108. Bölüm
Binnur Tombaş / Vatanaşk (Askerî Kurgu) / 106. Bölüm

106. Bölüm

Binnur Tombaş
yikim2024

*********

Saçlarına yaptığı keratin bakımının ardından aldığı güzel ve uzun bir duştan sonra vücuduna yaptığı bakımın rahatlatıcı etkisiyle odaya dönmüştü. Teninden yayılan gül kokusuna odanın içinde dolanan lavanta yağının rahatlatıcı ezgileri karışıyordu. Açık balkon kapısından içeriye dolup çıplak bedeninde gezinen, yazdan kalma sıcak sonbahar meltemi huzur vericiydi. Derin bir nefesi ciğerlerine doldurup yavaşça bıraktı. Saçlarını kuruttuktan sonra havlusunu duşta bıraktığı için dolaba yöneldi. Kapağını açıp yüzüne bakım yapana kadar giymek için bir şeyler baktı. Gözleri Fırat'ın kıyafetlerine kaymıştı. Ona her ne kadar kızgın da olsa sıcaklığını özlüyordu. Elleri üstünde olsun, nefesi nefesine karışsın istiyordu. Karnını okşarken çekingen bir hâlde elini kocasının beyaz gömleklerinden birine uzattı. Kumaşı avcunu gıdıklayıp içini sıcacık ederken askısından alıp üzerine geçirdi. Dizlerinin altına kadar uzanan gömleğin içinde kaybolmuştu. Düğmelerini ilikleyip aynanın karşısına oturdu.

Bir toka alıp saçlarını tepesinde topladı. Pamuk pede biraz tonik döküp cildine sürdü. Kurumasını beklerken çekmeceden gül kokulu nemlendirici etkili bir kağıt maske çıkardı. Paketini açıp maskeyi dikkatlice yüzüne yerleştirdi. Yatağın baş ucundaki komodinin üstünde duran saate baktı. On dakika beklemesi gerekiyordu. Yerinden kalkıp içine ped yapıştırdığı iç çamaşırını giydi. Akıntısı hâlâ devam ediyordu. Yatağa uzandı. Gözlerini kapatıp sürenin dolmasını bekledi.

Fırat, acemi birliğinin eğitiminden çıkıp aldığı duşun ardından odasında evrak işleriyle uğraşırken Hazan'ı bir kez daha aradı. Telefon yine açılmamıştı. Sertçe soludu. Yanlış yaptığını biliyordu, ama Hazan'ın bu canını çıkartan inadından nefret ediyordu. Sesini duymak, iyi olup olmadığını bilmek istiyordu. Dakikalar saatleri bulmadan yanından ayrıldığı an deli gibi özlüyordu zaten ve sevdiği kızın bu tavrı haddinden fazla ağır geliyordu.

Nöbet çizelgesini bir kenara itip evdeki kamera sistemine bağlandı. Salonda yoktu. Mutfakta görünmüyordu. Bahçede, o hayvanın yanında da olamazdı. Yatak odasındaki kameraya geçti. Üstünde onun gömleği, yüzünde ne olduğunu tam olarak anlamlandıramadığı beyaz bir şeyle yatan karısını gördüğünde göğsündeki ağırlık biraz olsun hafifledi. Çıplak bacaklarında gözlerini gezdirdi. Gömleğini giyişi dudaklarında küçük bir tebessüm oluşmasına neden olmuş, tuhaf bir şekilde onu tahrik etmişti. Yanında olmayı, kokusunu soluyup tenine dokunmayı deli gibi isterken yutkundu.

Doğrulup saate bakışını ve yüzündeki şeyi çıkarışını seyretti. Narin elleriyle tenine masaj yapışı, tepesinde dağınık bir şekilde topuz yaptığı saçları, sevdiği kıza oldukça büyük gelen gömleğinin omzundan düşüşü, elindekileri çöpe atışı, yüzüne birkaç bir şey daha sürdükten sonra saçlarını açışı, Hazan'a dair her şey gözlerinden yüreğine aktı. Önündeki evrakları hallettikten sonra ustalarla birlikte, pencere için duvarı kırmak üzere eve gidecekti. Fırsatını bulduğu ilk an Hazan'ın beline dolanıp boynuna gömülmek, saatlerdir hasret kaldığı kokusunu soluyup dudaklarına kavuşmak için deli oluyordu. Gömleğini giydiğine göre eskisi kadar kızgın olmamalıydı. Fırat, onu özlediğini düşündü.

Gömleği çıkarıp kendi kıyafetlerini giymek için masadan uzaklaşırken telefonunun ekran ışığı dikkatini çekti. Biri arıyordu. Fırat olduğunu düşündü, ancak biraz yaklaşınca ekranda gördüğü isimle kaşları çatıldı. Bahar'ın ismi ekranda büyük harflerle yazılıydı. Ne yapacağını bilemedi. Açmalı mıydı? Dün onu aramayı düşünürken bugün onun arayışı ne garip bir tesadüftü. Kuruyan dudaklarını nemlendirdi. Eli yarı bilinçli yarı bilinçsiz kapanmak üzere olan telefona uzanıp açtı. Bir süre iki taraftan da nefes sesleri dışında tek kelime duyulmadı. Hazan pufa çöktü. Aynada ürkek ve tedirgince bakan gözleriyle karşılaştı. Üstünde Fırat'ın gömleği vardı ve o sevdiği adamın silip yok saydığı kardeşinin telefonunu açmıştı.

"Açmanı beklemiyordum," dedi Bahar. Sesi, bakkalın pirinç daha ağır gelsin diye tartının üstüne koyduğu fazla ağırlıklar kadar ezilmiş hissettiriyordu.

"Ben de aramanı beklemiyordum."

"Uzun zamandır aklımdaydın."

"Beş aydır mı? Vakit mi bulamadın?"

Burnunu çekti. Hazan ağladığını anladı. O da ağlamak üzereydi, ama mesele tamamiyle Bahar değildi, Fırat'a ihanet ediyormuş ya da etmek üzereymiş gibi engellenemez bir korku sarmıştı içini.

"Hayır, bol bol vaktim vardı. Ama bugün arayabildim."

"Neden?"

"Konuşmaya ihtiyacım var. "

Burukca gülümsedi.

"Abini ziyâret etmek yerine buluşmaya gittiğin üniversite arkadaşlarınla konuşabilirdin. Beni aramana, beş aydır olmadığı gibi, bugün de gerek yoktu."

Hıçkırdı.

"Hazan...lütfen...lütfen buluşalım. Ben hiç iyi değilim. Kafayı yemek üzereyim...nolur?"

Gözünden süzülen yaşlarla yanağının içini ısırdı. Fırat'ın parfüm şişesine dokundu parmakları. Göğsünde bir yer sızlıyor, ayaklarının altında bir iğnenin ucu geziniyordu. Ben yedim, demek istedi. Fırat'ın yokluğunda ben her gün kafayı yedim Bahar, neredeydin diye sormak istedi. Hiç iyi olmamak ne demek, ben dört ay boyunca aldığım nefesi hissedemedim, demek istedi. Kendi yaralarını ifşa etmekten gocunmazdı ama Fırat'ın yaraları onun en büyük sırrıydı, kimselere açmazdı. Bu yüzden sevdiği adamın gözlerindeki zifiri makberden bahsetmek aklının ucuna bile gelmedi.

" Hazan...lütfen. Yalvarırım nolur?"

Düşündüğü şeylerin tek bir kelimesini dahi dile getirmedi. Bahar, artık gözünde o kadar basit bir insandı ki, başkalarının acıları varken ortadan yok olan ama kendi acısı olduğunda ortak arayan, asla merhameti hak etmeyen biriydi. Yine de, "nerede, ne zaman?" diye sordu. Onu, onca aydan sonra aramasına neden olan şeyi merak ediyordu.

"Teşekkür ederim...çok teşekkür ederim. Bugün buluşalım. Abim askeriyede biliyorum. Eyüpoğlu çay bahçesine gelebilir misin? Yarım saat sonra."

Hazan Fırat'ın birazdan ustalarla birlikte eve geleceğini biliyordu. Sabah, saat üç gibi gelirim, demişti. Saat şu an ikiyi beş geçiyordu. Vakti vardı. Elleri ve ayakları buz keserken şarj kablosunu çıkarıp balkon kapısını kapattı.

"Tamam," dedi. "Yarım saate oradayım."

Bahar'ın konuşmasına izin vermeden aramayı sonlandırdı. Gömleği yatağın üzerine bırakıp sütyenini taktı. Beyaz tişörtünün üstüne kot tulumunu geçirip beyaz spor ayakkabılarını giydi. Dudaklarına parlatıcı sürüp kirpiklerini şeffaf rimelle kıvırdıktan sonra halkalı küpelerini taktı. Telefonu tulumun cebine sokup arabanın anahtarlarını alarak evden çıkıp aracına bindi.

Fırat Hazan'ın kiminle konuştuğunu bilmiyordu. Dudaklarını okumak için aynaya yansıyan görüntüyü yaklaştırsa da başı önüne eğik olduğundan başarılı olamamıştı. Onun telefonlarına bakıp geri dönüş yapmazken bir başkasının telefonunu açması bir yana, evden yine ona haber vermeye tenezzül etmeden çıkıp gidişi, hamile haliyle araç kullanışı iyice damarına basmaya başlamıştı. Aslı'yı aradı.

"Buyur enişte?"

"Hazan senin yanına mı geliyor?"

"Hayır, en son sabah konuştuk, nüfus müdürlüğüne gidiyordu."

"Yaren'in yanına gidiyor olabilir mi?"

"Bankaya mı? Sanmam. Bir şey mi oldu?"

"Yok," derken sol gözü seğirdi. "Olmadı bir şey. Sen arayıp nereye gittiğini sor, sonra beni ara."

"Sen niye aramıyorsun? Tartıştınız mı yine?"

"Dediğimi yap. "

"Emredersin."

Telefonu kapattıp masanın üstüne fırlattı. Şakaklarına sancılı bir ağrı saplanmıştı. İyi ki bugün Hazan'ın daha kontrol edilebilir olduğunu geçirmişti aklından. Hemen tam zıttı davranmaya başlamıştı. Önce, az evvelki elin herifiyle küçücük boyuna, zayıf bedenine bakmadan tartışmaya girişi, şimdi de kimden geldiği belli olmayan bir telefonla evden, ona haber vermeden çıkıp gidişi. Boğazına doğru tırmanan canavarın yakıcı soğukluktaki pençelerini gırtlağında hissetti. Dirseklerini masaya dayayıp başını ellerinin arasında sıkıştırdı.

"Of," dedi genizden gelen bir sesle. "Of, Hazan, of."

Aslı arasa da Hazan telefonu sessizden çıkarmadığı için duymamıştı. Meydandaki çay bahçesine yirmi dakikada ulaşmıştı. Aracı bir kaldırım kenarına park edip dış cepheyi oluşturan demirden çitleri yapay çimle kaplı bahçenin kapısını açıp içeriye girdi. Ahşaptan yapılma çay evinin önündeki çimlerin üzerine atılan masalardan birine oturdu. Bir çam ağacının altındaydı. Biraz uzağındaki fıskiyeden şırıl şırıl su sesleri geliyordu. Çok kalabalık olmasa da müşterisi bol bir yerdi. Meşrubatlarlarını içen insanlarda gözlerini gezdirdi.

"Hoş geldiniz, ne alırdınız?" diyen siyahlar içindeki garsonla önüne döndü. Kahve diyecek olduysa da hamile olduğunu hatırlayıp vazgeçti. Çay da içemezdi.

"Papatya çayı alabilir miyim?" dedi.

"Tabii, efendim. Başka bir arzunuz? Tatlı ister misiniz?"

"Hayır, istemiyorum, teşekkür ederim."

"Peki efendim, çayınızı hemen getiriyorum."

Garson giderken karnının aç olduğunu biliyordu, ama yemek yemeden tatlı yiyemezdi. Düşünürken bile midesi bulandı. Bebeğinin olduğu yere elini koyup severken bahçe kapısı açıldı. Bahar siyah bir hamilelik elbisesiyle içeriye girdi. Yavaş adımlarla, araladığı bacaklarıyla bir penguen gibi yürürken Hazan yardımcı olmak için yerinden kalmak istese de yapmadı. Bahar'ın gözleri onu bulduğunda hiçbir tepki vermedi. Karşısına geçip oturduğunda da donuk gözlerinden tek bir ifade geçmemişti. Kırgındı. Bunu ilk defa bu kadar derinden duyumsuyordu.

Garson gelip papatya çayını önüne bırakıp afiyet olsun diyerek gitti. Aralarındaki boşlukta fıskiyenin sesi, çocukların gülüşleri, insanların günlük konuşmaları, kuş cıvıltıları, esen rüzgarla hışırdayan yapraklar, yoldan geçen araçların motor sesleri uçuştu. Bahar ağladı ağlayacaktı. Hazan'sa duvar kesmişti. Yumuşak hatlara sahip sıcak ve çocuksu yüzü gerilmişti. Kehribar rengi büyük gözleri Bahar'ın kederli gölgelerin oynaştığı yüzüne kilitlenmişti.

Bahar yutkunup, "geldiğin için teşekkür ederim," dedi. "Seninle konuşmaya çok ihtiyacım vardı."

Başını salladı.

"Olur," dedi. "İşi düşünce herkesin konuşmaya ihtiyacı olur. Ama işi düşmeyince kimsenin kimseyi dinleyip umursamaya yeri olmaz."

Alelade topladığı saçlarından yüzüne düşen birkaç tutamı kulağının arkasına sıkıştırdı. Çökmüş yüzünde birkaç sivilce lekesi çıkmıştı. Teni solgun ve sararmıştı. Elleri ara ara dudağının kenarındaki uçuğa, saklamak istermiş gibi dokunuyordu.

"Özür dilerim, haklısın. Ama ben yapamadım. Annemle Saadetin abim nefes aldırmıyorlardı. Ben..."

"Arkadaşlarınla buluşmaya giderken de mi nefes aldırmıyorlardı? Onlardan uzakta arayıp sorabilirdin."

"Senin numaranı silmişlerdi telefonumdan. Buraya gelince eski telefonumda buldum."

Üşüyen elleriyle papatya çayının sarımtırak rengini dışa vuran cam fincanı avuçlarının arasına aldı.

"Neden sana inanmak gelmiyor içimden?"

Gözlerine derin bir hüzünle baktı.

"Hazan..."

"Niye çağırdın beni buraya? Ne konuşmak istiyorsun?"

Ellerini masanın üzerine çıkardı. Çantasının sapıyla oynarken, "ben...çok büyük bir hata yaptım," dedi. "Bir günah işledim."

"Ne günahı?"

Yaş döken gözlerini gökyüzüne kaldırıp hırkasına sıkıca sarıldı.

"Sen buraya gelmeden bir ay önceydi. Harun seminere diye yine çekip gitmişti. Abim operasyondaydı. Annem de Elif'i alıp birinin davetine gitmişti. Hastanede bir cerrah vardı. Bana karşı ilgiliydi. Farkındaydım, çok umursamadım...ama bir yandan da hoşuma gittiğini itiraf etmeliyim. Kadınsal içgüdüler işte. İster istemez ilgi görmek gururumu okşuyordu."

İnatla alnına düşen saçını bir kez daha itekledi. Hazan'sa duyduklarını anlamlandırmaya çalışıyordu. Neydi yani? Evli ve çocuklu bir kadınken, kocasını sevdiğini söylüyorken bir başka adamın ona gösterdiği yakınlıktan, kadınsal içgüdülerinin arkasına sığınarak hoşlandığını mı söylüyordu? Oysaki Hazan Fırat'tan başkasının gözü gözüne birkaç saniyeden fazla değse bütün vücudu çamura batmış zannediyordu. Onun dışındaki tüm erkekler önemsiz birer varlıktan fazlası değildi. Eğer Bahar bu kısacık sessizliği onu anlaması için yaratmışsa Hazan bunu yapamazdı.

Dehşete düşmüş yüz ifadesiyle ayaklarını yere daha sağlam bastı. Bahar da aldığı derin nefesi dudaklarını aralayarak dışarıya verip konuşmayı sürdürdü.

"O gece nöbetten sonra beş altı kişi beraber çıktık hastaneden. Birkaç bir şey içmek için hepimizi evine davet etti. Başta gitmek istemedim ama diğerleri de çok ısrar edince gittim. Evde bir iki kadeh içki içtim. Abim içki içmeme izin vermezdi. Harun sorun etmezdi, ama annem de çok kızardı. Bu yüzden pek alkole dayanıklılığım yoktu. İlk kadehten sarhoş olmaya başlamıştım. Sonrasını doğru düzgün hatırlamıyorum. Tuvalete gittiğim bir an diğerleri evden ayrılmışlar. Cerrah Bahar'ı ben bırakırım, demiş. Tuvaletten çıkınca burun buruna geldik. Başım deli gibi dönüyordu. Sendeledim, belime sarıldı. Dudaklarımı öptü."

Gözlerini sıkıca yumup, "karşılık verdim," dedi. Bir müddet öylece durdu. Hazan'ın bir şey söylemesini bekledi. Kirpiklerini araladı. Gözlerindeki hayal kırıklığını ve yaptığı şeyi doğru bulmadığını suratına tüküren ifadeyi gördü. Hıçkırdı. Kendini savunma dürüstüne engel olamayıp, "alkol alınca...kendimden geçiyorum," dedi. "Daha çok...cinsel çekim hissediyorum. Hazan...Harun yoktu. Bir kadın olarak...ihtiyaçlarım vardı, ben bilmiyorum, sabah kendimi yatağında çırılçıplak buldum."

"Sonra da gelip Harun beni sevmiyor, aldatıyor diye kollarımda ağladın?"

"Hazan...bir kerelik bir şeydi. Sarhoştum."

Ellerinin arasındaki bardağı daha sıkı kavrayıp titrediğini hissederken, "bu bir mazeret olamaz," dedi.

Başını önüne eğip, "biliyorum," dedi, fısıltılı sesiyle.

Arkasına yaslandı. Fincanı bırakıp ellerini bacaklarının arasına soktu. Fırat'a ihanet ediyormuş hissi giderek ağırlaşıp içine çökerken midesindeki tuhaf boşluk yerinde hafifçe kıvranmasına neden oldu. Bahar, ne söyleyeceğini merak etmekten ziyade, o yalvaran, acı dolu sesine kıyamayıp buraya gelişini hak etmeyecek kadar yanlışa batmıştı. Ve sanki onun yanlışı burada oturmaya devam ettiği her saniye onu da içine çekiyordu.

"Niye anlattın bana bunları? Neden şimdi?" diye sordu.

Gözlerini yüzüne çıkardı.

"Karnımdaki bebek...o adamdan çünkü."

Yüzü dehşetli bir şaşkınlıkla kasıldı.

"Ne?"

Dudaklarını birbirine bastırıp, "ben de yeni öğrendim," dedi. "Birkaç hafta önce yani."

"Bahar..." dedi fakat devamını getiremedi.

"Biliyorum, benden tiksiniyorsun. Emin ol, ben de tiksiniyorum kendimden. Ama buraya senden...abimden bir iyilik istemeye geldim."

Duraksadı. Hazan olduğu yere çakılıp kalmıştı. Çenesi titrerken alt dudağını ısırdı. Gözleri yaşlarla ışıl ışıldı.

"Hakkım yok, ama o benim abim. Bana yardım etmek zorunda."

Gözlerini yumdu. İki damla yaş aynı anda yanaklarına doğru aktı. Buraya gelmemeliydi. Bu pişkinliği, vurdumduymazlığı görmemeliydi. En azından onca ay için mantıklı bir açıklaması olduğunu düşünmüştü, olmadığı gibi Fırat'tan yardım istemek için onu aracı olarak kullanıyordu.

"Annemle Saadetin abim bebeğin Harun'dan olmadığını öğrendiler. Annem odamı toplarken NIPT testlerini bulmuş. Ne olduğunu anlamayıp Saadettin abime göstermiş. Vurdu bana. Hamile olmasaydım daha fazlasını da yaparlardı. Elif'in gözünün önünde tokat yemek o kadar ağrıma gitti ki."

O an dudağının kenarındaki yaranın uçuk olmadığını anlamıştı. Gözlerine baktı. Tokat yemesinden rahatsız olmuştu ama bir şey diyemedi.

"Dedeme haber salmışlar. Evlenecek, başka çaresi yok, demiş. Durum eşit olsun diye bana oralardan evlenip boşanmış çocuklu bir adam arıyorlar. Ben doktorum, çocuklarımı alıp gideyim, kendi başımın çaresine bakarım, dedim ama namus namus diye gözleri dönmüş. Ele güne rezil olurlarmış. Hazan yapamam. Sevmediğim, tanıyıp etmediğim bir adamın karısı olamam, koynuna giremem, Urfa'ya gidemem."

Tutması için ellerini uzatsa da Hazan karşılık vermedi.

"Beni bu işten kurtarırsa abim kurtarır. Nolur? Anlat halimi. Bana kıysa sana kıyamaz, ikna edersin. Alsın beni Saadettin abimle annemin elinden...lütf..."

Lafı bahçeye giren Saadettin'in, "ne işin var lan senin burada?!" diyerek gürlemesiyse yarıda kesildi. Yeri titretmek istermiş gibi attığı adımlar Bahar'ın ayağa fırlamasına neden olurken çay bahçesindeki diğer insanlardan da uğultulu sesler yükselmeye başlamış, ilgi odakları onlar olmuştu. Saadettin Hazan'ı görünce gözlerindeki delilik alameti parıltılar vakitsiz çakan şimşekler misali art arda patlamıştı.

"Abi..."

"Ne abi lan?! Bu kızla buluşmaya diye mi markete gidiyorum diyip çıktın evden?!"

"Bana yaptıklarınızı birine anlatmam gerekiyordu."

Saadettin koluna yapıştı. Öne doğru savurup, "biz ne yaptık lan sana?!" dedi. "Sesini kes, eve yürü! Orada hesaplaşırız!"

Bahar, "bırak," diyerek çırpındı. Saçlarındaki, siyah elbisesiyle tezat oluşturan pembe toka sıyrılıp yere düştü. Hazan o an şekilsizce kesilmiş saçlarını gördü. Ne yapacağını bilemedi. O bir savcıydı. Buna göz yumamazdı. Ama bir şey yapsa Fırat'a ne diyecekti?

"Kes lan sesini! Aldırma kendini ayağımın altına!"

Titreyen vücuduyla yavaşça doğruldu. Masaya tutunup, "bırak," dedi. "Ona böyle davranamazsın!"

Saadettin omzunun üstünden Hazan'a döndü.

"Sanane lan! Sana mı soracağım?!"

Sandalyeyle masanın arasından çıktı. Karşısına geçip, "bana soracaksın," dedi, vücudundan dolayı titreyen sesine hakim olmaya çalışıyordu. "Karşında Cumhuriyet savcısı duruyor senin. Hamile bir kadına bu şekilde davranmana müsade etmem."

Saadettin gerilse de geri adım atmadan, "elimden bir kaza çıkmadan çekil karışımdan," dedi, bir şey yapamayacağını, yapsa da kanunlardan önce Fırat'ın gırtlağına çökeceğini biliyordu. "Senin onun yediği haltlardan haberin var mı?!"

"Anlattım," dedi Bahar. "Abim kurtaracak beni!"

"Fırat senin yediğin haltları bilse kahrolur lan! Ne kurtarması?! Senin gibi namussuza el uzatmak günaha sokar adamı!"

"Doğru konuş!" dedi Hazan.

Üstüne yürüdü.

"Kardeşimle aramı bozduğun yetmedi bir de aile meselelerimize burnunu mu sokuyorsun?! Sana duyduğum nefret dinmedi, çekil şuradan, canını yakmayayım!"

"Asıl sen biraz geri dur, canın yanmasın Saadettin ağa!"

Hazan tanımadığı bu sesle arkasında duran adama döndü. Uzun boylu, esmer, sakallı bir adamdı. Otuzlu yaşlarında görünüyordu. Hazan'a kısa bir bakış atıp, "arkama geç yengem," dedi.

Eli karnını bulurken bir iki adım gerileyip tanımadığı, ama ona yengem deyişiyle Fırat'ı tanıdığını anladığı adamın arkasına geçti.

"Oooo Ersin bey! Marabalar ne zamandan beri ağalarına diş gösterir oldu?!"

Birkaç adım daha yaklaşıp Hazan'ı tamamen Saadettin'in gözlerinden saklayan adam, "benim senin gibi bir ağam yoktur," dedi, doğu şivesinin baskın geldiği sesiyle. "Mekanımda Fırat'ın karısına laf söyletmem, ses yükseltirmem! Al bacını, defol git!"

"Bak hele! Dünkü kul uşağı bugün bize racon kesiyor! Yerini bil Eyüpoğlu! Barındırmam seni burada!"

Ellerini arkasında bağlayıp başını dikleştirdi.

"Ne kulu ne uşağı Saadettin ağa! Bizim Allah'tan gayrısına kulluk da uşaklık da ettiğimiz yoktur! Asıl sen yerini bil! Yakışır mı ağa dediğine gebe kadını sokak ortasında hırpalayıp namusuna laf etmek?!"

"Sana mı soracağım lan?! Bacı benim! Ağalık benim! Laf benim! De git! Canımı sıkma!"

Göğsüne bastırıp ittirdiğinde Ersin kımıldamadan öylece durup gözlerinin içine baktı.

"Mekanımda istemem!" dedi. "Hele Fırat'ın karısına saygısızlık edeni sokağımın önünden bile geçirmem! Çek arabanı! Hadi!"

"Bakıyorum da Fırat çok beslemiş sizi!"

Alayla güldü.

"Canımı mı yakmaktır niyetin? Eğer öyleyse yaktın say. Şerefli adamın sofrasında oturmak, işini görmek, karısını korumak bize koymaz, ancak gurur verir."

Saadettin tehditkâr bir şekilde başını aşağı yukarı sallayıp parmağını havada savururken, "bu ettiğini unutma Eyüpoğlu!" dedi. "Bu ettiğini unutma!"

"Eyvallah."

Masadaki çantayı hışımla alıp dakikalardır ağlayan Bahar'ı sürüyerek çay bahçesinden çıkardı. Karşı kaldırımdaki araca hırpalayarak bindirdiğinde Ersin Hazan'a döndü.

"İyi misin yengem?"

Boncuk boncuk yaş döken gözleriyle bir eli sandalyede diğer eli karnındayken başını olumsuzca salladı. Bu olanlar muhakkak Fırat'ın kulağına gidecekti. Çok kızacaktı. Hıçkırdı.

Ersin onlara bakan müşterilere sert bir bakış atıp, "film bitti, önünüze dönün," dedi. Ayağa kalkanlar yerlerine otururken gözleri tekrar Hazan'ı buldu. "İçeri gel yengem, hava soğudu. Biraz otur. Koluna gireyim?"

"Gerek yok, teşekkür ederim. Eve gitsem iyi olacak. Cüzdanımı arabada unutmuşum. Alıp geleyim."

"Ne cüzdanı yengem? Bir fincan çayın parasını mı alacağız? Mekan senin."

"Olmaz ki öyle."

"Olur olur. Bizim çocuklar bıraksın seni."

"Arabam var."

"Kullanamazsın bu halde. Zangır zangır titriyorsun. Bırakamam. Sonra Fırat'a ne derim?"

Yutkundu.

"Bu olanları ona anlatmasan olmaz mı?"

"Olmaz yengem. Fırat'ı karşıma alamam. Ben demesem bu çay bahçesinde kaç kişi var onu tanıyan? Dedikodu çıktı mı çıkar. Önünü alamazsın buralarda. En iyisi mi doğruyu baştan de, başın ağrımasın."

"A-ama..."

"Geç yengem o işi. Hadi, bin arabana, ben götüreyim seni."

Hazan çaresiz kabul etti. Buraya gelmemeliydi. Şimdi ne yapacaktı? Bahar için bir şeyler yapmak zorundaydı. Bir savcı olarak buna göz yumamazdı. Tüm bunlar bir yana Fırat'ın öfkesi daha şimdiden ruhunu sarmıştı.

***********

Fırat ustaları eve bırakıp Hazan'ı aramak için aracı bahçeden çıkarmak üzereyken sürgülü demi kapı açılmıştı. Hazan'ın aracı içeriye girerken arabadan indi. Direksiyonda Ersin'i görünce halihazırda çatık olan kaşları daha da derinden çatıldı. Kapıyı elinde olmadan sertçe kapattı. O sırada Hazan'la Ersin aynı anda araçtan inip yanına gelmişti.

Hazan korku içinde kıvranan yüreği Fırat'ın sert bakışlarına dayanamazken birkaç adımda yanına gidip sarıldı. Yüzünü, parmak uçlarında yükselip zar zor yetiştiği göğsüne gömdü. Fırat ne olduğunu anlayamazken içindeki tüm öfkeye rağmen tek koluyla belini sarıp Ersin'e baktı.

Ersin elini uzatıp, "Selamün aleyküm " dedi.

Uzatılan eli sıkıp, " Aleyküm selâm," diyerek selamını aldı. "Noldu?"

Elleri ayrılırken, "Saadetin ağa mekanı bastı," dedi.

Fırat'ın vücudu ölü bir havyanın bedeni gibi taş kesilip gerilirken göğsüne iyice sokulan Hazan'la, "ne zaman?" diye sordu.

"Az önce. Bahar bacım da oradaydı. Yengemle konuşuyorlardı. Sonra Saadettin geldi. Bağırdı çağırdı, siktir olup gitti."

Dişlerini sıktı. İçindeki canavar yavaş yavaş uyanıp ateşten gözlerini Fırat'ın kara gözlerine yansıttı. Şeytani kıvılcımlar yakan gözleri Ersin'i tedirgin ederken, "cevabını verip gönderdim," dedi. "Merak etme, yengeme bir şey yapmadı."

"Onun aradığı cevap sende değil. Detaylıca anlat şunu."

"Fırat, sakin ol kardeşim."

Göğsünde kuş gibi titreyen sevdiği kızı daha sıkı tutup, "neyine sakin olayım lan?" dedi, Hazan gür sesiyle irkilmişti. "Mekan basıp karıma sesini yükseltmek ne demek?!"

"Derdi yengemle değildi. Bahar bacımaydı öfkesi. Yengem müdahale etmeye kalkınca dellendi."

Fırat o an Hazan'ın Bahar'la buluştuğunu idrak etti. Ersin az önce de anmıştı adını, ama o sadece Hazan'a ve Saadettin'in bağırıp çağırmasına odaklanmıştı.

"Ne olmuş Bahar'a?" diye sordu. Hazan gerginlikle tırnaklarını beline geçiriyordu.

"Bilmiyorum. Yengem daha iyi bilir. Yalnız, abim kurtaracak beni, falan diyordu. Saadettin de, Fırat senin yediğin halatları bilse kahrolur, senin gibi..."

"Ne senin gibi?"

"Nasıl denir bilmem ki?"

"Ersin, canım ağzımda. De işte olduğu gibi."

"Peki kardeşim. Senin gibi...namussuza el uzatmak günaha sokar adamı, dedi."

Dilinin ucunu parçalarcasına ısırdı.

"Başka bir şey var mı?"

"Yok, benim bildiğim de duyduğum da bu."

"Dönebilecek misin geri? Arabayı vereyim mi?"

" Sağ ol. Çocuklar geliyor almaya."

"Eyvallah. Yorulmuşsun buraya kadar."

"Lafı mı olur lan? Senin karın benim kardeşimdir."

Başını sallamakla yetindi. Tokalaştılar. Ersin bahçeden çıktığında Hazan'ı kucağına aldı. Sinirliydi, ama karısına evde adamlar varken sesini yükseltemezdi. Oturup konuşacaktı. Elbet evden çıkıp Bahar'la ondan habersiz buluşmanın hesabını da sorardı. Boynuna dolanıp tenine değen kolları, ensesine dokunan elleriyle buz kestiğini fark ettiği Hazan'ı çardağa götürecekken vazgeçip eve yöneldi.

"Niye bu kadar üşüdün sen?" dedi.

Üstünde dirseğine kadar uzanan bir tişört vardı ama hava o kadar soğuk değildi.

"Seni özledim."

Anahtarı deliğe sokup ayakkabılarını topuklarına basarak çıkartırken, "öyle mi?" dedi. " Ne güzel belli ediyorsun özlemini?"

"Fırat..."

İçeriye girip üst kata çıktı. Ustaların odada çıkardığı gürültü evin içinde yankılanıyor, duvarı kesen flex makinesinin devasa bir eşek arısının vızırtılarını andıran sesi kulak tırmalıyordu. Yatak odasına varıp kapıyı ayağıyla itti. Evin yalıtımı oldukça iyiydi ve ses hatrı sayılır derecede kesilmişti. Hazan'ı yatağa oturtup ayakkabılarını ayaklarından alıp banyoya attı. Ellerini yıkayıp ceketini üstünden sıyırdı. Yatağa bırakıp sevdiği kızı tekrar kucakladı. Yorganı açıp sırtını başlığa dayadı. Hazan'ı göğsüne yatırıp üstünü örterek sarıp sarmaladı.

"Niye titriyorsun sen böyle? Çok mu üşüdün?"

Boynuna sığınıp, "bilmiyorum," dedi.

"İyi misin? Ağrın sızın var mı? Doktora götüreyim mi seni?"

Hazan bebeğinin olduğu yeri hissetmeye çalıştı. Akıntısını hissetse de ne ağrı ne de kramp yoktu.

"İyiyim. Bebeğimiz de iyi."

Saçlarını öptü.

"Anlat o zaman. Noldu? Niye benden habersiz Bahar'la görüşmeye gittin? Telefonu yüzüme kapatmalar, sessize almalar, Aslı'ya bile cevap vermemeler? Napıyorsun Hazan? Neyin öfkesini kimden çıkarıyorsun? Ulan aklım sende kalmasın, bir şey olursa yanında, yakınlarında olayım diye işimi gücümü bırakıp peşinde deli divane oluyorum. Olmasına da şu yaptığın iş mi senin? Ne zorun var benimle?"

Dudaklarının değdiği yeri koklayıp sıkıca öptü.

"Çok seviyorum seni," dedi. Bugün ilk defa Fırat'ın Bahar'la arsında olan mesafenin sebebini anlamıştı. Abisinin yanında olması gerekirken olmayıp başı sıkışınca hemen ona koşuyordu. Bu haksızlıktı. Sadece bugüne mahsus olmayan koca bir haksızlık.

Boynunda gezinen ellerini tutup göğsüne koyarken, "sok şunları şuraya, buz kesmişsin," dedi. Çok kızgındı. Hamile, titriyor, ustalar aşağıda diye sesini çıkaramıyor ama sevgisini onu ısıtmaya çalışarak göstermekten de geri durmuyordu.

"Ama sana sarılmak istiyorum."

Karışmış saçlarını düzeltip her bir telini severken, "önce hesap ver," dedi. "Doğru düzgün anlat nolduğunu."

"Sonra öper misin beni?"

İçini çekti. Şakağını öpüp, "bakarız," dedi.

"Söz mü?"

"Kaynatma konuyu."

Sevdiği adamın kollarında güvende hissederken titremesi yavaş yavaş duruluyordu. Korktuğu kadar esip gürlememesi içini rahatlatmıştı.

"Peki," dedi. "Seninle telefonu kapattıktan sonra..."

"Yüzüme kapattıktan sonra."

"Evet, yüzüne kapattıktan sonra duş aldım. Cilt bakımımı yapıp..."

"Geç buraları, biliyorum. Ersin'in mekanında noldu, onu anlat."

Başını boynundan kaldırıp gözlerine baktı.

"Nereden biliyorsun?" diye sordu.

"Telefonu açmayınca merak ettim. Kameradan izledim seni."

Kaşları çatıldı.

"Ne kadarını izledin?"

Dudaklarını öpmemek için direnirken, "konumuz bu değil," dedi.

"Soruma cevap ver."

"Şşş!"

"Soyunup giyinirken gördün mü beni?"

Merak ettiği gömleğini giydiğini görüp görmediğiydi. Utanıyordu.

"Derdin gömleğimi giydiğini görüp görmememse gördüm. Sorun yok. Ağzıma sıçıp durma böyle, aldığım nefes bile senin olsun."

Gözlerini kaçırdı. Aklını okuyordu sanki.

"Kızarsın sanmıştım."

"Niye kızayım? Bir şey mi sakınıyorum senden?"

Başını göğsüne bıraktı. Kalbinin üstünü öptü.

"Kocam," dedi dolu dolu.

Yutkundu. Kokusu içine işliyor, sesi aklıyla oynuyor, sıcaklığı yer, zaman, mekân kavramlarını silikleştiriyordu. Alnını öpüp zihnini toparlamaya çalıştı.

"Tamam, anlat artık."

Nasıl anlatacağını bilmiyordu. Bu yüzden sürekli konuyu dağıtıyordu ama belki Bahar için bir şeyler yapar umuduyla konuştu.

"Arayıp ağlaya ağlaya konuşmak isteyince kabul edip çay bahçesine gittim. Geldi. Karnı çok büyümüş. Yorgundu. Teni solmuş, saçlarını şekilsizce kesip mahvetmişti. Bana, ben büyük bir hata yaptım, günah işledim, dedi."

"Ne yapmış?" derken sesi sertti. Saadettin'in Bahar'a namussuz diyişi ağrına gitmişti. Her ne olursa olsun Bahar onun kardeşiydi. Ama Hazan'a sırtını dönmesini affedemiyordu. Yine de ortada müdahale edilecek bir durum varsa icabına bakılırdı.

Gözlerini yumdu. Nasıl soylenirdi ki? Tişörtüne sıkıca tutundu. Dudağını kemirirken Fırat, "konuşsana," dedi.

Beklemenin bir işe yarayacağı yoktu. Söylemek zorundaydı. Buradan geri dönemezdi.

"Şey..."

"Ney?"

"Söyleyeceğim ama sakin ol sevgilim, tamam mı?"

"Sen böyle yaptıkça ben daha çok sinirleniyorum ama."

Kirpiklerini araladı.

"Ka-karnındaki bebek..."

"Ne? Karnındaki bebek ne?!"

Hazan az çok anladığını fark etti. Kuruyan dudaklarını nemlendirip, "Ha-Harun'dan değilmiş," deyiverdi.

Fırat bomboş yolda ani ve acı bir frenin feryatları eşliğinde asırlık bir ağacın gövdesine çarptığını sandı. Ön camdan fırlayan parçalar başına saplanmıştı. Direksiyon karnına geçmiş, ciğerleri patlamış, nefesi kesilmiş, bütün kan gırtlağına dolmuş, göğsünde dayanılamaz bir ağrı baş göstermişti. Gardrobun aynasındaki aksiyle göz göze geldi. Yüzündeki çizgiler şiddetli bir depremin ardından kurak toprakların üzerinde oluşan yarıkları andırıyordu. Her bir çizgide tiz bir sızı vardı. Öfkeden ziyade gözlerine bir boşluk yerleşti. Bahar'ı yuttu ve yok etti.

Hazan, "Fırat..." dedi. Başını ağır ağır kaldırıp yüzüne baktığında gözleri oyulmuş bir bebeği görmüşcesine ürktü. "Fı-Fırat'ım. "

Yüzünü avuçlarının arasına aldı.

"Kocam..."

Sevdiği kızın elleri tenine değince gözbebekleri titredi. Yutkunmaya çalışıp adem elması aşağı yukarı hareket etse de beceremedi. Kaskatıydı. Nefes almanın nasıl bir şey olduğunu bile unutmuştu sanki.

Hazan üstüne tırmanıp başını tutup göğsüne koydu. Saçlarını sevip sırtını sıvazlarken, "Fırat, kendine gel," dedi. "Lütfen. Korkuyorum."

Yorganın üstünden beline sarılı olan kolları sıkılaşsa da konuşmadı. Boğazına oturan bir şeyler vardı, fakat adını koyamıyordu. Öfke, kızgınlık, hayal kırıklığı...adı bunlardan biri değildi. Yıllar önce Harun'la aralarında nikah olmadan Elif'e hamile kalmıştı. Şimdi de Harun'la evliyken bir başka adamla çocuk peydahlamıştı. Ne hissetmesi gerekiyordu? Bu onu ilgilendirir miydi? Bir şey yapmalı mıydı yoksa Hazan'a sımsıkı sarılıp kendi hayatına mı bakmalıydı? Bir şey yapmaya kalksa ne yapacaktı? Yarın öbür gün doğururdu. Elin herifinden de olsa kendi çocuğuydu. Bu haltı yerken korkup çekinmediği abisinden şimdi yardım mı dilleniyordu? Tüm bunlar olurken annesi neredeydi? Nasıl yapardı lan? Allah kahretsin nasıl yapardı? Çocuk oyuncağı mıydı bu? Hiç mi önünü arkasını düşünmemişti?

"Fırat...bir şey söyle, lütfen."

Burnunu boynuna dayayıp kokusunu soludu.

"Şşş," dedi. "İyiyim, bir şey yok."

"Kızdın mı?"

"Hayır."

"Üzüldün mü?"

"Hayır."

"Bir şey yapacak mısın?"

"Napayım Hazan?"

Geri çekilip yüz yüze gelmelerini sağladı.

"Ömer dedemin haberi varmış," dedi. "Bahar'a Urfa'dan onun gibi evlenip boşanmış, çocuklu bir adam bulacaklarmış. Bahar istemiyor. Bırakın beni, kendim çalışır, çocuklarıma bakarım, demiş ama izin vermemişler. Bir de üstüne üstlük vurmuş Bahar'a. Dudağının kenarındaki yarayı gördüm. Bugün gözümün önünde de hırpaladı. Çok kötü davranıyorlar ona."

"Eee?"

"Ne e'si Fırat? Öylece duracak mıyız? En azından bir polise haber verelim. Ya da ben savcıyım, izin ver bir şeyler yapayım."

"Hayır, karışmayacaksın bu işe."

"Ama..."

"Yok aması maması. Bir halt yerken önce önünü arkasını düşünecekti. Sürekli burnunun dikine gidip, kendi kendine yeterken beni tanımayıp, başı sıkışınca bir abisi olduğunu hatırlayarak bir yere varamazdı. Defalarca kez söyledim. Aldım karşıma konuştum. Ulan bu ilk mi sanki? Elif'i başka türlü mü yaptı? Yaptığı hatadan ders almıyorsa ben napayım Hazan?"

Yanaklarını okşarken, "haklısın," dedi, fakat devamını getiremeden Fırat araya girdi.

"Haklı olmak falan değil benim derdim. Tükendim artık. Dört yıl boyunca...o kadınla birlikte biz ayakta tuttuk o evliliği. Yirmi yedi yaşına geldi. Ne kendinden haberi var ne elindeki çocuktan. Harun da ondan farklı değil. Çocuk oyuncağı mı lan bu?"

"Değil Fırat'ım..."

"Değilse ona göre davranacak. Ben lan...ben anne baba görmedim. Anne ilgisi ne demek, baba şefkati ne demek bilmeyen benim. Ama o annesi üstüne titrerken büyüdü. Babası yoksa ben vardım. Ev, dedi ev aldım. Araba dedi, ertesi gün altına çektim. Arkadaşlarla yurtdışına gideceğim dedi gönderdim. Yeri geldi o kadından korudum. Harun'la kaç kez kafa kafaya geldim onun için. Ne yetmedi Hazan? Ne yetmedi?"

Gözleri dolarken alnına dökülen saçları sevip, "bilmiyorum," dedi fısıltılı sesiyle.

"Ben de bilmiyorum. Hamile olduğunu öğrendiğim günden beri neyi nasıl yaparım da sana daha iyi bir koca, çocuğumuza iyi bir baba olurum diye gece gündüz düşünüyorum. Hadi doğurana kadar buradayım, doğumdan sonra da birkaç ay yanında kalırım, ya sonra diyorum. İllaki bir gün operasyona gideceğim, lan ya bir şey olursa diyorum. Hiçbir şey olduğu yok, daha bunları düşünmek için çok erken. Ama elimde olmadan dönüp duruyor kafamın içinde. Biz az mı çektik? Tamam, onun annesi onunla ilgileniyordu, babası yoksa ben vardım, ama biliyorum yetmeyince yetmiyor."

Duraksadı. Ona şefkat, hüzün, sonsuz bir sevgile bakan karısının ay parçası yüzünü, ateş parçası gözlerini seyretti.

"Sonra sana bakıyorum," dedi. "Bahar'ın annesi var, ben erkeğim, ama onun babasından sonra kimsesi yoktu, diyorum. Yaşadıklarını geçiriyorum gözümün önünden. Tertemizsin. Masumsun. Bahar bana ne yaptıysa sana da yaptı, ama yine de bir telefonuyla kalkıp gidecek kadar safsın. Seni bana karşı kullanıyor. Biliyor çünkü arayıp benimle konuşsa bu işin oluru yok. Sen de bil. Benim Bahar diye bir kardeşim yok."

Sıkıca sarılıp kalın ensesini öptü. Saçlarını koklayıp, "biliyorum," dedi. "Bahar bunu zaten gizliden gizliye yapmıyor ki. Bana, abim bana kıysa sana kıyamaz, dedi. Ben anladım. Bahar'ı da seni de anladım Fırat. Ama senden istediğim onu afetmen değil. Sadece şiddet görmesine ve sevmediği bir adamla evlenmesine engel olman. Bu çok ağır bir şey. Kimse hak etmez. Lütfen."

Birkaç saniye sessiz kalsa da, "tamam," dedi. "Yüz yüze gelmem, kapılarına gitmem, ama Ömer ağayla konuşur, bir çaresine bakarız, oldu mu?"

"Oldu," diyip yanağını öptü. "Canım kocam."

Derin bir nefes aldı. Saçlarını sevip kulağının altına dudaklarını dokundurdu.

"Güzeller güzeli karım benim," dedi. "Canımın içi."

"Ne?" dedi, bunun bir sesleniş olmadığını bilen şımarık sesiyle.

Tenini koklayıp dururken, "Sado ters bir şey dedi mi sana?" diye sordu.

Hazan biraz gerilse de belli etmemeye çalıştı. Her ne kadar yalan söylemek istemese de olup bitenleri olduğu gibi anlatamayacağını da biliyordu. Fırat'ın öfkelenip kapılarına gitmesini, kavga etmesini istemiyordu. Onunla hep böyle koyun koyuna olmak istiyordu.

Sevdiği adama iyice sokulup sırnaşırken, "demedi," dedi. "Bahar'a çok kızdı ama. Hırpaladı. Ben de, ona böyle davranamayacağını söyledim. O da sana mı soracağım, dedi. Ben de, bana soracaksın, karşında Cumhuriyet savcısı duruyor senin, dedim. O da, senin onun yediği haltlardan haberin var mı, diye sordu. Bahar, anlattım, falan diyince ona esip gürledi. Namussuz falan deyince doğru konuşmasını söyledim. Seninle arasını bozmuşum, şimdi de aile meselelerine burnumu sokuyormuşum. Benden hoşlanmıyormuş. Ben ona bayılıyorum sanki. Sonra da Ersin abi geldi işte."

"Bu kadar mı?"

"Bu kadar."

"Yalan yok?"

"Yok."

"Bak eğer bir şey varsa, sonradan sağdan soldan duyarsam..."

"Duymazsın. Duyarsan da dedikodudur, abartmadır hepsi. Ersin abi öyle dedi."

"Ne dedi?"

"Buralarda dedikodu çıktı mı çıkar, önünü alamazsın, en iyisi mi doğruyu baştan de, başın ağrımasın, dedi."

Omzunu öpüp, "hı?" dedi.

"Hı hı."

"Niye dedi bunu?"

Yüzünü boynuna bastırıp, "çünkü...ben ondan burada olanları sana anlatmamasını rica ettim," dedi. "O da seni karşısına alamazmış, öyle söyledi."

"Anlatmasa ne olacaktı? İlla ki öğrenirdim bir yerden. Ya da seni çözerdim. Kolay oluyor zaten."

"Hiç de bile. Ben sana karşı koyamıyorum diye anlatıyorum her şeyi. Yoksa ağzım sıkıdır."

Saçlarını öperken, "ağzını yesinler senin," dedi.

"Olur, yiyebilirsin."

Güldü.

"Gel buraya," dediğinde Hazan boynundan ayrıldı. Yüz yüze geldikleri an Fırat dudaklarına kapanmıştı.

*********

Akşam yemeği için doktorun verdiği liste özelinde balık almak için evden çıkmıştı. Deniz ürünlerinden hoşlanmayan Hazan Fırat hangi balığı seviyorsun, seç bir tane dedikçe İstanbul'daki komşusu Fatma hanımla birlikte yapıp birkaç kez yediği için hamsi istemişti. Ustalar aşağıda duvarı kırıp dökerken Hazan Fırat'ın, ben gelene kadar çıkma odadan, deyişi üzerine sevdiği adamın ardından kapıyı kilitlemiş, kendini yorgun hissederken yatağa uzanıp saniyeler içinde uyumuştu.

Fırat, balıkçıya gitmeden önce Ersin'in çay bahçesine uğraşmıştı. Sesi olmayan kamera görüntülerini izledi. Saadetin'in Hazan'a bağırıp çağırarak üstüne yürüdüğü net bir şekilde görünüyordu. Sevdiği kızın titreyip durmaları, masaya tutunup elini sürekli karnına koyması içini ezdi. Öte yandan Saadettin'in Bahar'a karşı olan tavırlarından da hoşlanmamıştı. Ersin'e her şeyi en başından tane tane anlatırdı. Aylar önce kardeşim dediği herifin, karısına tehditvari cümleler savurduğunu duyunca kan beynine sıçradı.

Arabaya atlayıp kapısına gitti. Halbuki Hazan'a, gitmem, demişti. Hazan da güya ona gerçekleri anlatıyordu. Dilinin ucunu ısırıp şifresini bildiği kapının zilini çaldı. Saadettin görüntülü diyafondan Fırat'ın geldiğini görmüş, pek hayra alamet gelmediğini anlayıp sokağa çıkmıştı. O sırada Bahar kilitlendiği odanın camından heyecan ve umut dolu gözlerle abisini izliyordu.

"Buyur?"

Fırat, "lafı uzatmaya lüzum yok," diyip ani ve kemik kıracak cinsten bir yumruğu Saadettin'in yüzüne savurdu. Saadettin aldığı darbeyle yere düşmüştü. Acıyla inleyip burnundan akan kanı üstündeki gömleğe silerken, "napıyorsun lan?!" dedi. "Delirdin mi?!"

"Delirdim. Delirtin, delirttiniz. Bu yumruk iki şey içindi. Hazan'a o sikik sesini yükselttiğin ve Bahar'a vurduğun için. İlkini bir daha yapamazsın. İkincisini de bir daha yapma Saadettin ağa. Anladın?"

Zehra ve Canan hanım evin önünde durmuş aralık bahçe kapısından onları izlerken Saadettin biraz sürünüp sırtını bahçe duvarına dayadı.

"Bahar'ın ne haltlar yediğinden haberin var mı? Namusunu iki paralık etti. Karın bunu da yetiştirdi mi sana?"

"Duydum. Ama benim namusum o kadar ucuz değil. Buraya Bahar için gelmedim. Benim için asıl mesele Hazan. Bahar için de küçük bir uyarı yapayım dedim. Bunca yıllık kardeşim, şimdiye kadar bir fiske vurmadım, vurdurtmadım da. Aynı çatının altına bir daha girmeyiz, ama yine de vurdurmam."

"Senin de meşrebin iyice genişlemiş. O karın mı öğretiyor sana bunları? Yaptığı namussuzluğu, duydum, diyerek öylesine bir şeymiş gibi geçiştiremezsin."

"Doğru konuş lan! Elimi daha fazla kirlettirme bana! Ömer ağayla konuşup bir hâl çaresine bakacağım! Sen de bulduğun her yerde namus namus diye ciyaklayıp durma!"

Duvara tutunup ayağa kalktı. Burnunu çekip, "bütün mal varlığını o kızın üstüne yaparken kardeş mardeş görmüyordu gözün," dedi. "Şimdi bir tokat attık diye zoruna mı gitti Fırat ağa? Bu mu sana aile bağlarını hatırlatmanın yolu?"

Yüzünden elinde olmadan tiksinir gibi bir ifade gelip geçti. Aile bağı. Üzerine söylenecek onca şey, açılıp yazılıp çizilecek o kadar çok defter vardı ki düşünürken bile ruhu sıkıştı. Tek kelime daha etmek, bu lânetli yerde bir saniye daha durmak, Saadettin'in ve kapı aralığında onları izlediğini bildiği kadının nefes aldığı yerde nefes alıp, karısının üstüne sinen kokusuna leke sürmek istemiyordu.

"Benim bir ailem yok," dedi, en azından bir iki cümle kurmak gerekli diye düşünmüştü. "Hiç olmadı. Ortada bir bağ varsa onu yıllarca ben kurup ben ayakta tuttum. Parayla, evle, arabayla. Şimdi para yok, bağ da yok oluverdi. Sadece bir kez olsun kendim için bir şey istedim, bir kızı sevdim, kendi hayatıma baktım diye oldu tüm bunlar. Umrumda değil. Ne Bahar, ne o kadın, sikim de bile değil. Yaptığım hiçbir şeyi onlar için, desinlere yapmadım. Yapmam gerekiyordu, kendime olan saygım için yapmak zorundaydım. Ama sen...en ağır darbeyi sen vurdun bana. Hazan'a kaç kez, Sado iyidir, dedim. Operasyona giderken karımı elinden tutup senin kapına getirdim. Yaptığın yakıştı mı sana? Hani kardeştik lan? Bu kadar mıydı?"

"O kız iyi gelmiyordu sana. Yaptığın şeylere, düştüğün hallere bak lan?! Asıl sana yakışıyor mu?"

Başını belli belirsiz sağa sola salladı.

"Ben diyeceğimi dedim. Beni bir daha bu kapıya getirme, Saadettin ağa."

Kaldırımdan inip sokağın başındaki arabasına doğru yürüdü. O sırada Canan hanım eşikte ağlayarak sessizce dövünüyordu. Bahar camın önünde, abi gitme, diyerek çırpınırken yere yığıldı.

Fırat aracına binip balıkçıya uğradı. İki kilo hamsi alıp eve döndü. Hamsiyi dolaba koyup ustalara baktı. Duvarda kare şeklinde koca bir delik açılmıştı. Üst kata çıktı. Yatak odasının kapısını açmaya çalışıp kilitli olduğu için açamayınca kaşları çatıldı. Kapıyı kilitleyecek kadar evdeki adamlardan korkup tedirgin oluşu canını sıktı. Çalışma odasına girdi. Masanın çekmecelerinden birinde odanın yedek anahtarını bulup kapıyı açtı. Uyuyan karısının yanına adımlayıp yatağa oturdu. Üzerine eğilip alnını öptü.

Yüzünü seyrederken odayı dolduran kokusunu soluyup "bebeğim benim," dedi, kısık sesiyle. Bugün yaptığı her şeyi affetmişti. Fazla merhamet dolu, güzel bir yüreği vardı. Bazen onu çıldırtacak kadar saf, dokunup kirletmekten korktuğu kadar temiz, bakmaya doyamadığı kadar masumdu. Kim olursa olsun, arayıp bir alo dediği an yardımına koşacaktı, bunu biliyordu. Küçücük boyuna bakmayacak, hasta halini görmezden gelecek, biri canını sıkınca otobanın ortasında bile haddini bildirecekti.

Eli yorganın altına girip karnını buldu. Usul usul okşadı. Boynunu öpüp alıp verdiği sakin nefesleri dinledi. Huzurlu bir ezgi gibi içini saran soluğuna bile içi gidiyordu. Dudaklarını dudaklarında gezdirip Hazan'ın daha rahat etmesi için dikkatlice üstünü çıkardı. Tulumunu ve tişörtünü bir kenara koyup sütyenini açtı. Meme uçlarını ve doğum lekesini öpüp dolabı yöneldi. Kırmızı şortlu bir gecelik takımı alıp giydirdi. Başını yavaşça yatağa bırakırken Hazan, "Fıraaat," dedi, uykulu ve mızmız sesiyle.

Yorganı örtüp düzeltirken, "şşş," dedi. Tekrar uykuya dalana kadar yanında durup nefesleri düzene girince çıkardığı kıyafetleri toplayıp kirli sepetine attı. Perdeleri çekip odanın loş bir hâl almasını sağladı. Sevdiği kızın yanına yatıp tenini koklayıp öperek sıcaklığını hissetmek istese de alt kata indi.

*********

Ustalar az evvel gitmişti. Pencere yeri tamamen açılmış, Hazan balkonu veranda gibi büyük ve ahşap istediği için bir malzeme listesi çıkartılmıştı. Fındık'ı pencere aralığından içeriye girmesin diye bağlayıp önüne yemeğini koydu. Ellerini yıkadıktan sonra ikinci hamsi tepsisini fırına attı. Pirinç pilavını kontrol edip altını kapattı. Çoban salatasını masaya koyup hamsinin tadına baktı. Güzel olmuştu. Elini peçeteyle silip yatak odasına çıktı.

Karanlık iyice çökmüştü. Işığı yaktı. Yatakta ters dönüp top haline getirdiği yorganın üzerinde cenin pozisyonu alarak yatan sevdiği kızla gülümsedi. Çok dağınık yatıyor, yatarken ne yaptığını bilmiyordu. Bir keresinde sabah uyandığında, yastığın üzerinde ayaklarıyla karşılaşmış, başını yorganın altında bulmuştu. Kaç kez yüzüne tokat yediğini, penisine dizini geçirdiğini hatırlamıyordu. Bu yüzden genelde Hazan'ı sıkıca sarıp bacaklarını bacaklarının arasına kıstırarak yatıyordu. Bazı geceler de tam aksine hiç kımıldamadan uyuyor, Fırat'ı korkutuyordu. Kendini nefeslerini dinlerken belinden tutup üstüne alırken buluyordu.

İçini çekip yere düşürdüğü yastıkları alıp yerine koydu. Yatağa oturup yüzünü örten saçlarını çekti. Kollarını bebeğini korumak istercesine karnına sarmıştı. Gözlerini öptü. Uzun, kıvrımlı kirpiklerini dudaklarıyla sevdi.

"Yavrum," dedi, fısıltılı sesiyle. "Uyan bebeğim."

Burnunun ucunu emdi. Üst dudağını öptü.

"Hazan...Hazan'ım."

Boynunun altına gömdü yüzünü.

"Kurban olduğum...aç gözlerini."

"Iııııı...mmmh."

Başını geriye atarken atletinden taşan göğüslerini ses çıkara çıkara, sulu sulu öpücüklere boğdu.

"Hadi, hadi bir tanem."

"Of...Fıraaat."

Çenesinin altını öpüp, "sesine öldüğüm," dedi.

"Uyumak istiyorum."

"Ama yemek yemen lazım. Bugün doğru düzgün bir şey yemedin zaten. Kalk."

Ellerinin tersiyle gözlerini ovaladı. Hiç kalkası yoktu ama bebeğini düşündü. İlaçlarını içmesi gerekiyordu. Vitaminleri vardı. Yorganın üstünden kayıp yataktan indi. Çekmeceden yeni bir ped alıp banyoya girdi. Pedini değiştirdi. Bugün kanaması olmamıştı. Elini yüzünü yıkayıp odaya geçti. Fırat belinden yakalayıp kucağına aldı. Odadan çıkarken yanağını öptü.

"Akıntın var mı hâlâ?" diye sordu. Tadı damağında kalmıştı. Yemekten sonra biraz daha kadınlığını emip içmek istiyordu.

"Var," dedi. "Genelde diğer kadınlarda 4. - 6. haftalarda bu kadar yoğun olurmuş, ama benim vücudum hassas olduğu için hormon değişimine fazla tepki veriyor. Ara ara kesilse de hamilelik boyunca devam edecekmiş."

Fırat'a, bildiği kadarıyla gebelik sürecinden, vücudundaki değişimlerden bahsetmek istiyordu. Sevdiği adam onu can kulağıyla dinlerken bu hali hoşuna gitti. Mutfağa girerken, "hı?" dedi.

"Hı hı. Göğüslerim de hassaslaşmaya başladı. Doktorun söylediği gibi hissediyorum. Hafif bir ağrı da var."

Boynunu öpüp fırın eldivenini alırken, "Kurban olurum sana," dedi. Sandalyeye oturtup hamsiye göz attı. Pişmek üzereydi. Mercimek çorbasını kaselere doldurmaya başladı.

"Fırat?"

"Yavrum."

"Ömer dedemle konuştun mu?"

İki kaseyi de doldurup masaya bıraktı.

"Konuştum."

"Ne dedi?"

Ayran dolu sürahiyi dolaptan çıkarıp ocağa çay suyu koydu.

"Urfa'ya yanına alacak Bahar'ı."

Ömer ağa Bahar'a çok kızgındı. Evlendirip başını bağlama taraftarıydı. Değil çatısının altına almak yüzüne bakası dahi yoktu, ama Fırat ısrar edince, iyi yanıma alırım, doğumdan sonra da ne ederse eder, demişti.

"Bu kadar mı?"

Birinci tepsideki hamsileri tabağa alırken, "bu kadar," dedi.

Hazan konuyu pek irdelememesi gerektiğini anladı. Öyle ya da böyle Bahar istemediği bir evlilik yapmayacak, şiddet görmeyecekti artık. Bunu bilmek içini rahatlattı.

"Pencere ne oldu?"

Hamsi tabağını masaya yerleştirip kestiği ekmekleri getirdi.

"Yeri tamam. Yarın balkona başlayacaklar. İki üç güne biter."

"Ahşap olacak değil mi?"

Öten fırınla birlikte eldiveni eline alırken, "öyle olacak," dedi.

"Banyo peki?"

Tepsiyi masanın diğer ucuna bıraktı.

"Ona da bakacaklar."

"Sıkıldın mı benden?"

Pilav tenceresini masaya getirirken duraksadı.

"Nereden çıktı şimdi bu?"

Tencereyi koyuşunu izlerken, "çok mu soru sordum?" dedi.

Hazan'ı kucağına alıp sandalyeye oturdu.

"Saçmalama."

"O zaman sen de böyle tekdüze konuşma benimle."

Çorbayı karıştırıp dudaklarını öptü.

"Tamam, konuşmam bir daha."

Kaşığı bırakıp multivitamin şişesini alıp açtı. İçinden bir tane çıkarıp Hazan'a verdi. Bardağa su doldurup yutturdu. Çorba bittikten sonra Omega-3 kapsülünü içirdi. Tabaktan aldığı hamsiyi ağızına uzattı. Başını geri çekip, "kılçıklı yiyemem," dedi.

"Temizledim kılçığını, aç ağzını."

İki tepsi hamsinin teker teker hepsiyle uğraşıp kılçığını temizlemesi düşünürken bile çok zahmetli gelmişti. Keşke bu kadar uğraşmasaydı diye düşündü. Yerken hallederlerdi. Hamsiyi çiğnerken Fırat boş tabaklara pilav dolduruyordu.

"Bir tanesine koy," dedi Hazan. "Kucağından indirmiyorsun, bari aynı tabaktan yiyelim, uğraşma."

"Tamam."

Kaseyi itip pilavı önlerine aldı. Üstüne hamsi koyup bir kaşık Hazan'a yedirdi.

"Çok güzel olmuş, ellerine sağlık."

"Afiyet olsun yavrum."

Kendisi de yerken Hazan yanağını öptü.

"Fırat?"

"Hı?"

"Kul uşağı ne demek?"

Bir yudum aldığı ayranı masaya bıraktı. Pilavdan Hazan'ın ağzına sığacak kadar kaşığa alırken, "nereden duydun?" dedi.

"O adam bugün Ersin abiye öyle dedi."

Sertçe soludu. Ersin topraklarına bakan Necati beyin oğluydu. Yıllar önce Fırat, satın aldığı arazilere Saadettin'le ortak olmayıp işletme görevini Necati beye vermişti. Ersin'in çay bahçesine de %30 ortaktı. Bu günleri hissetmiş gibi yıllar öncesinden bu yana Korkmaz aşiretinden herhangi biriyle asla ortak bir işe girmemişti. Ticari zekası yüksek biriydi. Parayla nasıl oynanacağını bilir, samimî ve cana yakın birisi olmamasına rağmen insanlarla ilişkilerini güven bağı üzerine kurardı. Bu bağ, pamuk ipliğine bağlı aile bağlarından daha çok işini görmüştü şimdiye kadar. Eğer aksini yapıp Saadettin'e güvenseydi o bitmek tükenmek bilmez hırsıyla, on dört yaşından beri yeri gelince pisliğe bulanarak, yeri gelince dişinden tırnağından artırarak bugünlere getirdiği bütün emeğini elinden alana kadar durmazdı. Bugün kanayan yarasının kabuğunu soyan da bu olmuş olmalıydı.

"Hizmetçi gibi bir şey, boşver," dedi.

"Ama Ersin abi hizmetçi değil ki. Kendi işi gücü var."

"Değil tabii. Konuşmuş işte sikik sikik."

"Fırat çok beslemiş sizi, dedi ama. O konuşurken ben utandım. Niye aşağılıyor insanları böyle? Haddine mi?"

Alnını öpüp, "değil," dedi. Ersin bunları ona anlatmamıştı. Bilseydi iki tane daha çakardı suratının ortasına.

"Bana hep onun iyi bir adam olduğunu söyledin, ama benim içim ısınmıyor ona. Hiç ısınmadı."

Yutkunup sessiz kaldı. Kaşıktaki hamsili pilavı ağzına uzattı. Ekmek bölüp seradan gelen doğal sebzeler ve Muğla'dan bir hafta önce gelen zeytinyağıyla yaptığı Çoban salatanın suyuna bandı. Onu da Hazan'a yedirdi. Kendisi de hamsiden yiyip ayrandan bir yudum daha içti.

"Ben de ayran istiyorum," dediğinde Fırat'ın boşluğa dalmak üzere olan gözleri karısına döndü.

"Olmaz, hamsiyle birlikte ağır gelir sana, sindiremezsin."

"Ama sen içiyorsun."

"Beni kendinle kıyaslama," dedi. "Limonata sıktım sana. Biraz soğuyup dinlensin diye dolaba koymuştum, aklımdan çıkmış."

Ayağa kalkmaya meyil ederken Hazan, "sen dur, ben alırım," dedi. Kucağından kalkıp dolaptan limonata dolu sürahiyi çıkardı. Geçenlerde marketten aldığı Mickey Mouse'lu cam bardağı da alarak sevdiği adamın kucağına yerleşti. Bardağa limonata doldurup bir yudum içti.

"Oh! Çok güzel."

Şakağını öpüp, "sen de çok güzelsin," dedi.

Güldü.

"Adana'dan gelen limonlar mı bunlar?"

Başını salladı.

"Neden Türkiye'nin her yerinde tanıdığın var?"

"İş yapıyoruz."

"Muğla'da da mı?"

"Yavrum benim yaptığım iş ulusal bir tarım-gıda ve lojistik zincirini yönetmek. Sen sadece burada olanları görüyorsun, ilgilendiğim arazilerin, restoranların, seraların hepsinin sahibi değilim. Çoğuna ortağım. O yüzden yıl boyu bu eve her şehirden ürün girip çıkar. Alış."

Önceleri gelen ürünler olduğu gibi restoranlara giderdi. Ama şimdi bir evi, yuvası ve hamile bir karısı vardı.

Limonatasını içip, "bu yaşta nasıl yaptın hepsini?" diye sordu.

Fırat geçmişte yaptığı, kumar oynamak, illegal dövüşlere katılmak gibi işlerden bahsetmek istemiyordu. Kısaca, "biraz para, itibar, güvenilir birkaç insan," dedi.

Hazan daha fazla irdelemedi. Fırat'ın yanlış bir şey yapmayacağını biliyordu. Yemeklerini yiyip üstlerine sinen hamsi kokusuyla duş aldıktan sonra alt kata indiler. Fırat Hazan'a meyve tabağı hazırlayıp papatya çayı koydu. Kendisine de siyah çay doldurup salona geçti. Sevdiği kız yine bir Kemal Sunal filmi açmıştı. Elindekileri orta sehpaya bırakıp koltuğun L kısmına yanına oturdu. İncecik kollar hemen boynuna dolanmıştı. Saçlarının tepesini öpüp sarıldı.

"Noldu?"

"Şey..."

"Hı?"

"Fatma teyzeyle konuştum."

"Eee?"

"Hamile olduğumu söyledim."

"Tamam?"

"Buraya geliyor. Yarına bilet aldı."

"Gelsin yavrum. Nolacak? Birkaç gün misafirimiz olur."

Gözlerine gözlerini değdirip, "öyle değil," dedi. "Temelli geliyor."

"Anlamadım?"

"Hamileyim, dedim. O da, e düğün, dedi. Ben de olmayacak, düşük riskim var, dedim. O da, o zaman Şırnak'ta etsinler, kocan o kadar zengin, birkaç kuruştan mı gocunmuş, dedi. Laz damarımı tuturmasınlar benim, seni sahipsiz mi sandılar, yarına oradayım diye esti gürledi, telefonu yüzüme kapattı."

"Kim dedi sana düğün olmayacak, diye?"

"Dün sana sordum, sen dedin ya."

"Sinirliydim."

Kaşları çatıldı. Gözleri kısılırken, "e o zaman sakinleşince doğrusunu söyleseydin." dedi.

"Sen bilmiyor musun beni? Ben seni gelinlikle göreceğim diye ant içtim. Senin de hevesin var, farkındayım. İçinde kalmasına izin verir miyim? Niye sağa sola düğün olmayacak diyorsun?"

"Fatma teyzeye söyledim sadece."

"Aslı'yla Yaren?"

Gözlerini kaçırıp, "onlar sayılmaz," dedi.

Bir süre baktıkça içini titreten dalıp gittiği yüzünü seyredip kolunun sarılı olduğu belinden çekerek yanağını öptü. Meyve tabağını alıp eline verdi.

"Tamam," dedi. "Gelsin. Bir evde ona açarız. Yerimiz yok değil ya."

Güldü.

"Gerçekten mi?"

"Gerçekten. Sana bu kadar değer veren birinin başımın üstünde yeri var."

Dudaklarına uzanıp peş peşe öptü.

"Canım, canım, canım kocam," dedi. "Çok seviyorum seni."

"Kurban olurum sana, ölürüm lan!"

Göğsüne sokuldu. Kemal Sunal'ın sandalda bulup eve getiridiği bebeğin uyuduğu hamağı yırtık çorabından dışarıya fırlayan parmaklarıyla sallayışını izledi. Fatma hanımın Şırnak'a gelecek oluşu onu heyecanlandırmıştı. Yüzündeki tatlı tebessümle bir tane mandalina kendi ağzına atıp bir tane de kocasının ağzına verdi.

💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦

Bölüm : 31.10.2025 11:44 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...