkadı. Odaya dönüp sırtını başlığa dayayarak yatağa oturdu. Saçlarını sevip üzerine eğilerek alnını öptü. Kokusunu derin derin içine çekti. Aylar sonra Hazan'a dokunmak her bir zerresini ateşe veriyor, yüreğini, ruhunu kendinden geçiriyordu. Yine de kontrollüydü. Sanki her an bir kelepçe daha vurulacaktı bileklerine. On beş saatlik araba yolculuğunda uyanmamıştı da şimdi son bulacaktı rüya.

"Hazan..."

Hafifçe kıpırdandı. Burnunu kazağa gömüp bilinçsizce, sırt üstü yattığı yerde Fırat'a dönüp sokuldu. Fırat yavaşça yanına uzandı. Kolunu beline sarıp kendine bastırdı. Saçlarını, şakağını, yanaklarını ve boynunu gözyaşlarıyla ıslata ıslata öpücüklere boğdu.

Dudakları kulağının üstünü buldu. Bir süre nefeslerini dinleyip, "yavrum," dedi. "Aç bebeğim gözlerini, ben geldim, hadi."

Hazan anlamsız mırıltılar çıkardı. Yüzünü iyice kazağa örttü. Fırat tenini okşaya okşaya elini belinden çekip kazağı almaya çalıştı. Hazan daha sıkı sarılıp bırakmadı. Kaşları çatılıp yüzü ağlamaklı bir hâl alırken inledi.

Fırat kazağı bırakıp, "şşş, tamam," dedi saçlarını severken. Yüzüne eğilip dudaklarını öptü.

"Canımın içi, uyan," diyerek fısıldadı. "Çok özledim seni, sesini duyayım, bir sarıl bana. Kurban olduğum. "

Kıyamıyordu. Uykusunu bölmek istemiyor, fakat sesini duymadan, gözlerine bakmadan bunca ay sabretmişken daha fazlasına katlanamayacağını biliyordu. Onu unutacağını düşünürken kazağına sıkıca sarılmış bu küçük kıza içi gidiyor, tüm varlığı onu isterken yoldan çıkmamak için direniyordu.

Boynunun altını öptü. Tenini tenine sürttü.

"Hazan'ım...gülüm...uyan bir tanem, hadi... O güzel gözlerini göreyim."

Hazan yeniden sırt üstü döndü. Burnu bir anlığına kazaktan ayrılırken Fırat yeniden yüzünü gömmesine engel olmak için kazağı tuttu. Dikkatlice, incecik, cansız parmaklarını tırnaklarını geçirdiği kumaştan ayırdı. Zor olmamıştı. Kurtardığı kazağı kenara koyup teker teker parmaklarını öptü, avuç içlerini koklayıp ellerini yüzüne sürdü. Tuttuğu incecik kolları boynuna sarmadan önce, dudaklarını sol kolundaki ameliyat izinin üzerine bastırdı. Yanağında nefeslendi.

Hazan uykusu açılmaya başlarken kollarını çekti.

"Fırat," diyerek sayıkladı. Ellerini yatakta gezdirdi. "Fırat," dedi yine.

Dudağının kenarını öpüp ellerini tuttu. Yüzünde gezdirip, "buradayım bebeğim," dedi. "Aç gözlerini, gör beni."

Eller yine teninden çekildi. Hazan gözlerini açmadan yatakta doğrulmaya çalışırken, "kaybettim," dedi. "Fırat...neredesin?"

Geri çekilip sevdiği kızın doğrulmasına izin verdi. Kazağı bıraktığı yerden alıp komodinin üzerine attı. Hazan kazağı arıyordu. Yatağın üzerinde ellerini gezdirdi. Fırat, bu hâli içini parçalarken onu bulmasını bekledi. Hazan yorganı itti, yastıkları kaldırdı. Ağlayıp hıçkırıyor ama gözlerini açmıyordu. Nihayet sağına dönerken Fırat'a çarpıp kucağına düştü. Beline sarılan kollarla korkuyla içini çekip nefesini tuttu. Yavaşça gözlerini açtı. Fırat'ın yüzü cennetin kapıları açılmış gibi aydınlandı. Öylece izledi sevdiği kızı.

Hazan ise hıçkıra hıçkıra ağlarken kucağından kalkmak istedi.

"İstemiyorum," dedi. "Hep aynı rüyayı görmek istemiyorum artık."

Fırat daha sıkı sarıldı.

"Rüya değilim," dedi. Dudaklarını öptü. "Gerçeğim, sana geldim, seninim."

Ellerini tutup yüzüne koydu.

"Hisset beni. Gör artık."

Başını sağa sola salladı. Elleri yüzünden kayıp göğsüne düştü. Parmakları deri ceketin yakalarına sarıldı. Ay ışığında gözlerindeki yaşlar ışıldıyordu. Sevdiği adamın gözlerinin içine baksa da bu anı kabullenemedi. Göğsünü itip uzaklaşmaya çalıştı.

"Yavrum..."

"Hayır," diyerek çırpındı. "Gerçek değilsin, hayır....g-git buradan."

"Bebeğim..."

"Bırak!"

Kendine çekti. Dudak dudağa geldiler.

"Şşş," dedi, nefes nefese "Hazan...Hazan'ım..."

Hazan yüzünü başka tarafa çevirdi.
"İstemiyorum...istemiyorum."

Hıçkırıkları odadan taşıp koridora doldu. Yaren'le Aslı açık olan kapıdan Hazan'ın ağlayışlarını duydu.

Aslı, "gidip baksak mı?" dedi. "Çok ağlıyor."

"Saçmalama. Kalk, gidelim."

"Nereye bu saatte?"

"Bilmiyorum. Dolanırız. Yalnız kalsınlar."

"Onu doğru dedin. Aman sevişirler falan şimdi, sesleri duymayalım."

Fırat Hazan'ı altına alıp bacaklarının arasına sıkıştırdı. Çırpınıp çığlık çığlığa ağlayan karısı canını yakıp ona kafayı yedirirken ceketini ve tişörtünü çıkarıp bir köşeye attı. Ellerini iki yanına koyup üzerine uzandı. Yüzünün boynuna denk gelmesini sağladı. Saçlarını sevip koklaya koklaya öptü.

"Dokun," dedi. "Hisset yavrum. Gerçeğim, geldim. Dün öğlen de çıktım cezaevinden."

Yanağında dudaklarını gezdirip boynuna gömüldü. Hazan hâlâ ellerini göğsüne bastırmış, ona dokunmuyordu.

"İçim içime sığmadı sana gelirken. Yerde miyim gökte miyim, rüyada mı gerçekte miyim bilemedim. Tüm umudumu kaybetmişken, sona yaklaştım zannederken geldim sana. Kabul et beni artık."

Derin bir nefes aldı.

"Çok özledim," dedi. "Çok özledim lan."

Hazan yutkundu. Kalbi göğsünde çırpınırken titriyor, ateşi yükseliyordu. Fırat'ı, bu anla yarışabilecek onlarca kez rüyasında görmüştü. Hepsi de gerçek gibiydi. Ama ne zaman dokunsa yok oluyor, ne zaman ona tutunsa elleri bomboş uyanıyordu. Fakat az önce dokunmuştu. Sarılışını ilk defa bu denli güçlü, sıcaklığını bu kadar derinden hissetmişti. Burnuna dolan hafif ya da silik bir koku değildi. Havadaki rahiyanın kaynağını bulmuştu. Kısa kısa aldığı soluklarla hayal mi gerçek mi olduğundan emin olamadığı adamı koklayıp durdu. Kokusunu içinde tutmak istedi. Ancak güçsüz ciğerleri buna imkan vermedikçe umutsuzluğa kapılıp ağladıkça ağladı.

Aynı dakikalar içinde Yaren ve Aslı evden çıkıp gitmişlerdi. Fırat kapanan kapının sesini duysa da Hazan duymamıştı. Onun tüm dünyası Fırat'ın varlığından, altında yok olduğu ve bir ömür böyle kalmak istediği bedenden ibaretti.

Fırat aralarında duran minik elleri çözüp öptükten sonra boynuna sardı. Hazan bu sefer kendini geri çekmemişti. Birbirlerinin gözlerinde kayboldular. Hazan her hıçkırarak sarsıldığında Fırat'ın bağrı dağlandı. Etli boynunda şişen damarları öpüp teninin yumuşaklığında kafayı yedi. Gül kokulu teninde mest oldu. Ve dakikalar sonra Hazan nihayet, "Fırat," dedi tedirgin ama özlem dolu sesiyle.

Gözlerine baktı.

"Canım," dedi, bastırarak. Hiç şüphe yoktu ki Fırat'ın canı gerçekten de oydu.

Elleri yüzünü buldu. Alnına dökülen saçlarına dokundu. Kaşlarını bir çizgi gibi takip etti. Parmak uçları kirpiklerini sevdi. Burnunu okşadı. Yanaklarını avuçlarına aldı. Şarap kırmızısı dudaklarına küçük bir öpücük kondurdu. O çok sevdiği kara gözlere bakıp gözyaşları arasında gülümsedi.

"Gerçeksin," dedi. "Geldin."

Fırat karısının dokunuşlarıyla kendinden geçerken yutkundu.

"Geldim," dedi. "Gerçeğim yavrum."

Küçük bir kahkaha attı. Ve ardından bir tane daha, ve bir tane daha. Çocuksu, tatlı bir tınısı olan, içten içe buruk ve onca aydan sonra kırık dökük gülüşleri odayı doldurdukça Fırat'ın göğsünde, yıkımdan ziyade yaşamı getiren zelzeleler oldu. Kısılan gözlerini, masum bir pembeliğe bürünen yanaklarını, fındık burnunu, her birini öpmek istediği dişlerini izledi. O, tam öpüp gömülmelik çukura dudaklarını bastırdı.

"Gülüşüne ölürüm senin."

Hazan, sevdiği adama, tek gerçeğine sıkıca sarıldı. Bacaklarını beline doladı. İyice genişleyip sertleşmiş omzunu öptü. Ellerini sırtında gezdirdi. Saçlarına dolandı. Boynunda soluklandı. Daha fazlasını istiyordu. Bu anın bitmesinden, ona doyamamaktan korkuyordu.

"Fırat'ım," dedi. "Kocam"

Cıvıl cıvıl sesi, ayların yorgunluğunu, cezaevinin kasvetini, soğuk duvarların yalnızlığını, zımparaladığı tahtaların tozunu, spor tesisinde attığı terin kirini üzerinden alıp götürdü. Yataktaki ellerini çekip kollarını beline sardı. Çok zayıflamıştı. İp kadar kalmıştı beli. Fırat karısıyla sevişmek istiyordu, ancak kollarındaki varlığı her an kırılıp parçalara ayrılarak toz olacakmış gibi hissettiriyordu. Bu hoşuna gitmedi. Canını yakmaktan korkarak Hazan'ı altından çıkarıp üstüne yatırırken, "çöz fındığım bacaklarını," dedi. Hazan dediğini yapıp, bacaklarını, onunkilere nazaran oldukça kalın ve adaleli olan bacaklarının arasına uzatarak göğsüne yattı. Saçlarını sevdi. Narin ve kırılgan sırtını aşağı yukarı sıvazladı. Alnını buldu dudakları.

Dakikalarca öyle kaldılar. Hazan Fırat'ı öpüp koklayıp, tenini okşayıp dururken bir zaman sonra durulup, ne kadar dirense de, hâlâ kanında gezinen uyku ilacının etkisiyle uyuya kaldı.

Son sözleri ise, "gitme," oldu. "Bir daha hiç gitme Fırat."

Gitmeyecekti. Her insanın kolay kolay ikinci bir şansı olmazdı. Onun olmuştu ve bu sefer o şansa kıymayacaktı.

💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦

Bölüm : 11.10.2025 12:04 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...