111. Bölüm
Binnur Tombaş / Vatanaşk (Askerî Kurgu) / 109. Bölüm

109. Bölüm

Binnur Tombaş
yikim2024

************

1 Ay Sonra...

Hazan telefonu masaya sertçe bıraktı. İki haftadır neredeyse her gün yaptığı gibi bugün de albayı arayıp Fırat'ı sormuştu. Cevap diğer günlerle aynıydı. Operasyon süresi uzadı, gizli görev olduğu için kayıt tutamıyoruz, destek ekip göndermemiz imkansız, mecbur bekleyeceğiz, herkes iyi savcım, merak etmeyin.
Bu sözlere inanacak faslı çoktan geçmişti. Zihnindeki kehanetlerin yüzyıllık tanrıçası, siyahlar içinde, uzun zaman sonra tahtına oturmuştu. Mermeri andıran beyaz ve soluk bir benzi vardı. Gözleri sürmeli, dudakları katran karasına boyalıydı. Soğuk nefesi, damarlarından kan yerine ucu sivri buz sarkıkları aktığını düşündürüyordu. Upuzun siyah saçlarına sarı gövdeli, çatal dilli, kaygan derili engerekler dolanmıştı. Bir rivayete göre saydam camdan yapılma gözlerini, ilk yalanını söylediği kundağında kaybetmişti. Balçıklı çamdan yapılma tahtı acı bir kırmızılığı olan kadife kumaştan örtülmeydi. Beton duvarlı, boş bir odanın ortasında duran bu taht, dünya öküzlerin boynuzun üzerinden indiğinden beridir üç ana cinin sırtında durmaktaydı. Gerçekle hakikat arasındaki savaşı kaybettiği gün kılıcını ağzının içine saklamıştı. Kestiği kafalardan yaptığı duvar kağıtları zemini örtüyordu. Bir destan anlatmak, Binbir Gece Masalları'na bin ikincisini eklemek, Dede Korkut'u obasından çıkarıp halka öğütler vermesini sağlamak isterken cazuya kara bir büyü yaptırdı. Erkek bir şifacının eli soluk ruhuna değmediği sürece kara büyü çözülmeyecek ve kimse ne ak ne kara otağa oturamayacaktı.

Eli karnına gitti. Masadaki dosyaları bir kenara itip ayağa kalktı. Pencereye ulaşıp yoğun kara bulutların mesken edindiği uçsuz bucaksız gökyüzüne baktı. Uçan, görünmez bir halının üstünde atmosferde savrulduğunu, yeryüzüne nasıl döneceğini bilmediğini ve ülkesinden hayli uzağa sürülmüş lanetli bir peri kızı olduğunu düşündü. Takvim yaprakları, kasım ayının sonlarına doğru, gövdesi olmayan eller tarafından yırtılıp buruşturularak çöpe atılıyordu. Güneş yüzünü göstermemeye ant içmişti. Gürleyen gökle irkildi. Duvara tutunup yoldan geçen araçları, tek tük insanların geçip gittiği kaldırımları seyretti. Çatılara çarpan, saçaklardan akan yağmur sularının araç tekerlekleri altındaki sıcrayışlarını izledi. Durmak bilmeyen zamanın içinde kaybolduğunu hissetti. Fırat gittiğinden bu yana asırlar olmuş gibiydi. Uzun süren bir rüyadan uyanmıştı da sevdiği adam rüya aleminde bir hayal olarak kalmıştı. Tekrar uyusa bile aynı rüyayı ikinci kez göremezdi. Karnındaki bebeği, o rüyetin gerçek olduğunun tek kanıtıydı. Sıkıca tutundu. Dolan gözleriyle titreyen çenesine hakim olmaya çalışırken üç kişilik deri koltuğa kalçalarını dayadı.

"Dön artık," diye fısıldadı. "Lütfen dön artık."

Kapı çaldı. Tepkisizce kararmaya yüz tutan havayı izlerken, "gir," dedi.

İçeriye giren avukat Cem beyin, "savcım," diyen sesini duydu.

"Efendim?"

"Dosyaya bakabildiniz mi acaba?"

Başını salladı.

"Baktım."

"Ne yapmamı önerirsiniz?"

"Müvekkilinle tekrar konuş. Yalan söylüyor."

"Sanmıyorum savcım."

İçini çekip doğruldu. Masadan dosyayı alıp Cem beyin sütlü kahve tonlarındaki gözlerine baktı.

"Sanmıyor olabilirsin, ama bu gerçeği değiştirmez. Müvekkiline iki yıl önce boşandığı kocasının kullandığı silahın markasını nereden bildiğini sor."

"Adam hep aynı silahı kullanırmış savcım."

"Banka dekontlarını kontrol ettin mi?"

"Ettim."

"Yaklaşık bir buçuk yıl önce yaptığı silah alışverişini gördün mü?"

"Görmedim."

"Çünkü öyle bir alışveriş yok. Silâhı kaçak yollarla almış. Silahlardan birinin ruhsatı varken diğerinin yok. Aynı markanın başka bir koleksiyonu. Mermiler ve fişekler arasında birer santim fark var. Kovanlar kayıp. İki ayrı silah var. Biri ortada yok. Hangisi?"

Kaşları çatılırken yutkundu.

"Galiba...ruhsatsız olan."

"Yani?"

"Kaçak olan silah."

"Sonuç olarak?"

"Kadın ruhsatlı silahın markasını bilebilir ama ruhsatsız olanın bilemez. Bana ruhsatsız olan silahın modelini söylerken yanlış cinayet silahını hedef gösterdi. Eski eşini koruyor. Ama neden?"

"Cinayeti birlikte işlediler çünkü. Ruhsatsız silahla adamı vurup suçu ruhsatlı silahın üstüne attılar, ama silahtan adamın da kadının da parmak izi çıkmadı. Kimin parmak izi vardı?"

"Amca oğlu Sıtkı'nın."

"Davayı çözmüş olman lazım artık. Bu kadar çaylak olma."

"Kadının eski kocası Remzi beyin amcasının oğlunun karısıyla ilişkisi vardı. Tarlada çalışan Hakkı bey onları gördü. Sıtkı beye haber edeceğini söyleyince öldürüldü. Ama eski karısının bundan ne çıkarı var?"

Dosyayı uzatıp, "onu da ona sor," dedi. "Benim aklıma takılan da o. Bu yüzden müvekkilini tekrar sorgula dedim."

Dosyayı alıp, "tamam savcım," diyerek odadan çıktı.

Hazan eşyalarını toplayıp eve gitmek üzere adliyeden ayrılarak makam aracına bindi. Eve vardığında Ömer ağa televizyon izlerken Heja babaanne, Fatma hanım, Aslı ve Yaren sofra hazırlıyordu. Selâmlaşıp evin içinde sezdiği tuhaf atmosferden kaçarak, haftalar önce alt kata taşınan yatak odasına girdi. Odun desenli, koyu gri parkelerin üzerinden beyaz tüylü halıya adımladı. Soyunup dökündü. Banyonun ve giyim odasının önündeki tek basamağı çıkıp ahşap tonlarındaki parkenin üzerinde yürüyerek gövdesi aynı tondaki parkeyle kaplı jakuzinin suyunu ayarladı. Dolmasını beklerken klozete oturdu. Akıntısı hâlâ devam ediyordu, bu bile Fırat'ı hatırlattı.

Rahatlatıcı bir müzik açıp suyun içine girdi. Çok fazla dolmasını istemediği için musluğu kapattı. Orta sıcaklıktaki suyun ve müziğin benliğini sarmasına müsade etti. Doğal, gül kokulu alkolsüz şampuanı ve duş jeliyle güzelce yıkandı. Saçlarını yağlayıp kremledi. Kurutup pijamalarını giydi. Kıyafetlerini banyodaki özel makineye attı. Çalıştırıp tavşanlı panduflarını giydi. Işığı kapatıp, neredeyse bütün duvarı kaplayan camın, kahverenginin hoş bir tonuna sahip perdelerini açtı. Ayaklı abajurun sarı, loş ışığını yakıp yağmurun sulamaya devam ettiği bahçeye baktı. Camlarla örtülü balkona çıkmak istese de vazgeçti. Kahverengi ve gri berjerlerin ortasındaki sehpadan kitabını alıp gri berjere oturdu. Ayıcıklı yastığa sarılıp bir bardak su doldurdu. Yavaş yavaş içip kendini rahatlatmaya çalıştı. Sevdiği adamı istiyordu ve yaptığı hiçbir şey onu aklından çıkarmaya muktedir değildi.

"Hazan! Sofra hazır!"

Yaren'in sesiyle henüz kapağını bile açamadığı "Kemikler ve Kartlar" adlı kitabı sehpaya bıraktı. Yerinden kalkıp salona geçti. Hep beraber sofraya doluştular.

"İyi misin kuzum?" diyen Heja babaanneyle mercimek çorbasına daldırdığı kaşığı kasenin içinde dolaştırmaya başladı.

"İyiyim," dedi. Çare olamayacakları yaralarının derisini kaldırmaya gerek yoktu.

Heja hanım kederli bir ifadeyle gözlerine bakarken Ömer bey Hazan'ın saçlarını sevdi.

"İyi olacak tabii," dedi. "Ne varmış iyi olmayacak? Birkaç vakte kocası da döner, daha da iyi olur inşallah."

"İnşallah," dedi Hazan.

Yaren ve Aslı birbiriyle bakışmış, Fatma hanım yüzünü yerden kaldırmamıştı. Heja babaanne burukca gülümsedi. Albay durum netleşene kadar söylemeyin demişti, onlar da dillerini ısıra ısıra susuyorlardı.

"Aslı."

"Efendim canım?"

"Fındık'ı aşıya götürdün mü?"

"Götürdüm, merak etme. Mamalarını da aldım. Yeni kulübesi için küçük bir ısıtıcıyla yatak da aldım beyefendiye."

"Bizden iyi yaşıyor vallaha."

Hazan Yaren'in bu sözleriyle gülümseyip Aslı'ya teşekkür etti. Havadan sudan, susmamak için konuşulan muhabbetlerle vakit geçti. Sofra toplandı. Diğer akşamlar gibi bir akşamdı. Hazan fırınlanmış peynir helvasının yanında, çiftlikten gelmiş ılık sütünü alarak odasına geçti. Aralarında bir kapı mesafe olsa da burası onun huzur bulduğu gizli mabediydi. Pencerenin önündeki koltuğa oturdu. Elindekileri sehpaya koydu. Kitabını yeniden eline aldı.

Çalan kapıyla duraksadı.

"Gel."

Aslı içeriye girip, "gelebilir miyim?" dedi.

"Niye soruyorsun, gel tabii."

Karşısına oturdu.

"Ne bileyim?" dedi. "Çok içine kapandın şu sıralar. Yaklaşırken düzenini bozmak üzereymiş gibi hissediyor insan."

Abajurdan yayılan ışığın altında bebekleri irileşen yeşil gözlerine baktı.

"Bir düzenim yok ki," dedi. "Fırat'ı özlüyorum, hepsi o kadar."

Aslı'nın gözlerinden geçip arkalarında kaybolan gölgeyi yakalayamadı.

"Dönecek," dedi. "Söz verdi sana."

"Biliyorum, ama yine de içim sıkılıyor. Bir şey olmuş gibi hissediyorum. Ona geç kalıyormuşum gibi, ama nereye gideceğimi de bilmiyorum. Bu his o kadar yorucu ki koca bir sonsuzluğu kaplıyor sanki. Nereye gidersem gideyim, ne yaparsam yapayım bir sonu yokmuş ve kaçamayacakmışım gibi."

Hazan gözlerinin içine içine bakarken yerinde hareket edip ayaklarını yukarıya topladı. Kazağını düzeltip, "hamilesin," dedi. "Duyguların çok yoğun. Böyle hissetmen anlaşılabilir, ama bunun bir dayanağı yok."

"Gerçekten mi?"

"Var mı?"

Yakınlarına yalan söylemek, hele de Hazan'a çok zordu. Sesi mekanik bir tonda çıkarken cümleleri fazla resmi ve samimiyetsizdi. Üstelik de sadece Aslı'daki değil diğerlerindeki tuhaflığı da sezen Hazan için alabildiğine rahatsız ediciydi.

"Benden bir şey mi saklıyorsun Aslı?"

Ani gelen soruyla ürperdi.

"Ha-hayır. Nereden çıkardın?"

"VASÖ yok, ama öngörülerim yerli yerinde. Dışlanmış gibi hissediyorum, belki bu yüzden içimde yeni bir düzen kurmaya çalışıyorumdur ve belki de sen ya da siz ben içime kapandığım için değil de bir şeyler sakladığınız için bana yaklaşmaya çekiniyorsunuzdur."

Köşeye sıkıştığını hissetti. Arkasına yaslanıp Hazan'dan uzaklaşmaya çalıştı.

"Doğru, yani senden uzak duruyoruz, çünkü hamilesin. İyi olmadığın çok açık. Sana nasıl yaklaşmamız gerektiğini bilmiyoruz. Diken üstünde, parmak uçlarında yürüyoruz, seni düşündüğümüz için. Yoksa senin bilmeyip bizim bildiğimiz ne olabilir?"

Bir süre gözlerine baksa da içini çekip, "peki," dedi. "Öyle olsun."

Sütünden bir yudum içip kitabını açtı. Bir kadının küvette yakılma sahnesiyle başlayan giriş bölümünü dün gece de okumuştu, fakat bu kelimeleri tekrar etmekten fazlası değildi. Aynı cümleleri ilk kez rastlıyormuşcasına zihninde canlandırdı. Yaşlı bir bilge, altıpatlar tabancayla, zarın altı yüzü arasında bir bağlantı olduğunu söylüyordu. Zihninde Rus ruleti canlandı. Tekerlek şarjördeki bütün mermileri boşalt, tek bir mermiyi geri yerleştir, şarjörü çevir ve kurşunun hangi sırada durduğu havaya atılan bir zarın altı gelme olasılığıyla aynı mantık düzlemine sahipti. Hazan o an Fırat'ı altıpatların içindeki biricik ve yalnız mermi olarak tahayyül etti. Kurşun namludan firar ederse bu sadece hedefin değil, merminin de ölümü olurdu.

"Ne okuyorsun?"

Çatalın ucuna takılmış peynir helvasını ağzına uzatan Aslı'ya döndü. Öne gelip helvayı yedi. Kitabın kapağını gösterdi.

"Hım?"

"Adam kitabın basılmasını yedi yıl beklemiş. Kader, talih, özgür irade gibi kavramlardan oyunlar üzerinden bahsediyor. Fantastik bir kitap. Bitirince anlatırım."

"Merak ettim, ben de alayım, üzerine konuşalım, olur mu?"

Heyecanla gülümsedi.

"Olur," dedi. "Eskiden Ali'yle yapardık. Her cuma günü okul çıkışı sahaf gezerdik. Ali çok güzel şiirler yazardı. Okumayı beceremezdi ama. Onu da ben üstlenirdim."

Gülüşü yavaş yavaş solup, günbatımı misali yitip gitmişti. Aslı diyecek bir şey bulamadı. Kardeş yarası hiçbir şeye benzemiyordu, Yaren'le birbirlerini yedikleri günleri hatırladı.

"Kitap konuyu nereye bağlayacak bilmiyorum, ama en nihayetinde özgür irade diye bir şey yok. Özgürlük diye bir şey olmadığı gibi."

"Neden?"

"Duygular işte. Sürekli kendimizle çelişiriz, iki seçenek arasından birini seçmek zorundayız. Sabah o işe gidilecek, birileriyle yarışılacak, suçlar işlenecek, ya ölen olacaksın ya da öldüren, ama hiçbiri seni özgür kılmayacak. Ali özgür iradesiyle girmedi hapse, o çocuk özgür iradesiyle ölmedi, ben özgür irademle hamile kalmadım. Fırat bu ülkenin binlercesi gibi görmezden gelinen bir kahramana ihtiyacı olduğu, babasının ihanetinin bedelini ödemek istediği için asker oldu. Ben babama hayrandım. Siz ben varım diye buradasınız. Ve dahası. Sence özgür müyüz?"

"Neyi ne kadar istediğine bağlı. Fazlasını istersen ayağına dolanan iplerin ne başını ne sonunu göremezsin. Bu da seni kapana kıstırır. Seçenekler ikiyken her şey kolaydır aslında, ikiyi aşınca renkler değişir. İnsanlar, tanrı olmak isterken kaybediyor Hazan. Ait olmadığı bir yere yükselmek isterken, özgür değilse bile iradesini kaybediyor. Sen, ben, Yaren, Fırat, en azından kendi seçimlerimizin kölesiyiz. İllaki yönetildik, sömürüldük, yabancılaştırıldık, ama Fırat yanında olduğu sürece ne kadar özgür olduğunu umursuyor musun?"

Başını olumsuzca salladı.

"Hayır," dedi. "Fırat yanımdayken özgür olmak için onun kokusu bile yetiyor."

Yaş dökmeye başlayan gözleriyle kasılan yüzünü önüne eğdi. Aslı kalkıp yanına gitti. Berjerin kenarına oturup sarıldı. Başını göğsüne bastırıp saçlarını sevip tepesini öptü.

"Ç-çok özledim...çok özledim."

"Şşş, tamam...gelecek."

Aslında çoktan gelmişti. İki hafta önce operasyon son aşamalarındayken düşmanla girilen sıcak temasta asteğmen Berk'i korumak için son anda üzerine atılmış, sırtına üç mermi saplanmıştı. Çatışma son bulup güvenli alana giderlerken sınırdaki bir sağlık ocağında durup ilk müdahaleyi yapmalarına rağmen kan kaybı çok fazlaydı ve kalbi durduğunda Berk sinir krizi geçirmişti. Helikopter sağlık ekipleriyle birlikte gelene kadar koca bir ovanın ortasında Azrail'le komutanlarının başını beklemişlerdi. Gaffur denilen herif de yanlarındaydı. Alaylı sözleri, kaypak gülüşleri timi sınamış, teğmen Yusuf, uzman çavuş Kadir tarafından durdurulmasa adamı çoktan öldürmüştü. Nihayet helikopter geldiğinde Şırnak'a ulaşmışlardı. İlk müdahale özel hastanede yapılmış, defalarca kez duran kalbi son bir kez daha atmaya başladığında ambulans uçakla Ankara'ya götürülmüştü. Kurşunlardan ikisi alınsa da üçüncü kurşun kaburgalar arasında kalmıştı. Doktorlar kurşuna dokunmak onu felç bırakabilir diyordu. Bu sebeple kurşunu almadılar. Fakat Fırat komaya girmişti. Kan kaybı, beyinde oluşan ödem ve travma sebebiyle günlerdir uyanmıyordu. Sinir hasarı veya fisziksel kayıp olup olmadığını ögrenmek için uyanması gerekiyordu. Albay Fırat'ın ailesindeki herkesi arayıp haber vermiş, fakat düşük riskinden dolayı Hazan'ı aramamıştı. Ömer ağalar yarın bir iki günlüğüne Urfa'ya dönme bahanesiyle Ankara'ya gidecekti. Bahar, bir hafta önce doğurmuştu, ona bakacaklarını söylüyorlardı. Saadettin ve Canan hanım olayı öğrendikleri gibi Fırat'ın yanına gitmişlerdi. Tim de oradaydı. Aslı, Yaren ve Fatma hanım her şeyi bilseler de susuyorlardı.

Saat gece yarısına doğru ilerlerken Hazan yatağa girdi. Fırat'ın kazağı kollarının arasındaydı. Karışık, tekinsiz rüyalar gördü. Kapalı kapılar ardında, terk edilmiş bir hastanenin koridorlarında ağlayan bir bebeği arayıp durdu. Rüyanın sonunda pencereleri açık, tül perdelerin savrulduğu bir odada yatan sevdiği adamı gördü. Çığlıkları gırtlağını yırtarken yataktan fırladı. Kan ter içinde kalmıştı. Bir eli kalbini, diğer eli ise karnını buldu. Bebeğine bir şey olmasından korkarken nefeslerini düzene sokmaya çalışıp astım spreyini aldı. Spreye gerek kalmadan durulan nefeslerinin ardından gözyaşlarına boğuldu. Yüzünü kazağına gömüp hıçkıra hıçkıra ağlarken artık güçlüymüş gibi yapacak takati kalmamıştı.

"Dön...dön artık," diyerek sesini kimsenin duymadığını bilerek yalvardı. Bulanan midesiyle banyoya koştu. Hayli zamandır karanlıktan korkar olmuştu. Abajur yanıktı, önünü görebildi. Klozetin önüne çöküp midesini boşalttı. Elini yüzünü yıkayıp aynadaki yorgun yüzüne baktı. Kalçalarını geçeli hayli zaman olmuş saçlarını elleriyle taradı. Makası alıp beline kadar acımadan kesti. Kendince, iki hafta sonra geleceğim diyip gelmeyen kocasını cezalandırıyordu. Lavabonun içine dökülen saçlarıyla ne yaptığını fark ettiğinde makas elinden kayıp yere düştü. Yanaklarına doğru akan boncuk boncuk yaşlarla, öldürdüğü bedene daha fazla bakmak istemeyen bir katil gibi kaçarcasına odaya döndü. Duvarlar üstüne üstüne gelirken kafatasının içinde yüzyıllardır yanan bir kafir ateşi beyninin kıvrımlarını eritiyordu. Özlem ve bebeğine bir şey olma korkusu yüreğini rahat bırakmazken, saçlarını kesişiyle omuzlarına binen suçluluk ve ihanet duygusu benliğini delirmenin eşiğine getirdi.

Can havliyle kapıya koştu. Kolu sökercesine çekip mutfağa gitti. Bahçe kapısını açtı. Soğuk, toprak ve yağmur kokulu havayı içine çekti. Gözyaşları yüzünde buz kesti. Saçları savruldu. Anlamsız iniltiler çıkarmaktan kendini alamıyordu. Yere çöktü. Fındık kulübesinden çıkıp koşarak yanına geldi. Birkaç kez hırlayıp eşiğe oturdu.

"Bi-bir şey oldu," dedi. "Fındık...bir şey oldu."

Hissediyordu. Herkesin bildiği ama ondan sakladığı bir şey vardı. Sormaya korkuyordu, ama belirsizlik katlanılamaz bir hâl almıştı. Dakikalarca orada oturdu. Sonra kalkıp melisa çayı demledi. Fındık'a kulübesine gitmesini söyleyip kapıyı örttü. French pressi ve cam fincanı alıp odasına gitti. Balkona çıkıp, sürgülü, katlanılabilir camlardan birini açıp salıncağa oturdu. Bir fincan koyduğu melisa çayını bebeğini sevip kendini rahatlatmaya çalışarak içti. Hafif bir ağrısı vardı ama iyi olduğunu biliyordu. Fırat'ın da iyi olmasını umdu.

**********

2 Hafta Sonra...

Günler birbirlerini aynı sessizlikle kovaladı. Mevsim kışa döndü. Henüz yeryüzüne tek bir kar tanesi dahi düşmemişti ama kimse buna aldırış etmedi. Doğa değişti, ağaçlar yapraklarından, baharda tekrar kavuşma sözüyle ayrıldı, bağlar bahçeler boşaldı; mahalleleri ve sokak aralarını kömür kokuları sardı, reklamlar, manasız diziler değişti. Hazan bir iki kez şiddetli ağrı ve hafif kanama sebebiyle doktora gitti. Serumlar ve iğneler yedi. Birkaç kez baygınlık geçirdi. Bebeğinin ilk ultrason fotoğraflarını aldı, kalp atışlarını duydu. Bir hamilelik günlüğü edinip üzerine yıkılan koca bir dünyayla ağır aksak, sürüngen adımlarıyla bir şeylere devam etmeye çalıştı. Her gün albaydan aynı sözleri duymaya dayanamıyordu, ama bebeği, o mercimek tanesi kadar varlığıyla direnirken pes etmedi.

Fırat ise bir hafta önce uyanmıştı. Dün ise Ankara'dan Şırnak'taki özel hastaneye sevk edilmişti. Durumu stabildi, fakat fiziksel olara iyi olsa da iyileşebilir ufak tefek kas hasarları mevcuttu. Fizik tedavi gerekecekti. Tedavi sonrasında mesleğine dönebileceği öngörülüyordu. Hazan'a o hamile haliyle telâşlanıp Ankara'ya gelmeye kalkmasın diye kimseye haber verdirtmemişti. Kokusu burnunda tütüyordu. İki hafta sonra geleceğim, diyip gelememişti. Ömer ağa halini anlattıkça bağrı dağlanmıştı. Neredeyse gittiğine pişman olmuştu. Bayılıp şiddetli ağrılarla birlikte gelen hafif kanamalarla hastaneye giderek serum ve iğne yediğini duyunca çıldırmanın eşiğine gelmiş, Ömer ağaya, babaannesine, Aslı ve Yaren'e esip gürlemişti. Çektiği acıların esamesi bile okunmazdı, ama sevdiği kızın acı çektiğini bilmek yeri göğe katıyordu. Susmayan mermi seslerine, hedefi kılpayı kaçıran bombalara, gecesi gündüzü olmayan günlere, toza toprağa katlanmak mesele değildi de Hazan'ın saçının teline zarar gelse ölürdü. Şu an iyi olduğunu biliyordu. Biraz daha toparlanıp karısını yanına getirtecekti.

Günlerden pazardı. Hazan bebeğinin kalp atışlarını duymak için tekrar hastaneye gitti. Ses kaydına alıp odadan çıktı. Hastane hafta içine nazaran daha sessiz ve sakindi. Bindiği asansörün ikinci katta açılan kapısında uzman çavuş Kadir Keskin'i görür gibi oldu. Şaşkınlıkla büyüyen gözleriyle kalbi tekledi. İçeriye giren insanların arasından sıyrılıp koridorda gittiği yöne döndü. Asker üniformalı biri kalın kolonun arkasında kaybolurken düşünmeden peşine düştü. Beyaz spor ayakkabılarıyla bir eli karnında, diğer elinde ultrason fotoğrafı varken hızlı adımlar atıyordu. Kadir olduğunu düşündüğü adamı kaybetse de yürümeye devam etti. Yatan hastaların olduğu bölüme girdi. Koridor bomboştu, ama içinden bir ses devam etmesini söylüyordu.

Odaların önlerinden geçti. Numaralarına baktı. En ufak sese kulak kesildi.

"Akşam timin geri kalanı da gelecek komutanım. İdmandalar şimdi."

Kadir, lojmandaki telefonunu getirmişti. Yarın Hazan'ı buraya getirtecekti, şimdilik fotoğraflarıyla yetinmek niyetindeydi.

"Eyvallah Kadir, sağol."

"Başka bir isteğiniz var mı komutanım?"

"Yok. İşinin başına dön, hadi."

"Emredersiniz komutanım."

Hazan duyduğu sesle baştan aşağı titredi. Aralık kapının yanındaki duvara dayandı. Buradaydı, gelmişti. Gözlerinden yaşlar boşaldı. Madem gelmişti, konuşabilecek kadar iyiydi, ona neden haber vermemişti? Ya diğerleri? Noluyordu? Sevdiği adama ne olmuştu da buradaydı? Dizleri titrerken yere düşeceğini hissedip direndi. O sırada Kadir kapıdan çıkmıştı. Hazan'ı fark edince taş kesildi.

"Sa-savcım?"

Öfkeyle gözlerine baktı. Ondan hoşlanmadıklarını biliyordu, ama bu kadar cani olamazlardı.

"Çekil," dedi, tükürürcesine. "Çekil önümden."

"E-emredersiniz savcım."

Fırat duyduğu sesle başını hızla kapıya çevirdi. İçeriye giren karısıyla dona kaldı. Özlemden yüreği ezilirken, beyaz, triko boğazlı kazağının üzerine giydiği inci düğmeli, tüvit kumaştan yapılmış kısa yeleğiyle bol paça pantolonundan oluşan açık pembe takımının üstüne giydiği, başındaki krem rengi kasketle aynı renk olan kabanının içindeki karısını baştan aşağı süzdü. Beyaz spor ayakkabılarının, pantolonun paçasından sadece uç kısmı görünüyordu. Su dalgası saçları kısalmıştı. Kilo vermemiş, aksine almış gibi duruyordu. Açık pembe sırt çantasını ve bir kağıt parçasını tutan ellerinde krem rengi örme eldivenler, boynunda ise takımı olan atkısı vardı. Fırat kalkıp karısına sarılmak, kucağına almak istedi, fakat sırtındaki yaralar izin vermemişti.

Hazan, çıplak üst kısmından sırtına dolanan sargıyı, hastane yatağında yarı oturur yarı uzanır vaziyette duran kocasını görünce olduğu yere mıhlandı. Vurulmuştu. Gözleri iri damlalar halinde yaş dökerken olduğu yerde yalpaladı.

"Fı-Fırat," dedi, hıçkırarak.

Biraz daha doğrulup yatakta dikleşti. Elini uzatıp, " gel," dedi. "Gel yanıma."

Kadir kapıyı çekip çıkarken Hazan sarsak adımları, sersemleyen aklıyla sevdiği adama doğru aceleci adımlar attı. Zemin ayağının altından çekiliyormuş, bir uzay boşluğunda yürüyormuş gibi bastığı yeri hissetmiyordu. Nihayet yatağa ulaştığında düşmekten son anda kurtulmuşcasına yatağa oturup Fırat'ın boynuna dolandı.

"Fırat..."

Haftalardır hasret kaldığı kıza sıkıca sarılıp, "şşş," dedi. Saçlarına, ensesine, yanağına ve boynuna öpücükler kondurdu. "Buradayım, buradayım bebeğim."

"Fırat..."

"Söyle, emret kurban olduğum."

"Fırat'ım..."

"Yavrum."

Dudaklarını boynuna bastırdı. Kokusunu solurken canını yakmaktan korkarak içindeki özlemin binde birini bile gösteremiyordu. Gözyaşları sevdiği adamın tenini ıslatıyordu. Hıçkırıkları gırtlağında patlayıp yankılanırken, "ç-çok özledim," dedi. "Çok özledim."

Başındaki kasketi çıkarıp bir kenara koydu. Kestiğini fark ettiği saçlarının her bir telini öptü.

"Kafayı yedim lan," dedi. "Delirdim hasretinden."

"No-noldu sana? Ne bu halin?"

"Bir şeyim yok, iyiyim."

Sırtındaki sargıya bulaşan batikon lekelerine baktı. Yanağını omzuna yaslayıp göğsündeki kablolara bağlı monitörün ekranında gözlerini gezdirdi. Kalp atışları yüzü geçmişti. Bip sesleri odayı dolduruyordu. Omzunu öptü.

"Ağzını yediğim."

Yüz yüze gelmelerini sağladı. Kocaman, upuzun kıvrımlı kirpiklerinin çevrelediği, ateş parçası, ıslak gözlerini yüzünde gezdirdi. Yorgun ve solgun görünüyordu. Burnunu çekip dudaklarını öptü. Sevdiği adam beklemeden karşılık verip özlem dolu bir şekilde dudaklarını emip koklayarak içine çekti. Bir müddet öptükten sonra dudaklarının arasına biraz mesafe koyup, "belin ağrır böyle," dedi. "Kalk, yanıma uzan."

"Ama ya canını yakarsam?"

Çenesini ısırdı.

"Senin yakacağın candan nolur? Gel," dedi. "Canım feda olsun sana."

"Deme öyle. Ya bir şey olsaydı sana? Ben...ne yapardım o zaman?"

Gözlerini öperek yaşları sildi.

"Şşş, ağlama bebeğim. Yok bir şeyim, buradayım. Ölürüm sana, gel hadi, yat yanıma."

Hazan vücudu zangır zangır titrerken alt dudağını ısırıp başını salladı. Ayağa kalkacak gücü yoktu. Bu yüzden oturarak kabanını, atkısını ve eldivenlerini çıkardı. Yatağa koyup ayakkabılarını aşağıda bıraktı. Fırat saçlarını öpüp koklayıp kollarını beline sararak karnını severken çantasından telefonunu aldı. Bebeğinin resmi de elindeyken bacaklarını yukarıya çekti. Sevdiği adamın göğsüne kıvrıldı.

Fırat yanında küçücük kalan kızı hastane örtüsünün altına aldı. Kuş gibi titreyen bedenini sıkıca sardı. Alnını, burnunu ve dudaklarını öpüp yüzünü boynuna gömdü.

"Oh, dünya varmış lan," dedi. "Kurban olurum sana."

Telefonunu aralarına bırakıp parmaklarını saçlarına daldırdı. Başını öpüp, "kocam," dedi.

"Karım."

"Ne zaman döndün? Bana niye haber vermedin? İstemedin mi beni?"

"Saçmalama, ne demek istememek?"

"O zaman niye döndün de haber vermedin bana? Noldu sana böyle? Ben...yaranı gördüm. Fırat..canın yanıyor mu?"

"Gülüm, bir tanem benim ağlama. Yanmıyor canım, iyiyim. Korkma diye haber vermedim sana. Yapma şöyle, üzme beni."

"Ama ben...çok korktum. Az..Az kalsın bebeğimizi kaybedecektim. Belki se-seni de kaybediyordum."

Gözleri dolarken, "yok öyle bir şey," dedi. "Ben bırakır mıyım seni? Ne dedim sana? Ben sensiz yaşamayı geç, ölemem bile."

Yarasına dokunmadan sarılmaya çalışırken kolunu öpüp yüzünü tenine sürttü.

"Ne zaman geldin?" dedi. "Albay bana sürekli operasyonun uzadığını söyleyip durdu."

Ensesini öptü.

"Uzamadı. Tam vaktinde bitti. Son anda ben vuruldum," dedi. İllaki sırtındaki üç mermi yarasını görüp iki günde olup bitecek bir şey olmadığını anlayacaktı. Dürüst olmaya karar vermişti.

"Ne?"

Uzaklaşmaya yeltendiğinde kollarını sıkılaştırıp müsade etmedi.

"Ankara'ya götürüldüm. Ameliyat oldum, dün de buraya geldim. Şimdi iyiyim, bırakmayacağım bir daha seni. Bu sefer söz. Bordo sözü."

"Ya-yani...a-az kalsın..."

"Yok, yok bebeğim, yok öyle bir şey. Ben kalbimden vurulup ölmedim, sen varsın diye, bu hiçbir şey lan."

"O-of..."

Fırat katıla katıla ağlayan Hazan'ı boynundan ayırıp alnını öptü. Yüzü kıpkırmızı kesilmişti. Ateşi vardı. Göğsüne bastırıp çantasına uzandı. Yarası sızlasa da başarmıştı. Fermuarını açıp onca karmaşanın içinde astım spreyiyle su şişesini aldı. Kucağına bırakıp gözyaşları ve akan burnuyla ıslanan dudaklarını öpücüklere boğdu.

"Hazan'ım...tamam artık. Geçti gitti, ağlama, nolur?"

Yüzünü bağrına sakladı.

"Benim...se-senden ba-başka kimsem...yok ama...ya...ya sensiz kalsaydım?"

İçi acıdı. Etrafında kaç kişi olursa olsun onunda Hazan'dan başka kimsesi yoktu. Ankara'da gözlerini açtığında başına üşüşen Canan hanımla Saadettin'i kovmuştu. Haber alıp yanına gelen Yağız'la iki üç kelime konuşmuştu. Ömer ağaya Hazan'ı sormuş, sadece ona kavuşmak istemişti. İlk kurşunu yediğinde aklında yine o vardı. İkincisinde sendelemiş, üçüncüsünde yere düşmüştü. Kan kusarken bile ölmeyeceğini biliyordu. Kelime-i şahadeti inatla getirmemişti. Bayılırken ağzından sevdiği kızın adı döküldü. Uyandığında da ilk söylediği şey onun adıydı.

"Kalmadın, kalmayacaksın da. Ben hamile karımı bırakır gider miyim, seni gelinlikle görmeden kefene girer miyim lan? Daha aşerdiğini bile görmedim. Doğururken yanında olacağım, seni bebeğimizi emzirirken izleyeceğim. Kaç kere söyledim, senin benden başka bir yolun yok. Ağlama artık."

"Ço-çok seviyorum seni."

"Kurban olurum sana. Gel," dedi. Spreyi ağzına sıktı. Nefesleri durulunca biraz su içirdi. Burnunu peçeteyle silip öpüp emerek ısırdı. Saçlarını geriye itip yüzünü açtı. Karnını okşayıp, "bebeğimiz nasıl?" diye sordu.

Elini karnındaki elin üzerine koydu.

"İyi," dedi. Aralarındaki fotoğrafı alıp gösterdi. "Bunu az önce çektirdim. Bak, şu minik mercimek tanesi kadar olan şey bebeğimiz."

Siyah beyaz fotoğrafı elinden alıp dikkat kesildi.

"Şu ufacık nokta mı?"

"Hı hı, o. Her hafta bir tane çektiriyorum."

Çantasından mor kapaklı hamilelik günlüğünü çıkardı. Yapıştırıcı ve kalemi de aldı. Defteri açıp bir önceki haftalara ait iki resmi gösterdi. Yanlarında tarihleri, stickerlar, renkli çizimler vardı. Bir de Hazan'ın yazdığı birkaç ufak tefek not. Ama onları okumasına izin vermek istemiyordu.

"Bak."

Aynı ilgiyle sayfaları inceledi.

"Sen mi yaptın bunları?"

"Hı hı. Bizim fotoğraflarımızda var. Aslı, Yaren, Ömer dedem, Heja babaannem, Fındık, evimiz," derken doldurduğu bütün sayfaları gösterdi. Sonbahar yapraklarının da olduğu sayfalardan gül kokusu yayılıyordu. Elindeki fotoğrafı aldı. "Şimdi bunu da yapıştıracağım. Sevdin mi?"

Şakağını öpüp, "çok," dedi. "Çok sevdim."

Defteri Fırat'ın karnına koydu. Resmî ters çevirip yapıştırıcıyı sürdü. Sayfaya güzelce yerleştirip yanına tarih düştü. Çantadan polaroid fotoğraf makinesini çıkardı.

"Şimdi bizi çekelim," dedi. İki eliyle tutup yüzlerine odakladı. "Öp beni."

"Nereden?"

Düşündü.

"Saçlarımı öp."

"Emrin olur," diyip saçlarını öperken Hazan deklanşöre bastı. Flaş patlayınca makine fotoğrafı kağıda basıp çıkardı. Resmi sallayarak soğuttu. Görüntüleri belirdi.

"Bak, ne güzel çıkmışız."

Karısına sımsıkı sarılıp yanağını öptü.

"Senin içinde olduğum herhangi bir şeyin kötü olma ihtimali mi var?" dedi.

" Yok, ama bu sefer sen de varsın. Bir öncelikler de yalnızdım."

"Bundan sonra olmayacaksın."

Dudaklarını buluşturup, "biliyorum," dedi. Bu resmi de bebeklerini yanına yapıştırdı. Stickerlarını Fırat'a gösterdi.

"Hangisi olsun?"

"Şu."

"Rapunzel mi?"

"Hı hı."

Stickerı bir alt köşeye yapıştırdı.

"Oldu mu?"

"Oldu...oldu da..."

"Ne?"

"Benim prensesimin saçlarına ne oldu?"

Yutkundu. Eşyalarını toplarken, "kestim," dedi.

"Neden? Kaç defa söyledim sana, dokunma saçlarına diye?"

"Ne yapacaktım, yerleri mi süpürecektim o kadar saçla? Hem...senin yüzünden oldu."

"Yanında bile yoktum Hazan, ne yapmış olabilirim?"

"Cevap sorunun içinde."

Telefenuyla birlikte göğsüne yatan karısıyla sıkıntılı bir nefesi alıp verdi.

"Vaktinde gelemedim diye beni cezalandırmak için mi kestin saçlarını?"

"Ne güzel de biliyorsun suçunu."

"Özür dilerim."

"Ben de. Kestikten sonra pişman oldum ama makası çoktan vurmuştum. Çok kesmedim zaten. Kızdın mı?"

"Hayır, üzüldüm."

"O daha kötü. Keşke kızsaydın."

Burnunu öptü.

"Aç mısın?"

"Şimdilik değilim. Ama acıkırsam söylerim. Aşeriyorum da zaten artık. Geçen gün canım ciğer çekti, bir tabak, kusmadan yedim. Tabii sonra gece çıkardım hepsini. Saliha hanım, yani psikoloğum dedi ki aslında ciğeri seninle özdeşleştirdiğim için canım çekmiş. Seni o kadar çok özlemişim ki sana kavuşamayınca canım ciğer istemiş. Bir de buna ağladım saatlerce."

"Ne güzel seviyorsun sen beni öyle?"

"Senden öğrendim."

Gülümsedi.

"Hani anlaşmıştık ama, ağlamayacaktın."

"Söz vermedim ki. Hem ilk anlaşmayı sen bozdun. İki hafta sonra geleceğim diyip gelmedin."

Yüzünü saçlarına gömüp sessiz kaldı. Ölmeyeceğini bilse de Hazan'a dönememekten çok korktuğu bir anı hatırlıyordu. Canından ziyade ruhunun can çekiştiği o an zihnini doldururken kasıldı.

"Affettim seni, üzülme. Ama bir daha olmasın, tamam mı?"

"Tamam."

"Sana bir şey dinleteceğim, dur."

Telefonda ses kayıt bölümüne girip en son kaydettiği şeyin üzerine tıklamadan önce, "hazır mısın?" diye sordu.

"Hazırım yavrum."

Sesi açtı. Uğultulu kalp sesi kulaklarına dolarken Hazan gözlerini kapattı.

"N-ne bu?"

"Bebeğimizin kalp ritimleri. Artık bir kalbi var. Çok güzel, di mi?"

Bunu beklemiyordu. Kalbi tekledi. Gözlerine yaş birikirken dilinin ucunu ısırdı.

"Çok," dedi. "Çok güzel."

Defalarca kez başa sarıp sarıp dinlediler. Bir müddet sonra Hazan uyuya kaldı. Şu sıralar çok sık uykusu geliyordu. Birçok kez adliyede bile uyuya kaldığı olmuştu. Bugün de adliyeden çıkıp hastaneye geldikten sonra eve dönüp dinlenmekti niyeti. Fakat uzun zaman sonra ilk kez böyle güvende ve tam hissederek uyudu.
💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦

Bölüm : 10.11.2025 09:03 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...