

**********
Çikolatalı sütünü içerken elindeki alışveriş arabasıyla marketin içinde dolanıyordu. Fırat'ın doğum günü için kendi elleriyle yapacağı pastanın eksik olan birkaç malzemesini almıştı. Kulaklıkta çalan müzikle ara ara belli belirsiz dans ederken gördüğü beyaz tüylü bir tacı da sepete attı. Yanından geçen adama yol verip abur cubur reyonlarını dolandı. Manav bölümünden geçti. Kırtasiye kısmında duraksadı. Uzun zamandır günlük tutmuyordu, hamilelik günlüğü tutuyordu ama kendine özel bir şeyler yazmak için peluş kapaklı bir defter aldı. Renkli kalem setini ve ufak bir not defterini de arabaya atıp devam etti. Mutfak eşyalarında gözlerini gezdirdi. Kupa bardağı takıntısı vardı. Siyah kedili, kulpu kuyruğundan oluşan, bej ve kırmızı renklerinde eşlik ettiği bardağı dikkatlice diğer aldıklarının üzerine koydu. Evlerinde her şey vardı ve alacak başka bir şey bulamadan birkaç tane pedle birlikte kasaya yürüdü. Müziği kapatıp okutulan ürünleri poşetleyip ücretini ödeyerek marketten çıktı. Durulan kar yeniden başlarken makam aracına bindiğinde telefonu çaldı. Sevdiği adam arıyordu. Aramayı kulaklıktan yanıtladı.
"Alo?"
"Neredesin sen? Adliyeden çıkalı bir saat oldu."
"Marketten çıktım şimdi, geliyorum."
"Niye geç kalacağını haber vermiyorsun bana?"
"Doğum günün için bir şeyler aldım. Hem alışveriş merkezine hem de markete uğradım. Uzun sürd..."
"Hamile halinle alışveriş merkezine mi gittin? Lan ya bir şey olsaydı?!"
Hazan korumalara kısa bir bakış atıp, "çok insan yoktu," dedi. "İyiyim, sakin ol."
Sertçe soludu. Pencerenin önündeki koltuğa oturup, "eve gel," dedi. "Konuşacağız bunu."
"Geliyorum."
Telefon kapandı. Hazan Fırat'ın neden bu kadar gergin olduğunu anlamıyordu. Alt tarafı bir saat geç kalmıştı, ne vardı bunda bu kadar bağırıp çağıracak? Elini karnına koyup yarım kalan sütünü içmeyi sürdürdü. Dakikalar sonra eve geldiğinde kocası sabah onu uğurladığı yerdeydi. Araçtan indiğinde poşetleri alıp korumalara selam verdikten sonra elini tutup dar giriş kapısını kapattı. Hiçbir şey konuşmadan ağır adımlarıyla evin önündeki iki basamaklı merdiveni çıktılar. Heja babaanne, Fatma hanım, Ömer ağa ve kızlar Hazan'a hoşgeldin dedi. Hazan mutfağa gitmesi gereken poşeti onlara verip Fırat'la beraber odalarına geçti.
Kapı kapandığı an kavga edeceklerini zannederken sevdiği adam elindeki poşeti yere bırakıp onu kucağına alarak dudaklarına yapıştı. Aceleci ve iştahlı öpücüklerinden kurtulmaya çalıştı.
"Fı-ah...ya," derken sırtı duvarla buluştu. Dudaklarını ayırmak için yüzünü itti. Nefes nefese kocası boynunu emmeye başladığında, "dur," dedi. "Elimi yıkayıp üstümü değiştireyim, lütfen."
"Çok...çok özledim lan...çok özledim."
"Ben de seni özledim kocam. Ama nolur, böyle dokunamam sana. Hem çok bunaldım elbisenin içinde. Bırak, lütfen. İndir beni."
Burnu dudağının kenarında soluklanırken, "süt mü içtin sen?" dedi.
"Hı hı."
Yanağını sıkıca öptü.
"Oh, süt kokulum benim."
"Canım kocam."
Dikkatlice sarsmadan yere indirdi. Banyoya kadar peşinden gitti. Hazan kapıyı yüzüne kapatınca ağrıyan sırtına rağmen duvara dayanıp bekledi. Bir süre sonra çıkmıştı. Birlikte giyinme odasına girdiler. Hazan makyaj masasının sandalyesini çekip, "gel, otur böyle," dedi. "Durma ayakta."
Masaya tutunup oturdu. Karısını dizine aldı. Küpelerini çıkarışını izlerken saçlarını koklayıp öptü. Karnını sevdi. Yüzündeki makyajı silen ellerine dalıp gitti. Çekmeceden aldığı pamuk ve asetonla ojelerini temizleyişini seyretti. En ufak bir kalıntı kalmadan temizlediği tırnaklarının açık pembe, parlak doğal rengi ortaya serildi. Gömleğinin fularını çözdü. Elbisesinin askılarını indirip düğmelerini açtı. Omuzlarından sıyırıp siyah sütyeniyle kaldığında, "Fırat," dedi.
"Karım."
"Sütyenimi açsana."
Ellerini karnından çözüp sırtında gezdirdi. Kopçasını bulup açarken, "sütyenini yesinler senin," dedi. Hazan gevşeyen sütyeniyle memeleri rahatladığında inledi.
"Ah..."
Göğüslerini avucuna alıp okşadı. Aynadaki yansımalarına baktı. Bembeyaz tenine akan saçları, küçük omuzlarına, cılız kollarına, zayıf bedenine rağmen büyük ve dolgun; uçları koyulaşıp kaparmış memeleri çok güzeldi.
"Acıyor mu?"
"Biraz, ama çok sızlıyor."
"Emsem iyi gelir mi? Hastanedeki gibi."
Başını bağrına yaslayıp gözlerini sevdiği adamın okşayışlarıyla kapattı. Elleri memelerindeki elleri buldu.
"Gelir heralde. Ama önce üstümü giyineyim."
"Giyin."
Kucağından kalkıp kıyafetinin geri kalanını bacaklarından sıyırdı. Şortunu ve külotunu da kirlilerin üzerine fırlattı. Beline dolanan kollar ve kalçalarına inen dudaklarla irkildi.
"Fırat..."
Etini ısırıp emerken, "hım?" dedi, kendini kaybetmek üzereymiş gibi çıkan sesiyle.
"Bı-bırak. Yemeğe çağırırlar şimdi, giyinmem lazım."
"Benim de sana dokunup, öpüp, sevmem lazım. Yoksa çıldıracağım."
"Gece dedik ya. Lütfen."
Güç bela yüzünü sürtüp kokladığı kalçalarından ayrıldı. Gözünün önünde çırılçıplak gezinip vücudunun her parçası aletini kaldırıp içindeki her şeyi ateşe verirken beyaz külotunu, siyah beyaz ekoseli pijama altını ve göbeğini hafifçe açıkta bırakan, uzun kollu crop sweetini giyişini kucağına oturup gül kokulu tonikle arındırdığı cildini ve ellerini kremleyişini tek bir saniyesini kaçırmadan, her anına aynı değeri vererek zihnine kazıdı.
Dudaklarına nemlendirici sürdü. Fırat'a dönüp, "gel, sana da sürelim," dedi.
Başını geriye atıp yüzünü kaçırdı.
"Saçmalama."
"Neden? Nolur ki sürsem? Alt tarafı bir krem."
"Haz ettiğim şeyler değil yavrum, zorlama."
"Tamam," diyerek lipsticki masaya bıraktı. Yerdeki kıyafetleri toplayıp banyodaki kirli sepetine attı. Fırat'ın peşinden getirdiği beyaz çorapları giyip tavşanlı panduflarını ayağına geçirdi. Yerdeki poşeti aldı. Yataktaki sevdiği adamın yanında yer edindi. Beyaz tüylü tacı saçlarına taktı.
"Bak, bunu markette buldum. Güzel mi?"
"Böyle belli olmuyor, yaklaş biraz."
Ne istediğini biliyordu. Bu yüzden yokuşa sürmeden başını göğsüne koyup uzandı.
"Şimdi belli oluyor mu?"
"Oluyor," diyip saçlarını öptü. "Çok güzel."
Defterleri ve kalemleri de gösterdi.
"Bu küçük deftere okuduğum kitaplardan notlar alacağım. Buna da günlük tutacağım."
Dudakları alnındayken, "ne günlüğü?" diye sordu. Eskiden Bahar'ın da buna benzer bir defteri olduğunu hatırlıyordu. Annesi sürekli odasını karıştırıp bulur saatlerce kavga ederlerdi. Fırat pek karışmaz, sesleri yükseldiği an evden ayrılırdı. Anladığı kadarıyla kardeşi o deftere gizli saklı şeylerini yazıyordu, kimseye diyemediği dertlerini yüreğini açamadığı insanlara değil, o sayfalara döküyordu. Hazan'ın ondan sakladığı, çekip de diyemediği bir derdi mi vardı, ya da bir gün olursa ona sığınmak yerine bu sayfaları mı dolduracaktı? Bu ihtimallerden hoşlanmadı.
Defterin boş sayfalarını çevirirken, "günlük işte," dedi. "Adı üstünde."
"Ne gerek var buna? Ben ne güne duruyorum?"
Gözlerini defterden alıp sevdiği adamın çatılan kaşlarıyla gerilen yüzüne, sorduğu sorudaki rahatsızlığa odaklandı.
"Bunun seninle bir ilgisi yok ki," dedi. Ne düşündüğünü tam olarak anladığından emin değildi. Belki de ondan sakladığı bir şeyler olduğunu düşünmüştü.
"Kiminle alakalı peki?"
"Benimle. Eskiden de hep günlük tutardım zaten. Neye kızdığını anlamadım ki."
"Neden benimle konuşmak varken bu saçma sapan şeye ihtiyaç duyuyorsun?"
Göğsünden ayrıldı.
"Saçma sapan diyemezsin. Hem nereden çıkardın ki seninle konuşmak yerine günlük tutmaya ihtiyaç duyduğumu?"
"Nereden çıktı o zaman bu?"
"Günlük tutmak istedim sadece. Alırken, Fırat'la konuşamıyorum, bari buna yazarım, diye düşünmedim. Aldım sadece. Niye benimle kavga etmek istiyorsun ki şimdi?"
Dilini damağında gezdirdi. Ateş parçası gözlerinin ta içine baktı. Beline sarılı kolu sıkılaşıp Hazan'ı üstüne düşürdü.
"Gizli kapaklı şeylerden haz etmem," dedi.
"Gizliyor olsaydım defteri sana gösterip günlük tutmak istediğimi söylemezdim. Kaldı ki ne gizleyebilirim ki senden?"
Alnını alnına dayadı.
"Ne olduğunun bir önemi yok, ben kocanım senin. Hissettiğin her şeyi bana anlatabilirsin. Anlarım Hazan. O kadar kalın kafalı değiliz."
Sakin bir soluğu yavaşça dışarıya verdi. Soğuk elleri yüzünü buldu. Dudaklarına küçük bir öpücük kondurup, "biliyorum," dedi. "Ama yazı yazmayı seviyorum ben. Hem her şeyi konuşursak kendimize ne kalacak? Biraz özel alanın hiç kimseye bir zararı olmaz."
"Bana olur. Kendi kafana göre, bana sormadan karar veremezsin buna. Verdirtmem."
Ellerini çekip omuzlarına koydu. Alınlarını ayırmak istedikçe üstüne gelen kocasıyla başını sabit tuttu.
"Ya ne kararı? Alt tarafı kendimize de vakit ayıralım dedim, bir defter alıp geldim, niye bu kadar gerginsin?"
"Geriyorsun çünkü."
"Ben mi?"
"Evet, sen."
"Allah aşkına ne yaptım ben şimdi?"
"Hangi birini sayacağız?"
Alt dudağını ısırdı. Buğulanan bakışlarını kaçırıp, "başla bir yerden," dedi.
"Neden geç kaldın?"
"Söyledim sebebini."
"Niye haber vermedin?"
"Bu kadar sorun edeceğini düşünmedim."
"Tek başına bir daha dışarıda bu kadar uzun süre kalıp kalabalığa girmeyeceksin."
"Peki."
Sıcacık alnı, temiz nefesi, dudaklarının hareketlenişi, sevimli ve dolgun kıvrımları, kirpikleri, burnu, hafif etli, pembe yanakları, ışıltılı teni, kokusu, kollarındaki ufacık varlığı, aralarında ezilen sütyeniz göğüsleri kafasını dağıtıyordu. Gerilip üzüldüğünün farkındaydı, ama sevdiği kızdan ayrı kalmaya tahammül edemediği gibi, hamile oluşunun üstünde yarattığı tedirginlikle baş edemiyordu. Ondan uzakta, kendi başına oluşunu kıskanıyordu. Bu özel alan meselesi de biraz da bu yüzden canını sıkıyordu. Karısı fazla güzeldi, aldığı nefese bile sahip olmak isteyeceği kadar güzel.
Üstündeki siyah crop sweetten açıkta kalan tenini okşadı.
"Bu gece benimsin," dedi. "Karşı koymak yok."
"Tamam."
"Özel alan meselesini de bir daha açmayacaksın. Daha önce konuştuk bunu, öyle bir şeyin olmayacağını olamayacağını söyledim."
"Hı hı."
Kirpiklerinin arasına sıkışan iri damlalar halindeki yaşlar parlarken sıkıntılı bir nefesi alıp verdi. Alınlarını ayırıp boynunu öperken sıkıca sarıldı. Dudaklarından kopan hıçkırıkla kendine kızsa da hamile olduğu için fazla hassas davrandığını biliyordu. Yine de üstüne fazla gitmişti.
"Şşş, ağlama, tamam."
Sarılışına karşılık verip yüzünü omzuna sakladı.
"Ni-niye bu kadar çok kızıyorsun ki bana? Ben yanlış bir şey yapmadım ki. Sana kendi ellerimle yapacağım pasta için birkaç malzeme ve süs almak istedim, o kadar."
Beyaz tacının oldukça hoş durduğu saçlarını sevip kulağının altını öptü.
"Kurban olurum sana," dedi. Doğum gününü bu kadar önemseyip ona kendi elleriyle pasta yapmak istemesi içine dokunmuştu. "Kızmıyorum yavrum, özlüyorum, korkuyorum hamile halinle başına bir şey gelecek de engel olamayacağım diye. Aldığın nefese bile sahip olmak isterken özel alan, günlük gibi saçma sapan şeyleri bana tercih etmeni kaldıramıyorum."
"Saçma sapan diyip durma. Bunlar normal insanların rutinleri."
"Biz anormal mi olduk şimdi?"
"Öylesin," dedi, çekinerek. "Hanım köylü desem değilsin, kılıbık desem değilsin, maço desem değilsin, odun desem değilsin. Neye ne tepki vereceğini bilmediğim, ne hissedersem hissedeyim sığındığım, beni çok sevdiği dışında hiçbir şeyinden emin olamadığım adamın tekisin işte."
"Çünkü Fırat'ım ben, senin Fırat'ın. Aklımı başımdan alan da aklımı başımda tutan da sensin. Çok aşığım kızım sana. Sana ait olduğum dışında ben de kim olduğumu bilmiyorum ki."
Yanağını öptü.
"O zaman özür dile benden. Bana ait bir adamın beni üzmeye hakkı olamaz."
Gülümsedi.
"Özür dilerim."
"Ben de özür dilerim, bir daha yapmam."
Dudakları şakağını buldu.
"Aferin sana."
Yaralarını sıvazladı. Ensesini koklayıp dudaklarını gezdirdi.
"Acıyor mu?"
"Yok yavrum."
"Ağrın var mı?"
"Yok bebeğim."
"Sargını değiştireyim mi?"
"Yatmadan önce yaparsın."
"Tamam."
Alnını öpüp yüz yüze gelmelerini sağladı. Nemli gözlerine bakıp kızaran burnuna burnunu sürttü.
"Sen nasılsın? Belin ağrıyor mu? Aç mısın?"
Başını sağa sola sallayıp, "değilim," dedi. "Belim ağrıyor ama alıştım artık. Bugün öğlende Aslı'nın restoranına gittim, aradım ya seni oradan, biliyorsun zaten."
"On tane fındık lahmacun yemiştin."
"Hayır, on dört. Senden sonra dört tane daha yedim."
"Niye kapatın o zaman telefonu? Seni onları yerken de izleseydim."
"Aslı'yla Yaren'e de vakit ayırmak istedim. Eskiden yaptığımız hiçbir şeyi yapamıyoruz şimdi. Bu hafta sonu sinemaya gideceğiz. Onu konuştuk."
Bebeğin cinsiyet meselesini de konuşmuşlardı. Alışveriş merkezine gitmeden önce sonuçları almış ama açmaya cesaret edememişti. Biri mavi, diğeri pembe iki zarf almıştı. Bulduğu ilk boşlukta çantasından çıkarıp kızlarla birlikte bakacaktı.
"Keşke önce benimle konuşsaydın."
"Fırat lütfen, başlamayalım yine. Birkaç saat dışarıda olacağım sadece."
Gözlerini kapatıp başını yatak başlığına dayadı.
"Tamam," dedi keyifsiz bir sesle.
"Aşkım," diyerek boynunun altına kıvrıldı. "Yapma böyle nolur, bir gün seninle de gideriz."
Kirpikleirni aralayıp, "çocuk mu eyliyorsun Hazan? dedi. "Buralar akşam saatlerinde tekin olmaz diye kaç kere söyledim sana. Bir de hafta sonu diyorsun, burada zaten sınırlıdır öyle yerler, tıklım tıkış olur. Lan biri karnına çarpsa, itler iyice azdı, bir eylem düzenlemeye kalksalar, ulan...ibnenin biri dokunsa sana...nolacak o zaman? Gitme şu burnunun dikine, bir şeye karar verirken önce gel bana sor."
"Yaren var ama. O çok güçlü."
Tacını öptü.
"Sadece korkman bile beni zıvanadan çıkarmaya yeter. Tehlikenin ihtimali bile nevrimi döndürür. Büyük bir şey olmasına gerek yok, olması yeter. Bu yüzden başka zaman değil, illa da gideceğim diyorsan sizinle birlikte ben de geleceğim. İtiraz yok."
"Kızlarla konuşurum o zaman," dedi, gönülsüz bir sesle.
Akşam yemeği yenildi. Hazan; Heja babaanne, Fatma hanım ve kızlarla birlikte kış meyveli, sade, yirmi altı kişilik, iki katlı dikdörtgen pastayı özenle yapıp üzerine sevdiği adamın adını ve yeni yaşını yazdı. Kenarına da küçük, pembe elbiseli bir kız çocuğu süsü koyup dolaba kaldırdı. Bebek kızdı. Fırat içeride Ömer ağayla otururken mutfakta bakmışlardı. Küçük ve mecburi olarak sessiz bir bayram havası etrafı sarmış, Hazan pembe zarfın içine test sonucunu koyup üzerine "Dicle Nehir Korkmaz" yazmıştı. Heja hanım bu ismi görünce Hazan'a sıkıca sarılıp gözyaşlarına boğulmuş, öpüp koklamıştı.
Kırmızı kalpli kutunun içine Fatma hanımın getirdiği çeyizlerin arasından aldığı pembe bebek batiklerini koyup zarfı da yanına yerleştirdi. Kapağını özenle kapatıp beyaz kurdelesini bağladı. Heja babaannenin kıyafetlerinin olduğu dolabın içine saklayıp yatak odasına indi. Çok yorulmuştu. Ayakları sızlıyor, kasıkları çekiliyor, beli ağrıyordu. Kısa bir duş alıp yatmak istedi. Odaya girdiğinde Fırat lavabodan çıkıyordu. Birden gözünün önü karardı, sendelediğinde sevdiği adam, "Hazan," diyen endişeli sesiyle hızla yanına geldi. Belini kavrayıp gövdesine yaslandı. Sırtındaki acıyı görmezden gelip, "noldu?" diye sordu.
Tişörtüne tutunup, "başım döndü, iyiyim," dedi.
Kucağına aldı.
"Fıraaat."
Yatağa bırakıp ışığı söndürdü. Kapıyı kilitleyip abajuru yakarak yanına çıktı. Kendine çekip, "niye bu kadar yoruyorsun kendini?" dedi.
"Sana kendi ellerimle pasta yapmak istedim."
"O ellerinle gelip dokunsan da yeterdi. Ağrıyor mu bir yerin?"
"Hı hı."
Sertçe, sıkıntılı bir nefesi alıp verdi.
"Neren?"
"Belim, kasıklarım ve bir de ayaklarım."
"Her yerim desene sen şuna."
Hazan'ı yatağa güzelce yatırıp ayaklarına beline ve karnına masaj yaptı. Bir müddet sonra uyuduğunu fark etti. Kapıyı açıp yanına uzandı. Abajuru kapattı. O gece sarılıp uyudular. Ertesi gün hem doğum günü hem de isteme için hazırlıklar yapıldı ve nihayet 29 aralık salı günü gelip çattı. Tim, Feyzullah, Memduh ve ailesi, Ersin, karısıyla oğlu, Ayşe hanım, Zeynep, Emine hanım ve oğlu Adem herkes eve doluşmuştu. Zeynep yürüyerek gelmişti. Bu sene eğitimine kaldığı yerden devam edecekti. Adem de evde ders görüyordu. Sürekli kitaplar okuyor, bir blog sitesinde polisiye bir kitap yazıyordu.
Hazan, bebek mavisi, etekleri yerlerde sürünen, beyaz çiçekli elbisesini giyip düzleştirdiği saçlarına tacını taktı. Tacıyla aynı renk sivri burun topuklu ayakkabılarını giydi. Kahverengi mat rujunu sürüp kirpiklerini kıvırdı. Rujuyla uydurduğu ojelerine bakıp şu sıralar takmayı sevdiği yüzüklü küpelerini düzeltti.
Siyah takım elbisesinin ceketini üzerine geçirirken onu seyreden kocasına döndü. Masadan kalkıp yanına gitti. Sevdiği adam anında beline dolanıp dudaklarını kavradı. Alelacele geri çekildi.
"Ya dur! Rujumu bozacaksın."
Boynundan kokusunu soluyup, "ne güzelsin sen böyle," dedi.
"Senin için hazırlandım, doğum günün diye."
"Of lan...ölürüm sana."
Kalbinin üstünü öptü.
"Çıkalım artık, herkes geldi."
Yanağını ısırıp öptü. Elini tuttuğunda odadan çıktılar. Herkes salondaydı. Dışarıda kar yağışı devam ederken şöminenin kızıl alevleri etrafa hoş bir sıcaklık veriyordu.
"Oooo doğum günü çocuğu!"
Memduh gülerek yanına gelirken Fırat, "kes lan," dedi.
"Yenge görüyor musun nasıl konuşuyor? Ben hediye mediye vermem buna."
"Olmaz öyle. Herkes ne aldıysa verecek. Hem onun doğum günü. Gönlünü hoş tutmamız lazım."
Feyzullah kucağındaki oğlu Atakan'la kıymalı sigara böreğinden yerken, "öyle tabii," dedi. "Hem doğum günü hem de baba oldu beyefendi. İnşallah kızın olur da bizim oğlana alırız."
"Hop! Benim kızım evde mi kalacak? Biz Atakan'la anlaştık, Eda'yı alacak."
"Ulan az kıskansana kızını, başımıza pezevenk mi oldun?"
"Öyle deme. Kızım doğmadı ama şimdiden namuslu damat bulmak lazım, bu devirde zor."
"İyi, siz halledin aranızda. Benim çocuğumdan uzak durun."
Fırat'ın bu sözleri üzerine Hazan çatılan kaşları ve karnına giden eliyle, "bence de," dedi. Ardından kocasının elini bırakıp Yasemin ve Leyla'yla sarılmaya gitti.
"Oğlum," dedi Feyzullah. "Gördün mü kaynanan seni istemedi."
Üç yaşındaki Atakan hiçbir şeyden anlamazken, "iştemedi," dedi, heceleye heceleye.
"Evet babacığım, istemedi."
Yüzü ağlamaklı bir şekilde buruştuğunda Memduh kahkaha attı.
"Boşver amcam," diyerek Atakan'ı kucağına aldı. "Bize iç güveysi gelirsin."
Atakan tombul yanakları, annesinden aldığı sarı saçları ve mavi gözleriyle Memduh'a bakarken iç güveysi demeye çalışsa da başaramadı.
"Saçma sapan şeylerle bulandırmayın lan çocuğun aklını," diyen Fırat'ın gözleri, kısacık boyuyla, beline dağılan saçları uçuşurken yerde sürünen eteklerini tutarak, tok sesler çıkaran topuklu ayakkabılarıyla mutfağa giden karısındaydı. Dün gece de alamamıştı altına. İki gecedir koynunda sızıp kalıyordu. Bilerek yaptığını düşünecek kadar kafayı yemek üzereydi. Bir de gönlünü hoş tutmaktan bahsediyordu.
"İnşallah çocuğun oğlan olur, kızıma sevdalanır da kapımda sürünürsün," diyen Memduh'a ters bir bakış attı. Kız olacaktı, hissediyordu.
"İyi ki doğdunuz komutanım," diyerek yanına gelen Kadir ve timle onlara döndü. Hepsiyle teker teker tokalaştı. Hazan numaralarını telefonundan alıp hepsini ayrı ayrı aramıştı.
"İyi ki doğdun kardeşim," diyen Ersin'e de sarıldı. "Yengem hamileymiş, hayırlı olsuna gelemedim. Kusura bakma. Gözün aydın, Allah analı babalı büyütsün inşallah."
"Eyvallah."
"Amin," dedi tim, Feyzullah ve Memduh.
Asteğmen Berk Fırat'ın yanında yüzü yerde öylece duruyordu. Komutanı onun yüzünden vurulmuştu. Yat dediği anda yatıp diğer herifin peşinden giderken inat etmeseydi komutanı kendini ona siper edip vurulamayacak, ölümden dönmeyecekti. Fırat onun bu halini fark edip kolunu omzuna attı. Hafifçe sarsıp kendine gelmesini sağladı.
Mutfak tıklım tıkıştı. İğne atsan yere düşmeyecek haldeydi. Hazan; Emine ve Ayşe hanıma sarılıp Zeynep'i ve Adem'i öptü. Zeynep ona bir anne ve kızın el ele tutuştuğu gümüş bir kolye hediye etmişti. Adem şiir yazmıştı. Ayşe ve Emine hanım bebeğe kıyafet örecekti.
"Hazan! Kız!"
Pastanın son detaylarını hallederken, "efendim?" dedi.
"Yanıma gel."
Sandalyeden kalkıp tezgaha yöneldi. Kızların ve Heja babaanneyle Fatma hanımın arasına girdi.
"Nasrettin hocalar gelmek üzere Ankara'ya inmişler. Şırnak uçağına aktarma yapayiler."
"Bizimkiler de yola çıkmış. Üç saate ordayız diyorlar," dedi Heja babaanne.
Nasrettin hoca Fatma hanımın Trabzon'daki büyük amcaoğluydu. Hazan'la birkaç kez İstanbul'da karşılaşmış, bazı hukuk işlerinde yardımını istemişti. Hazan'ı torunu gibi severdi. Üç defa hacca gitmiş, namazında niyazında, Trabzon'da namı alıp yürümüş, atmış küsür yaşında dinç bir adamcağızdı. Asıl adı Nurullah olsa da Nasrettin hocaya benzediği ve köy meydanında bir iki kez eşeğe ters binerken görüldüğü için adı Nasrettin hoca kalmıştı. Gerçek adını Fatma hanım bile bir müddet düşünmeden hatırlamazdı.
Urfa'dan da Ömer ağanın abisi Diyar ağa ve Fırat'ın amca, hâlâ ve yengeleriyle birkaç kuzeni de geliyordu. Saadettin'in anne ve babası Zeliha hanımla Nazım bey gelmeyecekti sadece. Bahar gelmek istemişti ama ona da Ömer ağa müsade etmemişti.
"Kaç kişiler ki?"
"Vallaha ben iki gün önceden haber ettum. Nasrettin hocayla hanumu uçakla geliy. Bir de otobüs çıkarmışlar. Geceden yola düşmüşler. Bizum fışki yiyesicelere eğlence olsun. On beş kişi varlar aşağı yukari."
"Dema?"
"Dedum bile."
"Bizimkiler de az önce çıktılar. Otuz beş de bizim oradan de kızım."
"Ya?"
"Yol verin de biz gidelim."
"Nereye Aslı?"
"Çarşıya. O kadar kişiye kahveyi hangi cezveyle yapacağız? Koltuk da lazım. Yürü Yaren."
"Ya dursanıza. Pastayı keselim öyle gidersiniz."
"Aynen öyle. Hallederiz bir şekilde. Asıl onca kişiyi nerede yatıracağız?"
"Ben bir Fırat'la konuşayım o zaman."
"Konuş bakalım."
Hazan stresten midesine kramplar girerken uçlarına basmamak için eteklerini kaldırarak mutfaktan çıktı. Salona geçip kalabalığın içinde kocasını aradı. Tim yemek masasındaydı. Yasemin, Leyla ve Esma köşe koltuğun L kısmında oturuyordu. Fırat, Feyzullah, Memduh, Ersin ve Ömer ağa diğer taraftaydı. Önünden koşan çocukların arasından geçip koltuğun arkasından dolandı. Sevdiği adamın omzuna dokundu. Fırat ona dönünce parlayan gözleriyle, "noldu?" dedi.
"Gelsene bir."
Yerinden kalkıp yanına gitti. Merdivenlerin önüne kadar yürüdüler.
"Fırat..."
"Yavrum."
"Şey...sizinkiler geliyormuş, Trabzon'dan gelenler de yolda. Nereden baksan elli kişiler. Babaannem dedi ki onca kişiyi nerede yatıracağız? Ben de sana geldim. Ne yapacağız Fırat?"
Puslu gözleri ve iyice al al olan yanaklarıyla gözüne pek iyi görünmezken, "ne var bebeğim bunda? Hallederiz," dedi. "Sen iyi misin?"
Korkuluklara tutundu. Diğer eli de karnını bulmuştu.
"Ben...böyle olacağını hayal etmedim," dedi titrek sesiyle. "Çok kalabalık oldu."
"Rahatsız mı oldun?"
"Hayır, bizim için geliyorlar. Fatma teyzenin akrabaları Trabzon'dan otobüs kaldırmışlar. Sizinkiler de otuz beş kişiymiş. Ne bileyim, öyle işte."
Yüzünü avuçlarının arasına aldı. Sıcacıktı. Ne zaman gerilse, üzülse, heyecanlansa ateşi yükseliyor, elleri ve ayakları buz kesiyordu. Alnını öptü.
"Senin için," dedi. "Tüm bu insanlar senin için burada. Çünkü sen her şeye değersin, tamam?"
Gözlerinden boncuk boncuk yaş dökülürken Fırat'a sarıldı. Dudaklarını ısırıp hıçkırıklarını bastırmaya çalıştı. Tüm bu insanlar içine dokunuyor, hormonları yüzünden sürekli duygusallaşıyordu. Ona sıkıca sarılıp saçlarını seven kocasının varlığı iyi geldi.
"Şşş, canımın içi. Odaya götüreyim mi seni?"
Ellerinin tersiyle yanaklarını sildi.
"Olmaz," dedi. " Bir sürü işim var daha. Rimelim akmış mı?"
Dudaklarına yapışmamak için kendini zor dizginlerken, "akmamış," dedi. "Çok güzelsin."
"Tamam, sen gelenlerin nerede kalacağını hallet, biz de pastayı alıp gelelim, yoksa tim masada bir şey bırakmayacak."
"Kalkmalarını söyleyeyim mi?"
"Hayır! Sakın. Yesinler, onlar için yaptık, afiyet olsun hepsine."
Kollarından çıkıp mutfağa girdi. Tekerlekli sandalyesinde "Harry Potter" serisinin ilk kitabını okuyan Adem'in yanından geçip pastanın üzerine mum diken Zeynep'e kısa bir bakış atarak Heja babaanneyle Fatma hanımın yanına vardı.
"Fırat'la konuştum, halledeceğim dedi."
"Nasi halledecemuş?"
"Bilmem, sormadım. O halledeceğim derse halleder."
"İyi o zaman. Pastayı alıp içeri geçelim."
"Babaanne."
"Kuzum?"
"Hediyem odada değil mi?"
"Odada, merak etme. Gece dedene gösterdim sadece."
"Beğendi mi?"
"Çok."
Gülerek üst kata çıktı. Dolaptan kutuyu alıp kurdelesini yeniden bağladı. Bir eliyle kutuyu diğer eliyle eteklerini tutarak merdivenleri inmeye çalışırken Fırat'tan önce Yaren koşup beline sarıldı.
"Teşekkür ederim."
"Dikkat et."
Fırat rahat bir nefes alırken birkaç hızlı adımla sızlayan yaralarıyla duraksadı. Yüreği ağzına gelmişti. Hamile haliyle ne vardı merdivenin tepesine çıkacak, geçen gün ki gibi başı dönse ne olacaktı? Yavaşça yürüyüp basamakların sonunda durdu. Yaren çekilirken sert gözleriyle karısına bakıp elini avcuna hapsetti. Hazan neye kızdığını anlamıştı, gözlerini kaçırıp kutuyu daha sıkı tuttu. Yemek masasına doğru ilerlediler. Başında durduklarında Hazan sevdiği adama pastayı üflemesini söyledi. Fırat dün akşam, tepemde saçma sapan şarkılar söyleyip durmayın, ne yaparsanız yapın, demişti. Bu yüzden bu fasıl sessiz geçti.
"Dilek tut," dedi.
Fırat Hazan'la bir ömür geçirmek ve bebeklerinin sağ salim doğması için dua etti. Ardından herkes hediyelerini verdi. Saatler, parfümler, gömlekler, kazaklar, cüzdan, çakı, traş seti; Ömer ağadan ise Urfa'daki konağın anahtarı gelmişti.
"Ne bu?"
"Konağın anahtarı."
"Anladık onu, benim masamda ne işi var Ömer ağa?"
Bastonuna dayanarak yanına gitti.
"Benden sonra o konağın ağası sen olacaksın," dedi. "Kabul et oğul."
"İstemez. Al anahtarını, cebine sok."
"O anahtar benim cebimde yıllardır ağırlıktır. Her elime aldığımda avcumu dağlar. Sana, gardaşlarına büyük haksızlık ettim. Zaman geriye dönse yaptığım her yanlışın yerine doğruyu koyardım. Sen ikinci erkek torunumsun benim. Baban o kansızlığı etmeden evvel kırk gün kırk gece fakir fukara doyurdum senin şerefine. Harran'ın sahibi Ömer ağanın bir erkek torunu daha olduğunu bütün Urfa bildi. O günden beridir sen o toprakların ağasısın zaten oğul. Sadece ben ağalık etmeyi bilemedim. Sen bilirsin. Korkmaz aşiretinin halefi, Harran'ın ağası olmaya en layık torunum sensin. Benden bile daha layıksın. Azıcık hatırım, değerim varsa gözünde bu anahtarı kabul et."
Avucundaki minik eli daha sıkı kavradı. Yutkunup, "hatırın da değerin de var gözümde," dedi. "Yokluğumda karıma sahip çıktın, eyvallah. Ama benim nazarımda hatır gönül işleri parayla pulla, ağalıkla ölçülmez Ömer ağa. Ben bilirim o konağın içinde neler döndüğünü, bugün çıkıp ağa diye geçsem karşılarına seni rahat bırakmazlar. Benim ağalığım bana yeter. Yine de sağ olasın."
"Oğlum..."
"Konu kapanmıştır," diyip sözünü keserek anahtarı eline verdi. Derin ve ağır bir sessizlik olurken Hazan ortamı yumuşatmak için, "o zaman benim hediyeme geçelim," dedi. Dikkatler üzerine toplanırken dakikalardır elinde tuttuğu kutuyu sevdiği adama uzattı. Fırat boğazını temizler gibi bir ses çıkarıp kutuyu aldı. Ona heyecanla bakan karısının gözleri eşliğinde diğer hediyeleri açmamışken kutunun kurdelesini çözdü. Yere düşmesine izin verip kapağı kaldırdı. Pembe bir zarfla patikleri gördü. Kalp ritimleri değişirken sevdiği kızla göz göze geldi. Yaşlarla ışıldayan gözlerinde bir süre oylanıp zarfı alarak kutuyu masaya koydu. Patiklerin çekilmesiyle üstü açılan yazıyı okudu.
"Dicle Nehir Korkmaz"
Dilinin ucunu ısırdı. Arkasını çevirip açtı. İçinden çıkan kâğıdı baştan aşağı hızlıca okudu. Sayfanın sonundaki ifadelerle nefesini tuttu.
Parametre Sonuç
Fetal Cinsiyet Kız
Cinsiyet Kromozomları XX
Y Kromozomu Negatif
Çatılan kaşlarıyla gözlerinden süzülen bir damla yaşa mani olamadı. Mutlu olmak böyle bir şey miydi? İçi içine sığmıyor, aklı kafatasının sınırlarını zorluyordu. Harfler birbirne girene kadar o üç harfli yazıya saniyelerce baktı, durdu.
"Fırat..."
"Oğlum, lan! İnmemi indi."
"Dokunma lan adama. Bırak idrak etsin."
Burnunu çekip yutkundu. Tek kelime etmeden karısının elini tutup yatak odasına götürdü. İtirazlarını, arkalarından gelen sesleri umursamadı. Kapıyı kapatıp adını söyleyen karısını kucağına alarak dudaklarına kapandı. Hoyrat ama sevgi dolu bir şekilde öptükçe öptü. Yatağa yatırıp üzerine çıktı. Yüzünün her bir zerresini talan etti.
"Fı-Fırat...ko-kocam...du-dur..."
"Ölürüm sana," derken dudağının kenarında soluk soluğa frenledi. "Kurban olduğum."
"Mutlu oldun mu?"
"Oldum...oldum lan tabii. Kızımız mı olacak şimdi bizim?" Alnını öptü. "Senin gibi dünyalar güzeli, tatlı bir kızımız mı olacak?"
Kocasının yüzünü ellerinin arasına aldı. Fark etmeden akıttığı yaşları silerken, "hı hı," dedi. "Adı da, Dicle Nehir Korkmaz, olacak. Kendi kendime karar verdim ama kızmadın değil..."
Dudaklarına kapanıp ısıra ısıra emen dudaklarla cümlesi yarım kaldı. Güç bela karşılık verdi. Milimlik bir mesafe açıp, "nasıl yapacağım?" dedi. "Seni bundan fazla nasıl seveceğim Hazan?"
Yüzünü boynuna bıraktı. Gözyaşları Hazan'ın tenini ıslatıyordu. Sıkıca sarıldı kocasına. Akan her damla yaşına bir damla yaş düşürdü. Yaralarını ve saçlarını sevdi. Öptü kokladı. Koca gövdesinin altında yok olurken bir dağ gibi üzerine yıkılan sevdiği adamı dakikalarca sessizce avuttu.
*********
Pastalar yendikten sonra Ersin ve eşi Emine ve Ayşe hanımlarla birlikte gitti. Hazan da Fatma hanım ve kızlarla beraber istemede giyeceği kıyafetle ayakkabıları alıp Fırat'ın, gitme, der gibi bakan gözleriyle vedalaşarak Yaren'in aracına bindi. Üç dört tane kahve makinesiyle yalvar yakar bir spotçudan iki tane koltuk alıp bir kamyon ayarlayarak eve getirtdiler. Salona yerleştirip Aslı deterjanlı suyla bir güzel silip temizlerken Fatma hanımla Yaren evi süpürüp topladı. Hazan yatak odasına geçip çantasındaki şampuan, duş jeli, saç kremi ve bakım ürünlerini alarak banyoya girdi. Güzelce yıkanıp saçlarını kurutup taradı. İç çamaşırlarını üstüne geçirip uzun, tül ağırlıklı, etek kısmı bol pileli, fırfırlı ve kabarık olan şarap kırmızısı elbisesini giyindi. Üst kısmını saran, tülden bir kuşakla ince belini ortaya çıkaran detaylar çok hoştu. Transparan tül kumaştan yapılma balon kollarının içe kıvrılan, lastikli uç kısımlarını düzeltti. Saçlarına, titreyen elleriyle fön çekip dudaklarına mat bordo tonunda bir ruj ve oje sürdü. Sıcak bej tonlarındaki, gümüş taşlı, sivri burun ayakkabılarının üzerinde birkaç santim yükseldi. Çok güzel olmuştu. Siyah, inci küpesi dışında bir aksesuarı yoktu. Elbisenin kapalı boynu buna engeldi. Kar tanesi şeklindeki yüzüğüne bakıp yatağa oturdu. Gardrobun aynasından kendisini izledi.
İçeriden telaşlı sesler yükseliyordu. Aslı kahvenin yanına çikolatayla lokum almak için evden çıktı. Birazdan bir sürü insan dolacaktı bu eve. Onlar için, Fırat'ın dediğine göre onun için. Annesi hep sevilmeye layık biri olmadığını söylerdi. Babasını öldürmüş, kardeşinin sebebi olmuştu. Varlığı koca bir eziyet, aldığı nefesler kuru gürültü, tüm eşyaları evin içinde birer çöptü. Hazan o eve kendini hiç ait hissetmemişti. Babası yaşarken bile. Ama bugün bir evi, kocası ve kızı vardı. Onu seven bir sürü insan. Kafasında korka korka gelecek hayalleri kuruyordu. Anne oluyordu. Kendi annesinin bu anı görmesini isterdi. Acaba pişman olup yüzü yere düşer miydi ki? Artık içinde onun kırdığı tek bir parça bile kalmamıştı. Artık güzel olduğunu, sevilmeye değer olduğunu, rahatsız edici bir çöp parçasından fazlası olduğunu biliyordu. Fırat'a, beni neden seviyorsun, diye sormayı bırakmıştı. Olup biten her şey için sadece kendini suçlamıyordu. O bir kıvılcımdı, alevler şaha kalkarken o da yandı. Kayıpları, yanılgıları, zaferleri oldu. Ve gördü ki Hazan'ın yaşaması için Hilal'in ölmesi gerekmiyordu. Asena ormanına dönmeliydi, zira insanların hüküm sürdüğü, sözde medeniyetin olduğu bu yerlerde erdemli savaşların yeri yoktu.
Rimeli akmasın diye gözlerini tavana kaldırdığında zil sesiyle irkildi. Nasrettin hocanın ve kadınlı erkekli, çoluklu çocuklu kalabalığın seslerini duydu.
"Uyh kara sular indu ayaklaruma! Ayh sirtum ikiye ayrıldi ortadan! Ne kada uzakmiş ha puralar!"
"Sus kız! Görende yürüyerek geldun sanır. Geç içeri, hayde!"
"Anne susadım!"
"Zıkkım iç Bekir! Yürü."
"Deduk bunun adi Nasrettun, kendusu piner eşeğe bizu koyar tayyareye. Ula kendisu bindu uçağa, bizi koydi ha bu kot kafalinin külüstürüne. Kaçtan gidiyduk Fadime."
"Oy nenem ayaklarum çay döveyi, kulaklarum kemençe çalayi."
"Amma söylendin hala ya. Gelmeyeydin."
"Uh! Fışki yiyesice! Sa mi soracağudum?!"
"O zaman laf edup durma şoförlüğume."
"Ula yetti da! Hazan'um nereyedur Fadime?"
"Odada hazırlani abi."
"Haçen çağur da meydana çıksun. Bir göreyim, bir pakayum ona."
Hazan yerinden kalkıp kapıyı açarak salona çıktı. Fildişi koltuklarda oturan onun üzerinde insanın odak noktası olduğunda en son gördüğünden bu yana kilo almış olan, beyaz sakallı, sevimli yüzlü ihtiyarın yanına vardı.
"Oy kizum ne güzel olmuşsin ha pöyle," diyen Zekiye hanımdan evvel Nasrettin hocanın elini öptü. Kısa boylu adam ayağa kalkıp sarıldı.
"Ne kada oldu görüşmeyeli?" dedi.
"Bilmem ki. İki üç yıl heralde."
"Pek güzelleşmiş, serpilmişsun maşallah."
"Teşekkür ederim."
Yerine oturdu. Zekiye hanımın elini öpüp erkeklere hoş geldiniz diyip kadınlara teker teker sarıldı. O sırada Yaren susadığını söyleyen çocuğa su getirmişti.
"Hazan'um."
"Efendim dede?"
"Gel otur pakayum yamacuma."
Ayakta dikildiği yerden Zekiye hanımla Nasrettin hocanın arasına oturdu. Adam elindeki tespihi şakır şukur sesler eşliğinde çekerken, "sen evlendun mi?" dedi.
"Evet."
"Ha bir de gebesin öyle mi?"
"Öyle."
"Kocan nereludur?"
"Urfa."
"Kürt mi?"
"Evet, ama..."
"Açuklama etmağa hacet yok. Fadime ba her şeyi dedu. Seni severum, ama gönlune karışmaya, üstünde laf söz etmağa hakkim yoktur."
"Estağfirullah."
"Yok, öyle. İlim kendini bilmektur, demiş Yunis. Emme şunu da diyeyum sen benum öz torunum da olsaydun bu işin karşisunda durmazdum. İnsan insandur. Kürdü, alevisi, çerkezi olmaz bu işun. Akı Rab yarattu da karayu başkasi mi ettu?" Hazan'a kısaca baktı. "Askermiş, öyle mu?"
"Öyle."
"Rütbesu nedu?"
"Yüzbaşı."
"Bak hele. Aslan parçasi."
Hazan gülümsedi.
"Eyi da. Gelsun istesun senu."
Kapı çaldı. Yaren delikten bakıp Aslı'yı gördüğünde kolu indirdi.
"Noldu? Niye nefes nefesesin?"
"Geliyorlar. Köşeden gördüm, konvoy yapmışlar. Ayh, karnım."
"Gel, gir içeri."
Mutfağa geçtiler. Hazan pencereden baktı. Üç siyah otobüs, iki Sedan ve önde Fırat'ın aracı vardı. Diğer araçlar park yeri aramaya giderken Fırat apartmanın önündeki kaldırıma park etti. Ömer ağa ve Heja babaanneyle birlikte inip çiçek ve çikolatayı alarak bahçeye girdi. Hazan geri çekilip sandalyeye oturdu. Çok heyecanlıydı. Sürekli halıya takılıp kahveleri döktüğü bir sahne zihninde dönüp duruyordu. Bebeğini okşayıp bir bardak su içti.
"Hazan iyi misin?"
"Çok heyecanlıyım. Ya kahveleri dökersem?"
"Sakin ol. Olmayacak öyle bir şey."
"Çağurma kötüyü."
Zil öttü. Hazan doğrulup kapıyı açtı. Fırat'ın kokusu ve kara gözleriyle karşılaştığında biraz olsun iyi ve güvende hissetti. Sevdiği adam onu baştan aşağı süzerken sanki ilk defa görüyormuş, baktığı her parçasından etkileniyormuş gibi bir yüz ifadesine bürünmüştü. Birkaç adım gerileyip kapıyı sonuna kadar açtı.
"Hoş geldiniz, buyrun," dedi, güler yüzünün altından heyecanı kendini ele veriyordu.
"Hoş bulduk güzel kızım," dedi Heja babaanne.
Ömer ağa yüzünü tatlı bir hâle sokan gülüşüyle içeriye girdi. Hazan elini öpüp sarıldı. Salona geçerken Heja babaanneyle de kucaklaştı. En son Fırat içeriye girmiş, geri kalanlar da merdivenlerde görünmüştü. Karısının gözü arkasında bir yerlerde dolanırken çiçekle çikolatayı Yaren'in eline tutuşturup kollarını sevdiği kızın beline doladı. Minik elleri göğsünü bulmuştu.
"Fırat geliyorlar, bırak."
"Sarıl boynuma."
"Of," derken kollarını boynuna sardı.
"Öp."
Yanağına kısa bir öpücük kondurduğunda o da boynunu öpmüştü. Nihayet ayrıldıklarında içeride ayakta bekleyen Nasrettin hoca ve akrabalarına doğru ilerledi. Kadınlardan uğultulu, beğeni dolu sesler yükseldi. Maşallah, diyordu biri. Dağ gibi mübarek, diyerek yanındakini dürttü bir tanesi. Yakışıklı adammış, diyenler oldu. İki genç kız hayran hayran, siyah takım elbisesi içindeki Fırat'ı izliyordu.
Nasrettin hocanın ve eşi Zekiye hanımın elini öptü. Erkeklerle tokalaşıp Ömer ağanın sağındaki tekli koltuğun önünde durdu. Nasrettin hoca Fırat'ı beğenmişti.
Diyar ağa kapıda belirdi. Ömer ağaya benziyordu ama daha heybetli, dinç ve ürkütücü bir görüntüsü vardı. Arkasında belli silahlı gençten yaşlısına yirmiye yakın adam ve şıkır şıkır altınlarını üzerine taktıkları ağırbaşlı kıyafetleriyle kucakları çocuk dolu kadınlar vardı. Hazan onları da aynı heyecan ve güler yüzüyle içeriye aldı. Heja babaanne, Diyar ağa dışında başka hiçbir erkeğin elini öpme, kadınlarla sarıl, demişti. O da öyle yaptı. Diyar ağa Ömer ağanın solundaki koltuğa geçti. Sığanlar kanepelere, sığmayanlar sandalyelere yerleşti. Kimse ayakta kalmadığında Fatma hanım ve Hazan başta olmak üzere kızlar da rahat bir nefes aldı.
Trabzon'dan gelenler Urfa'dan gelenleri incelerken Urfa'dan gelenlerin gözü Hazan'daydı. Ortama herkesin hissettiği bir ağırlık ve gerginlik çökmüştü. Hazan Fatma hanıma yaklaşıp arkasında durdu.
"Fatma teyze ne yapayım? Kahveleri yapmaya başlayayım mı?" diye sordu.
"Dur bir. İki muhabbet etsinler."
"Bunların hiç konuşacağı yok. Gerildim ben," dedi Aslı.
"Nasrettin hoca şimdi başlar konuşmaya."
Hazan mutfak kapısının önüne geçip beklemeye başladı. Fırat'ın gözleri üzerindeydi. Hazan'ın ayakta durmasından rahatsızdı. Diyar ağanın ortama çöken ağırlığı yüzünün gerilip sert ve ketum bir hâl almasına neden oldu.
"Eee?" diye atıldı Nasrettin hoca. "Yolculuğunuz nasi geçtu?"
"İyi, sizinkini sormalı," diyen ses gülle gibi salonun ortasına düştü. Belirgin doğu aksanı ve kaba tonu biraz daha yüksek perdeden konuşsa evi dağıtacak türdendi. Hazan ellerini karnına götürdü. Hiç sevecen ve cana yakın bir hali yoktu. Yan yana dizilmiş üç adamı sağdan sola gözleriyle taradı. Elleri buz keserken yutkundu.
"Biz uçakla gelduk, bizum uşaklar otobusla geldu. Kaza yapayimişler. Ama sağ salim birleştuk şükur."
"Geçmiş olsun," dedi, Ömer ağa. Daha ılımlıydı.
"Sağ olin efendum. Bu arada benum asil adum Nurullah. Ama bu gaybanalar ba Nasrettun derler. Bir iki seferluk köy meydanunda eşeğe ters binmişluk etmişum. Ula dedum öni eşek göri, arkayi kim görecek?"
Birkaç kişi gülse de Diyar ağa hâlâ aynı yüz ifadesini koruyordu. Hazan huzursuz olsa da kötü bir şey olmayacağına kendini inandırdı. Eğer olacak olsaydı bunca kişi buraya gelmezdi. Diyar ağa elini öptürmez, ne Ömer ağa ne de Fırat ters bir durum olmasına müsade etmezdi. Hem sonra evliydiler artık, karnında bebeklerini taşıyordu, bu an sadece bir formaliteydi.
Zekiye hanım Fatma hanıma baktı.
"E o zaman Hazan'um kahveleri etsun," dedi.
Hazan mutfağa girmek için hareketlendi.
"Dur," dedi Diyar ağa. "Buraya gel."
Titreyen ellerini eteklerine sürtüp topuklu ayakkabılarının üzerinde dengede durmaya çalışarak salonun ortasına geldi.
"Buyrun?"
"Otur."
Zekiye hanım yerinden kalkıp, "geç kizum ha pöyle," dedi.
Hazan Nasrettin hocanın yanına ilişti.
"Lafı uzatmayacağım. Duydum ki Mahsun Türkoğlu'nun torunuymuşsun, doğru mu?"
"Doğru," dedi, Fırat'ın giderek kararan gözlerine bakıp Ömer ağanın sakin yüz ifadesiyle yutkundu.
"Aramızda olan husumetten haberin vardır, o halde?"
"Var."
"Ömer ağa bana senden bahsetti. Ailenle görüşmüyormuşsun, bütün bağlarını koparmışsın öyle mi?"
Başını sallarken, "öyle," dedi.
"Baban Mehmet Türkoğlu'ymuş."
"Evet."
"Mahsun kanısızını hapse gönderen delilleri savcılığa sen vermişsin."
"Evet."
"Fırat'la nikah kıymışsınız, karnında bizim soyumuzdan bir kız evlat taşıyormuşsun. Artık Korkmaz aşiretinin gelinisin. Bu da demektir ki bir daha Antep topraklarına basamaz, Türkoğlu aşiretinden kimseyle görüşemezsin. İtirazın var mı?"
Sevdiği adama baktı. Aklında Oğuz vardı. O istemezdi, ama ya bir gün Oğuz onunla görüşmek isterse buna hayır demez, diyemezdi. Fırat başıyla belli belirsiz onaylamasını işaret etti. Hazan yanağının içini ısırarak, "yok," dedi. "Görüşmem kimseyle."
"İyi. Şimdi yap kahveleri de içelim."
Ayağa kalktı.
"Nasıl içersiniz kahvenizi?" diye sordu.
"Sade."
"Dede sen?"
"Şekerli et kizum, ağzimuz tatlansun."
Diğerlerine döndü. Heja babaanne, "geri kalanlara orta yap kuzum," dedi.
"Peki," diyerek mutfağa geçti. Aslı, Yaren ve Fatma hanım peşinden gittiler. Beş kahve makinesi birden çalışmaya başlarken Hazan, Diyar ağa, eşi Zülal hanım, Nasrettin hoca, Zekiye hanım ve Ömer ağanın kahvesini iki cezveyle birlikte yapmaya başladı. Fırat'ın kahvesini en son yapacaktı.
"Ayh o nasıl adam öyle, hükûmet gibi," dedi Fatma hanım. "Karabasan gibi çöktü eve."
"Kadınları gördün mü Fatma teyze? Kuyumcu dükkanı gibi hepsi.'
"Görgüsüzler canım, Urfa'dan buraya öyle gelmeye utanmamışlar mı?"
"Ya tamam, konuşmayın arkalarından."
"Bence de," dedi Yaren.
"E tamam, demeduk bir şey. Şu pasta börekleri haledelum bari. Çay da koyalum demlensun."
Hazan derin bir nefes alıp diğer kahveleri taşıyan arkasındaki kızlarla birlikte salona girdi. Büyüklerin kahvesini Diyar ağa ve Nasrettin hocadan başlayarak dağıttı. Kocasının bir saniye olsun üstünden ayrılmayan gözleriyle mutfağa dönüp onun kahvesini alarak geldi. Tuz koymamıştı. Hem yaralıydı hem de sevdiği adam zaten çok iyi bir kocaydı.
Elindeki tepsiyle birlikte yemek masasındaki sandalyelerden birine oturdu. Herkes kahvesinden birer yudum aldı. Fırat kahvede tuz olmadığını fark edince karısıyla göz göze geldi. Neden koymadın, der gibi bakıyordu. Gülümseyip gözlerini kaçırdı.
"Sebebi ziyaretimiz mağlum," dedi Diyar ağa. "Allah'ın emri peygamberin kavliyle kızımız Hazan'ı oğlumuz Fırat'a istiyoruz."
"Cevap zaten belludur," dedi Nasrettin hoca. "Ama yine de adettendur, sormak lazum gelur. " Gözlerini Hazan'a çevirdi. "Kizum senin gönlun var midur ha bu uşakta?"
Fırat'a baktı. Başını sallayıp, "var," dedi.
"E o zaman verdum gitti. Hayirlisu olsun."
Kalabalık ayaklandı. Heja babaanne yüzükleri Aslı'ya verdi. Hazır olan söz tepsisinde yer edinen yüzükler hemen getirildi. Nasrettin hocanın okuduğu dualar eşliğinde Diyar ağa yüzükleri takıp kırmızı kurdeleyi kesti. Fırat Hazan'a sarılmak için yanıp tutuşsa da sevdiği kız ondan uzak durup büyüklerin ellerini öptü. Aslı bir sürü fotoğraf çekmişti. Takılar takıldı. Hem Fırat'ın tarafından hem de Trabzon'dan gelen takılarla Hazan'ın da kuyumcu vitrininden bir farkı kalmamıştı.
Çaylar getirildi. Sabahtan hazırlanıp fırında pişirilen börekler, poğaçalar, kekler, baklavalar tabakalara alındı. Hazan kızların yanında, yemek masasındaydı. İştahla önündekileri yiyip melisa çayını içerken altınları şıkırdıyor, kırmızı kurdelesi parmağından sarkıyordu. Bir gözü onu izleyip duran, ceketini çıkardığı için siyah gömleği kaslarından dolayı patlayacakmış gibi görünen kocasındaydı. Siyah pantolonunun sardığı kalın, adaleli bacaklarını erkeksi bir şekilde açmıştı. Kemeri ve beyaz çorapları çok hoş ve iç gıdıklayıcı bir manzara sunuyordu. Çayını içerken parmağından sarkan kırmızı kurdele nefesini tekletti. Ona hayran hayran bakan kızları fark etmiyor olsa da Hazan'ın gözünden kaçmamıştı.
"Biz Hazan kizumla İstanbul'da taniştuk," dedi Nasrettin hoca. "Ha bu Fadime'nun evunde. Bizum İdrus'un oğlu Memiş'e istedum oni. Ama kiz istemedu. Anasiyle konuşuk, Trabzon'i satsak başluk parasini anca çıkariyduk."
"Abi!" dedi Fatma hanım uyarıcı bir sesle. İdris de oğlu da oradaydı. Fırat'ın suratı ürkütücü bir hâl alırken Nasrettin hoca boğazını temizledi.
"Bir finduk bahçesi meselesu varidu," dedi. "Babam ölunce vasiyette bir karuşiklik oldi. Ha bu benim bir büyüğum Osman'la kanli bıçakli olduk. O diyi benum, ben diyim benum, vasiyet diyi benum. Babam bahçeyi böluşturmeyi unutmuş. Mahkemeluk olduk. Eşut pay edeceğuk diyiler emme kıç kadar bahçe, Osman'a kalan miras benden fazla. Emme yavurun doğurduğu, anamuz bir değuldur, babam anamun üstüne bir Rus karisi aldiydu, neyse efendum sarildi tapunun ucuna. Senun idu benum idu, senin idu benum idu, git gel mahkemeye tabanlarum nasir tuttu. Mahkeme ba veriy o itiraz ediy, ona veriy ha bu sefer de şeytan beni dürtti. Hazan kizumu aradum. Dedum boyle boyle. Tapuyla dava dosyalarunu istedu. Birkaç gün bekle dedu. Üç gün sonra aradi benu, dedu bırak alsun bahçeyu. Dedum kizum ne diysın? Bahçe heyelan bölgesi dedu. Yan taraf ormanlık. Bizum bahçe birkaç yıla kalmaz devlet hazinesuna kalacamiş. Tapudaki sınırla kadastro sınırı uyuşmayimiş. Bırak o alsın, sana kirasını ödesun, dedu. Zaten birkaç yıla bahçenin ona da hayri olmayacak. Dediğu gibi de oldi. İki yıl sonra bizim Osman bahçe yüzunden mahkemelik oldi. Gittu geldu, gittu geldu, tonlarca para ödedu. O zamandan beru ne zaman hukuki bir adum atacak olsam Hazan kizumu ararum. Allah razi olsun o zaman beni büyuk dertten kurtardi."
Konuşurken kuruyan boğazıyla çayından bir yudum aldı. Fırat göğsü kabarmış, gururlu bir ifade ve özlem dolu bir sevgiyle karısını seyrediyordu. Hazan ise ağrıyan beli ve ayaklarının sızısıyla arada bir kıvranıp dururken başını önündeki tabaktan kaldırmadı. Vakit geçti. Saat gece yarısını bulurken herkes Fırat'ın ayarladığı otele gitmek üzere ayaklanıp evden çıktı. Hazan, Yaren'in yatağında uyuya kalmıştı. Ömer ağa da salonda uyuklarken Fırat karısının yanına gitti. Ev toplandıktan sonra gideceklerdi. Yatağa oturmadan sırtındaki batma hissiyle yavaşça yere çöktü. Komodinin üstündeki abajuru yakıp yastığın üzerindeki elini öptü. Güzel yüzüne dağılan saçlarını geriye itti. Dudaklarını dudaklarıyla örtüp verdiği nefesleri içine çekti. Söz yüzüğünde gözlerini gezdirdi.
Yanağını öperken, "karım," dedi, kısık sesiyle. Bir eli üstüne örtülü yorganın altına girip karnını sevdi.
"Fırat..."
Sayıklar gibi çıkan sesini duydu. Alnını öpüp, "yavrum," dedi.
"Gittiler mi?"
"Gittiler bebeğim."
Gözlerini açtı. Topuklu ayakkabılarını çıkarıp, ağırlık yapan altınlardan kurtularak biraz uzanmak için geldiği odada uyuya kaldığını hatırladı. Hayal meyal Yaren'in gelip onu kucağına alarak yorganın altına sokup ışığı kapatığını anımsadı. Ellerinden destek alıp doğruldu.
"Kızdılar mı bana?" dedi.
"Niye kızsınlar yavrum? Hamile olduğunu biliyorlar ya."
Yatak başlığına yaslandı. Elini tutup, "durma öyle, canın yanar," dedi. Yorganı itip açtığı yeri gösterdi. "Gel, otur böyle."
Yatağın kenarına ilişti. Ellerini beline uzatıp kucağına aldı. Ondan uzak kaldığı saatlerin acısını çıkarmak ister gibi sıkıca sarıldı. Kulağının altını öptü.
"Oh," dedi. "Nasıl özledim seni?"
"Ben de seni çok özledim."
"Kurban olurum sana. Çok mu yoruldun?"
"Hı hı. Ayaklarımla sırtım ağrıyor yine. Topuklu ayakkabılarımı çıkarıp biraz dinlenmek için gelmiştim. Uyuya kalmışım."
"Giyme bir daha şöyle şeyler. Madem o kadar yoruldun, söyleseydin ya bana. Bakardık bir çaresine. "
"Güzel olmak istedim."
"Sen her halinle güzelsin."
"Daha güzel olmak istedim. Fotoğraflarda yanında görünmem gerekiyordu."
"Biraz yüz verseydin bana kucağıma alırdım seni."
Yaralarını okşarken, "hiç utanman yok mu senin?" dedi, kızgın bir sesle. "Eğer biraz yüz verseydim sana o kadar insanın içinde sarsılacaktın bana."
"Neden utanacakmışım lan?" dedi. "Karım değil misin sen benim? Benden hamile kaldığını herkes bilmiyor mu? Her gece koynuma girmiyor musun sen benim? Soyadımız bir değil mi bizim?"
"Öyle, ama bu her yerde dibimde olacağın, ağzımın içine düşeceğin anlamına gelmiyor."
Güldü.
"Öyle mi yapıyorum?"
"Evet, herkes gördü gözünü kırpmadan beni izleyip durduğunu. O kızlar bile."
Boynunu öpüp koklarken, "hangi kızlar?" diye sordu.
"Trabzon'dan gelen, sana hayran hayran bakan kızlar. Sen de ceketini çıkarıp kaslarını göstere göstere oturuken bayram ettirdin onları."
"Saçmalama, fark etmedim bile."
"Hadi canım! Anneleri bile fark edip uyardı."
"Tamam, ama ben fark etmedim."
"Peki."
Yüz yüze gelmelerini sağladı.
"Ne peki?" dedi. "Fark etmedim, diyorum. Neyin kıskançlığı bu?"
"Bilmiyorum, hoşlanmadım işte."
Sakin bir tonda çıkan sesiyle şımarıkca büzdüğü dudaklarını öptü. Alınlarını birleştirip, "benim de hoşlanmadığım şeyler var," dedi.
Gömleğinden açıkta kalan teninde ellerini gezdirip künyesinin zincirlerine dokunurken , "söyle, ne?" dedi.
"Kaç kişi istedi seni şimdiye kadar?" diye sordu, oldukça ciddi bir sesle.
"Çok değil."
"Çok değil?"
"Ne Fırat? Senden önce kilitli kapılar ardında yaşamıyordum heralde. İlla gelip isteyen, sevgili olmayı teklif eden oldu. İdris amcanın oğlu da onlardan biri."
Vücudu kasılıp sol gözü seğirdi. Hazan'ı daha sıkı kavrayıp kendine bastırdı.
"Delirtmek mi istiyorsun lan sen beni?" dedi.
"Sen sordun, ben de doğruları söyledim. "
"Söyleme! Varsa bile yok de! Niye gece gece ayarlarımla oynuyorsun benim?!"
"Senin yok mu sanki? Kaç kızla görüşmeye çıktın, çay kahve içtin kim bilir?"
Dişlerini sıkıp alnındaki ve boynundaki damarlar, abajurdan yayılan ışığın gölgesinde parlarken, "tamam," dedi. "Kapat konuyu."
Gözlerini kaçırıp başını göğsüne koydu. Kalın ve güçlü boynunu öpüp damarlarını okşadı. Fırat'ı çok özlemişti. Kaç gecedir koynunda sızıp kalıyordu. Bir yandan iyi de oluyordu, sevdiği adam bu haldeyken canı yanmadan nasıl sevişeceklerini bilmiyordu. Sızlayan ve sırılsıklam olan kadınlığını bacaklarının arasında sıkıştırdı. Kocası saçlarını koklaya koklaya sakinleşirken bu gece de birlikte olamayacaklarını biliyordu. Çok yorgundu.
Kapı çaldı.
"Oğlum! Gidelim artık!"
Ayrıldılar. Hazan ayakkabılarını giyip kabanını üstüne geçirdi. Eşyalarının ve altınların olduğu çantayı aldığında odadan çıktılar. Vedalaşıp merdivenleri kullanarak ikinci kattan zemin kata inip kar ve rüzgarın ilikleri dondurduğu havayla ürperip titreyerek araca bindiler. Ömer ağa öne geçmişti. Hazan, Fatma hanım ve Heja babanne arka koltuğa yerleşti. Fırat burnu akmaya başlayıp kızaran karısına dikiz aynasından baktı. Ceketini çıkarıp arkaya döndü.
"Ört şunu bacaklarına," dedi. Alıp dediğini yaptı. Motorla birlikte ısıtıcı da çalışırken yola koyuldular. Yirmi dakika sonra eve vardıklarında Hazan Heja babaannenin omzunda uyumuştu. Aracın durduğunu fark etmeyecek kadar derin bir uykudaydı. Fırat araçtan inerek ceketi üzerine iyice sarıp kucağına aldı.
"Aman oğlum, dikkat et."
Arabayı kilitleyip açılan kapıyla eve girdi. Yatak odasına yönelip kolu indirdi. İçeriye geçip yatağa yatırdı. Ayakkabılarını banyoya götürdü. Ellerini yıkayıp üstünü soydu. Sütyenini çıkardı. Memelerini öpüp koklayıp ayıcıklı kalın pijamalarını giydirdi. Giyinme odasından karısının makyajını çıkartırken kullandığı malzemeleri alıp geldi. Miseller suyu pamuklu pede döküp dudaklarını sildi. Kirpiklerindeki boyayı da arındırırken olabildiğine dikkatliydi.
"Ih...mmmh..."
"Şşş, uyu, uyu bebeğim."
Asetonla ojelerini temizlemek için dakikalarca uğraştı. Nihayet en ufak bir kalıntı kalmayana kadar temizleyebildiğinde sırtı kaskatı kesilip ağrımaya başlamıştı. Her gece sürdüğü nemlendirici ve dudak balmını da halledip küpelerini Hazan'dan gördüğü gibi çıkardı. Aldıklarını masanın üzerine yerleştirdi. Kendi üstünü de değiştirip ışığı söndürerek yatağa girdi. Boynuna dolanan ince kollar, burnuna dolan mis gibi tatlı gül kokusuyla gözlerini yumdu.
💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 220.33k Okunma |
12.19k Oy |
0 Takip |
113 Bölümlü Kitap |