103. Bölüm
Binnur Tombaş / Vatanaşk (Askerî Kurgu) / 102. Bölüm

102. Bölüm

Binnur Tombaş
yikim2024

*********

Yemekten sonra Yaren ve Aslı bulaşıkları yıkarken Hazan biraz yanlarında otursa da Fırat odaya çıkınca fazla durmadan peşinden gitti. Kapıyı açıp içeriye girdiğinde sevdiği adam arkası kapıya dönük bir şekilde yatıyordu. Üzerinde siyah bir eşofman altı ve beyaz bir tişört vardı. Hazan, uyuyup uyumadığını merak etti. Yatağa yaklaşıp üstüne çıktı. Fırat'ın yüzüne baktı, gözleri kapalıydı. Nefesleri düzenliydi. Saçlarını sevip kokusunu içine çekerek yanağını öptü. Yorganı omuzlarına kadar çekti. Mickey Mouse'lu çarşafların Fırat'ın hem iri bedeniyle hem de fazlaca sert mizahıyla komik bir tezat oluşturduğunu düşünüp gülümsedi. Yataktan inip kısa bir duş almak için banyoya girdi.

Fırat uyumuyordu. Sadece Hazan'a kızgındı. O kadar ayı hapiste geçirip nihayet sevdiği kıza kavuşmuşken önemi olmayan bir kızgınlıktı bu. Ama insan ne kadar büyük badireler atlatmış olursa olsun, yine de küçük şeylerin hesabını tutmaya devam ediyordu. Neler yaşamışlardı? Hazan kaç kez kollarında nefessiz kalmıştı? Kaç ayrılık geçmişti başlarından, kaç kırgınlık, kaç acı? O gün cezaevinde karısına bakarken neler düşünmüştü. Galiba kaç asır, kaç evrim geçerse geçsin ne tarih ne de gelecek yaşamanın ve sevmenin o kusursuz klavuzunu bulamayacaktı.

Fırat hep sınırlarına takılıp duruyordu, ve Hazan da aynı sınırlara takılıp düşerken elinden hiçbir şey gelmiyordu. Hâlâ korkuyordu, hâlâ en ufacık bir yel eser de Hazan'ı ondan alır götürür zannediyordu. O kendine bile güvenmeyi beceremeyen, kendi sevdasını bile yarı yolda bırakan bir adamdı. Hep geride bırakılmış, kestirmeleri bulmak zorunda kalmış ve bitiş çizgisinde zaferini başkalarıyla paylaşmıştı. Bugün mutfakta, sana neler anlatmak istiyorum, ama o kadar gücüm yok ki, demişti Hazan'a. Oysa ki düşünmek ve elinde olmadan bilmek bile o kadar yorucuydu ki artık bu ikiyüzlülüğe tahammül edemiyordu. Neden unutamıyordu geçmişi? O elma ağacı neden dört mevsim hep yemyeşildi? Bir mezarın toprağı hiç kurumaz mıydı? Bir yük, bir omuzdan hiç inmez miydi? Sevgisizliğin açtığı yara hiç kapanmaz, her fırsatta kanar mıydı?

Bugün, Mahsun Türkoğlu'nun tutuklandığını öğrenmişti. Oğuz tayinini Antep'e istemiş. Dilek tutuklanmış. Cihan serbest kalmış, ama Ali hâlâ içerideymiş. Herkes hak ettiğini bulmuş. VASÖ yerle bir olmuş. Kim Chin ülkesine dönmüş. Yağız Ankara'da kalmış. Peki geçmiş neden geride kalmıyordu, zihnindeki karmaşa neden bir yerini bulup durulmuyordu? Annesine olan kırgınlığı neden bir türlü son bulmuyordu? Hazan'a nasıl arkasını dönerdi? Bir kez olsun onun sevdiği şeylere değer vermeyi deneyemez miydi? Küçükken en sevdiği tişörtlerini yer bezi yapardı. Sayılı, eski püskü oyuncaklarını komşunun çocuğuna verirdi. Akşama ne yemek yapacağını hep Bahar'a sorar, bir kez olsun sen ne istersin demezdi. Çoğu zaman sevmediği yemekleri yapar yemeyince de kalk odana git bari derdi.

Bahar'sa hep ispiyonlardı onu. Abim bardağı kırdı, anne abim komşunun çocuğunun topunu çalmış, yumurtayı abim kırdı, kömürlüğe köpek sokmuş, sigara içiyor, odasında içki şişesi var, kavga etmiş... Oysa ki ne Fırat'ın umrunda olan ne de annesinin umursadığı şeylerdi bunlar. Birbirlerini anne oğul olarak görmüyorlarken Fırat "sevgi" denilen şeyi annesinden üzerine yaptırdığı bir evle satın aldı. Önemsiz bir evlatken ev direği olmaya terfi ettiğinde değer gördü. O annesini parayla satın aldı, Bahar'ı öfkesiyle bastırdı, Ömer ağayı aralarına koyduğu o soğuk mesafeyle mahcup bir adama dönüştürdü. Üniformasıyla bir saygınlık elde etti. Yoksa deli Feyyaz'ın, deli oğlunu kim iplerdi ki?

Hazan bunların hiçbiri değildi. Parayla satın alınamaz, öfkesiyle durdurulmaz, Fırat ona mesafe koyamazdı. Sadece kendisi olduğu için sevildiği, değer gördüğü, öfkesinin, kızgınlığının anlaşıldığı bir kalbe sahipti. Sözde onu sevenler emanetine dönüp bakmamışlardı bile. Hele Bahar, Hazan onu tecavüzden kurtarmışken, Aslı'nın öldüğünü düşünmesine rağmen affetmişken nasıl bir kez olsun arayıp sormazdı? Annesi, kızım, gelinim, diyerek saçlarını severken nasıl Saadetin'in bir lafıyla sevdiği kızı, karısını düşman bellerdi? Saadettin, abim dediği adam nasıl emanetine ihanet ederdi? Bir Ömer ağa sahip çıkmıştı ikisine de. Görüşe çıksın çıkmasın her görüş günü Urfa'dan kalkıp Ankara'ya gelmişti. Fırat susunca, sessizliğine eşlik etmişti. Arkasını dönüp gittiğinde gönül koyup bir daha gelmemezlik etmemişti. Annesiyle Bahar'ın, Saadettin'in bile yaptığı buydu.

"Bahar üniveristeden arkadaşlarıyla buluştu, gelemedi."

"Canan yengem hasta."

"O kız için bize yüz çeviriyorsun, öyle mi? İki dakika oturup yüzümüze bakmaya tahammülün yok? İyi, bir süre gelmeyelim istersen?"

"Fırat?"

Hazan'ın sesiyle kendine geldi. Yüzündeki ıslaklığı silip hafifçe burnunu çekti. Arkasında oturan karısına dönüp, "yavrum," dedi.

Üstünde zümrüt yeşili, şortlu saten bir gecelik vardı. Gül kokusu odayı doldurmuştu.

"Uyandırdım mı?"

Tamamen ona dönüp elini tutup öptü.

"Yok, uyanıktım zaten," dedi.

Hazan gözlerine yorgun, küskün ve kırgın bir sevgiyle bakan gözlerdeki nemi fark etmişti. Elini tutan eli daha sıkı kavrayıp diğer elini yanağına koyup sevdi. Fırat'ın gözleri yavaşça kapandı. Kaşlarının ortası hafifçe çatıldığında titrekçe içini çekti.

"İyi misin Fırat? Bir şey mi oldu?"

Yüzüne baktı. Boğazına oturan yumrunun hafiflemesi için yutkundu.

" İyiyim, sen bir şey mi diyecektin?"

"Şey...yatağın çarşaflarını değiştirelim diyecektim. Kalkar mısın?"

"Sabah yaparız, yat uyu."

"Olmaz ki ama böyle. Ben rahat edemem."

Elini bırakıp belini tuttu. Üstüne yatırıp, "böyle uyu o zaman," dedi.

"Fırat..."

Yorganı düzeltip alnını öptü. Sıkıca sarılıp gözlerini yumdu.

"Bebeğim. "

Hazan sevdiği adamdan garip bir enerji alıyordu. Sesi, gözleri, sarılışı...

"Konuşmak istersen dinlerim," dedi, halbuki onu bırakmasını söyleyecekti.

Saçlarını sevip belini okşarken, "başka zaman konuşuruz, olur mu?" dedi. " Böyle kalalım, sarılıp uyuyayım sana. Sen kızma, küsme bana. Sev biraz, hı?"

Boynunu öptü. Tişörtüne sıkıca tutunup, "ben biliyorum," dedi. "Neden üzgün olduğunu biliyorum. Ama...bu seninle ilgili bir şey değil. Sabah da konuştuk. Onların tavrı banaydı. Fırat..."

"Hazan, sabah konuştuğumuzu biliyorsan ne olduğunu da biliyorsundur. Kızdırma beni."

Omuzlarına tutunarak yüz yüze gelmelerini sağladı. Hazan Fırat'ın tam olarak neye kızgın olduğunu bilmiyordu, ancak bu halinin ailesiyle bir ilgisi olduğunun farkındaydı. Kocasıyla hislerini konuşmak istiyordu. Yanlış anladığı bir şeyler varsa doğrusunu söylesin istiyordu. Ama Fırat kapalı bir kutuydu. Kilitli değildi, ancak kapağı o kadar ağırdı ki Hazan'ın kaldırmaya gücü yetmiyordu.

Kollarını başına sarıp yanağını yanağına yasladı. Fırat omzunu ve boynunu öpücüklere boğup ellerini saten kumaşın üstünden teninde gezdirirken, "biliyorum," dedi. "Sadece konuşmak istiyorum seninle."

"Konuş, konuş canımın içi. Ama bu konuyu açma."

"Ama ben bunu konuşmak istiyorum."

"Hazan...anlamadığın şey şu; sana yapılanla bana yapılan arasında hiçbir fark yok. Sen benden ayrı değilsin." Duraksadı. Çene kemiğine dudaklarını dokundurup daha sıkı sarıldı. "Ne suçun vardı senin? Hı? Sen ne yaptın onlara? Anneme saygıda kusur mu ettin, Bahar'a sırtını mı döndün, Sado kim sana öfke duymaya? İnsan düşmanı olsa merak eder iyi mi, ne halde diye."

Sertçe soludu. Dilinin ucunu ısırıp, "sen benim emanetimdin," dedi. "Değil hapse düşsem gebersem bile yüz çevirmeyeceklerdi senden. Gözüm değildi sadece arkada kalan, ben ömrümü, canımı geride bırakıp girdim o deliğe. Hepsi biliyor benim seni nasıl sevdiğimi...Ben de biliyorum. Hiçbir zaman onlar için kapıdaki itleri kadar değerli olmadım. Sado ayrı. Ama annemle Bahar'ı savunma bana. Bir kez olsun operasyona giderken, ben kalkıp gitmedim de onlar da gelmedi vedalaşmaya. Kışlaya döndüğümün ikinci günü gittim yanlarına da en ufak bir özlem, bir damla yaş görmedim gözlerinde. Dışarıdan bakılınca nasıl görünüyor bilmiyorum, ama içeriden bakılacak bir şey yok artık."

Gözlerini kapatarak kirpiklerinin arasında titreşen yaşların akıp gitmesine izin verdi. Sesini kontrollü tutmaya çalışıp, "bir daha açma bu konuyu," dedi. "Ömer ağa...dedem olur, ama onlar hiçbir şeyim olamaz bundan sonra. Sen bana yetersin."

"Yeterim," dedi Hazan.

Yanaklarından akıp giden yaşların Fırat'ın tenine düşmemesi için kolunu siper etmişti. Sevdiği adam için her koşulda, karşısında kim olursa olsun kırmızı çizgi olduğunu biliyordu. Canan hanımı hep oğlunu seven bir anne olarak görmüştü. Bahar abisinin duygularına değer veriyor, ona saygı duyuyordu. Belki de gerçekten de öyleydi, ama onlarında bazı sınırları vardı. Kendi hisleri ve varlıkları başkaları için fedakarlık yapamayacakları kadar önemli olmalıydı.

Saadetin ise sadece Fırat'ı korumak istiyordu. VASÖ'den haberi olmasa da, zamanında Ömer ağanın odasında Hazan'ın adı ve resmî bulunan bazı dosyalar görmüştü. Berdel vakti Hazan'ı alacaklarken işi bozan da Türkoğlu aşireti değil, Ömer ağaydı. Öz oğlu gibi sevip saydığı adamın kızını, öfkesi Urfa'yı sarmış, dağlarda teröristlerin inlerine bile efsane olmuş torununa kurban etmek istememişti. Hazan o zamanlar zaten Ali'nin terörist oluşunun acısıyla boğuşuyordu. Saadettin, dedesine niye iptal ettin berdeli, diye sorunca Ömer ağa, bir bildiğim var, sen karışma, bu iş, bu kızla olmaz, demişti. Sonra da Dicle'nin ölümüne sebep olanlardan birinin Mahsun Türkoğlu'nun kardeşi olduğu ortaya çıkmış, Korkmaz aşireti soy adı Türkoğlu olan herkese kin beslemeye başlamıştı. Saadetin'e göre Fırat'ın bütün acısı o aşiret yüzündendi. Ağalarının kardeşi Dicle'yi almıştı, torunları da başını yakacaktı, yakmıştı da.

Bahar Aslı'nın ölmediğini öğrenince müthiş bir rahatlama yaşamıştı. Eski özgüveni geri gelmiş, neşesine kavuşmuştu. İlk zamanlar Hazan'la görüşmek için ayak diretse de bir süredir doğumuna az kaldığı için bir köşede kendi hayatına bakıyordu. Canan hanımsa Fırat'a cezaevinde kışın giyer diye kazak örüyordu. Oğlunun Hazan için büyük bir devlet adamını vurup, hapislere düştüğünü öğrenince ayılıp bayılmış, yataklara düşmüştü. Aşktan sevdadan bir yol olmayacağını söylüyordu. Ah Fırat dinlemedi, Filiz'i alacaktım oğluma, diyerek dövünüyordu. Bu düşüncelerini bir görüşte Fırat'a da söylemişti. Fırat ise tek kelime etmeden kalkıp gitmişti.

Hazan tüm bunları bilmiyor, ancak anlıyordu. O da aylarca, hep yaptığı gibi kendini suçlayıp durmuştu. Ama bir kez olsun vazgeçmeyi düşünmemişti sevdiği adamdan. Şimdi de düşünmüyordu. Fırat ona hislerini anlatınca hem anlamış hem de kendini gerçekten karısı gibi hissetmişti. Kırgınlıklarını görmüştü. Sesindeki tınının altında yaprak yaprak açılmıştı mazi. Bir hikaye yoktu, fakat göğsünde ağır aksak atan kalp geçmişin yükünü taşımaktan kambur çıkarmış, ağrılar içinde kıvranıyordu. Hazan o ağrıya merhem olmak, kamburun üstündeki yükün altına girmek istiyordu.

Fırat, onu yavaşça altına alıp şortunu kalçalarından sıyırırken kendine gelip, "aşkım dur," dedi. "Yaren'ler burada, unuttun mu?"

Gece lambasının loş ışığı altında yanaklarında parlayan ıslaklığı öpücükleriyle silerken, "unutmadım," dedi. "Yavaş olacağım, belki sadece öylece dururum içinde. Sana yakın olmak istiyorum."

"Olmaz..."

Bıkkınca aldığı soluğu dışarıya verdi. Ellerini çekip yatağa koydu. Başını boynuna bırakıp üzerine uzandı. Teninde nefeslenirken gözlerini kapattı. Hazan saçlarını sevip öptü. Akrep yelkovanı kovalarken zaman geçti. Alt kattan belli belirsiz duyulan televizyonun sesi kesildi. Merdivenlerde ayak sesleri duyuldu. Yan odanın kapısı açılıp kapandı. Fırat'ın nefesleri ağırlaşırken kendini biraz yana attı. Böylece, bu halde uyuya kalsa bile Hazan'ı ezmeyecekti. Sırtında bir çocuğu avutmak ister gibi gezinen el içindeki yaralara kabuk bağlatıyordu. Tamamen iyileşmek mümkün mü bilmiyordu ama bu yara kanayacaksa da sevdiği kızın yanında kanasın istiyordu. Ona anlatmak, onunla konuşmak, uzun uzun cümleler kurmasa da anlayışlı sessizliğini duymak, gözlerindeki merhameti görmek yetiyordu.

"Fırat," diyerek fısıldadı.

"Yavrum," dedi uykulu sesiyle.

"Sana...bir şey göstereceğim, bırakır mısın?"

"Sabah gösterirsin bebeğim, uyu hadi."

"Ama şimdi göstermek istedim."

İçini çekti. Yanağını öpüp, "öyle mi istedin," dedi.

'Hı hı."

"Sesine ölürüm senin, gel," diyerek belini tutup yataktan kaldırdı.

"Ne göstereceksin bakalım?"

"Burada değil, orada," derken işaret parmağıyla gardrobun üstünü gösterdi. Fırat gösterdiği yere baktığında ona döndü. "Benim boyum yetişmez, yardım eder misin?"

Dudaklarını öpüp, "ederiz," dedi.

"Teşekkür ederim."

Yataktan kalktılar. Fırat Hazan'ı indirmeden dolabın önünde durdu.

"Ne alacağız oradan?"

"Sazın çantasını."

Gece gece sazı ne yapacağını düşünürken uzanıp sazın siyah kılıfını aldı. Yatağa geçtiler. Hazan çantayı alıp sevdiği adamın bacaklarının arasına yerleşti. Fırat sıkıca beline sarılıp ensesini öptüğünde fermuarı açtı.

"Bak, bu babamın sazı."

Dudaklarını yanağına dayayıp, "hı?" dedi.

"Babama Antep'te Aşık Memet derlerdi. Çok güzel bir sesi vardı. Yanık yanık derler ya, öyleydi işte."

Sazın üzerinde ellerini gezdirdi. Dolan gözlerini kırpıştırıp karnındaki büyük el göbeğini okşarken çantadan çıkarıp bir kenara koydu. Fırat o an çantada başka şeyler de olduğunu gördü. Altın, köstekli bir saat, bir evlilik yüzüğü, küçük bir kar küresi, arkası dönük fotoğraflar.

Hazan köstekli saati aldı. Kapağında oldukça zarif, çiçekli motifler vardı ve üzerinde italik yazıyla yazılmış bir cümle göze çarpıyordu.

"Babam bunu Fransa'dan almış. Bir sahaf hediye etmiş ona. Şu yazıyı görüyor musun?"

"Görüyorum yavrum."

"Le temps passe, il faut aimer."

Çok hoş bir Fransız aksanıyla okuduğu kelimeler dudaklarından dökülürken Fırat sesinin tatlı tınısını ruhuna sindirerek ışık saçan gözlerle, sevdiği kızın kirpiklerini, ucu hafif kalkık olan minik burnunu ve dolgun dudaklarını seyrediyordu.

"Ne demek?" diye sordu, biraz daha konuşsun, sesi bütün duyularını meşgul etsin istiyordu.

"Zaman geçiyor, sevmek gerekir, demek. Zamanın geçiciliği karşısında sevgiye sığınmak."

Sevdiği adama döndü.

"Bizim yaptığımız gibi," dedi, gülümsüyordu.

Gülüşünü öptü. Fırat bu yeryüzündeki her şeyden Hazan'a sığınıyordu. Zaman en büyük düşmanları ve yoldaşlarıydı. Hiç hesapsız geçip gidiyor, fakat yine de bir yolunu bulup onları bir araya getiriyordu.

"Ben bunu sana vereceğim..."

"Hazan..."

"Babam yaşasaydı o da sana verirdi."

Duraksadı. Arkası dönük olan fotografları alıp en alta duran sarı zarfı çıkardı.

"Bu mektubu babam yazmış bana," dedi, sevdiği adamın kara gözlerine bakarken. "İçinde onun gibi bir adamı sevmememi yazmış. Kıymetimi bilen, beni sevmek için vakit kaybetmeyen bir adamı sevmemi istemiş. Eğer öyle birini bulursam, bu saati o adama vermeliymişim. Çünkü, Le, temps passe, il faut aimer, zaman geçiyor, sevmek gerekir. Her saniyemiz kıymetli. Ben seninim, bu da senin. Kabul et, lütfen."

Burnunun köşesini öptü. Yüzünü yüzüne sürtüp, "tamam," dedi. "Bu saat babanın seni bana verdiğinin nişanıysa aldım, kabul ettim."

Karnındaki elini tutup saati büyük avcuna koydu.

"Teşekkür ederim. "

Saati avucunda sıktı.

"Rica ederiz."

Mektubu çantaya geri koydu. Sessiz, titrek bir nefesi içine çekerek fotoğrafları aldı.

"Sana asıl göstermek istediğim bunlardı," dedi. Midesi heyecanla kavrulup kasılıyordu.

Yanağını yanağına bastırdı. Elindeki resimlere baktı. Mehmet beyin kucağında tütülü pembe elbisesi, çantası ve suluğuyla, küçük dişlerini gösterek ağlayan bir kız çocuğu vardı. Dört beş yaşlarında görünüyordu. Saçları özenle taranmış, tepesine de çiçekli, beyaz bir taç takılmıştı. Mehmet bey ise kızın bu hâline gülüyordu.

Fırat kocaman gözlerinden, o inatçı, minik burunundan, hafif etli yanaklarından, kiraz dudaklarından, ipek gibi saçlarından bu dünyalar güzeli, tatlı kızın Hazan olduğunu anlamıştı. Göğsüne bir sıcaklık yayıldı. Dudakları farkına varmadan kıvrıldı.

"Bu benim, bu da babam. İlk defa anasınıfına gittiğim gün. Ama neden ağladığımı hatırlamıyorum."

Fırat fotoğrafı elinden aldı. Her bir zerresini, yumuk yumuk ellerini, kırmızı pabuçlarının içindeki küçük ayaklarını, beyaz, külotlu çorabını içi titreye titreye zihnine kazıdı.

"Tatlı mıyım?" diye sordu şımarık bir sesle.

Alt dudağını ısırıp Hazan'ı göğsüne bastırırken, "çok," dedi. "Çok tatlısın lan. Of şu ellere bak."

Sevdiği adamın yüzündeki ifade içini kıpır kıpır ederken güldü. Bacaklarının arasında ona dönüp dizine oturdu. Yanağını öptü sulu sulu. Fırat büyülenmiş gibi resmine bakıyordu. Kollarını boynuna sardı. Onunla birlikte fotoğrafını izledi.

"Böyle bir kızın olsun ister miydin?" diye sordu çekinerek. Bu anın amacı, zaten bu soruydu. Hemen şimdi değil, resmî nikahları kıyıldıktan sonra belki, ama bir gün Fırat'a bir çocuk verip gerçek bir aile olmak istiyordu. Korkuyordu da. Deli gibi korkuyordu hem de, ama Yaren, Fırat'ın onu hayata döndürmeye çalışırken ona benzeyen bir kız çocuğunun hayalini kurduğunu söylediğini söylemişti. Sevdiği adamı mutlu etmek, hayallerini gerçekleştirmek istiyordu.

Fırat ona dönüp yanağını öptü.

"İstemez miyim hiç?" dedi. "Şu güzelliğe nasıl hayır der bir insan?"

Hazan omzundan sarkan elindeki fotoğraflardan birini daha aldı.

"Bak, bu da bebekliğim. Hastanede babam çekmiş. Dört kilo doğmuşum."

Fırat güldü. O fotoğrafı da aldı. Mor bir battaniyenin üzerinde, toz pembe bir tulum giydirilmiş, başında tulumla aynı renk, yünlü bir bandana olan yeni doğmuş bir bebek vardı. İri gözleri sulu sulu, minik burnunun ucu biraz kızarık, dudakları düğme kadar ve ıslaktı. Etli yanaklarında masum bir pembelik yer edinmişti. Dakikalar evvel ağladığı belliydi.

Fırat bir kız çocuğu istiyordu. Çok düşünmemişti bunun üzerine. Hazan, yerde öylece cansız yatarken dudaklarından dökülene denk haberdar değildi bu istekten. Ama şimdi emindi. Bu fotoğraftaki dünyalar tatlısı şeyden bir tane istiyordu. Hazan'dan bir parçanın babası olmak elini ayağına dolaştırdı.

Yüzündeki gülüş, huzurlu bir tebessüme dönüştü. Gözlerindeki büyülenmiş ifadeyle, "yanaklarını yesinler senin," dedi. "Oy, kurban olurum sana."

Diğer fotografları çantaya geri koydu. Sevdiği adamın alnını öpüp tenini sevdi. Fırat bilinçsizce belini okşuyordu. Fotoğraftan bir an olsun çekmiyordu gözlerini.

"Fırat."

"Bebeğim."

"Çocuğumuz olsun ister miydin?"

Eli durdu. Vücudu kasıldı. Afallamış gözleri gözlerini buldu.

"Hazan..."

"Basit bir soru. Evet ya da hayır."

Birkaç kez dudaklarını öpüp alınlarını birleştirdi.

"İstiyorum," dedi. "Çok istiyorum. Seni hamileyken görmek, aşerip benden bir şeyler istemelerini dinlemek, karımı hamile bırakmak istiyorum. Merak ediyorum o hallerini. Bizim bir parçamız olma ihtimali içimi titretiyor. Ama..."

"Ne ama kocam?"

"Yapabilir miyiz? Sen savcı, ben asker; doğru düzgün ana baba görmemiş iki insan...bilmiyorum yavrum."

Hazan da bilmiyordu. Aynı korkuları paylaşıyor olmak içini rahatlattı.

"Hemen değil zaten. Önce evlenelim, sonra ben şu ilaçlardan kurtulayım. Oturur yine konuşuruz. Ben sadece bilmek istedim."

"Hoşuna gitti mi bari aldığın cevap?"

Göğsüne sakladı yüzünü.

"Gitti."

Yatağa uzanıp Hazan'ı üstüne yatırdı. Dudaklarını alnına dayayıp elindeki resimlere bakarken, "bunlar ben de kalsın," dedi.

"Tamam."

*********

Fırat yeniden Turan timinin komutanı olduğunu bildiren dosyayı dolaba kaldırdı. Cezaevinde olduğu 4 aylık süreç içerisinde tim biraz salmıştı. Eğitim ve tatbikat çizelgesini baştan düzenleyip time bildirdi. Yokluğunda biriken imzaları attı. Albayın emriyle gece nöbeti çizelgesine adını yazdırdı. Timin disiplini ve yeniden görev düzenini oturtmak için bir süre operasyona çıkmayacaklardı.

Mühimmat deposuna girdi. Silah ve teçhizat sayımını yaptı. Bu, sabahtan öğlene kadar olan, çizelgedeki görevlerin sonuncusuydu. Raporun çıktısını alıp dosyalayarak albayın odasına gitti. Emir eri yerinde yoktu. Kapıyı çaldı.

"Gir!"

Odaya girdi. Selam durdu.

"Rahat asker. Gel."

Fırat masaya doğru adımlayıp dosyayı albayın önüne koydu.

"Depo sayımının raporu komutanım. Eksik yok. Bütün envanterler tam."

"Tamam."

"Komutanım izniniz olursa erken çıkabilir miyim?"

Halit albay rapordaki gözlerini yüzüne dikti.

"Ne için?"

"Öğle yemeği için komutanım. Öğlene kadar olan görev çizelgemi tamamladım. Erken çıkabilirsem erken dönerim, izniniz olursa."

Albay saatine baktı.

"Öğlene daha iki saat var asker. Ne bu hız?"

Fırat sessiz kaldı. Hazan'ı öğle yemeğine çıkarmak için işleri erkenden bitirdiğini söyleyemezdi. Ancak albayın bıyık altı gülüşünden durumu anladığı belliydi.

"Peki, madem görevlerini tamamladın çık hadi."

"Sağ olun komutanım."

Başıyla selam verip kapıya doğru adımladı.

"Evlât."

Adımları durdu. Halit albay, kışlaya içkili geldiği günden beri ona evlat dememişti. Geri dönüp, "emredin komutanım," dedi.

"İki dakika vaktin var mı?"

"Emredersiniz komutanım."

"Geç, otur şöyle."

Koltuğa geçip oturdu. Albay küçük fakat keskin gözlerini yüzüne dikti. Kaşlarının ortası derince çatıktı. Karekteristik bir burnu vardı. Kırlarmış saçları seyrelmişti. İnce dudaklarını aralayarak konuştu.

"Nereden baksan on yıldır bir hukukumuz var," dedi. "Seni öz oğlum gibi sevip sayarım."

"Sağ olun komutanım."

"İyi adamsın evlat. Çok iyi adamsın. Her ne kadar hatalar yapmış olsan da çok iyi de bir askersin. Senin gibi adamlar deli sever, güzel sever. Sev, aşk güzel bir şey. Ama bu, aşk uğruna kendini attığın son ateş olsun. Ben iyi bilirim seni, sen üstündeki üniforma olmadan nefes alamazsın. Seni, beni, bu kışladaki herkesi ayakta tutan bu üniforma."

Fırat gözlerini kaçırdı. Üniformasına aşıktı, bu doğru ve su götürmez bir gerçekti, ama söz konusu Hazan'ken aldığı nefesi bile görmüyordu gözü. Onun yaptığı şey ateşe atlamak değildi. O ateşin ta kendisiydi. Öyle görkemli, devasa bir ateş değildi, herkesi püskürtüp alevlerini koruyamıyordu, fakat yakıcıydı. Etrafa yayılan kıvılcımları tozu dumana katıyor, günün sonunda da yine dönüp onu yakıyordu.

Albay sözlerine devam etti.

"Buradaki herkes benim evlâdım. Birinin tırnağı kırılsa benim içim yanar. Yandı da. Defalarca kez hep birlikte yandık. Şehit olmak gurur, ama hapse düşmek utanç. Şehidin yaktığı ateş cennet, hapse düşenin cehennem. Kaç oldu bu sene? Oğuz, Dilek, sen."

Fırat'ın öne eğilen başıyla duraksayıp nefeslendi.

"Bir daha istemem," dedi. "Bir daha bu askeriye sınırları içerisinde disiplinsizlik istemem. Anladın mı?"

"Emredersiniz komutanım."

"Kalk şimdi."

Fırat doğruldu. Onunla birlikte Halit Albay da ayaklandı. Masanın arkasından çıkıp kollarını açtı. Sarıldılar. Albay sırtını sıvazladı.

"Aslanım benim," dedi. "Aslanım."


Fırat üstünde, askeriyeye geri döneceği için çıkarmadığı üniformasıyla adliyenin kapısında Hazan'ı bekliyordu. Araçtan inip kaldırıma çıkmıştı. Yoldan geçip giden araçları, dükkanları, caddede yürüyen insanları seyrederken, "ooo Fırat," diyen sesle adliyenin demir sürgülü bahçe kapısına döndü.

Nöbetçi kulübesinden çıkan Enver bey kapıyı açıp yanına geldi.

"Selamun aleyküm Enver dayı."

İki eliyle elini sıkıp, "ve Aleyküm selam oğlum," dedi. "Kaç vakittir yoktun, operasyonda dedilerdi."

Fırat göğsüne batan bir şeyi yok sayıp elleri ayrılırken başını salladı.

"Hazan kızımı mı bekliyorsun?" dedi.

"Evet."

"Genelde öğle yemeğine çıkmaz o. Benim hanım arada evden sarma dolma, börek falan getirir, oturup çayla yerler. Koskoca savcı ama pek alçakgönüllü, maşallah. Selamını sabahını eksik etmez, boşalan bardağını bile kendisi indirir aşağı."

Belli belirsiz gülümsedi. Deli oluyordu bu hallerine, ama bir yandan da herkese karşı bu kadar açık ve ulaşılabilir olmasından hoşlanmıyordu. Yine de yüreğinde bir yer ince ince yandı sevdiği kıza.

O sırada bir motor sesi duyuldu. Gelip tam önlerinde durdu. Motordan inen gençten bir çocuk özenle paketlenmiş bir çiçeği ve küçük bir kutuyu alıp indi. Motoru kilitleyip kaldırıma çıktı. Adliyenin kapısına doğru ilerlerken Enver bey, "kime baktın oğlum?" dedi.

"Paket getirdim de."

"Kime?"

"Hazan Hilal Türkoğlu."

Enver bey yüzü gerilen Fırat'a kısa bir bakış atıp, "ver bakayım bana, ben iletirim," dedi.

"Tamam, iyi günler, sağ olun."

Gül buketiyle kutuyu alan Enver bey ne yapacağını bilemedi. Bahçeye girmeye yeltenirken Fırat, "Bir dakika dayı," dedi. "Sen ver bir şunları bana."

"Aman oğlum..."

"Dayı," derken burnundan soluyordu. Ne olduğunu anlamıyor, ama gül buketinin cafcaflı görüntüsü, kutunun süsü sinir uçlarına dokunuyordu. Karısına böyle şeyleri bir tek o gönderebilirdi. O da böyle bir şey yapacak bir adam olmadığına ve Hazan'ın astımından ötürü polen alerjisi olduğunu bildiğine göre bunları kim yollamıştı?

"Ver şunları."

"Hazan kızıma ne derim?"

"Kocan aldı, dersin."

Paketleri zorla alıp aracın üzrine koydu. Çiçeği sertçe karıştırıp not var mı diye baktı. Pembe kartı bulduğunda yırtarak açtı. Kartta,

"Dün için özür dilerim.

"Sefa Açıkgöz"

Yazıyordu.
Fırat yanında duran adama, "kim bu herif?" diye sordu. Sinirden sesi titriyordu.

"Şey..."

"Fırat!"

Hazan neşeli sesiyle bahçeden çıkmış, kaldırımda hoş sesler çıkaran fiyonklu, bej rengi topuklu ayakkabılarıyla yanına geliyordu. Üzerinde balon kollu açık mavi bir gömleğin üstüne giydiği V yaka, beline tam oturup aşağılara doğru genişleyen, diz altı lacivert bir elbise vardı. Aralarındaki mesafe tükenene kadar ikisi de birbirini izledi. Hazan, üniforması içinde uzun boyu ve koca cüssesinin ne kadar iç gıdıklayıcı olduğunu düşünüyordu. Alnına dökülen siyah saçları parmaklarını karıncalandırdı. Üniformasının yakalarının değdiği kalın ve güçlü boynuna yüzünü gömmek istedi. Yapılı omuzları, geniş bağrı, adaleli, kalın bacakları, gözüne devasa görünen askeri botlarıyla çok yakışıklıydı.

Fırat ise Hazan'ın güzelliğini görecek durumda değildi. Delirmenin eşiğinde gezinen aklıyla Hazan'ın yanına ulaşmasını bekleyemeden, kabaca tuttuğu, elinde eğrelti duran çiçeği alarak üzerine yürüdü. Hazan o an Fırat'ın gözlerindeki yangını fark etti. Adımlarını durdurup, "Fırat," dedi duyulur duyulmaz bir sesle. Sevdiği adam yine elektirik mavisi kıvılcımlar saçarak karşısında durdu. Kartı gösterip, "kim bu lavuk?" diye sordu.

Hazan kartta yazan isimle baştan aşağı titredi. Fırat'ın karşısında toz olacağını hissederken yutkundu.

"Fırat..."

"Soruma cevap ver. Sana çiçek gönderen bu herif kim?"

Sesinin yükselmemesi için büyük bir çaba sarf ediyordu. Hazan'a ulu orta bağırmak istemiyordu. Ama gözünün önü kararıp nevri dönerken yer, zaman, mekan ayırt edecek halde değildi. Enver bey yanlarından uzaklaşıp bahçeye girdiğinde ikisi de bunu fark etmedi. Hazan çiçeğe uzanıp, "ver bana, çöpe atalım, sonra..."

"Ne sonra? Ne sonra Hazan? Kim bu? Kim..."

Hazan beline sarılınca sözünü yarıda kesti.

"Sakince konuşalım. Lütfen, beni seviyorsan."

Gözlerini sıkıca yumup yutkundu. Gülleri öldürürcesine sıktı. Nefeslerini kontrol altına almaya çalıştı. Adliyenin önünde tartışamazlardı. Sakin bir yere gitmeliydiler. Kirpiklerini aralayıp, "arabaya geç," dedi sert sesiyle.

Hazan belinden ayrılıp aracın önünden dolanarak kapıyı açıp bindi. Fırat ise üç metre uzaklıktaki çöp konteynırına doğru yeri döven adımlarla ilerleyip çiçeği attı. Geri dönüp kaputtaki kutuyu alarak direksiyona geçti. Hazan'a gözlerini değdirmeden kurdeleyi çözüp kapağını açtı. Papatyalı, kolye ve küpeden oluşan bir takı seti vardı. Fırat sinirden titrerken, "lan," dedi. Dişlerini kırarcasına sıktı. Damarları şişmiş, yüzü seğiriyordu.

"Ko-kocam..."

"Sus!"

"Ama Fırat..."

Kutuyu aracın içine fırlattı. Direksiyona vurup, "sus!" diyerek gürledi. Hazan korkuyla küçük bir çığlık atarak koltuğa yapıştı. Dışarıda ışıl ışıl bir güneş vardı, ama Hazan bomboş bir ovada, ayazın ortasında kalmış gibi içinin buz kestiğini hissetti. Cama çarpıp ayaklarının ucuna düşen kutuya nefretle baktı. Bu Fırat'ı sevmiyordu, ama onu bu hâle getiren her şeyden tiksiniyordu. Evli olduğunu söylemesine rağmen neydi bu yüzsüzlük? Bunu yapmaya ne hakkı vardı? Yanağının içini ısırarak Fırat motoru çalıştırıp yola koyulurken hıçkırıklarını bastırmaya çalıştı. Elinde sıktığı karta baktı. Çiçeği çöpe atarken kartı atmamıştı. Hazan çantasına tırnaklarını geçirdi. Daha kavuşalı iki gün olmuşken kavga etmek istemiyordu. Fırat ya savcıya bir şey yapmaya kalkarsa o zaman ne olacaktı?


On dakikanın sonunda Aslı'nın işlettiği restorana geldiler. Fırat, trafikten ayrılıp aracı açık otoparka park etti. Öfkesinden hiçbir şey kaybetmeden sert hareketlerle arabadan indi. Hazan'ın kapısını açıp sahiplenici ve canını yakacak kadar sıkı bir şekilde elini tuttu. Restoranın önündeki merdivenleri Hazan'ın zar zor yetiştiği büyük adımlarla çıktı. İçerisi tıklım tıkış doluydu. Müdür yardımcısı Salim bey Fırat'ı görür görmez kasadan çıkıp koşarak geldi.

"Hoş gelmişsiniz ağam. Buyrun, masa boşaltayım size."

"Gerek yok, teras boş mu?"

"Boş ağam, buyrun. Garson gönderirim şimdi."

"Kimse gelmesin."

"Emrin olur ağam."

Restoranda birçok kişinin gözleri üniforması ve içeriye girdiği anda tüm mekânı dolduran varlığıyla Fırat'a dönmüştü. Özellikle de çaprazlarındaki masada oturan bir grup genç kızın beğeni ve hayranlık dolu bakışları, aralarında Fırat'ı gösterek fısıldaşmaları Hazan'ı şu durumda bile rahatsız etmişti. Kocasının elini daha sıkı tutup yaklaştı. Birlikte kasanın yanından geçip dik, uzun ve dar merdivenlerden terasa çıkmaya başladılar. Ancak Hazan Fırat'a yetişemiyor, topuklu ayakkabılarıyla yalpalıyor, düşecekmiş gibi hissediyordu.

"Fırat...yetişemiyorum, yavaşla, lütfen."

Arkasında kalan kıza döndü. Öfkeden kan oturan gözleri üç basamak aşağısındaki ayaklarını buldu. Topuklu ayakkabısının açıkta bıraktığı beyaz teni ve pembe topukları, elbisesinin eteğinden görünen bilekleri, gömleğinin açık olan iki düğmesi, kirazlı kolyesinin sardığı boynu, iri dalgalı saçları, boyalı dudakları sabah tahammül seviyesini aşmazken şimdi gözüne batar olmuştu.

Yüzü kaskatı kesilirken, "geç önüme," dedi.

Hazan aralarında duran üç basamağı duvara tutunarak çıkıp önüne geçti. Fırat'ın göğsünden yayılan sıcaklık sırtına vururken sanki acele etmesi gerekiyormuş gibi hissetti. Ahşap merdivenlerin dönemecinden döndükleri sırada trabzanlar olmadığı için duvara yapıştı. Aşağı baktığında başı dönmüştü. Midesi ağzına gelirken dizleri titredi. Fırat'ın eline sıkıca sarıldı.

"Noldu?"

"Bi-bir şey yok. Başım döndü sadece."

Önünden geçtikleri pencerenin mermerine tutunup yürümeye devam etti. Fırat elini bıraktığında adımlarını durdurdu. Ona dönecekken beline sarılan tek bir kolun ayaklarını yerden kesmesiyle bir iki saniye sonra kendini terasta buldu. Ayakları yavaşça yerle buluştu. Güçlü kol belinden çekilirken boşluğa düşer gibi oldu. Büyük ve havadar bir yerdi. Şehri tepeden görüyordu. Alçak duvara dayalı 10'a yakın masa vardı. Koyu renk parkenin üzerinde elini tutan Fırat'ın yönlendirmesiyle adımlayıp masalardan birine oturdu. Arka bahçeden yükselen ağaç dallarının hışırtısı kulaklarına doluyordu. Rüzgar saçlarını okşadı. Duvarın üstüne konmuş birkaç güvecin kanat çırparak uzaklaştı. Direklerin arasında asma lambalar vardı. Hazan akşam buranın aydınlatmalarla çok güzel olacağını düşünürken yanındaki sandalyeyi çekip masayı iterek oturan Fırat'la gerçekliğe döndü.

Oturduğu sandalyeyi tutup kendine çevirmiş, karşı karşıya gelmelerini sağlamıştı. Yüreği göğsünde hopladı. Sırtında soğuk yeller esiyor, midesi kavruluyordu.

Fırat, Hazan'ı bacaklarının arasına alıp sıkıştırdı. Elindeki kartı parmaklarıyla ezerken, "anlat," dedi. "Kim bu herif?"

Göz bebekleri ve dudakları titriyordu. Göz kapaklarında bir ağırlık sevdiği adamın yüzüne bakmasına engeldi. Önüne dökülen saçlarını esen bir rüzgar geriye doğru savurdu. Kokusu Fırat'ın burnuna doldu. Biraz daha yaklaştı Hazan'a.

"Konuş," dedi. "Zıvanadan çıkarma beni! Ne demek?" derken elini masaya vurdu. Hazan irkildi. "Ne demek benim karıma çiçek almak, kolye göndermek?! Kafayı yiyeceğim, anlat!"

Hıçkırdı. Bir damla yaş yanağına düşerken Fırat'ın karşısında küçüldükçe küçüldü. Neden bilmiyordu ama dili lal olmuş gibi ağzının içinde dönmüyor, kelimeler boğazına diziliyordu.

Fırat sinirle masanın ayağına bir tekme savurdu. Masa sendeleyerek yere düşerken, "ağlama!" dedi. "Çıldırtma beni!"


Eli, sıkışan göğsüne gitti. Kalbi telaşla çırpınırken nefesleri daralıyordu. Hızlı soluklar almaya başladı. İki kez peş peşe hıçkırdığında Fırat astımı tuttuğunu anladı. Öfkesi, kendine duyduğu bir nefrete evrilirken çantasını elinden aldı. Spreyi çıkardı. Belini tutup tek hamlede dizine oturttu. Kasılıp duran sıcacık bedeni canını sıktı.

"Aç ağzını."

Dudaklarını aralayıp spreyi üç kez sıkmasına izin verdi. Sonra da kollarını boynuna dolayıp yüzünü omzuna gömdü. Fırat spreyi çantanın içine koyup diğer sandalyenin üzerine attı. Hazan'a sıkıca sarıldı. Sırtını sıvazlayıp belini okşadı. Gömleğinin üstünden omzunu öptü.

"Ağlama, tamam."

"Ba-bağırma o zaman bana. Ben...seni çok seviyorum."

"Ben sevmiyor muyum? Durduk yere mi bağırıyorum sana? Niye konuşmak yerine susuyorsun? Biliyorsun beni neyin delirteceğini, bilerek mi yapıyorsun Hazan?"

"Kendinin farkında değilsin," dedi cılız sesiyle. "Öfkeliyken o kadar...korkutucu görünüyorsun ki elim ayağım kesiliyor. Kötü bir şey yapmadım, ama kendimi suçlu gibi hissediyorum."

"Öfkemin sana olmadığını biliyorsun, bilmen lazım. Ben senin kötü bir şey yapmadığını, yapmayacağını bilmiyor muyum? Soruyorum lan. Kim, diyorum, söyle. Susuyorsun. Ben bunu hazmedemem. Gider basarım o çiçekçi mi kargo şirketi mi her ne sikimse, öğrenirim o itin kim olduğunu. Ya konuş ya da..."

"Savcı. Cizre adliyesinin terör savcısı. Bir hafta önce ortak bir soruşturma yürüttük..."

"Notta, dün için özür dilerim, yazıyor. Dün noldu? Ne yaptı sana?"

Hazan, savcı olduğunu duyunca Fırat'ın bir an olsun duraksayacağını sanmıştı, fakat sesi ne öfkesinden bir şey kaybetmişti ne de bir an olsun tökezlemişti.

"Fırat, adam savcı. Boşver, nolur, ben hallederim. Yeni çıktın içeriden, lütfen, lütfen bir daha ayrılmayalım."

Bu sözler gururuna dokundu. Neydi yani? Savcı diye karısına sarkmasına göz mü yumacaktı? Sevdiği kızı koruyup kollayamayacaksa yanında olmasının ne anlamı vardı? Bunu kabullenemezdi.

"Bana dün ne olduğunu anlat," dedi, söylediklerini hiç duymamış gibi aynı tehlike saçan sesiyle.

"Fırat...Fırat'ım söz vermiştin, daha sakin bir adam olacaktın, bir daha ayrılmayacaktık. Yapma. Dün gece konuştuklarımızı düşün, lütfen kocam, nolur. "

Sesindeki korku canını yaktı. Ama gidip de adamı vuracak ya da dövecek değildi. Oturup sakince konuşacaktı, anlamaması durumunda başka bir yol düşünürdü.

Saçlarını öptü. Yüzünü tutup göz göze gelmelerini sağladı. Dudaklarına kapandı. Hazan karşılık verdiğinde bir süre öpüştüler. Yanağını sevdi. Çenesini okşarken, "korkma," dedi. "Aklım başımda. Dün gece konuştuklarımızı da hatırlıyorum. Gidip konuşacağım sadece. Anlat, dün ne oldu?"

"Fırat..."

"Canım, canımın yarısı, bebeğim anlat."

"Kötü bir şey olmadı, o kötü bir adam da değil..."

"Hazan!"

Alt dudağını ısırıp, "operasyon raporunu getirip benden özür diledi," dedi.

"Neden?"

"Sana ikaz aldım, demiştim ya, o davada birkikte çalışıyorduk. Ben tutuklunun başına..."

"Sandalye geçirince bu it de sana bağırıp başsavcıya rapor etti."

"Nereden biliyorsun? Memduh mu anlattı?"

"Kim anlattıysa anlattı, devam et."

Her şeyi baştan sona kelimesi kelimesine anlattı. Son cümlesi de bittiğinde Hazan Fırat'ın barut gibi olan vücuduyla bir ateşin ortasında yanıyor olduğunu sandı. O kadar sıkı sarılıyordu ki kollarının izinin beline çıktığını düşündü. Yüzüne kilitlenen gözlerinin gözlerine aktığını hissetti. Bakışlarını kaçırmak istiyor, fakat Fırat'ın üzerinde kurduğu tahakkümden kurtulamıyordu. Yerdeki ayaklarını kaldırıp bacaklarını dizine uzattı. Eteği yukarılara doğru açılsa da etrafta kimse olmadığından umursamadı. Dudaklarını öpüp, "sevgilim," dedi. "Bakma öyle, lütfen."

Bir iki saniye aynı karanlık ve donuk ifadeyle gözlerine bakmayı sürdürse de yutkunup gözlerini masmavi gökyüzüne dikti. Hazan bir süre sevdiği adamın yakışıklı yüzünü, çatık kaşlarının altındaki, bir kartalın gözleri kadar keskin olan kuzguni bakışlarını izledi. İnce, uzun parmaklarını, teninde hoş bir görüntüsü olan künyenin zincirinde gezdirdi. Bir eli aşağılara doğru kaydı. Üniformasının üstinden göğsünü okşadı. Türk bayrağına dokundu. İsminin yazılı olduğu armayı öptü.

"Kocam," dedi dolu dolu. Burnunu ve dudaklarını boynuna sürtüp kokusunu ciğerlerine hapsetti. "Canım kocam," diyerek fısıldadı.

Fırat'sa az önce duyduklarını döndürüyordu zihninde. Elin herifi, onun karısını kıskandığını söylüyordu. Onun sevdiği kıza, ilgimi çekiyorsun, diyordu. Ben olsam sevdiğim kadını kurtarmak için her şeyi yapardım, diyip Fırat'ın yapmadığını ima ediyordu. Parmağında yüzüğünü görmesine, evli olduğunu ve tavırlarından rahatsız olduğunu söylemesine rağmen bunu umursamıyor, Fırat'ın varlığını bilmeyişini Hazan'a göz koymak için bir bahane olarak öne sürüyordu. Karısı da ağzını açıp, kocamın adı Fırat Demir Korkmaz, özel kuvvet askeridir, kaçırılma olayındaki gizlilik politikaları gereği resmi kayıtlarda adı bulunmaz, demiyordu.

Dilini damağında gezdirdi. Sol dizi istemsizce titrerken Hazan'ı sarsıyordu. Burada böylece duramazdı. Gidip konuşacak, kendini gösterecekti.

"Fırat, Fırat'ım."

Sesi kulaklarına bir uğultu gibi doluyordu. Teni uyuşmuştu da ne öpücüklerini ne de dokunuşlarını hissetmiyordu.

"Aşkım, koca adamım benim," derken yanaklarını öpüyor, bedenini ona sürtüp bastırıyordu. Göğsünün ortasından bacak arasına kadar bir yarık açılmış da içinden lavlar fışkırıyormuş gibi karşı konulamaz bir sızı ruhunu ele geçiriyordu.

Façalı, sol kaşını öptü.

"Kara gözlüm," dedi. Nefesleri hızlanıyor, Fırat'la, askeri üniformasının içinde sevişmek istiyordu. Fırat hiçbir tepki vermedikçe kalbinde bir yer kırılıp dökülse de kızgın olduğu için böyle olduğunu biliyordu.

Dudaklarını kulağının üstüne bastırıp, "istersen eve gidelim," dedi. "Sevişelim. İçime alayım kocamı, rahatlatıp öfkesini dindireyim, hı?"

Hazan'ın sözleriyle zihnindeki bulutlar dağıldı. Kulağındaki uğultu dindi. Sevdiği kızın sesini net bir şekilde duydu. Titreyen dizini durdurdu. Gözlerini kucağındaki karısında gezdirdi. Küçücük varlığı kollarının arasındaydı. Sabah dakikalarca uğraşıp yaptığı, iri dalgalı saçları beline dökülüyor, ellerine değiyordu. Eteğinin dizlerine kadar sıyrıldığını gördü. Gün ışığında, incecik bacakları, bembeyaz pürüzsüz teni, askeri üniformasının sardığı bacağının üstünde parlayıp içini çekmesine neden oldu. Kokusu burnuna dolarken eteğini çekip bacaklarını örttü. Büyük avcunda kaybolan başını okşayıp boynunu öpüp gül kokusunu soludu. Başka zaman olsa asla reddedemeyeceği teklif, savcının Hazan'a çiçek olarak gül almasının karşısında önemsizleşirken sertçe soludu. Karısının kokusunu bir başka adamın solumuş olması biraz olsun dinen öfkesini yeniden harladı.

" Kalk," dedi düz bir sesle.

"Eve mi gideceğiz?"

"Hayır, sen burada Aslı'yla yemeğini yiyeceksin, sonra korumalarını çağıracaksın, seni adliyeye götürecekler..."

"Sen?"

"Cizre'ye gideceğim."

Hazan korktuğu şeyi duyduğu an geri çekilip, "Fırat, hayır," dedi. Gözleri dolmuştu. Yüzüyle boynu arasında duran elleri tenini seviyor, dudakları dudaklarına değiyordu. "Lütfen, eve gidelim. Ne istersen yap bana, dokun, sevişelim, istediğin kadar sert ol, benden çıkar öfkeni. İstersen...istersen arkadan yapalım..."

Küçük küçük, ıslak öpücüklerle dudaklarını öpüp sevdiği adamın aklını dağıtmaya çalıştı.

"Sen nasıl istersen öyle olsun, ama gitme, nolur," dedi kısık sesiyle.

Nefesini tuttu. Aleti sertleşip kalkarken yutkundu. Söylediği her kelimeyi hayal etti. Hele kalçaları...nutkunun tutulmasına neden olup kalbini tekletti. O küçük, yuvarlak, dolgun şeyleri kasıklarında hissettiğini düşledi. Cayır cayır yanarken Hazan'ı kendine bastırıp, "sözün olsun," dedi. "Ama bugün olmaz."

"Kocam...kocam lütfen," dedi, inler gibi ve kadınsı çıkarmaya çalıştığı sesiyle. Tek ihtiyacı buymuş gibi konuşuyordu. Fırat'a sunabileceği, onu durdurabilecek tek şeyin bedeni olduğunu düşünüyordu. Yanılıyor sayılmazdı, ama Fırat bugün o adamla konuşmaya kararlıydı.

Dudaklarını ayırmadan, "yavrum," dedi. "Yürek yangınım...ulu orta konuşma şöyle. Zaten yanıyorum, ateşimi harlama, dağıtma benim. Söz dinle. Kocan ölür sana. Gidip konuşacağım sadece. Tamam?"

Güvenmiyordu. Sefa bey ters bir şey söylerse, ki büyük bir ihtimaldi, Fırat'ın öfkesine yenilmesinden korkuyordu.

"Değil tamam falan," dedi, sinirle. Dudakları ayrılmıştı, ama pek fazla uzaklaşamadı. "Eğer gidersen küserim sana. Bu gece...bu gece bensiz uyumak zorunda kalırsın."

Öyle bir şeyin olmayacağını biliyordu. Bir şekilde gönlünü alırdı. Hazan ona dayanamazdı. Karısı çok seviyordu onu.

Yanağını ısırdı.

"Olmayacak öyle bir şey," dedi. "Ben gideceğim, o herifle konuşacağım, sen de gece yine koynuma gireceksin. Az önce söylediklerini konuşacağız. Hadi, aşağı in, yemek söyle kendine."

"Birlikte yiyecektik, ben çok heveslenmiştim."

Burnunu ısırıp emdi.

"Yarın yine gelirim," dedi. "Söz, bugünlük böyle olsun."

"Beni de götür."

Vücudu gerildi.

"Saçmalama," dedi sertleşen sesiyle.

"Fırat..."

"Yok Fırat falan! Kalk."

**********

D400 kara yolu üzerinden Silopi'den çıktı. Habur sınır hattında yine bir tır devrilmişti. Üst tarafı dağlık, güneşten yanmış kızıl otlarla örtülü bir arazi olan yolun aşağısında kurumuş bir kanal vardı. Havada dolanan benzin ve toz kokusu sıcak havayla ağırlaşmıştı. Art arda dizilmiş ona yakın tır yolun sağında duruyordu. Sol tarafta ise trafiği kontrol eden askerler ve bir zırhlı araç vardı. Fırat sol şeride geçip ağır ağır ilerledi. Bir uzman çavuş durdurmak için gelirken plakayı fark edip yaklaşmasını bekledi.

Fırat önünde durup, "nolmuş Celal?" diye sordu.

"Tırın biri virajı alamayıp devrilmiş komutanım."

"Ciddi mi?"

"Ölü yok çok şükür komutanım. Şoförde ufak tefek yaralar var. Demir taşıyormuş zaten, tehlikeli bir durum yok. Yol yardım ekiplerini bekliyoruz. Siz geçin."

Başıyla onaylayıp ağır ağır ilerlemeye devam ederken tırlardan birinin şoförüne, "nere gidiyon dayı?! Arkanda LPG dolu kasa var, bizi mi patlatlatıcan?!" diyerek bağıran Ziya yüzbaşıya korna çalıp geçti.


Aracı adliyenin arka sokağına park edip kaldırım taşlarının aralarına döşenmiş siyah karoların üzerinde yürüdü. Alçak beton duvarın üstündeki demir tel örgülerin arasından önünde Türk bayrağının salındığı sarı boyalı, çatısı beyaz kontraplaklarla çevrilmiş, duvar boyu camdan bir pencerenin, dikey bir şekilde uzandığı binaya baktı. Girişte durdu. Nöbetçi kulübesinden çıkan güvenlik onu üstündeki üniforma sebebiyle içeriye aldı.

Bahçeyi geçip sürgülü, cam kapıdan içeriye girdi. Danışmana kim olduğunu söyleyip savcı Sefa Açıkgöz'le görüşmek istediğini bildirdi.

Sefa bey masanın üzerinde çalan telefonu aldı.

"Savcım Yüzbaşı Fırat Demir Korkmaz sizinle görüşmek istiyor."

Savcı kendisine pek de yabancı gelmeyen bu ismi sıkça duymuştu. Buraya tayini çıkalı üç ay olmuştu ve Fırat'ın başarılı bir yüzbaşı olduğunu, 4 aydır yurtdışında gizli bir görevde bulunduğunu biliyordu. Onunla tanışmayı istiyordu, fakat buraya gelmesi şaşırtıcıydı.

"Gelsin."

Bir süre sonra kapı çaldı.

"Gir!"

Kapı açılırken Sefa bey ayağa kalktı. Şehit oğluydu ve bu yüzden askerlere saygı duyardı.

Fırat içeriye girdiğinde yapılı vücudu Sefa beyin kaşlarının havalanmasına neden oldu. Asker diye bir kelimeyi bilmese, yine de bu adamı görünce "asker" diyeceğini düşündü. Babası da böyleydi, en azından üç aşağı beş yukarı. O abisine ve babasına göre hep en güçsüz çocuk olarak büyümüş, fakat bundan hiç gocunmamıştı. O 14 yaşında babasız kalmış bir şehit oğluydu.

Fırat masaya yaklaşırken, ilkel bir erkeklik iç güdüsüyle adamı baştan aşağı süzdü. Orta boylu, zayıf denemeyecek, spor yaptığı belli olan, kumral, beyaz tenli, fena sayılamayacak bir adamdı. Sevgi denilen şeyin %30-40'nın, belki de daha azının dış görünüş olduğunu bilmese kendisinin yanında bir hiç olduğunu düşünürdü. Kendinin farkında bir adamdı. Bununla övünecek kadar kendini beğenmiş değildi, ancak Hazan söz konusu olduğunda gerekirse her şeyini ortaya koymaktan da çekinmezdi.

Sefa bey elini uzattı.

"Hoş geldiniz, ben savcı Sefa Açıkgöz," diyerek kendini tanıttı.

Fırat geri çevirmeden elini sıkıp, "yüzbaşı Fırat Demir Korkmaz," dedi.

Sefa bey, elini sıkışındaki gücü ve sağlamlığı hissetmiş, tehditkar bir tavır sezinlemişti.

Üzerinde durmadan ellerini ayırıp, "memnun oldum," dedi. "Buyrun, oturun."

Aynı anda koltuklara yerleştiler. Sefa bey telefona uzanıp, "ne içersiniz," diye sordu.

Fırat Hazan'ın, o kötü bir adam değil, derken haklı olduğunu düşündü. Zaten yaptığı şeyin kötü bir adam olmakla ilgisi yoktu. Belki de vardı, Hazan ona evli olduğunu söylemişti.

"Gerek yok," dedi.

Elini telefondan çekti.

"Siz benimle tanıştığınıza memnun olmadınız sanırım."

"Nereden çıkardınız bunu?"

"Nezaket kuralları gereği biri sizinle tanıştığına memnun olduğunu söylüyorsa, memnun olun veya olmayın siz de memnun olduğunuzu söylersiniz, söylemediniz."

"Nezaket kuralları pek ilgilendiğim şeyler değil, bizim meslekte de yeri yoktur. Hiyerarşi, as-üst ilişkisi, emir-komuta zinciri, daha tanıdık şeyler."

İnsani bir şekilde gülümsedi.

"Bilirim, benim babam da askerdi. Onun da pek ilgi alanına girmezdi nezaket falan. Abimin de girmez. Ben nasıl olduysa biraz...ne denir kibar büyümüşüm."

"Onu anladım zaten."

Kaşları çatıldı, sorgulayıcı bir ifadeye bürünen yüzüyle, "anlamadım?" dedi.

"Karıma çiçek göndermişsiniz," dediği an sesinden yayılan soğuk yeller odayı doldurdu.

"Ka-karınız?"

Sessiz kalıp kendisinin fark etmesini bekledi.

"Hazan hanım mı?"

"Gün için de evli olduğunu bildiğiniz kaç kadına daha çiçek gönderiyorsunuz bilemem, ama benim karım o."

Derince yutkundu. Masaya tutunup sandalyesini ileri aldı. Burnunun kenarındaki küçük beni kaşıyıp afallamış yüzüyle Fırat'a baktı. Mahçup olmuştu.

"Bi-bilmiyordum."

"Size evli olduğunu söylemiş."

"Evet, evet söyledi. Ama..."

"İnanmadınız mı?"

"Hayır, inanmamak değil...açıkçası ne düşündüğümü bilmiyorum..."

"Umrunuzda mı olmadı?"

Gözlerini üzerinden bir an olsun ayırmıyor, hep tekdüze bir sesle konuşuyordu.

Kırmızı kravatını gevşetti.

"Kusura bakmayın. Ben...kocasının...yani hiç görmedim, gün içinde aramıyordu kimse. Hazan hanım çok mutsuz görünüyordu, kötü bir evliliği olduğunu düşündüm. Bir evlilik bile yoktu ortada, dini nikah..."

"Daha bir yılımızı bile doldurmadık," dedi Fırat sert bir sesle. "İlişkimiz çok yeni. Dini nikaha da ben zorladım. Operasyona gidiyorum, ne zaman döneceğim belli olmuyor, aramızda bir bağ olsun diye. 4 aydır yoktum, üzgün olması normal. Kibar bir adam değilim, çiçek böcek, kolye falan almam, ama karımı çok seviyorum. Aramızda kötü giden hiçbir şey yok."

"Anlıyorum, özür dilerim."

"Hazan kaçırıldığında olay kayıtlara gizli operasyon olarak geçildi. Ben de operasyonun içindeki görevlilerden biriydim. Özel kuvvet askeriyim, siz de bilirsiniz, bizim namımız yürür, ama adımız duyulmaz. Gizlilik politikaları gereği kimliğim resmi kayıtlarda yoktur."

"Biliyorum."

"Onun için çok şey yaptım. Bilseniz aklınızın hayalinizin duracağı şeyler. Yine olsa, yine yaparım, dediğim şeyler. Hazan söz konusu olduğunda sınırım yoktur."

Sefa bey ne diyeceğini bilemeyip başını salladı. Gözlerine, bir an olsun ayrılmadan bakan gözler altında ezildiğini hissetti.

"Kıskanç bir adamım. Sinirliyim de. Başka bir adamın karıma dikkatini çektiğini söylemesinden haz etmem. Kimse etmez."

"Doğru, haklısınız. Kendimi savunacak değilim, Hazan hanım belli ki size her şeyi anlatmış..."

"Anlattı. Anlatır. Ben onun yanında olayım, olmayayım aldığı nefesten attığı adıma kadar her şeyi bilirim. Aynı şekilde yanında nefes alıp adım atan herkesi de."

Koltuktan öne gelip kalkacağını belli eden bir poziyonda durdu.

"Üstümsünüz. Buraya size saygısızlık yapmaya ya da tehdit etmeye gelmedim. Aksine sizin yaptığınız saygısızlığa son vermeye geldim. Hazan size adımı söylememiş. Bir savcı ve askerin ilişkisi pek iyi karşılanmadığı için belki. Halbuki karımı araştırmak yerine askeriyede ya da adliyede veya yolda gördüğünüz herhangi birine Hazan Hilal Türkoğlu kim, deseniz karım olduğunu söylerdi. Bu ilişki gizli bir şey değil. Anlaşılmayan bir şey var mı?"

"Yok. Haklısnız, saygısızlığı ben ettim. Kusura bakmayın tekrar. Bundan sonra sınırımı bilirim."

Fırat ayağa kalktı. El sıkıştıklarında, "memnun oldum, iyi günler," diyerek odadan çıktı. Sefa bey odada yankılanan kapının sesi kulaklarından silinene kadar yerine oturamadı. Bir zaman sonra alnında biriken ter damlalarıyla koltuğa yığıldı. Fırat'ın gözlerinin ağırlığı hâlâ üzerindeymiş gibi hissediyordu.

*********

Fırat, Turan timiyle yaptığı kısa tatbikatın ardından eğitmenliğini yaptığı acemi birliğiyle spor salonunda ter atmaya devam ediyordu. Yerdeki mavi minderlerin üzerinde, Grappling dersi verdiği on dört er; yakala - tut- at - yerde kontrol ve saldırıyı savuşturma tekniklerini uyguluyordu.

"Yer değiştir! Tekrar! Yakala! Tut! At! Yerde kontrol! Saldırıyı savuştur!"

Erler birbirlerini yakalayıp etkisiz hâle getirerek minderlerin üzerine atıyor, kalkmalarına izin vermiyor, saldırıya maruz kalanlar kurtulmak için kontrollü darbeler savuruyordu. Atmosfer sıcak ve ter kokuluydu. Minderlerden yükselen sesler salonu dolduruyordu.

"Dengeni kur! Yere sağlam bas! Daima ağırlık merkezini sağ ayağına ver! Arkadaşını boğma! Nefesini kontrol et!"

Elleri arkasında bağlı voltalar atarak hareketleri kontrol ediyordu. Üstünde üniformasının pantolonu ve terden rengi koyulaşan atleti vardı. Künyesi göğsünden sarkıyordu. Gergin ve sert duruşu erleri de gererken saat akşam üstü dörttü. Bir iki kez Hazan'ı aramış fakat geri dönüş alamamıştı. İnadına yaptığını biliyordu. Hazan aradığında o da bir iki kez açmamıştı ve şimdi diyetini ödüyordu. En azından adliyede olduğunu bildiren bir mesaj atmaya tenezzül etmişti. Gece alırdı ateşini.

"Ah!"

Erlerden birinden gelen sesle arkasına döndü.

"Ne oluyor orada?! Ayrıl!"

"Komutanım bir şey yok, boğazıma fazla baskı uyguladı sadece."

Yerde oturan yirmili yaşlarında sarışın bir erdi. Herkes durmuş onlara bakarken ayakta duran aynı yaşlardaki esmer genç, "özür dilerim komutanım, gücümü ayarlayamadım," dedi.

Fırat yerde oturanın yanına çöküp boğazını tuttu. Baskı uygulayıp sağa sola yatırdı.

"Acıyor mu?"

"Hayır komutanım."

"Böyle?"

"Yok komutanım, iyiyim. Anlık bir canım yandı sadece."

"Tamam," diyerek doğruldu. Elini uzatıp, "kalk," dedi.

Er elini tutup destek alarak ayağa kalktı. Fırat diğerlerine dönüp, "durmanızı söyledim mi?!" dedi. "Devam edin."

Kaldıkları yerden devam ederlerken Fırat esmer erin karşısına geçti. Adı Mert olan sarışın gence gidip biraz dinlenmesini söyledi.

Adı Rıfat olan er karışındaki iki katı komutanına bakarken yutkundu.

"Sana gücünü kontrol etmeyi öğreteceğim. Belime sarıl."

"Komutanım..."

Gözleri, nasıl yapacağım, der gibi bakıyordu.

"Hadi, zorlamayacağım."

"Emredersiniz komutanım."

Beline sarıldı.

"Daha sıkı kavra."

Kollarını sıkılaştırdı.

"Kaldır ve yere at."

Kaldırmaya çalıştığında Fırat zorlamadan yere düştü. İlerleyen eğitimlerde kendi kütle ve vücut endekslerinin üstünde olan rakiplerle de aynı eğitimler, herhangi bir kolaylık olmadan verilecekti. Fakat şimdilik hantal olan vücutlarını fazla zorlamadan ısıtmak gerekiyordu.

Fırat yerdeydi. Er sol dizinin üstüne çöküp bir eliyle kollarını sabit tutmaya çalışırken boğma hareketi için kolunu boğazına dayadı.

"Bastır!"

Er gücünü biraz daha verdi.

"Bastır!"

"Komutanım..."

"Korkma, bastır. Durman gereken yeri söyleyeceğim."

Biraz daha bastırdı.

"Bastır! Korkma!"

Er Fırat'a güvenerek iyice abandı. Yeterli olup olmadığını bilmiyordu, çünkü komutanının yüzünde mimik oynamıyordu.

"Tamam, bırak. "

Rıfat geri çekildiğinde Fırat doğruldu.

"Gücünü hissettin mi? Ne kadarının rakibini boğabileceğini anladın mı?"

"Galiba komutanım."

Ayağa kalktı.

"Şimdi aynı hareketleri ben senin üstünde deneyeceğim. Tamam?"

"Emredersiniz komutanım."

Karşı karşıya durdular. Fırat eri hızlı ve ani bir hareketle belinden tutup yere attı. Minderden bir "pat" sesi yükseldi. Sol dizinin üstüne çöktü. Erin kollarını çaprazlayarak bağlayıp diziyle baskı uyguladı.

"Bir dahakine rakibini etkisiz hâle getirirken kollarını elinle tutmak yerine dizinle sabitle. Ben direnmedim, ama rakibin her zaman bu kadar anlayışlı olmaz. Ayrıca, bu yarın ki dersin konusu ama..." duraksayıp eri yüz üstü çevirdi. Ellerini arkasında bağlayıp ters kelepçe pozisyonunda diziyle bastırarak kolunu boğazına sardı. Başı göğsüne çarpmıştı. Er inledi.

"Rakibini bu şekilde daha güvenli etkisiz hâle getirirsin. Kendini daima yüksekte tut. Rakibinin başıyla senin yüzün asla aynı hizada olmamalı. Esas olan senin güvenliğin. Karşı tarafın ne kadar acı çektiği veya ölüme yaklaştığı ikinci planda. Adı üstünde savunma sporları. Öncelik savunma. Kendini, vatanını ve milletini. Anladın mı?"

"Anladım komuta..."

Fırat boğazına ani bir baskı uyguladı. Erin gözleri büyüyüp ağzı nefessiz kalışıyla açıldı. Fırat yavaşça kolunu çekti. Er öksürürken başını mindere bıraktı. Dizini çekip ellerini serbest bıraktı ve, "bir başka kural; rakibine asla güvenme," dedi.

Ayağa kalkıp diğerlerine ayrılıp karşısına dizilmelerini söyledi.

Erler tek sıra halinde dizildiler. Yerdeki ere de iki arkadaşı yardım etmişti. Bu Fırat'ın hoşuna gitti. Silah arkadaşını asla geride bırakma.

Ellerini arkasında bağladı.

"Burası sert bir yer," dedi, gür sesi salonu dolduruyordu. "Daha da sertleşecek. Eğitimler işin kolay tarafı. Dağlarda kar, tipi, boran, kızgın güneş, apansız bir yağmur, beklenmedik bir fırtına dur durak bilmeyecek. Düşman canınız yanınca durmayacak, aksine daha da yakmanın yollarını arayacak."

Erlerin yüzünü inceledi.

"Gözlerinizdeki alaycı pırıltıları görüyorum. Sıkıysa yaksın, o iş, o kadar kolay mı? Kolay! Çünkü düşman canınızı yakmanın bir yolunu her zaman bulur! Çünkü biz de buluruz! Biz de onların düşmanlarıyız! Mesele şu! Fazla narinsiniz! Canınızın yanmasından ve can yakmaktan korkarak dövüşüyorsunuz! Burası sizin ana kucağınız değil! Burada narinliğe yer yok! Anlaşıldı mı asker?!"

"Emredersiniz komutanım!"

"Yarın hepinizi çakı gibi görmek istiyorum! Şimdi minderleri toplayıp sayımı yapın!"

Fırat spor salonundan çıkıp lojmana gitti. Kısa bir duş aldıktan sonra odasına geçti. Masasının üstündeki eğitim ve tatbikat çizelgelerini derleyip toparladı. Nöbet çizelgesini gözden geçirdi. İki gün sonra gece nöbetine kalacaktı. Acemi birliğinin raporlarını imzalayıp eğitim değerlendirme raporu yazdı. Birer çıktısını alıp emir eri Fatih'i çağırarak albaya vermesini emretti.

Saat 18.00'e gelirken iç güvenlik toplantısından çıktı. Üstünü değiştirip günlük görev raporunu doldurup imzaladı. Bir saat sonra eve varmıştı. Aracı bahçeye soktu. Hazan'ın arabası da, Yaren'in gri Ford'u da yerindeydi. Park edip indi. Koşarak yanına gelen Fındık'ı sevip kapıyı çaldı. Yaren açmıştı.

"Hoş geldin," dedi.

"Hoş buldum," derken içeriye girdi. Gözleri Hazan'ı arıyordu. Kapıyı onun açmasını beklemişti. Mutfaktan yemek kokuları gelirken kısaca bir göz attı. Aslı'yla bakışları kesişti.

"Hoş geldin enişte, Hazan yukarıda," dedi, ağzına havuç atıp çiğnerken.

Fırat başıyla selam verip banyoda ellerini yıkadıktan sonra üst kata çıktı. Odaya girdiğinde Hazan yoktu. Banyodan gelen su seslerini duydu. Deri ceketini çıkarıp yatağa attı. Bugün söyledikleri kulaklarında çınlıyordu. Ona bir şey olmasından, yeniden ayrı kalmalarından ne kadar korktuğunu net bir şekilde görmüştü. Onu durdurmak için aklını dağıtmaya çalışırken kurduğu cümleler, öfkesini ondan, sevişirken çıkarmasını istemesi, "arkadan yapmayı" teklif edişi içini ateşe verdi.

Soyunup banyonun kapısını açtı. Hazan duşakabinin kapısını kapatmamıştı. Çıplak vücudundan akıp giden suları, saçlarını köpürtürken sallanan memelerini, yuvarlak, kalkık kalçalarını, bacaklarını, kadınlığını seyretti. Ağır adımlarla ilerledi. Hazan henüz onu fark etmemişti. Köpükten dolayı gözleri kapalıydı. Kapı sesini de duymamıştı. Ne var ki sevdiği adam duşakabinin önünde durunca sıcaklığını hissetti. Ellerini saçlarından çekip duvara tutundu.

"Fırat?"

Karısını baştan aşağı gözleriyle yercesine izlerken, "yavrum," dedi, dağınık sesiyle.

Hazan gözlerini açmadan, "çıkar mısın?" dedi.

Fırat sessiz kalıp kabine girdi.

"Ya Fırat," diyerek ondan uzaklaşmaya çalışan kızı belinden yakaladı.

"Gel buraya, gel," dedi. "Ne güzel bir şeysin sen öyle."

"Dokunma, ya çek elini! Gözüm yanacak şimdi."

Hazan'ı kendine çevirip, ıslak ve yumuşacık kaygan bedenini okşayıp severek gövdesine yasladı.

"Şşş, uslu dur."

Ayağını inatla yere vurdu. Çırpınıp, "bırak," dedi. "İstemiyorum seni."

Kucağına aldı. Küçük bir çığlıkla bacakları beline dolanıp vajinasının dudakları karnına yapıştı. Fırat nefes verir gibi inledi. Suyun başlığını alıp, "sarıl boynuma, gözlerini açalım," dedi.

Hazan gözleri hafif hafif yanmaya başladığı için dediğini yaptı. Zaten kocasından uzak kalmak da istemiyordu ama kızgındı işte. Gitme demesine rağmen gitmiş, arayınca da telefonlarını açmamıştı.

Suyu yüzüne tutup köpükleri temizledi. Saçlarını kuruladı. Kalçalarını sevip karısını kendine bastırdı. Ateş parçası gözlerine bakıp göğüslerini koklayıp emerek öptü.

"Bitti mi duşun?" diye sordu.

"Bitti, durulanıp çıkacaktım."

"Tamam, gel çıkalım."

"Sen duş almayacak mıydın?"

"Askeriye de aldım."

Kaşlarını çattı.

"E o zaman neden girdin yanıma?"

Dudaklarını öptü.

"Seni görmek, sana dokunmak istedim."

Hazan sessiz kalıp gözlerini kaçırdı. Suyu kapatıp çıktılar. Fırat kendi havlusunun yanında duran sarı havluyu alıp kucağındaki kıza sardı. Küçük bir havluyla da saçlarının suyunu aldı. Boynunu, yanaklarını, tenini öptükçe öptü. Odaya geçtiler. Karısını Hello Kitty'li pembe çarşafların üzerine bıraktı. Çekmeceden tarağını alıp arkasına oturdu.

"Ben yapardım."

Bir şey demeden saçlarını taramaya başladı. Taradıkça açılan saçları koklayıp öptü. Usul usul sevdi. Makineyle kuruttu. Hazan'a dokunmak, onunla ilgilenmek ruhunu dinlendiriyor, içini huzurla doldurup sakinleştiriyordu. Bugün söylediği o sözlerden utandığını fark etmişti. Bu yüzden onu kendinden itip kaçıyor, gözlerine doğru düzgün bakmıyordu.

"Savcıyla konuştun mu?"

Fırat yataktan kalkıp dolaptan Hazan'a pijama takımı çıkardı. Hazan erekte olmuş penisine bakmamaya çalışıyordu. Gözleri geniş sırtındaydı.

"Konuştum."

"Ne oldu peki?"

"Bir şey olmadı," derken elindekileri bırakıp Hazan'ı yatağın üzerinde ayağa kaldırdı. Külotunu eline aldı.

"Ne demek bir şey olmadı? Fırat, anlatsana."

"Tutun bana."

Omuzlarına tutunup külotu giydirmesine müsade etti.

"Fırat!"

Külotu kalçalarına kadar çekip havluyu çıkarıp bir kenara attı. Askılı, yünlü, göbeğini açıkta bırakan atleti giydirdi. Saçlarını içinden çıkarıp, "bilmen gereken tek şey korkman gereken bir durum olmadığı," dedi. Kalçalarını okşayıp ellerini bacaklarında gezdirdi. "Delikanlı adammış, ben anlattım, o da anladı, tamam?"

"Ayrılmayacak mıyız yani?"

Çenesini öptü.

"Ayrılmayacağız, hatta yarın nikah tarihi almaya gideceğiz."

Hazan'ın gözleri parladı.

"Gerçekten mi?"

"Gerçekten, artık Hazan Hilal Korkmaz olma vaktin geldi."

Sevdiği kız cıvıl cıvıl bir sesle kıkırdadı. Soy adını almaya, tamamen onun olmaya hevesli görünüyordu. Dudağının köşesinde oluşan çukuru öptü.

"Gülüşüne ölürüm senin."

💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦

Bölüm : 15.10.2025 21:21 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...