106. Bölüm

104. Bölüm

Binnur Tombaş
yikim2024

❗❗❗🔞🔞🔞 Bölümde +18 sahneler bulunmaktadır. Yaşı on sekizin altında olan ve açık cinsel içerikli sahnelerden hoşlanmayanlar okumasın lütfen 🔞🔞🔞❗❗❗

*********

Gökten yeryüzüne inen, saydam ve parlak çizgiler halinde yağan yağmur, arabanın tavanına çarparak tıkırtılar çıkartıyordu. Büyük bir köyün ortasında genişce bir araziye yerleştirilen çiftliği, çamurlu toprak yoldan ayıran ahşap yüksek çitler sağlam görünüyordu. Ahırlardan gelen möğlemeler melemelere karışıyor, havada toprak kokusuyla birlikte tezek kokuları duyulabiliyordu. Köşedeki kerpiç evin camlarından dışarıya sızan loş ışık Hazan'a hem güvende hem de yalnız hissettiriyordu. Karanlığın içinde oynaşan gölgelerden korkuyor, bekçi köpeğinin uluyup havlamalarından tedirgin oluyordu.

Sırtından geçen ürpertiyle koltuğa iyice sindi. Saat gece yarısını bulmak üzereydi. Fırat, yarın Ömer ağalarla birlikte bahçede mangal yapacaklarını ve beslenme listesinde ızgara et, yumurta, süt, pekmez gibi şeyler olduğunu, bu sebeple buraya geldiklerini söylemişti. Çiftlikle ilgilenen Ramazan beyin eşi Havva hanım Hazan'ın hamile olduğunu duyunca yanına gelmiş, hayırlı olsun diyip dualar etmiş, Hazan seviyor diye sabaha tandır ekmeği pişirip göndereceğini söyleyip bir sepet dolusu tereyağı, çeşit çeşit peynir, üzüm pekmezi, nar ve seradan toplanan sebze ve meyvelerden vermişti. Kurutulmuş patlıcan, biber, domates; el yapımı salça, bir kavanoz dolusu ayıklanmış yer fıstığını da eski usül bir köy çantasıyla arka koltuğa koymuştu. Ramazan beyle Fırat etleri hallederken içeriye yolda içmesi için süt kaynatmaya gitmişti. Buzluktan kete çıkarıp ısıtacaktı. Hazan gerek olmadığını söylese de kısacık boyu ve çiçekli şalvarıyla koşarak yağmurun altında gölgelerin arasına karışmış, bir anlık evin önündeki sarı ışığın altında görünüp kaybolmuştu.

Ahırların arkasındaki mezbahadaydı. Ramazan bey ve kızı Melike'yle birlikte kesilecek olan hindi, horoz ve tavuğun başını bekliyordu. Mahir, arkadaki soğuk hava deposundan kırmızı etleri buz dolu su termoslarının içine koyuyordu. Fırat eline tutuşturulan çaydan bir yudum aldı. Bir gözü hep pencereden dışarıda, araçta oturan Hazan'daydı. Yağmur çok şiddetli yağıyor, ara ara şimşek çakıyor, gürleyen gök yeri titretiyordu. Hazan'ın korkmasından endişe ederken elinde kıvranıp duran hindiyi kanatlarından tutan Melike'nin üzerinde gezinen gözlerinden rahatsız olup köşedeki kütüğün üstüne çöktü. Tavandaki çıplak ampulün aydınlattığı kesim için özel yapılmış tahtanın üzerine yatırılan tavuğu izledi. Ablasının kanını gizlemek için kesilen horozları hatırladı. Yutkunup duvara yasladı başını. Çayı altlığından tek eliyle dizinin üzerinde tutarken Ramazan beyin fısıldadığı dualara karışan, kutudaki horozun ötüşlerini dinledi.

Baba oluyordu, belki de olmuştu, bilmiyordu. Az önce Ramazan bey ve Mahir elini sıkıp tebrik ettiklerinde durumu bütün hatlarıyla idrak edebilmişti. Nasıl yapacaktı? Hayatları bundan sonrası için nasıl şekil alacaktı? Geleceği ön göremiyordu. Salt bir korkudan fazlası yoktu içinde. Oysa ki Hazan'ın bebeklik resmine bakarken kıpır kıpırdı içi. Göğsü sevgi doluydu. Bir bebek miydi onu heyecanlandıran yoksa sevdiği kızın küçüklüğü mü? Karısına doyamadan, daha onu iyileştirip büyütemeden bir bebek fikrine nasıl alışacaktı? Doktor üzülmesin, kırılmasın, strese girmesin diyordu. Çok sık duygu geçişleri yaşayabilir, bir anda ağlayıp bir anda sinirlenebilir diyordu. İçinde bulunduğu psikolojik durum sebebiyle fazla hassas ve giderek daha da hassaslaşabilir diyordu. Mide bulantısı, bayılmalar, halsizlik, uyku ihtiyacı, iştahsızlık yaşayabilir diyordu. Tüm bunlar Hazan'ın normaliydi zaten. Fırat bu cendereden nasıl çıkacaklarını bilmiyordu.

Tavuğun boynuna vurulan satırla irkildi. Ayakları bağlı, başsız tavuk çırpınırken mavi leğenin içine atıldı. Sıra hindideydi. O sırada Mahir iki kova eti içerideki soğuk hava deposundan getirmişti. Melike kutudaki horozu çıkardı.

Mahir, "etleri getirdim ağam," dedi. Fırat'tan birkaç yaş küçük esmer, uzun boylu, toplu bir oğlandı. Karısı ve iki çocuğuyla ana babasına çiftlik işlerinde yardım ediyordu.

Fırat Hazan'ı görüp Melike'nin bakışlarından kurtulmak için ayağa kalktı, çayı kütüğün üstüne koyup kovaları alırken, "eyvallah," dedi.

"Aman dur ağam, yardım edeyim."

Fırat gerek olmadığını söyleyip kapıdan çıktı. Mahir, köşedeki şemsiyeyi alıp peşinden koştu. Yetişip başına tuttu. Fırat kısa bir bakış atıp, "sağ ol," dedi.

"Sen sağ ol ağam."

Çiftlikten çıkıp aracın yanına geldiklerinde Hazan artık gidiyor olduklarını düşündü. Arkadan dolanıp çalışır vaziyette olan aracın pagajını açtıklarında içeriye dolan soğuk havayla titredi. Omzunun üstünden dönüp baktı. Bir an göz göze gelseler de sevdiği adam önüne dönüp kovaları yerleştirdi. Mahir Hazan'a kısaca başıyla selam vermişti. Kapıları örtüler. Fırat çiftliğe geri dönmeden evvel şoför koltuğuna bindi.

Hazan, "gidiyor muyuz?" diye sordu. "Çok sıkıldım."

"Az kaldı. Birazdan gideceğiz, iyi misin? Korktun mu?"

"Biraz. Gidelim artık, lütfen."

"Tamam Hazan, gideceğiz. Üşüyor musun?'

"Hayır," dedi, yüzü asılmıştı.

"Kolun iyi mi?"

"İyi."

Arka koltuktaki çantayla sepete baktı.

"Bir şeyler yedin mi?"

Başını olumsuzca salladı.

"Havva teyze süt kaynatıyor, kete ısıtıp getirecekmiş."

"Tamam, yolda yersin. Ben gidiyorum şimdi. Yarım saate dönerim."

Hazan sağında kalan cama dönüp bacaklarına örtülü olan montuna sıkıca sarıldı. Cama düşüp kayıp giden damlaları izlerken sessiz kaldı. Fırat sıcaktan kızaran yanaklarını ısırıp küskün dudaklarını ve uykulu yorgun gözlerini öpmek istese de dışarıda onu bekleyen Mahir sebebiyle araçtan çıktı.

Mezbahaya döndüğünde horozla hindi de kesilmişti. Melike tüylerini yoluyordu. Ramazan bey duvara monte edilmiş lavaboda ellerini yıkarken, "Melike tüylerini yoluversin ağam," dedi. "Mahir anana söyle sabahki yumurtaları poşetlesin. Siz de biraz çardakta oturun, çay için ağam."

Fırat, "olur dayı," dedi. Buranın kokusunun üstüne sinmesini istemiyordu. Hazan'ı rahatsız edebilirdi.

Mahir şemsiyeyi babasına verip eve doğru koştu. Fırat'la Ramazan bey az ilerideki çardağa geçtiler. Semaverden yayılan çay kokusu içeriyi sarmıştı. Ramazan bey masanın üstünde duran temiz bardaklara çay dökerken, "hanım ağama da götüreyim ağam," dedi.

"Yok dayı, sağ ol."

Kansızlık sebebiyle doktor gebelikte çayı yasaklamıştı.

"Ne içer? Hanıma diyeyim de yapıversin iki dakika. Açsa sofra açalım," dedi elindeki bardaklardan birini Fırat'ın önüne koyup otururken. "Çok geldi buraya. Yedik içtik beraber. Yabancı değiliz ya, yine yer içeriz."

"Sağ olasın dayı, işimizi halledip gidelim biz, geç oldu. Başka zamana artık."

Çayına iki şeker atıp karıştırdı.

"Sen bilirsin ağam, ne dersen o."

Fırat şekersiz çayını yudumlarken sessiz kaldı.

Yağmur hız kesmeden yağmaya devam ediyordu. Hazan uyumak istiyor fakat etin kokusunu alıp havlayan köpekler, aniden çakan şimşekler ve gürleyen gök yüzünden gözlerini kapatamıyordu. Sıcaktan bunalmıştı. Motorun gürültüsü başını ağrıtıyordu. Fırat kızar diye kapatamıyordu da. Yarım saatten fazladır buradalardı. Üç saate yakın bir yolculuk sonunda gelmişlerdi. Neredeyse bütün gün hastanedeydi. Silopi'ye dönmeleri de bir saatten fazla sürecekti. Karnını okşayıp gözünden akan yaşlarla beklemeye devam etti. Ne vardı şu işi yarın yapsa? Ya da söylese de çiftliktekiler getirse?

"Of Fırat," dedi, çatlayıp çatlaşan sesiyle.

Yarın sabah erkenden hastaneye gideceklerdi. Kahvaltıdan sonra Fırat'ın askeriyeye dönmesi gerekiyordu. Çiftlikte doğru düzgün telefon çekmediği gibi internette yoktu ve kesilen etler sabah olduğu gibi restoranlara ve kasaplara gönderiliyordu. Hafta sonu yumurtalar ve süt ürünleri genelde pazara çıkarılırdı. Fırat buraya gelmeden evvel Hazan'ı eve bırakmayı düşünmüştü ama tek başına kalması içine sinmemişti. Bütün bir günü doğru düzgün bir şey yemeden geçiren karısına sağlıklı bir şeyler yedirmek istiyordu. Buraya gelmek ona göre şarttı.

Nihayet üç kova ve bir büyük sepetle Fırat ve Ramazan bey başlarına şemsiye tutan Mahir'le birlikte çiftlikten çıktılar. Havva hanım da elinde bir köy çantasıyla geliyordu. Bagajın kapısı bir kez daha açıldı. Melike çitlerin ardından kıskançlık dolu gözleriyle Hazan'a bakıyordu. Annesinin yağmurun altında çantayı koruyarak koşuşuna sinir olup eve girdi.

Hazan kapıyı açtı. Havva hanım elindeki çantayı kucağına verdi. Çanta çok sıcaktı.

"Sütü ısıtıp termosa koydum. Kete de içinde. Bir bardakta üzüm pekmezi koydum. Yanına da keçiboynuzu pekmezi. İkişer de peynirli gözlemeyle patatesli gözleme çevirdim tavada. Yumurta da haşladım. Yolda yersin hemi kızım. Çay da koyuverdim Fırat oğluma."

Fırat direksiyona geçerken Hazan, "çok teşekkür ederim Havva teyze," dedi. "Ne gerek vardı, zahmet etmişsin."

"Ne zahmeti kızım, elimemi yapıştı sanki. O benim de torunum sayılır. Allah analı babalı büyütsün, sağlıkla kucağına almayı nasip etsin, bir avazda inşallah."

"A-amin. Teşekkür ederim."

"Hadi kapatayım kapıyı da üşüme. Hayırlı yolculuklar."

Kapıyı kapattığında Fırat geri geri gidip yola çıkıp döndü. Birkaç köpek peşlerine koşarken Hazan çantadan yayılan gözleme kokusuyla içini çekti. Fırat ona bakıp yola döndü.

"'Ye hadi," dedi.

"Birlikte yiyelim."

"Araba kullanıyorum yavrum, ye sen."

"O zaman beni kucağına al, ben yedireyim."

Fırat'a yakın olmak için bahane arıyordu. Ona kızgın olduğunun ve bebek konusunda kafasının karışık olduğunun farkındaydı. İkisi de buna hazır değildi. Ama olan olmuştu bir kere. Birbirlerini ve bebeklerini çok severek her şeyi halledebilirlerdi.

İçini çekti. Biraz daha ilerledikten sonra durup, "gel," dedi. Hazan'ın derdini anlayabiliyordu. Yorgun, uykulu ve hamileydi. Ona kızgın olduğunu zannediyordu. Belki biraz, ama Fırat Hazan'ın hapları unutmasına kızamazdı. İlaçlardan dolayı kafasının allak bullak olduğunun bilincindeydi. Kaldı ki onların birbirlerinden başka sığınacak kimsesi yoktu. Sevdiği kıza sırtını dönemezdi.

Gülümsedi. Çantayı torpido gözünün üstüne bıraktı. Fırat belini tutup onu kucağına aldığında cama yaslanmıştı. Kollarını boynuna dolayıp yanağını öptü. Yüzünü yüzüne bastırıp sımsıkı sarıldı. Nabzının üstünü dudaklarını bir an olsun ayırmadan peş peşe öpücüklere boğdu.

Fırat da ona sıkıca sarılmıştı. Öpücükleri ve burnuna dolan kokusuyla yutkunup saçlarını sevdi. Sıcaklığı yüreğini ateşe veriyordu.

"Canımın içi," dedi, sweetinin üstünden omzunu öperken.

"Kocam," dedi, boğuk sesi ve tenine sürtünen dudaklarının Fırat'ı tahrik ettiğinin farkında değildi.

Başını koltuğa dayayıp gözlerini yumdu. Hazan bir yandan tenini öpmeye devam edip boynunu okşuyordu. Doktorun söylediklerini hatırladı. Karısı üste olacaktı. Sert olamaz, içine tamamen giremezdi. Ağrısı ya da kanaması olduğunda duracak, kramp girerse içinden çıkıp direkt hastaneye geleceklerdi. Dilinin ucunu ısırıp gözlerini araladı. Boynundaki minik eli tutup ayırdı. Avucunu ve parmaklarını öpüp göğsüne koydu. Yüzünü saçlarına gömüp, "dur bebeğim," dedi. "Yolumuz uzun, hadi."

Geri çekildi. Kirpikleri tenine sürünürken Fırat kasılıp duruyordu.

"Rahatsız mı ettim?" dedi.

Tenini öperken ıslanıp kızaran dudaklara baktı. İçini çekip burnunu, oradan da alnını öptü.

"Saçmalama," dedi.

"Ne o zaman? Kızgın mısın bana?"

Sıcacık nefesi, sesi, vücudunun yumuşaklığı derken kollarını sıkılaştırdı. Sertleşiyordu. Günlerdir sönmeyip birkaç saatliğine uykuya dalan yangın yeniden, hiç vakitsiz uzuvlarını sarmıştı.

"Kızgın falan değilim," dedi. "Çok aşığım, cayır cayır yanıyorum sana, o kadar."

Çene kemiğinde dudaklarını gezdirip, "tahrik mi ediyorum seni?" dediğinde Fırat camı indirmemek için kendini zor tuttu.

"Ediyorsun," dedi, sesinden içinde yanan ateşin kıvılcımları saçılıyordu. "O yüzden rahat dur, yemeğini ye, tamam?"

"Eve gidince sevişiriz, sıkma bu kadar kendini. Kötü hissediyorum."

"Hissetme, bir şey olduğu yok. Eve gidince de yemeğini yiyeceksin, sarılıp uyuyacağız. Yaramazlık yapmak yok. Doktoru duydun."

Dudaklarını öptü.

"Doktor birlikte olmayın, demedi ki. Dikkat edin, dedi sadece."

Uykulu olduğu için buğulu olan gözlerine baktı.

"Sadece öyle mi dedi?" diye sordu. Hazan gözlerini kaçırıp yüzünü göğsüne gömdü. Fırat saçlarını öpüp, "sen ateşle oynuyorsun, ama ben o ateşte yanıyorum," dedi. "Ya rahat rahat otur kucağımda yemeğini ye, ya da yerine geç."

Göğsünden ayrılıp çantayı kucağına aldı.

"Patatesli mi peynirli mi?" diye sordu.

Fırat aracı hareket ettirken, "fark etmez," dedi.

"O zaman patatesli yiyelim."

Gözlemeyi alttan çıkarıp böldü. Elindeki küçük parçayı sevdiği adama uzattı. Fırat gözlemeyi yerken parmaklarını emip hafifçe ısırmıştı. Hazan tatlı ve çocuksu sesiyle kıkırdadı. Şakağını öpüp, "canım," dedi. "Canım kocam."

Boynunun altını öpüp yola odaklanırken, "kocan ölsün sana," dedi. "Ye yemeğini, hadi."

**********

Çantadakileri neredeyse tamamen yemişlerdi. Hazan daha fazla yemek istemediğini söyleyince Fırat midesi bulanıyor diye zorlamadı. Hazan salonda televizyon karşısında meyvelerini yerken mutfakta etleri hazırlayıp bir kısmını makinada kıyma olarak çekip dolaba kaldırdı. Saat ikiye geliyordu. Etrafı toparlayıp salona geçti. Televizyonda Japonya'da yaşayan bir kadının günlük hayatını konu alan bir video oynuyordu. Hazan uyuya kalmıştı. Fırat televizyonu kapatıp boşalan meyve kasesini yuvarlak ahşap sehpanın üzerine koydu. Rengarenk örme battaniyeyi beyaz köşe koltuğa atıp Hazan'ı kucağına aldı.

"Fırat..."

"Yavrum," dedi alnını öperken. "Uyan hadi, duş aldırayım sana."

Boynuna sokuldu. Odalarına çıktılar. Fırat bu merdivenlerin Hazan için tehlikeli olduğunu düşündü. Alt kattaki büyük kitaplığın arkasında iptal edilen bir oda vardı. Oldukça büyüktü, yalnızca penceresi yoktu. Oraya en kısa zamanda bir pencere açtırıp yatak odasını alt kata taşımaya karar verdi.

Banyoya girdi.

"Hazan, yere indireceğim seni, aç gözlerini."

"Tamam, indir."

Ayakları mor, tüylü halıyla buluştu. Fırat suyu ayarlayıp kıyafetlerini çıkararak onu duşakabine soktu. Soyunup yanına girdi.

"Sarıl bana."

Dediğini yapıp beline sarıldı. Sıcak su tenini ve saçlarını ıslatırken gözlerini kapattı. Böyle uyuyabilirdi bile. Sevdiği adam saçlarını köpürtüp diplerine masaj yaparken başındaki ağrı hafifler gibi oldu. Fırat'a iyice sokulduğunda penisi göbeğine değmişti. Fırat kasılıp inler gibi bir ses çıkarıp son anda kendine hakim oldu. Hazan gözlerini açıp geri kapattı. Kocasına kıyamıyordu ama bebeğini de düşünmek zorundaydı. Doktor 12 hafta boyunca ya kontrollü yüzeysel bir birliktelik yaşayın ya da, Fırat bey Hazan hanıma dokunmayın, demişti. Bir adım geriledi.

Fırat onu yıkayıp havluya sardıktan sonra kendisi duşunu almadan, saçlarını kurtup giydirerek Hazan'ı yatağa yatırdı. Sonra tekrar banyoya döndü. Gözleri dolarken yorgana sarıldı. Fırat bir haftadır sabrediyordu zaten, on iki hafta nasıl dayanacaktı? Ya dayanamazsa? Ya başka kadınlara giderse? Ya iyice birbirlerinden uzaklaşırlarsa? Hazan korkuyordu. İçi bir garipti. Sanki bir daha geri dönüşün olmadığı bir yola girmiş, istemeye istemeye buruk bir tebessümle sevdiği evi terk etmişti. Kaybolan bir şeyler vardı. Eskiye döndüremeyeceği apansızca gelen bir gelecek gözünün önünde karanlıklara gömülüyordu. Fırat dışında kimsesi yoktu. Bir gün ayrılırlarsa, asla affedemeyeceği bir şey yaparsa bütün bir dünya başına yıkılır, bir daha da altından kalkamazdı. Karnını okşadı. Hiç çabasız gözlerinden süzülen yaşlar yastığa düştü. Dudaklarından kaçmak üzre olan hıçkırığı son anda yuttu. Anne oluyordu. Bu büyümekten daha ağır, savcı olmaktan daha tehlikeliydi. Koca bir geleceği, sağlığı, varlığı onun ellerinde olan bir canlı.

Hazan hep tüm o masal prensesleri arasından sadece öylesine bir kız olan Kibritçi Kız'ı kendisiyle özdeşleştirmişti. Bugün son kar tanesi de düşerken gökyüzünden bir kibrit daha yandı ellerinde. Cılız bir kibrit, her an sönmeye ve beraberinde onu da söndürmeye niyetli bir kibrit, korunmaya muhtaç. Tıpkı onun gibi. Her insan gibi. Gözlerini yumdu. İlaçlarını arabada almıştı ama hâlâ zihninde sesler yankılanıyor, o gecenin laciverdine gömülü şatodan uzun tırnaklarının gölgesi, mum ışığında duvara düşen bir cadı büyülü sözler okuyordu. Ağır bir kan kokusu, rutubet, kaygan, sarımtırak gövdeler, sert kabuklar, tüylü bacaklar, su sesleri, iniltiler, yalvarışlar, çığlıklar...acı, bir bebeğin yürek yakan ağlayışları, çelik kadar soğuk mavi gözler, yerde sürünen bir elbise, kesilen ayaklar, makaradan kayan ipler...demir parmaklıklar...Fırat...

"Yavrum."

Sıçrayarak gözlerini açtı.

"Şşş, korkma, benim."

Fırat arkasına uzanmış yorganın altına girmişti. Yastığı sıkan elini tutuyordu. Gözünden süzülen yaşları öptü.

"Noldu bir tanem? Niye korktun, niye ağlıyorsun? Bir şey mi gördün yine?"

Elini tutan elinin bileğini öptü.

"Fırat," diyerek fısıldadı.

"Canım," dedi bastırarak.

Hazan ona döndü. Göğsüne sokulup güven veren sıcaklığına, onun yanında kocaman duran varlığına sığındı. Fırat sıkıca sarıldı ona. Alnına dayadı dudaklarını. Sırtını sıvazladı. Saçlarını okşadı. Kokusu Hazan'a huzur veriyordu. Aldığı derin nefesleri duydukça karısını iyice kendine çekti.

"İyi misin?"

"Beni seviyor musun?"

Kaşları çatıldı.

"O nasıl soru Hazan? Seviyorum tabii, çok seviyorum."

"Sev. Ben de seni...çok seviyorum."

Sesi titriyordu. Gözyaşları kaldığı yerden akmaya devam etti.

"Hazan...noluyoruz? Yine ne kurdun da bu hâle geldin o güzel kafanın içinde?"

Yorgun ve bıkkın sesi içini burktu. Bu hallerinden bunaldığının farkındaydı, ama Fırat'sız kalma korkusu nefesini kesiyordu.

"Özür dilerim."

"Neden? Hamile kaldın diye mi? Tek başına mı yaptın Hazan?"

"İlaçları içmeyi unutmasaydım olmayacaktı."

"Oldu ama bir kere, ne yapalım şimdi?"

"Kızdın ama bana. İstemiyordun, hâlâ da istemiyorsun."

"Ben sana hamile kaldın diye kızmadım. Ben sana kafana göre ilaçlarını bıraktın diye kızdım."

"Bebeği istemiyorsun ama."

İç geçirdi.

"İsteyip istememek faslını geçtik Hazan. Hayırlısı buymuş demek ki. Artık sen benim karımsın, o da bizim bebeğimiz. İkinize de bir şey olmasın, umrumda olan tek şey bu."

Burnunu çekti. Bebekten ziyade ona bir şey olmasını istemediği belliydi. Sesi, sarılışı her şeyi kendini ele veriyordu.

"Özür dilerim...çok özür dilerim."

Saçlarını yüzünden çekip yanağını öptü. Yorganı başına kadar örterken, "yavrum...yapma gece gece," dedi. "Durduk yere strese sokma kendini. Ağlama, astımın tutacak şimdi."

"Ama...ben hep mutsuz ediyorum seni."

"Hazan," dedi uyarıcı sesiyle.

"Yalan mı?"

"Yalan..."

"Değil. Bana beni ilk sevdiğini söylediğin gün vuruldum. Günlerce hastanede başımı bekledin. Hastaneden çıktım, üstüme titredin. Kavga ettik, sözünü dinlemedim. Annemin borcunu ödedin, terk ettim seni. Günlerce peşimden koştun. Araba çarptı bana. Yine hastanelik oldum, saatlerce yanımda durdun. Aynı gün karakolun önünde başımıza kurşunlar yağdı, kolundan vuruldun. Sonra beni vurdurdu diye Kenan Karadağlı'yı öldürmek istedin, tutukladım seni. VASÖ'yü başına bela edip aynı günün akşamı görücülerin önünden aldın beni, yine ayrılmak istedim. Evlendik, kendime dokundurmadım, yine ayrılalım dedim. Kavga ettik, evden gittin diye tüm eşyalarımı toplayıp İstanbul'a gittim. Geldin aldın beni, senin oldum. Ertesi gün Yaren'le buluşacağım diye evden çıkıp kaçırıldım. Gelip ordan da aldın beni. Sonra kavga ettik ve ben yine terk ettim seni. Bu sefer de yolun ortasından alıp geldin beni. Operasyona gittin, adliyede bomba patladı. Bir de bunun korkusunu yaşattım sana. Döndün, Aslı öldü zannederken yine terk ettim seni. Başka bir eve taşındım, bir hafta ayrı kaldık, yine sen geldin. Tam oluyor derken kaçırıldım. Günlerce beni aradın, hapse girdin, dört koca ay."

Nefeslendi.

"Şimdi de hiç olmadık bir zamanda hamile kaldım. Daha yeni birbirimize kavuşmuşken bana dokunamıyorsun. Sürekli hastayım. Ağlıyorum, şımarık bir çocuk gibi davranıyorum. Üstelik karşılığında sana hiçbir şey de vermiyorum."

Bir şey söylemesini bekleyerek sustu. Ama Fırat aynı sakin nefesleri almaya devam etti. Bedenine sarılı olan kolları bir an olsun gevşemedi. İçini döksün diye bekliyordu. O tüm bunları söylerken ne düşüneceğini zannediyordu, bilmiyordu ama tüm bunlar onun için geçmişte kalan şeylerden fazlası değildi.

"Yorulmuyor musun? Bıktırmıyor muyum seni?"

"Bitti mi?"

"Hı hı. Bitti."

"Tamam, uyu şimdi."

Yatakta aşağı kayıp yüzünü boynuna çekti. Başını başına yaslayıp gözlerini yumdu.

"Fırat..."

"Gülüm, fındığım, canımın yarısı uyu."

"Ama o kadar şey söyledim. Bir şey demeyecek misin?"

"Tamam, söyledin yavrum da söylediklerin bir yere varmadı ki. Ne dememi bekliyorsun? Sorduğun saçma sapan soruları ciddiye alıp cevap mı vereyim?"

Ses tellerinin titreşimlerini yüzünde hissederken burnunu gırtlağına dayayıp kokusunu soludu.

"Neden her söylediğime saçma diyorsun?"

"Saçma çünkü. Altı yıldır, koy bu yılı da üstüne, yedi yıldır sana aşık bir adama kurmaman gereken cümleler, sormaman gereken sorular bunlar. Seni sevmenin her türlüsünü tattım ben. Olmuyor lan işte. Gözüm görmese de, kulağım duymasa da, elim değmese de yüreğim vazgeçmiyor senden. Neyi zorluyorsun?"

Dudaklarının değdiği yeri öptü.

"Ama..."

"Ne ama? Ben anlamıyor muyum senin ne düşündüğünü? Sabah söylediğin şeyi neden söylediğini bilmiyor muyum ben? Başka kadın, diyeceksin yine de cesaret edemiyorsun, farketmiyor muyum?"

Hazan suçlulukla yüzünü boynuna bastırırken, "cevabını sabah verdim ben sana," diyerek devam etti. "Aklım sikimde değil benim. İyiliğin için dokunmamam gerekiyorsa dokunmam, bitti. Tamam?"

Kollarını beline sardı.

"Fırat, beni hep böyle sev, tamam mı?"

"Tamam. Uyu hadi."

**********

Ertesi sabah hastaneye tekrar gittiler. Aç karnına yapılması gereken testler yapıldı. Kolestrolü düşüktü. Kan şekeri hipoglisemi sınırındaydı. Doktor gözlerinin içine bakarak "tüm bunlar bebek için büyük risk. Beslenmene dikkat edip sana verilen listeye harfi harfine uymak zorundasın" demişti. Fırat'ın öfkesi Hazan'ınsa korkusu giderek büyürken eve varmışlardı. Dünkü yağmurdan sonra güneş, biraz geç olsa da yüzünü gösteriyordu. Hazan arabadan Fırat'ı beklemeden inip yavaş adımlarla arka bahçeye gitti. Fındık sabah önüne konulan mamayı yemiş, kulübede uyukluyordu. Dikkatlice eğilip zincirini çözecekken beline sarılan kolla durdu.

"Dokunma, geç içeri."

"Ama bağlıyken üzülüyor. Sesi bile çıkmıyor."

"Tamam, ben çözerim, hadi."

"Biraz sevecektim."

Yanağını yanağına bastırıp kokusunu içine çekerken, "Hazan hamilesin, dikkat etmen gerekiyor. Söz dinle," dedi.

Dudaklarını büzdü.

"Tamam."

Ön kapıya doğru ilerledi. Fırat zinciri çözüp Fındık dışarıya çıkarken hızlı adımlarla peşinden gitti. Kapıyı açıp eve girdiler. Fırat elini yıkarken Hazan kabanını çıkarıp vestiyere astı. Başsavcıyı arayıp durumu bildirmişti. Bugün de izinliydi ama yarın işe gidecekti. Fırat, istifa et, diyordu. Bir de bunun tartışmasını yaşamışlardı. Hazan istifa etmek istemiyordu. Tüm gün eve tıkılıp kalamazdı.

Merdivenlere yöneldiğinde Fırat banyodan çıkıp, "dur," dedi. Ceketini konsolun üstüne bıraktı. Yanına gelip elini tuttu.

"Yürü."

Trabzanlara tutunup sevdiği adam arkasından gelirken, "kendim çıkabilirim," dedi. "Her zaman sen olmayacaksın yanımda."

Sessiz kaldı. Kahvaltıdan sonra askeriyeye gidip geçici idari görev için Hazan'ın durumunu bildirerek dilekçe yazıp izin isteyecekti. Henüz bundan karısına bahsetmemişti. Her şey netleşene kadar bilmesine gerek de yoktu. Oda işini de yarın halledecekti.

Gözlerini sevdiği kızın kalçalarından güç bela çekip yutkundu. Hazan duş almak istiyordu. Hastanelerden ve kokusundan nefret ediyordu. Kısa bir duş almasına yardım edip saçlarını kurutup taradı. Üstüne beyaz bir kazak ve omuzları fırfırlı, kare yaka beyaz ve kırmızıdan oluşan ekoseli uzun bir elbise giydirdi. Hazan göğüs dekolteli beyaz çiçekli bir elbise giymek istese de müsade etmedi. Hava serindi. Ve Fırat karısına deli oluyordu.

Ayaklarına kalın kirazlı bir çorap geçirip kendi üstünü de giyindikten sonra aşağı indiler. Hazan'ı koltuğa yatırıp battaniyeyle bacaklarını örttü. Televizyonu açıp kumandayı eline verdi. Sarkıttığı dudaklarını öpüp mutfağa geçti. Hazan kanalları gezip izleyecek bir şey bulamayınca internetten bir Kemal Sunal filmi açtı. Doktor kendini eğlendirip iyi hissettirecek şeyler yapmasını söylemişti. Bu filmler ona babasını hatırlatıyordu. O çok sever, her pazar kahvaltı sofrasında açıp bir tane izlerdi.

Başını koltuğun yumuşak yastıklarına güzelce yerleştirip karnını okşarken intronun bitmesini bekledi. Yüz Numaralı Adam filmini seçmişti. Erkin Koray'ın Fesuphanallah şarkısının müziği Kemal Sunal'ın defalarca kez kahvehanede oturan adamların başına çay dolu tepsiyi düşürüp onlarca bardağı kırdıktan sonra kovuluşuyla komik bir tezat oluşturuyordu. Kasaba gelen kıza göz süzerken et ezdiği aleti kasabın eline vuruşu, berberde sakal traşı yaptığı adamın yüzünü usturayla defalarca kez kesip, "sus," diyerek ustasından gizlemeye çalışması, terzide ütülediği pantolonu çizgi roman okurken yakışı ve o tuhaf yüz ifadesi Hazan'ı güldürdü.

Fırat Hazan'ın gülüşlerini dinlerken elindeki limonlu su ve demir ilacını getirdi. Önünden geçip koltuğa oturdu. Gülmekten sulanan gözlerine bakıp alnını öptü.

"Gel, iç şunu," dedi.

Hazan televizyondaki gözlerini çekip Fırat'ın tabletten çıkardığı hapı dudaklarının arasına aldı. Suyu da alıp içerken limon tadıyla bir an duraksayıp içmeye devam etti. Doktor demirin C vitaminiyle emiliminin daha kolay ve etkili olacağını söylemişti. Sevdiği adamın en ince detayına kadar her şeyi düşünmesi içini sıcacık etti. Bardağı masaya bıraktı. Kardeşleri tuvaletin kapısında beklerken içeride Tom Braks serisinden "Teksas" adlı çizgi romanı okumaya devam eden Kemal Sunal'ı, babasının çalışmadığı için söylenip annesinin onu korumaya çalışmalarını izlemeye devam etti.

Fırat televizyona kısa bir bakış atıp bileğindeki saate baktı. Folik asiti tok karnına, iki saat sonra verecekti. Karnını okşayıp duran karısına döndü. Yastığa dağılan saçlarına, halkalı küpelerine, uzun kıvrımlı kirpiklerine, ucu hafif kalkık burnuna, dudaklarına, masum bir pembeliği olan yanaklarına dalıp gitti. Gülüşlerini dinledi. Karnını okşayıp alnına dökülen saçlarını iten ellerini, parmağındaki yüzüğü izledi. Kısacık boyuna yüreği titredi. Dün gece yine kabus görmüştü. Babasının adını sayıklamış, Fırat gitme, diyerek ağlamıştı. Alıp verdiği nefesle göğsü ağır ağır yükselip alçaldı. Eğilip yanağını ve kulağının altını öptü. Bir süre öylece durup geri çekildi. Hazan elini tuttu.

"Gel, ben de seni öpeyim," dedi.

Fırat alt dudağını ısırarak belli belirsiz gülümseyip yüzünü yüzüne yaklaştırdı.

"Öp bakalım."

Tıraş olmaktan pürüzlü bir hâl alan tenini, peş peşe, derin derin nefesler alarak sıkıca sulu sulu öptü. Fırat aniden dönüp dudaklarını dudaklarının arasına alınca gözleri şokla büyüdü. Saniyeler sonra ayırıp burnunu burnuna sürttü.

"Ağzını yerim senin," dedi. "Ölürüm, kafayı yerim, kurban olurum sana."

Evin içinde birbirlerini kovalarken devrilen süt güğümüyle kızan babasına, bir şey olmaz, biraz daha su katarsın, yapmadığın şey mi, diyen Kemal Sunal'la kendini tutmayıp gülerken Fırat'ın derin bir hayranlıkla bakan gözlerinden utanıp başını çevirerek, "ya tamam, bakma artık," dedi.

Açılan boynuna gömüldü. Ses çıkara çıkara öpüp, "niye bu kadar çok seviyorum ben seni?" dedi. "Hı? Sen niye bu kadar tatlı geliyorsun bana? Ben seni öpmeye niye doyamıyorum?"

Boynuna sarıldı. Başını öpüp yüzündeki tebessümle gözlerini kapattı. Verecek bir cevabı ya da söyleyecek bir şeyi yoktu. Fırat da soru sormuyordu zaten. Yanağını yumuşacık, kömür karası saçlarına sürttü.

"Gel, yanıma yat, birlikte izleyelim," dedi.

"Kahvaltı hazırlamam lazım yavrum."

"Yardım edeyim mi?"

Gözlerine baktı.

"Etme, yat burada, iyi ol...iyi olun, yeter."

Elini tutup karnına koydu. Dudaklarına uzanıp öptü.

Fırat karnını okşarken çenesini emip gıdısına bastırdı dudaklarını.

"Dinlen güzelce. Biraz daha sesli gül, ben de duyayım, tamam?"

Gülümseyip başını salladı.

*********

Albayın kapısını çalıp içeriye girdi. Camdan vuran güneş siyah deri koltukların ve mermer zeminin üzerine düşüyordu. Asker selamı verip albayın karşısına oturdu.

"Söyle evlat."

"Komutanım...Hazan hamile..."

Nereden başlayacağını bilmiyordu ve konuya ortadan girmişti. Albay gülümsedi.

"Hayırlı olsun. Allah analı babalı büyütsün inşallah," dedi. "Sen de baba oluyorsun demek?"

Yutkundu.

"Oluyorum galiba. Ama mesele başka komutanım."

"Ters bir durum mu var?"

"Düşük riski var. Yüksek riskli gebelik takibine alındı."

Elindeki kağıtlara bakıp duraksadı. Albay sıkıntılı bir nefesi alıp verirken gözlerini odanın içinde gezdirdi. Karısı hamile kalan ilk asker değildi. Bebeğinin düşme riski olan ilk baba değildi. Kendi timindeki Kadir daha birkaç yıl önce çocuklarıyla eviyle ilgilenemediği için boşanmıştı. Vatanıyla sevdası arasında kalan herkes vatanını seçiyordu. Onun karısı, bebeği, yuvası diğer silah arkadaşlarından daha mı değerliydi?

"Ne diyeyim bilemedim. Geçmiş olsun."

"Sağ olun komutanım. Bir süre, belki de doğurana kadar çok iyi bakılması gerekiyor. Bunu yapacak benden başka kimse yok. Bu yüzden geçici idari göreve çekilmek istiyorum. Bunlar da dilekçem, Hazan'ın sağlık raporları ve yüksek riskli gebelik takip belgeleri," diyerek elindeki kağıtları masanın üstüne bıraktı.

Albay ciddi yüz ifadesiyle kağıtları eline alıp inceledi. Ağır bir sessizlik sardı odayı. Fırat oturduğu yerde dimdik dursa da içten içe ezilip büzülüyordu.

"Tim ne olacak?"

"Uzman çavuş Kadir Keskin komuta edebilir komutanım."

"Kararın kesin mi?"

"Kesin komutanım."

Albay oturduğu koltukta öne gelip kağıları bir kenara koydu.

"Karşımda başka biri olsa bunu bu kadar kolay kabul etmezdim," dedi. "Buradaki aslanlar, bu ülkedeki askerler neleri arkalarında bırakıp gidiyor operasyonlara, sen de en az benim kadar iyi bilirsin."

"Bilirim komutanım."

"Ama madem sen ben arkamda bırakıp gidemem diyorsun, peki evlat. Dilekçeni üstlere ileteceğim."

Boğazındaki düğümün çözülmesini bekledi. Başını belli belirsiz sallayıp dilini ağzının içinde gezdirdi. Önündeki sehpanın üzerinden gözlerini çekmeden, "sağ olun komutanım," diyerek dizlerinden destek alarak doğruldu. Albay arkasına yaslandı.

"Sen sağ ol," dedi. "Çocuğunu sağlıkla kucağına al inşallah."

Kısa bir baş selamı verip odadan çıktı. Karargah binasından ayrılıp lojmana girdi. Dinlenme odasının kapısını açtı. Turan timi kahverengi deri koltuklarda oturmuş maç izliyordu. Birkaç tim daha vardı yanlarında. Fırat'ı ilk fark eden Kadir oldu. Diğerlerinin omzuna dokunup ayağa kalktı.

"Ooo komutanım," dedi Yusuf. "Siz buralara gelir miydiniz?"

"Konuşmamız lazım."

"Buyrun komutanım."

"Sessiz bir yerde. Benim odama gelin."

Odadaki diğer timlerin gözleri üstlerindeyken hep beraber toplanıp lojmandaki Fırat'a ait odaya çıktılar.

"Noldu komutanım? Korkutmayın bizi," dedi asteğmen Berk.

"Korkacak bir şey yok. Sadece bir süreliğine operasyonlarda tim komutanlığınızı yapamayacağım."

Hepsinin yüzüne bir şaşkınlık gölgesi düştü.

"Nasıl korkacak bir şey yok komutanım?" dedi Yusuf. "Bu felaket."

"Abartma."

"Haklı komutanım. Daha yeni kavuşmuştuk," diyen teğmen Ahmet Yazıcı'ydı.

"Ayrılmıyoruz. Ben yine buralarda olacağım. Tatbikatlarda başınızda nöbet tutacağım. Sadece operasyonları komuta etmeyeceğim. Bu görev Kadir'e verilecek."

Piyade uzman çavuş Anıl Bayraktar, "iyi de neden komutanım?" dedi. "Yine noldu?"

Fırat arkasında bağlı olan ellerini sıkıp yumruk haline getirdi. Timin artık Hazan için yaptıklarından usanacak hale geldiğini biliyordu. Bu aşkın onu dönüştürdüğü adamdan hoşlanmıyorlardı. Defaatle Hazan için timini yarı yolda bırakıyordu. Ama öbür türlü de davranamazdı. Onca yıl başkaları için yaşamıştı, bir kez olsun kendisi için yaşamak istiyordu.

"Hazan hamile," dedi.

Timin yüzü aydınlandı.

"Hayırlı olsun, komutanım," dedi Helin.

"Allah analı babalı büyütsün komutanım," diyen Kadir'di.

Yusuf, "gözünüz aydın," dedi.

"Sağ olun. Riskli bir gebelik. Çok iyi bakılması gerekiyor. Bir süreliğine geçici idari göreve çekileceğim."

Yüzleri asıldı. Birbirlerine bakıp önlerine döndüler. Fırat dilinin ucunu sertçe ısırdı. Metalik bir tatla yutkundu.

"Kusura bakmayın," dedi. "Açık konuşacağım. Dışarıdan nasıl göründüğünü biliyorum. Örnek alınacak, disiplin konusunda size nutuklar çekecek durumda değilim. Neler neler yaşayıp da görevinden, bayrağından vazgeçmeyen Mehmetçikler var burada. Kadir mesela."

"Estağfurullah komutanım."

"Öyle. Bu sene olanlar gurur duyduğum şeyler değil. Ama pişman da değilim. Komutanınız olmam her haltı çok iyi bildiğim, asla hata yapmayacağım anlamına gelmiyor. Aslında hiçbir halt bildiğim de yok. Bu konuşma bir yere bağlanmayacak. Tüm bu olanları bir tek kendime açıklayabilirim. Neden böyle, neden her şeyden vazgeçek kadar seviyor, niye gözü hiçbir şeyi, üniformasını bile görmüyor, askeriyenin gözünde düştüğü durumu umursamıyor? Cevap benim için gayet net, ama siz bilmeyin."

Gözleri dolar gibi olurken bakışlarını kaçırıp boğazını temizler gibi bir ses çıkardı. Ardından tekrar time döndü.

"Benim yarım bıraktığım yerden devam edin. Gittiğiniz operasyonlardan başarıyla, sağ salim, tam ve eksiksiz dönün. Anlaşıldı mı?"

"Emredersiniz komutanım," dediler.

Kadir yaklaşıp kollarını açtı. Fırat ellerini arkasından çözüp sarıldı. Diğerleri de gelip sarılırken küçük bir çember oluşturdular.

"Dert etmeyin komutanım," dedi Yusuf.

"Babalık en kutsal görevdir," dedi Ahmet Yazıcı.

"Bir gün savcımızı da alın gelin, ocak başı yapalım komutanım," dedi asteğmen Berk.

"Ayrılıklar hep olur, güneş batar gün durulur, Turan yine kurulur be komutanım."

"Aynen öyle komutanım. Biz de vatan aşktan ayrı yazılmaz."

********

Mangal ateşi tutuşmuştu. Fındık yanında çimlerin üzerinde yatıyor, Hazan içeride uyuyordu. Aslı az önce, Ömer ağalarla birlikte gelmek üzereyiz diye aramıştı. Mutfak kapısından içeriye girdi. Hazan için ayırdığı baharatsız etleri tuzladı. Köfteleri ve diğer etleri alarak bahçeye çıktı. Elindekileri masanın üzerine koydu. Hafif bir rüzgar esti. Güneşin sıcak ışınları ağaç dallarının arasından yere düşerken yaprakların gölgeleri çimlerde oynaştı. Bahçenin çeşitli yerlerine asılmış, rengarenk kuş evlerinden cıvıltılar yükseliyordu.

Fındık yerde yuvarlanırken Fırat tutuşan ateşin kor olmasını bekliyordu. Dün sabah yağmurda kömürlüğün arka odasına taşıdığı eşyaları yeniden bahçeye getirmişti. Masanın hasır sandalyesine oturdu. Başını gökyüzüne kaldırdı. Parçalı bulutların arasından arkasında iz bırakarak geçen bir uçak gördü. Bu manzara ona cezaevindeki açık alanı hatırlattı. Güneşi görmeye çıktığı sayılı anlardan birinde aynı kareyi görmüştü. Gökyüzünden geçip giden bir uçak. İçinde başka bir şehre veya ülkeye giden insanlar, bagajında bir cenaze belki, yolcuları sağ salim gidecekleri yere götürmek isteyen pilot...hepsi özgür ve umutlu. Belki de değil. Bir butimar kuşu misali kendi korkuların yüzünden hasret kaldığın bir denizden tek damla su içemeden geçip gitmek. Yaşamak gerçekten bu kadar önemli mi? Neden sahip olduklarının dayanağı olmak varken sahip olamadıklarının kölesi olur insan? Haftalar önce bir gökyüzüne sahip değildi, ama şimdi istediği kadar farklı yerden görebileceği bir gökyüzü vardı. Elini tutup yanında götürebileceği bir kız, karnında bebekleri. Fırat hiç nankör biri olmamıştı. Elindekilerin kıymetini bilirdi. Ve onları korumak için sonuna kadar giderdi. Bugün bu bahçede ilk kez bir mangal ateşi yakmıştı. Sado olsun isterdi. Bahar, hatta annesi bile. Aralarında yine ablasının hayaleti asılı kalabilir, ölü ruhlu etrafa soğuk küller üfleyebilirdi.

Bahar'ın boşandığını biliyordu. Karnı burnunda doğurmak üzereydi. Hazan'ı arayıp sorsaydı görüş günlerine gelmeyişini bile affedebilirdi. Görmezden gelinmeye, tıpkı annesinin yaptığı sevmediği yemekleri yiye yiye yemek seçmemeyi öğrendiği gibi alışmıştı. Ona yapılan bütün haksızlıklara, canı tahammül edemediği kadar yanmadıkça sesini çıkarmazdı, fakat Hazan istisnaydı. Diğer seçenek her ne olursa olsun seçmeye değer gördüğü tek seçenekti. Böyle olması gerekiyormuş, dedi kendi kendine. O zaman öyle olsun.

"Fırat."

Gözlerini ovuşturarak pembe terliklerini giymiş yanına gelen Hazan'ın sesiyle mutfak kapısına döndü. Dağınık saçları, al al olmuş yanakları, şişmiş dudakları, ucu kızarmış minik burnu, sisli gözleriyle gözlerine bakarken bir elini karnına koymuş birkaç küçük adımda yanına varmıştı.

İçini çekip önünde duran karısını dizine oturttu. Mangalın dumanı dalga dalga gökyüzüne yükselirken, "yavrum," diyerek alnını öptü. Hazan yüzünü göğsüne gömüp boynuna sarıldı.

"Ne zaman geldin?"

Saçlarını düzeltirken, "yarım saat ya oldu ya olmadı," dedi.

"Niye uyandırmadın beni?"

"Gece geç uyuduk, sabah erken kalktık. Uykuya ihtiyacın vardı. Hamilesin ya bebeğim."

"Ömer dedeler geliyor mu?"

Kollarını beline dolayıp saçlarını öptü.

"Geliyorlar. Aslı ve Yaren'le birliktelermiş."

"Ya?"

"Ya."

Hazan yüzünü boynuna sürtüp öperken bir süre öylece kaldılar. Birbirlerini okşayıp sevdiler. Fırat Hazan'ı çok özlemişti. Göğsünde ezilen memeleri, incecik beli, kokusu derken yutkundu. O sırada öksürerek kucağında sarsılan Hazan'la kendine geldi.

"Hazan?"

Geri çekilip ellerini ağzına kapattı. Başını öne eğip birkaç kez daha öksürdü. Yüzü kızarıp, gözleri sulanmıştı. Şakalarındaki ince yeşil mavi damarlar belirginleşirken içi acıdı. Daha sıkı sarıp öksürükleri durulduğunda, "iyi misin?" dedi.

"İyiyim."

"Üşüdün mü?"

Başını bağrına koyup ellerini göğsüne bıraktı.

"Hayır."

Sıkıntılı bir nefesi alıp verdi.

"İçeri geç."

"Gerek yok."

"Hazan duman var burada. Astımın tutar. Hava da serin zaten. Geç içeri, birazdan gelirsin, tamam?"

"Ama ben seni özledim."

"Yavrum, işim var benim. Etleri pişireceğim, sevemem seni böyle. Gir içeri, hadi."

"O zaman ben de bir şeyler yapayım."

"Koltuğa geçip uzan, hiçbir şey yapmayacaksın."

Çatılan kaşlarıyla yüzüne bakıp, "salata yapabilirim," dedi.

"Yaptım ben. Dolaba koydum, sosu kaldı."

"Kek yapacağım o zaman, yanına da kurabiye. Çayla içeriz."

"Gerek yok."

"Var, benim canım çekti."

"Tamam, Ömer ağalar gelince gider alır gelirim."

"Ben ev yapımı istiyorum."

"Babaaneme söylerim."

"Of Fırat!"

Dudaklarını öptü.

"Şşş! Kocaya of denmez," dedi. "Gel buraya," diyerek kucağına aldı. Terlikleri ayağından düşerken içeriye girdi. Genelde istemediği bir durumda onu kucağına aldığında çırpınırdı, ama şimdi bebeğe bir şey olmasın diye uslu uslu duruyordu. Mutfaktan geçerlerken Fırat, "nar suyu sıkayım mı sana?" dedi.

"Sen bilirsin."

"Sıkalım o zaman."

Salona geçtiler. Hazan'ı koltuğa yatırıp battaniyeyle sıkıca örttü.

"Televizyonu açayım mı?"

"Hayır, kitabım nerede?"

Yastıkların altına bakarken Fırat yemek masasının üstünden, Gabriel Garcia Marquez'in "Yüzyıllık Yalnızlık" kitabını alıp geldi. Kucağına koyup, "al," dedi. Hazan, "teşekkür ederim," derken kitabın yeşil kapağını okşayıp açtı. Sayfaları koklayıp kaldığı yeri arayıp buldu. Fırat eğilip saçlarının tepesini öperek mutfağa geçti. Küçük bir çay bardağını dolduracak kadar nar suyu sıktı. C vitamini yüksek bir meyveydi ama fazlası isal yapar, midesini yakardı.

İçeriye geçip bardağı masaya bıraktı. Hazan gözlerini kitaptan kaldırıp nar suyuna baktı.

Fırat, "yavaş yavaş iç. Mideni yakar," dedi.

"Tamam."

Bahçeye döndü. Etleri kontrol etti. Fındık olduğu yerde yatmaya devam ediyordu. Ayaklı, yüksek mangalı demir çubukla karıştırdı. Alevler durulmuş, kor olmaya başlamıştı. Izgarayı üstüne koydu.

*********

Hep beraber bahçedeki masada toplanmışlardı. Semaverden yayılan çayın kokusu mangalın kokusuna karışıyordu. Fırat, Hazan'ın tabağındaki kırmızı etin yanına hindi, horuz ve tavuk eti de koydu. Kızarmış domates ve biberleri de üstlerine bıraktı. Hazan'ın pek iştahı yoktu ama bebeği ve Fırat için yemeye başladı.

Aslı mutfaktan çıkıp, "kekle kurabiyeler pişti, masanın üstüne çıkardım babaanne," dedi.

"Aferin, babaannesi kurban."

"Madalya da takalım mı?"

"Altın olsun."

Yaren gülüp salatadan bir kaşık aldı. Fındık Hazan'ın ayaklarının dibine uzanmıştı. Fırat, doktorun Hazan'ın evcil hayvanla pek yakın temas kurmaması üzerine söylediği sözler yüzünden bundan pek hoşlanmasa da Hazan, karışma, diyince Fındık'a dokunmamıştı. Karısına göre doktor bir söylüyor, Fırat üstüne bin koyuyordu.

Heja hanım Fırat'ın sırtını sıvazladı. Hazan'la dün olanları mutfakta konuşmuşlardı. Ömer ağa da bebekten haberdardı. Çok mutlu olmuşlardı. Torunlarının bir yuvası olmasını evveldir istiyorlardı. Bunun için çok uğraşmışlardı fakat güneş yıkık dökük harabelerin üzerine doğmayı seçmişti.

"Aslanım benim," dedi Heja hanım. "Nasıl da titriyor karısının üstüne."

Hazan Fırat'a bakıp gülümsedi. Fırat ise bir şey demeden yemeğini yemeyi sürdürdü.

"Baba olacak aslanım. Bu günleri de gördüm ya ölsem de gözüm arkada kalmaz."

"Ağzından yel alsın babaanne. O nasıl söz?" dedi Hazan.

"Lafın gelişi kuzum. Bak biz size ne diyeceğiz? He mi ağam?"

Ömer ağa etini sıyırdığı kemiği tabağa bırakıp Fırat'a baktı.

"Dün buralardan ev baktık. Bir tanesiyle anlaşmak üzereyiz," dedi.

"Hamileyken gelinime destek olurum dedim, yedim dedenin başını."

Hazan güldü.

Aslı, "Ben çok sevindim," dedi.

"Sorma, ben de bayılacağım şimdi."

Heja babaanne Yaren'e zorlama bir kızgınlıkla bakıp, "sen sus, kara çalı seni," dedi.

Yaren göz devirirken Hazan'la Aslı aynı anda kahkaha attı. Fırat Hazan'ın gülüşünün sesini dinlerken gözlerini Ömer ağadan ayırmamıştı. Ağzındaki eti yutup, "gerek yoktu," dedi. "Düzeninizi bozmasaydınız."

"Ne düzeni oğlum? Ben iyice yaşlandım zaten. İşleri gençlere bıraktık. Bundan sonra fizana gitsen bastonumu alır gelirim."

Hazan'ın gözleri doldu. Ölüm, yaşlılık, sonbahar, ayrılık gibi kelimeleri duymak istemiyordu. Göğsünde soğuk yeller eserken Fırat operasyona gidince ne yapacağını düşündü.

Fırat ne diyeceğini bilemeyip gözlerini kaçırdı.

Heja hanım, "sen operasyona gidince gelinimize kim bakacaktı?" dedi. "Hem uzun zamandır aklımızdaydı zaten."

"Bir süre operasyona gitmeyeceğim," dedi. Bir türlü denk getirip söyleyememişti. Böylece bilmesi gereken herkes de öğrenmiş olmuştu.

Hazan'ın gözleri Fırat'ı buldu.

"Ne?"

Çatalı tabağa bırakıp, "albayla konuştum," dedi. "Geçici idari göreve çekildim. Süresi belli değil. Sen doğurup kendini toparlayana kadar buralardayım."

Ne diyeceğini bilemedi. Mutlu olması gerekirdi ama bu durumun Fırat için ne kadar ağır ve zor olduğunu tahmin edebildiği için olamıyordu.

"Neden bana daha önce söylemedin?"

"Albayla bu sabah konuştum."

"Konuşmadan önce söyleyebilirdin. Birlikte karar vermemiz gereken bir şey bu. Senden böyle bir şey istemedim, istemezdim de."

Fırat Hazan'a dönüp gözlerine baktı.

"Şşş," dedi. "Birlikte karar verilecek bir şey yok. Sen hamilesin ben de o çocuğun babasıyım. Yanında olmak için kimseden icazet almam gerekmiyor."

Babasıyım diyişi içinde bir yeri okşasa da, "benden de mi?" dedi.

"Evet, senden de."

"Peki," diyerek önüne döndü. Pembe hırkasına sarılıp kollarını karnına sardı.

"Hazan yemeğini ye."

"İstemiyorum."

"Benim de istemedigim şeyler var..."

"Bebeğimiz gibi mi?"

"Hazan!"

"Oğlum tamam. Sakin olun, ne var bunda kavga edecek."

Fındık uzandığı yerden kalkıp hırladı. Yaren Fırat'ın Hazan'a bağırmasından hoşlanmasa da sessiz kaldı. Aslı çatalı bırakıp yavaşça arkaya yaslandı. Hazan irkilip kendini geri çekerken gözleri doldu.

"Fırat," dedi Ömer ağa.

Boynunu esnetip, "ne var?" dedi.

"Bir daha bağırma gelinime. Seni severim, ama o benim kızımdır bilesin."

İçini çekti. Sakin olması gerektiğini biliyordu. Hazan'a bağırmaması gerektiğini de. Ama bazen o kadar zorluyordu ki sabrı taşıyordu. Ne gereği vardı şimdi çocuğu istemediğini ima etmesinin? Bu tartışmayı burada açmasının? Başbaşa konuşamazlar mıydı?

Hazan yerinden kalkıp eve girdi. Yaptığı şeyden pişman olmuş Fırat bağrınca da utanmıştı. Arkasından gelen sesleri umursamadı. Üst kata giden merdivenlere yönelmeden önce yağlı ellerini yıkadı. Banyodan çıkıp merdivenlere yönelirken Fırat'ın içeri girdiğini görüp acele etmek istedi ama bebeğe bir şey olur korkusuyla yapamadı. Yanaklarına doğru süzülen yaşlar önünü bulanık görmesine neden oluyordu. Korkuluklara sıkıca tutundu.

Fırat elini mutfakta yıkayıp merdivenlerin yarısında Hazan'a yetişti. Kucağına almak ya da durdurmak yerine bir basamak gerisinden takip etmekle yetindi. Yatak odalarına girdiler. Hazan beyaz çarşafların üzerine kıvrıldı. Sevdiği adam arkasına oturup ayak bileğini öptüğünde dudaklarından küçük bir hıçkırık koptu. Beline sarılıp karnını okşayan el içindeki pişmanlığı körükledi. Saçlarının arasında gezinen dudaklarla yavaş yavaş solmaya başlayan gökyüzüne dikti gözlerini.

"Ağlama," dedi Fırat, kısık bir sesle.

Hazan sessiz kaldı. Burnunu çekip yüzünü yastığa bastırdı. Fırat'tan uzaklaşmak istese de başaramadı.

"Bir şey yok, tamam," dedi. "Kızmadım sana, gel yemeğini ye, ilaç içeceksin, hadi."

Gözlerini yumdu. İstemiyordu. Kimsenin yüzüne bakamazdı şimdi. Ayırca yalan söylüyordu, kızmasa bağırmazdı. Fırat'ın bıkkınca ve sıkıntılı bir şekilde alıp verdiği soluğu duydu.

"Hazan...niye böyle yapıyorsun?" diye sordu, gerçekten anlamak istiyordu. "Noluyor durup dururken? Neyi eskik yapıyorum da mutlu edemiyorum seni?"

Eksik olan bir şey yoktu. Aksine her şeyin fazla vardı. Fırat'ın onun için, onun hataları yüzünden katlandığı şeyleri, yaptığı fedakarlıkları kaldıramıyordu. Uğradığı haksızlıkları, ailesiyle arasına giren uçurumları, her şeyi bir anda kapı dışarı edip yalnızca ona tapmalarını ve tüm bunların sonucunda ona güzel olan hiçbir şeyi tattıramamayı kabullenemiyordu.

Yavaşça ona döndü. Yakışıklı yüzünü izledi. Ona, onca yorgunluğunun ortasında dimdik ayakta duran bir sevgiyle bakan kara gözlerinin derinliklerine daldı. Yanaklarından akıp giden yaşları silen elinin sert derisini bütün hücrelerinde duyumsadı. Göğsüne sokulup boynunun altına kıvrıldı. Sevdiği adam tarafından sıkıca sarmalandığında küçük bir hıçkırık daha dudaklarından firar etti.

"Bebeğim, noluyor?"

"Bir şey yok. Sadece dün gece saydığım onca şeyin üstüne bir yenisi daha eklendi."

Yüzünü saçlarına bıraktı.

"Dahası da eklenecek. Benim sana duyduğum sevginin bir sınırı yok."

"Olmalı ama."

"Olmayacak ama," dedi. "Yavrum...hem sana duyduğum sevginin sınırının olmayışından şikayet ediyorsun hem de bana bebeği istemediğimi söylüyorsun herkesin içinde. Sence de kendinle ters düşmüyor musun Hazan? Benim senden gelen bir şeyi istememem mümkün mü?"

Yüz yüze gelmelerini sağladı.

"İstiyor musun?"

Alınlarını birleştirdi.

"İstiyorum," dedi. "Biraz vakitsiz oldu, yalan yok sana bir şey olmasından, ona bir şey olmasından daha çok korkuyorum. Ama günün sonunda o bizim bebeğimiz. İkinizinde iyi olması için canımı veririm. Tamam?"

Fırat Hazan'a birçok kez yalan söylemişti, söylüyordu da, ama duyguları konusunda bunu asla yapmamıştı. Kırılacağını da bilse gerçek neyse onu söylüyordu. Hazan uzanıp dudaklarını öptü.

"Tamam."

"Şimdi gel aşağı, yemeğini ye. Kalk."

Yavaşça doğruldu. Fırat yataktan kalkıp belinden tutarak onu kucağına aldı. Yanağını öpüp kapıya ilerledi.

"Fırat."

Merdivenlerin başına gelirken, "gülüm," dedi.

"Özür dilerim, insanların içinde seninle öyle konuşmamalıydım."

Mutfağa doğru adımladı.

"Ben de özür dilerim, sesimi yükseltmemeliydim sana."

"Afettim. İndir beni burada, böyle görmesinler."

Dikkatlice yere bıraktı. Kapıdan çıkıp bahçeye geçtiler. Masaya oturdular. Heja hanımla Ömer ağa iyi olduklarını görünce konuyu tekrar açmadı.

Aslı, "iyi misin?" diye sordu.

Hazan başını salladı. Çatalını eline alıp yemeğini yemeye başladı.

"Soğuk mu? Isıtayım mı?"

"İstemiyorum, iyi böyle. Az önce çok sıcaktı."

"Oğlum."

Fırat Hazan'daki gözlerini Ömer ağaya çevirdi.

"Biz diyoruz ki madem bir süre buralardasın, gelinimin karnı çok fazla büyümeden Urfa'da düğünü yapalım. El gün laf etmesin."

"Anlamadım? Neyin lafını edeceklermiş?"

"Bilmez misin oğlum bizim oraları. Kız hamile kalınca evlenmek zorunda kalmış derler. Hem sana kızını vermek isteyip de veremeyen çok kadın var, lâf söz çıkarırlar," dedi Heja hanım.

"Ayrıca kilo alırsan üstüne giyecek gelinlik bulmak da zorlaşır," diyerek araya girdi Aslı. Niyeti ortamı yumuşatmaktı.

Yaren ifadesiz yüzüyle, "ne büyük bir problem," dedi.

"Sen ne anlarsın be? Üç dört takım elbiseyle bütün iş yılını geçirdin neredeyse. Ama bak söylüyorum sakın Nazlı'nın kınasına da öyle gelme."

"Evde senden bana yer mi kalıyor? Fazlasına da ihtiyacım yok. Ve sakın beni öyle saçma sapan yerlere sokmaya kalkma Aslı. Bankada yeterince insan görüyorum."

"Söz vermiştin"

"Uyuyordum, başımdan gitmen için öyle söyledim."

"Sonuçta söz verdin."

"Tutmak zorunda değilim."

Aslı yumruklarını sıktı. Çocukluklarında olduğu gibi Yaren'in saçını başını yolmak istiyordu. Küçükken de böyleydi. Bir anlaşma yaparladı ve günün sonunda asla uymazdı.

"Eve gidince görüşürüz," dedi. Ortamı yumuşatayım derken iyice germişti.

"Ne diyorsun oğlum?"

Fırat Hazan'a baktı. Tabağındaki etle oynuyordu.

"Önce bir doktorla konuşalım. Sorun olmaz derse yaparız."

"O zaman biz yarın Urfa'ya dönelim. Haber edersiniz, ona göre hazırlıklara başlarız."

Başını salladı.

**********

Babaannesiyle birlikte bulaşıkları hallettikten sonra Hazan'a süt ısıtıp meyveyle kuru yemiş tabağı hazırladı. Yaren ve Aslı az evvel gitmişti. Ömer ağa salonda televizyon izliyordu. Merdivenleri çıkıp odaya girdi. Hazan yoktu. Banyoda olduğunu düşündü. Tabakla bardağı makyaj masasına bıraktı. Onsuz duşa girmemesini söylemişti. Ayağı kayar, düşer diye korkuyordu.

Kapı koluna uzanırken açıldı. Hazan üstünde havlusuyla onu görünce korkmuştu.

"Fırat!"

Gözlerine sertçe baktı. Hazan başını önüne eğip havlusuna daha sıkı sarılarak yanından geçip yatağın ayak ucuna gitti. Kıyafetlerine uzandı. Fırat gelmeden giyinmeyi planlıyordu. Onu çıplak görmesini, gözündeki o arzu dolu ama kendini tutmaya çalışırken acı çektiğini belli eden ifadeyi görmek istemiyordu. Bu yüzden onunla birlikte duşa girmek yerine tek başına yıkanmıştı. Ama şimdi karşısında giyinmek zorundaydı ve gerilmişti. Buna rağmen kasıklarında gezinen sızıya engel olamadı. Sevdiği adamı özlemişti. Üstündeki bakışlarının ağırlığı, vücuduna yaydığı sıcaklık yavaş yavaş ıslanmasına neden oluyordu. Yanına gelip ona dokunmamasını ve mümkünse bakmamasını diledi.

Külotunu alıp yatağa oturdu. Böylece Fırat arkasında kalmıştı. Havlusunu çıkarmadan bacaklarından geçirirken kocasının ona yaklaştığını hissetti. Yanına gelip tepesinde durduğunda yutkundu.

"Napıyorsun?"

Yataktan kalkıp külotunu yukarıya çekerken, "giyiniyorum," dedi.

"Sana bensiz duş almamanı söylemiştim."

Havluyu yatağın üstüne attı. Beyaz yarım atletini alıp giydi.

"Üstüme mangal kokusu sinmişti, duramadım öyle."

Uzun, bol paça atletiyle aynı renk olan eşofman altını üstüne geçirdi. Havlusunu alıp banyoya götürmek üzere adımlarken Fırat belini tutup kendine çekti.

"Neyi neden yaptığını çok iyi biliyorum," dedi.

"Bil. Ne yapayım?"

Bir süre gözlerine bakıp elindeki havluyu aldı.

"Yatağa geç," dedi. Elini belinden çekip banyoya girdi. Hazan makyaj masasına ilerleyip dudaklarına kirazlı bir nemlendirici sürdü. Yüzünü de nemlendirirken Fırat yanına geldi. Sütü ve tabağı alıp komodinin üstüne koydu. Abajuru yakıp odanın ışığını söndürdü. O sırada Hazan yatağa girmişti. Fırat gelip yanına oturdu. Sütle tabağı alıp ortalarına koydu.

"Ömer dedemler yatılar mı?"

"Yok, televizyon izliyorlar."

"Ya," derken ileriye doğru uzanıp pandalı çoraplarını alıp giydi. Yorganı üzerine çekip sütü içmeye başladı. Fırat meyve tabağını aralarından kaldırıp ona yaklaştı. Çıplak belini kavrayıp alnını öptü.

"İyi misin?"

"İyiyim." Başını göğsüne koydu. "Sen?" dedi.

"Sen iyiysen iyiyim."

Tabaktan bir tane mandalina alıp ağzına uzattı. Yerken dudaklarını seyretti. Atletinden taşan büyük göğüsleri, gerdanı, etli boynu o kadar güzeldi ki hem tahrik olduğu için bakmak istemiyor hem de gözlerini alamıyordu. Pantolonunu zorlayan penisiyle kasıldı. Saçlarını öpüp kokusunu soludu. Göbeğini okşarken yumuşak teni aklını başından alıyordu.

Hazan Fırat'ın ne halde olduğunun farkındaydı. Aklını dağıtmak istedi.

"Fırat."

"Yavrum," dedi, kısık sesi içinde bulunduğu hâli ele veriyordu.

Çatalın ucuna taktığı armudu ısırdı.

" Sen hiç masal okudun mu?"

Karnındaki eli durdu. Dudakları şakağına dokundu.

"Hayır," dedi. "Ama...ablam anlatırdı."

Sesindeki tını nefes alışverişlerinin yavaşlamasına neden oldu. Hüzünlü bir çember sardı etraflarını. Ağzındaki lokmayı yutup sütünden bir yudum daha aldı.

"Ya?" dedi, ne diyeceğini bilmiyordu. Yüzüne bakıp gülümsedi. "Sever miydin peki?"

Başını başına yasladı. Gözlerindeki karanlık derinleşmişti.

"Bilmem," dedi. "Genelde bana masal anlattığında canım çok yanıyor olurdu. Bayılmakla uyumak arası bir yerde savrulurdum. Hatırlamıyorum bile."

Aslında hatırlıyordu. Sadece Hazan'ı üzmek istemiyordu. Hiçbir şey anlatmadığı için üzülmesiyle anlattıklarına üzülmesi arasında bir denge kurmaya çalışıyordu.

"Babam da bana anlatırdı," dedi. Fırat'ın yaralarını deşmek istemiyordu. O üzülünce kalbi ölüm karasına boyanıyordu. Kara gözlerine hüzün hiç yakışmıyordu, öyle ki öfkesini bile daha çok seviyordu.

"Hı?"

"Hı hı. Bilindik masalları anlatırdı. Külkedisi, Rapunzel, Pamuk Prenses, Kibritçi Kız falan. Babam bana saçlarım uzun diye Rapunzel olduğumu söylerdi. Ablama göre Külkedisi'ydim. Öz annem üvey annemdi, o da benim kötü kalpli üvey ablam. Sence hangisiyim?"

Karnındaki eli tekrar tenini okşamaya başladı.

"Pamuk Prenses."

"Neden?"

"Yumuşacıksın çünkü. Tenin pamuk gibi. Dokundukça dokunasım, öptükçe öpesim geliyor seni."

Güldü.

"Ya?" dedi.

"Ya," derken çatalın ucundaki armutu alıp uzattı. Ağzına alıp çiğnedi.

"Ama ben Kibritçi Kız masalını daha çok seviyorum."

Masalın sonunda kızın öldüğünü bilen Fırat bundan hoşlanmamıştı. Kalbi teklerken sevdiği kızı iyice göğsüne çekip bastırdı.

"Neden?" diye sordu, konuştukları şeye nazaran fazlaca ciddi olan sesiyle.

"Çünkü daha gerçek," dedi.

"Diğer masallar değil mi?"

"Sence öyle mi?"

"Gerçek ne ki Hazan? Ben altı yıl senin sesine tutunarak yaşadım, bu çoğu insana gerçek gelmez. Ayaklarına bile aşığım senin, bu bazen bana bile tuhaf geliyor. Nefesin kesildiğinde öperek uyandırdım seni, mucize diye bir şey varsa benim için o andı. Sen de beni yaktığın bir kibrit olarak gör, bir ömür böyle koynuma alıp ısıtacağım seni."

Boynunu öptü.

"Bizden bahsetmiyordum Fırat," dedi. "Öylesine konuşuyordum sadece."

"Konuşma. Sonu ölümle biten hiçbir şeyi sevme, ağzına alma."

Karnına sarılı olan eline parmaklarını geçirdi. Üzerini okşayıp, "aklını dağıtmak istemiştim," dedi.

"Ne varmış benim aklımda?"

"Ben, ben varım."

"Şimdi yok musun?"

"Var mıyım?"

"Beni her zerrem sensin."

Başını geriye atıp gözlerine baktı. Fırat boynunu, gerdanını ve atletinden taşan gögsülerini öpüp, "oh," dedi. "İç sütünü, tabağındakileri de ye, sonra biraz seveyim seni."

"Peki ondan sonrası?"

Neyi sorduğunu anlıyordu. Dokundukça tahrik olacağını biliyordu, içine giremeyeceğini de. O halde sonra ne yapacağını soruyordu. Duş alacaktı.

"Hallederiz," dedi. "İç sütünü, hadi."

**********

Ömer ağalar yatmıştı. Dakikalar oluyordu. Dışarıda yine yağmur başlamıştı. Fırat tabakla bardağı komodinin üzerine koydu. Hazan yastığı düzeltip sırtını yatak başlığına yasladı. Sevdiği adam tişörtünü çıkartırken onu izledi. Loş ışığın altında parlayan teni, yapılı omuzları, geniş sırtı, boynundaki künyesinin zinciri içini yaktı. Ayağa kalkıp pantolonun kemerini açıp bacaklarından sıyırışıyla yutkunup bacaklarını birbirine bastırdı.

Fırat yatağa geri oturup ona döndü. Kollarını uzattığında Hazan beklemeden üzerine atılıp boynuna sarıldı.

"Hop! Yavaş!"

Bacaklarını beline doladı. Karnına oturup dudaklarına yapıştı. Fırat karısının bu haliyle erkeksi bir şekilde kıkırdayıp uzandı. Öpüşlerine karşılık verirken ellerini sırtında ve kalçalarında gezdirdi.

"Kocam," dedi, nefes nefese ve Fırat'ın konuşmasına izin vermeden yeniden dudaklarına kapandı. Dilini ağzının içine itip damağında, dişlerinde ve dilinin üzerinde beceriksizce gezdirip emdi.

Altına almamak için direnirken yüzünü avuçlarının arasına aldı. Önüne dökülen saçlarını severek geriye itti. Tenini başparmaklarıyla okşarken ıslak ve sıcak dudakları karşısında bilincini yerinde tutmaya çalışıyor, atletinden taşıp göğsüne yapışan memelerini, vücudunda gezinen ellerini yok saymak için içindeki hayvani dürtülerle savaşıyordu.

Biraz geri çekilip, "şşş," dedi. "Yavaş ol yavrum."

İyice üzerine uzanıp sürtünürken, "seni istiyorum," dedi.

"Hazan..."

"Böyle yapalım. Ben üstte olayım, sen altta ol. Yavaş yavaş yapalım, ama nolur, nolur Fırat'ım, lütfen."

Gözünün altını öptü. Aldığı derin nefeslerle Hazan üstünde yükselip alçaldı. Burnunu emerken, "bebeğim bir şey olur, zorlama," dedi.

Dolan gözleriyle yüzünü yüzüne bıraktı. Yanağı dudaklarına denk geliyordu.

"Çok sızlıyor ama. Sen kendini rahatlaıyorsun ama ben yapamıyorum. Birkaç kez denedim, canım yanıyor, içime giren senmişsin gibi hayal edemiyorum. Senin sıcaklığını istiyorum, sana sarılmak istiyorum, beni öpüp okşamanı, kokunu duymayı istiyorum. Lütfen."

Kıyamıyordu. O böyle konuşunca en kadınsı hallerinden, tenine değen teninden bile daha fazla deliriyordu. Hafif etli yanağına dişlerini geçirip ısırıp emerek öptü.

"Tamam," dedi. "Tamam, ama ben ne dersem onu yapacaksın, söz dinleyeceksin. En ufak bir ağrı, kramp, acı, her neyse, hissettiğin an söyleyeceksin. Tamam?"

Gözlerine bakıp gülüşünü bastırmak için alt dudağını dişlerken başını salladı.

Boynuna gömülüp doğrulurken, "gülüşüne ölsünler senin," dedi. Yatağa yatırıp eşofman altını çıkardı. Külotunu indirip bacaklarından sıyırdı. Elleri kendi boxserını giderken Hazan da atletini bir kenara atmıştı. Fırat yatağa uzanıp yarı oturur bir pozisyonda durdu. Penisi erekte olmuş, göbek deliğine kadar uzanmıştı. Onu izleyen karısına, "gel," dedi.

Hazan omuzlarına tutunup bacakları iki yanına gelecek şekilde üzerine yerleşti. Tam oturmamıştı. Fırat bir kolunu beline sarıp organını kavradı. Kadınlığının girişine dayadığında sevdiği kız inledi. Dudaklarını ağzının içine hapsedip sesini boğdu. Sırılsıklamdı. Kendini yavaşça içine itip penisinin başı girince durdu. Beline bastırıp göğsüne yatırdı. Karısı onu sarıp sarmalayıp içine çekerken kesik kesik nefesler aldı.

Dudaklarını bırakıp, "iyi misin yavrum?" dedi.

"İ-iyiyim."

Alnını öptü.

"Dur biraz böyle, alış." Gözleri memelerine düştü. Sol göğsünün ucunu ağzına aldı. Hazan başını tutup bastırırken yüzünü saçlarına gömdü. İniltilerini susturmaya çalışıyordu. Diğer göğsü kocasının büyük avucunda ezilirken bacaklarını daha da açıp aletinin başını iyice içine alıp sıkıştırdı. Gevşetip sıkarak bunu yavaş yavaş defalarca kez yaparken kalçaları kocasının kasıklarında ritmik bir şekilde kasılıp sallanıyordu.

"Ko-kocam..."

Memesinin ucunu bir anlığına bırakıp, "karım," dedi, sesi oldukça sahipleniciydi. Hazan kendini sıcacık ve güvende hissederken, "o-oluyor mu?" dedi.

Dolgun ve dik göğsünü emmeyi kaldığı yerden sürdürürken, "hoşuna gidiyor mu?" diye sordu.

"Ç-çok...Fırat'ım çok...seviyorum seni."

Memesinin her yerini ısırıp yalarken, "mahvediyorsun beni," dedi. "Ölürüm lan sana."

Sağ memesindeki eli kalçalarına kaydı. Arkadan kadınlığının dudaklarını okşadı. Tek koluyla sıkıca sarıp inlememesi için dudaklarına asıldı. Hazan kasılıp bir bütün haline gelmek ister gibi kocasına yapıştı. Vajinasındaki parmaklar dudaklarıyla oynuyordu. Bu ona daha fazla zevk verirken kendini güç bela geri çekip, "Fı-Fırat," dedi. "Ah...mmmh."

"Ne? Amcığını yediğim, ne?"

Gırtlağı dudaklarına denk gelirken çenesini alnına dayadı.

"Bu...bu çok güzel."

"Hı? Sen de çok güzelsin."

Başını arkaya attı. Gözleri kapanmıştı. Aşağı yukarı hareket ederken acı çekmekle zevk almak arası bir ifadeyle tırnaklarını ensesine geçirdi. Fırat Hazan'ın içinde olmaktan ziyade onu seyrederken boşalacak hâle gelmişti.

"Fırat," dedi nefes verir gibi.

"Bebeğim."

"Fırat..."

"Yavrum."

"Fıraaaat..."

Çenesini emdi.

"Gülüm. "

"Fıraaaaaaaat..."

"Canımın yarısı."

Alınlarını birleştirdi. Giderek hızlanıyordu. Fırat belini tutup çok fazla hızlanmasına izin vermedi.

"Yavaş," dedi. "Karım, yavaş."

"Ah....Ah...Ah."

Tekrar dudaklarını dudaklarıyla örttü. Hazan orgazm geçiriyordu. Sevdiği adamın kollarında titreyip kasılırken daha sıkı sarıldı. Her ne kadar boğuk olsa da kontrolsüz iniltileri Fırat'ı çıldırtıyordu. Hızlı kalp atışları göğsünü döverken terleyip daha yumuşak bir hâl alan tenini sevdi. Sona ulaşırken ayrılan dudaklarını çığlığı duyulmasın diye yeniden birleştirdi. Bedeni gevşeyip üzerine yığıldı. Başı omzuna düşmüştü. Terli saçlarını okşayıp öptü.

"Şşş, tamam...geçti bir tanem, tamam."

Hazan nefeslerini düzene sokmaya çalışırken komodinin çekmecesine uzanıp astım spreyini aldı.

"Gel," dedi.

Geri çekilip astım spreyini ağzına sıkmasına müsade etti. Dudaklarını buluşturup ayrıldı.

"Ağrın, acın var mı?"

"Yok."

"Yat şuraya, kanaman olmuş mu bakalım."

Yavaşça yatağa yatırdı. Çekmeceden peçete alıp kadınlığını sildi. Islaklığın bulaştığı peçetede herhangi bir lekelenme yoktu. Hazan inleyip dururken vajinasının dudaklarını sıkıca öpüp koklayarak çekildi.

"Ah...ıh..."

Peceteyi bir kenara bıraktı. Karnında dudaklarını gezdirip yanına uzandı. Kasıklarını yavaş ve sakince okşayıp rahatlamasını sağlamaya çalıştı.

"İyi misin?"

"İyiyim. Sen?"

"İyiyim."

Ona dönüp göğsünü öptü. Boynuna sarılıp bir bacağını üzerine attı. Alt dudağını küçük küçük emip geri çekildi.

"Fırat."

"Hı?"

"Şey..." derken omzundaki ellerinden biri aşağılara doğru kaydı. Fırat gerilip kasıldı. Kasıklarını okşayıp hâlâ erekte olmuş bir halde duran penisini titreyen parmaklarıyla kavradı. Yumuşak ve kalın derisini hissetti. Sevdiği adam taş kesilmişti. Belindeki kollarını sıkılaştırdı.

"Ben de seni...rahatlatmak istiyorum," dedi. Nasıl yapacağını bilmiyordu. Organı çok kalındı, parmaklarını tam kapatamıyordu bile. Ama bir şekilde kocasıyla arasındaki bağın güçlenmesini istiyordu.

Nefesini tutmuştu. Hazan ona ilk defa böyle geliyordu. Buz kesmiş eli aletinde öylece dururken dişlerini sıktı. İstiyordu, çok istiyordu ama Hazan bu haldeyken nasıl olacağını bilmiyordu. Yüzünü omzuna bıraktı.

"Yapma," dedi. "Çek yavrum elini."

"Ama Fırat lütfen. Sana iyi gelmek istiyorum."

"Geliyorsun zaten. Sesin, kokun yeter."
Derince yutkundu. "Bırak bebeğim."

Yavaş yavaş okşamaya başladı. Üstündeki damarlar avucunda nabız gibi atıyordu. Çok sıcaktı.

"Bö-böyle mi?"

Fırat başını geriye atıp sertçe yatağa vurdu.

"Lan," dedi, boğuk ve acı çektiğini belli eden sesiyle. "Dur."

Yanağını öptü. Başını boynuna gömüp okşamaya devam etti.

"Hazan...bırak."

"Hayır."

"Hamilesin...bak elimden bir kaza çıkar, söz dinle."

"Kıyamazsın ki."

Evet, kıyamazdı. Ama şu an hissettiği şey aklının sınırlarıyla oynuyordu.

"Of...ah...amınakoyayım böyle işin...ıh."

"Çok mu acıyor?"

Aldığı nefese kadar titrerken sessiz kaldı. Bu acıdan fazlasıydı. Zevkle karışık dayanılması zor ama aynı zamanda bitmesini istemediği, dahasını istediği bir şeydi.

"İyi gelmiyor mu?"

Eli durmuştu. Fırat ne zaman kapandığını bilmediği gözlerini açtı. Bıraksın istemiyordu. Elini tuttu. Yeniden , ama daha hızlı bir şekilde hareket etmesini sağarken," geliyor," dedi. "Bırakma. Biraz hızlı yap sadece."

Boynunda şişen damarları öpüp, "tamam," dedi. Elini hızlandırıp mastürbasyon yapmaktan ziyade okşayıp sevmeyi sürdürdü. Az önce üstüne boşalmıştı ve kendi ıslaklığı eline bulaşıyor, vıcık vıcık sesler çıkarıyordu.

"Fırat."

"Ya-Yavrum."

"Hatırlıyor musun burana dizimi geçirmiştim."

"Hatırlıyorum..."

"Sonra özür dilemiştim, sen de bana bir gün öpersin geçer, demiştin. Ben de sana, öperim, ama kocam olduğunda, demiştim...Öpeyim mi?"

Sertçe soludu.

"Hazan," dedi, uyarıcı bir sesle.

"Kocam."

"Ulan...hamile kalmadan önce yapsaydın ya şunları? Delireyim mi istiyorsun?"

"Özür dilerim."

"Dileme...hiçbir sike yaramıyor çünkü."

Eli dururken göğsüne sokuldu. Yavaşça parmakları gevşerken Fırat, "bırakma," dedi, yalvarmakla emretmek arası bir sesle. Hazan dediğini yapıp bırakmadı. Seğiren derisini sıkıca kavradı. Göğsünden kalkıp başını karnına koydu. Penisinin başını öptü.

"Hazan!"

Bir kere daha öpüp sıcak nefesleri aletine vururken, "Fırat'ım," dedi.

"Lan! Ah...sikeyim...of..."

Tereddüt edip çekinerek korka korka elini bir an durudrmadan başını yalayıp emdi. Fırat yumruğunu ağzına sokup ısırdı. Eliyle saçlarını yolarcasına çekiştirdi. Hazan zevk aldığını düşünerek dudaklarını aralayıp gözlerini kapatarak başını tamamen ağzına aldı. Çok büyüktü, daha fazlasını alamayacağını anladığı an durdu. Tadından şüphe ettiği bir yemeği yemek ve ardından sevmek gibi bir anı yaşarken önce usul usul fakat ardından ritmik bir şekilde emmeye, dilini üzerinde gezdirmeye başladı. Fırat ellerini yüzüne kapatıp iniltilerini bastırmaya çalışıyordu. Ağzının sıcaklığı, ıslaklığı, dudaklarının yumuşaklığı, ona hissettirdikleri neredeyse kalbini durduracaktı. Aldığı hazzı yer yüzünde hiçbir kelime, hiçbir dil tarif edemezdi. Boşalmak üzereydi.

Hazan diğer elini de kullanarak hızlandı. İstemsizce gözlerinden süzülen yaşlara engel olamadı. Zihninin gerilerinde dönen görüntüleri ve sesleri yok saymaya çalıştı. Utanıyor, yaptığı şeye yabancılaşıyordu. Fırat'ın yüzüne nasıl bakacağını düşünürken ağzına dolan sıvıyla gözleri şokla açıldı. Ellerinin arasındaki organ sertliğini kaybederken dudaklarını çekti. Ne yapacağını bilemez bir halde öylece kalakaldı. Ne tükürebiliyor ne de yutkunabiliyordu. Metaliķ kokusu, diline yayılan acılı ekşili tat midesini bulandırdı.

Fırat rahatlamanın ve karısının ona verdiği hazzın etkisinden çıkmaya çalışırken doğruldu. Hazan'ın ne halde olduğunu az çok tahmin edebiliyordu. Belini tutup kucağına aldı. Ağladığını görünce kaşları çatıldı. Ne hissedeceğini bilemiyordu. Hazan gözlerine bakmıyorken gerildi. Menisinin ağzında olduğunun farkındaydı. Alnını öpüp, "şşş, bir şey yok," dedi. Çekmeceye uzanıp bir peçete daha aldı. Ağzına tutup, "tükür," dedi. Hazan hıçkırdı.

"Yavrum, tutma ağznda, tükür. "

Başını sağa sola salladı. Yapamıyordu, kasılıp kalmıştı.

Sıkıntıyla içini çekti.

"Bebeğim miden bulanacak şimdi. Yutma. Hadi, zorla kendini biraz, tükür."

Tırnaklarını omzuna geçirip bir kere daha hıçkırırdı. Ağzındaki beyaz sıvının bir kısmı dışarı çıktı. Fırat peçeteyle temizleyip yanağını öptü. Sıkıca sarıp, "hadi karım," dedi. "Çıkar şunu, kurban olduğum."

Yapamıyordu. Dilini hareket ettirdiği an midesi bulanıyordu. Kusup Fırat'ı üzmek ondan tiksindiğini düşünmesine neden olmak istemiyordu. Tadını sevmemişti, belki de ilk diye böyle hissediyordu, ama kendini sıkmaktan başı ağrımaya başlamıştı. Teni kızarmış, gırtalğında patlayan hıçkırıklar boğazını acıtmıştı.

Peçeteyi bırakıp Hazan'la birlikte yataktan kalktı. Banyoya girdi. Işığı açıp sevdiği kızı yavaşça yere indirdi. Musluktan avucuna su doldurdu.

"Aç ağzını."

Hazan titreyip iniltili sesler çıkarırken dudaklarını avucuna dayadı. Suyu ağzına çekip zorlamadan akmasına izin verdi. Tekrar tekrar ağzını çalkalayıp tükürdü.

"Tamam mı?"

Başını sallayıp öne eğdi. Ağzında hâlâ garip bir tat vardı. Zar zor yutkundu. Fırat'ın kızdığını hissediyordu. Gözlerine bakmaya çekindi. Duşa girdiler. Yıkanıp çıktıktan sonra Hazan giyinip yatağa girdi. Fırat bardakla tabağı alıp mutfağa indirdi. Tuhaf hissediyordu. Hazan'ın ondan tiksindiğini düşünmüyor, en azından düşünmek istemiyordu. İlk kez böyle bir şey yaşıyordu, hamileydi, garipseyip ağlaması normaldi. İçini çekip odaya döndü. Yatağın bir ucuna gidip iyice küçülmüş olan karısının yanına uzandı. Saçlarını öpüp beline sarıldı. Utandığının farkındaydı, bu yüzden üstüne gitmemek için tek kelime etmedi. Göbeğini severken gözlerini kapattı.

💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦

Bölüm : 24.10.2025 11:21 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...