114. Bölüm
Binnur Tombaş / Vatanaşk (Askerî Kurgu) / 112. Bölüm

112. Bölüm

Binnur Tombaş
yikim2024

*********

1 Ay 2 Hafta Sonra...

Şubat ayının ortalarıydı. Hazan, Aslı, Yaren ve Fatma hanım Fırat'ın aracına doluşarak düğün için Urfa'ya gitmek üzere yola çıkmıştı. Saat akşam üstü dört sularıydı. Şırnak - Cizre yolu üzerindeki Cudi Dağı tünelinden geçiyorlardı. Kuru ve keskin bir soğukluğa ev sahipliği yapan hava, güneş ufukta kaybolurken yavaş yavaş kararıyordu. Yol kenarlarında alacalı bulacalı kar yığınları vardı. Hazan üzerindeki beyaz, pamuklu battaniyeye iyice sarıldı. Ayaklarını yukarıya çekmek istese de neredeyse ortlama bir karpuz büyüklüğünü alan karnı yüzünden bunu yapamıyordu.

Tünelden çıktıklarında dağlık arazilerin ve yamaçların arasından yüzüne vuran ışıkla gözlerini kıstı. Pembe termostan bir yudum ballı ve limonlu ıhlamur içti. Bebeği içinde hareketlenirken bir an olsun karnından ayırmadığı eliyle üzerini okşadı. İlk defa Urfa'ya gideceği ve düğünü için heyecanlıydı. Kış ayında olmaları, yer yer buzlanma tehlikesiyle karşılaşacaklarını bilmesi sebebiyle biraz korkuyordu. Neyse ki Fırat, her ihtimale karşı aracı muayene ettirmiş, kış lastiklerini ve zincirleri taktırmıştı.

" Hazan."

Sevdiği adama döndü.

"Efendim?"

"İyi misin?"

"İyiyim."

"Bir şey olursa, bir şey istersen hemen söyle, tamam?"

"Tamam."

Battaniyenin üstünden bile belli olan karnına baktı. Tam da tahmin ettiği gibi karısına hamileik çok yakışmıştı. Kısacık boyu, zayıf bedeniyle giderek büyüyen karnı ve incecik beliyle çok tatlıydı. Göğüsleri irileşmiş, saçları daha gür görünür olmuş, güzelliği baktıkça içini titretecek bir hâl almıştı. 47 kilo olmuştu. İştahı günden güne daha da açılıyordu. Tek derdi tüm bu yüreğini yakan şeylerin içinde ağrılarının da artmasıydı. Küçük ayakları ödem topluyordu. Sırt üstü yatmakta iyice zorlanır olmuştu. Sevişirken rahat etmesi için doktorun önerdiği farklı pozisyonlar deniyordu. Hazan'a ilk defa arkadan dokunmuştu. Hayal ettiğinden daha delirticiydi. Her geçen gün karısına daha da bağlanıyordu. Onun olmasına alışmak, tenine doymak bir yana dursun sürekli dolup dolup taşan bir nehir gibi kalbi sadece onun için atıyordu. Yatağında olması, karnında bebeklerini taşıması, hormonları yüzünden canına okuyup dursa da koyun koyuna oldukları her an sevişip öpüşmek istemesi onu eritip bitiriyordu. İçini çekti. Hemen yanı başında olmasına rağmen yine it gibi özlemişti.

"Hazan."

"Ne?"

"Bir şey ister misin?"

"Mandalina versene bir tane."

Aslı, Hazan için hazırladıkları çantadan bir mandalina çıkarıp uzattı. Soymaya başladığı mandalinanın kabuğunu kokladığında, "Fırat," dedi.

"Yavrum?"

Yanakları ısınırken yutkundu. İnsanların içinde onunla böyle konuşması utanmasına neden oluyordu.

"Urfa'da soba var mıdır?"

Hafif buzlu görünen yolda hızını düşürüp önündeki minibüs ve arkasından gelen araçlarla birlikte virajı aldı.

"Var."

Gülümsedi.

"Sobanın üstüne mandalina kabuğu atarız, olur mu?"

"Olur."

"Fırınında patates de közleriz, di mi?"

"Közleriz."

Ağzına bir tane mandalina parçası attı. Serin ve tatlıydı. Gözlerini kapatıp arkaya yaslandı.

"Ne zaman varırız?" diye sordu.

"Beş altı saate orada oluruz."

Fatma hanım araya girdi.

"Düğünü ne zaman yapacağız dediydin?"

"Bu hafta içi."

Nişanı iki hafta önce yapmışlardı. Hazan, mor, prenses model bir elbise giymişti. Şırnak'ın tamamı, Urfa'nın ise yarısı oradaydı. Heja hanımlar düğün için kalan hazırlıklarla ilgilenmek üzere dört gün önce Harran'a dönmüştü. Fatma hanım kendi evine yerleşmiş, Aslı'lara yakın bir yerde Fırat'ın ayarladığı apartmana taşınmıştı. Hazan eski odalarını bebek odası yapmaya karar verdi. Kızlarının yatağı, elbiseleri ve oyuncakları şimdiden hazırdı. Ona bir sürü masal kitabı almıştı. Bazen sevdiği adama o kitaptan hikayeler okutuyordu. Bebeğine niniler söylüyor, kocası göğsüne yatıp kızıyla birlikte onu dinliyordu. Bazen sadece Fırat özel olarak şarkı söylemesini istiyor, Hazan'ı öyle çok seviyordu ki üçünün arasında oluşan bağ şimdiden çok güçlü hissettiriyordu.

"Kına gecesini yapmaya vaktimiz var, değil mi?"

"Var."

Hazan gülümseyip kocasına mandalina yedirdi. Cizre'den İdil'e oradan Midyat'a geçtiler. Buralarda pek kar yoktu. Uzaklardan görünen yapılar karanlıklara karışmıştı. Şehrin ışıkları ovaların ötesinde belli belirsiz seçiliyordu. Arkadakiler uyuklarken saat akşam altıyı bulmuş, gökyüzü koyu bir laciverte bürünmüştü. Issız yol kenarları Hazan'ın içini ürpertiyor, zihni gölgelerle oynayıp tuhaf yaratıklar oluşturuyordu. Korktuğu için mi yoksa sürekli bir şeyler yiyip içtiğinden sebep midir bilinmez çişi gelmişti.

"Fırat."

"Bebeğim."

Arkaya göz attı. Uyuyor gibilerdi ama yine de, "ya insanların içinde şöyle konuşma benimle," dedi.

"Tamam yavrum."

Ciddi ve kalın sesi, yoldan bir an olsun ayrılmayan gözleriyle araç kullanırken gözüne nedensizce çok yakışıklı ve hoş görünen kocasına baktı. Kızmakla dudaklarına kavuşmak, güçlü kollarının arasına girip güvende hissetmek, kucağında olmak istemek arasında bocalarken, "çişim geldi," dedi.

"Çişine kurban olurum senin," derken bir eli saçlarını bulup sevdi, yanağını okşayıp boynuna dokundu. "İlerde benzinlik var, orada dururuz, tamam?"

"Tamam."

Birkaç dakika sonra benzinlikte durdular. Şiddetli bir rüzgar uğultulu sesler çıkararak arabaya çarpıp geçip giderken Fırat araçtan indi. Önden dolanıp Hazan'ın yanına geldi. Kapıyı açıp kemerini çözdü. Alnına inen yumuşak dudakları öpüp battaniyesini şoför koltuğuna attı. Belini tutup, "gel, canımın içi," diyerek sevdiği kızı dışarıya aldı. Beyaz botları, kahverengi uzun kazak elbisesi ve elbisesiyle aynı renk ve boyuttaki salaş hırkasıyla hamile karnı karısına sarılıp öpüp koklama isteğini karşı konulamaz bir hâle getirse de doğal şeklindeki saçlarına, büyük gözlerine, minik burnuna, kirazlı küpelerine, bordo rujuna tutulup her zerresinde kendini kaybederken kokusunu solumakla yetindi.

Soğuktan korumak isterken önünde siper olup kapıyı kapattı. Arkadakiler de uyanmıştı. Bir elini bileğinden kavrayıp kolunu beline sardı. Belli belirsiz paytak adımlarını izlemek bile tetiklenip tahrik olmasına neden oluyordu. Mola vermiş araçlar, havaya yayılan hafif benzin kokusu, marketin cam kapısından görünen insanlar, yan taraftaki restoranın sıcak sarımtırak ışıkları, kocasının sıcaklığı Hazan'a daha iyi hissettirdi. Yüzünü yalayıp geçen ürpertici rüzgarla sevdiği adama biraz daha sokuldu. Hırkasını karnına çekti.

Markete girdiler. Dışarıya nazaran daha sıcaktı. Fırat kasadaki kıza tuvaletin yerini sordu ve alt kata giden merdivenleri indiler.

"Sen burada dur."

"Dikkat et, bir şey olursa seslen bana."

Başıyla onayladıktan sonra siyah kapıyı açıp mis gibi deterjan kokan, yeni yıkanmış tuvalete girdi. Peçete olup olmadığını kontrol edip tuşa basarak klozetin poşetini değiştirdi. Sifonu çekip oturdu. İşini hallettikten sonra ellerini yıkadı. Aynada kendine bakıp saçlarını düzeltti. Dışarıya çıktığında Fırat hâlâ aynı yerdeydi.

"Tamam mı?"

"Tamam. Sen de gitmek istiyorsan git, beklerim."

"Yok," dedi. "Gel, gel bir öpeyim seni şurada."

Beline dolanıp karnına dikkat ederek dudaklarına yapıştı. Hazan'ın bir gözü merdivenlerdeyken deri ceketinin yakalarına tutunup karşılık verdi. Çok özlemişti. Bir yatak bulup kocasının koynuna girmek istiyordu. Ağrıyan beli ve şişen ayakları ise yatağa ihtiyaç duymasının bir diğer sebebiydi. Parmak uçlarında yükselip vücudunu sevdiği adama bastırdı. Hırkasının kolları içinde kaybolan, bordo tonlarındaki ojesinin hoş durduğu elleri yüzünü buldu. Tenini okşarken Fırat hafifçe geri çekildi.

"Ellerin buz gibi olmuş," dedi, azarlar bir hâl içerisindeki sesiyle.

"Soğuk suyla yıkadım ellerimi, normal. Bir şey olmaz," diyerek dudaklarına tekrar ulaşmak istediğinde, yanağını öpüp eğildiği üstünden doğrulan adamla aralarına açılan mesafe buna engeldi. Elleri teninden kayıp göğsüne düştü.

"Ya Fıraaat," dedi. Mızmız sesi, çatılan kaşları ve büzülen dudakları yüzünü olduğundan daha tatlı bir şekle bürümüştü. Bu güzelliği ısıra ısıra sevip öpmek istese de ne burası yeriydi, ne de Hazan bu kadar çabuk üşürken içindeki duyguların esiri olup sevdiği kızı doya doya öpebilirdi.

"Şşş," dedi, uyarıcı sesiyle. "Yürü."

Sol omzunu aşağı yukarı hareket ettirip, "banane," dedi.

Ellerinin arasındaki belini okşarken, "Hazan, inada bindirme yavrum," dedi. Günlerdir olur olmadık şeylere inat edip canına okuyor, biraz sesi yükselse ağlamaya başlıyor, istediğini yaptırana kadar Fırat'a akla karayı seçtiriyordu. Hazan'ın bu hallerinin hamileliğinin yanı sıra çok sevildiğini hissettiği ve onu fazla şımartığı için olduğunu biliyordu. Şikayetçi değildi. İstediği şeylerin çoğu Fırat'ı da mutlu eden şeylerdi. Ama geriye kalanlar, Aslı'da bazen de Fatma hanımda kalmak istemesi, kızlarla dışarıya çıkmak için her hafta sonu bir tartışma çıkarması, hamile haliyle sürekli üst kata çıkıp inmesi, yemek yapmaya kalkması ve fındık kabuğunu bile doldurmayacak onlarca şey daha zıvanadan çıkmasına neden oluyordu.

"Ama ben seni öpmek istiyorum."

Alnını öptü.

"Ben istemiyor muyum?"

"İstiyor musun?"

"İstiyorum lan tabii. Ama kıyamam sana böyle. Hadi bebeğim, üzme beni. Birkaç saat sonra alır koynuma istediğin kadar severim seni."

Yavaş yavaş akmaya başlayan burnunu çekti. Fırat Hazan'ın zayıf karnını bulmuştu. Üzme beni, dediğinde daha ılımlı ve anlayışlı oluyordu.

"Eğil."

Sorgulamadan dediğini yaptı. Hazan kollarını boynuna sarıp yüzünü tenine gömerek sıkıca öpüp aldığı derin nefeslerle kokusunu soludu.

"Ölürüm lan sana. Ağzını burnunu yerim senin."

Birkaç saniye, sevdiği adam saçlarını sevip koklarken öylece durup ayrıldı.

"Gidelim hadi," dedi.

Cayır cayır yanan içinin bir yansıması olan alev alev gözleriyle karısına bakarken kolunu yeniden beline sarıp elini tuttu. Şakağını öpüp merdivenlere doğru adımlamaya başladı. Üst kata çıktıklarında, "bir şey istiyor musun?" diye sordu. "Ne alayım sana?"

Gözlerini marketin içinde gezdirdi. Kollarından çıkıp reyonların arasında dolanmaya başladı. Şişkin karnını hırkasıyla sarıp üzerini okşarken canı tuzlu bir şeyler istiyordu. İki büyük boy çekirdek aldı. Biri tuzlu biri sadeydi. Aslı tuzlu sevmiyor diye öyle almıştı. Paketleri peşinden gelen Fırat'a verdi. Fıstık, tuzlu kraker, herkese sevdiği çikolatadan ve içecekten alıp kasaya gittiler. Kasadaki kız ürünleri poşetleyip uzatılan parayı alırken mavi gözlerini ara ara Fırat'ın yüzüne dikmişti. Hazan gözlerini aralarında gezdirdi. Kocası poşeti alıp belini sıkıca kavradı. Kapıya yöneldiklerinde hediyelik eşyaların bulunduğu reyonda gördüğü orta boy beyaz, ellerinin arasındaki kalpli kırmızı yastıkta "seni seviyorum" yazan ayıcığa gözleri takıldı. Duran adımları sevdiği adamın ona dönmesine neden oldu.

"Noldu?"

Göğsüne ağırlık yapmaya başlayan kıskançlığını yok sayıp, "onu istiyorum," diyerek işaret parmağıyla ayıcığı gösterdi.

Fırat tozlu poşetin içindeki ayıya baktı. Hazan pis şeylere dokunmayı sevmezdi. Astımı vardı. Hamileydi. Karısını daha sıkı sarıp, "Urfa'dan alırız," dedi. "Daha güzelini bulurum sana, o olmaz."

"Niye?"

Sesinin tınısı her an bir tartışma çıkarmaya meyilli olduğunu belli ederken, "arabada konuşuruz, yürü," dedi. Gözleri bir müddet gözlerinde gezinip kasada onları seyreden kızı buldu. Gereksiz bir kıskançlık yapmak, sorun çıkarmak istemiyordu. Ama her dediğini yapan, önüne dünyaları sermeye hazır olup gözünün içine bakan adamın istediği basit bir şeyi reddedişi kalbini kırmıştı. Buna rağmen başını önüne eğip, "peki," dedi.

Marketten çıktıklarında kuru soğuk etraflarını sarıp araca binene kadar onlara eşlik etti. Fırat, Hazan'ın asılan yüzünün ve içine kapandığının farkındaydı. Bu hali canını sıkıyor, onu rahatsız ediyordu, fakat o tozlu şeyi alıp astım hastası hamile karısının eline veremezdi. Hırkasını düzeltip battaniyesini güzelce örtünüp karnını sardı. Kemerini takıp arkasına yaslanarak başını koltuğa dayayıp cama döndü. Kimseye tek kelime etmeyip aldıklarının bulunduğu poşetin yüzüne bakmadı. Arka koltukta oturanlar bir şey olduğunu sezseler de sessiz kalmayı tercih ettiklerinde Fırat yola koyuldu.

**********

Urfa şehir merkezinden Harran Ovası'nı geçip gece yarısı konağa ulaştıklarında Ömer ağa ve Heja babaanne onları kapıda karşıladı. Üç katlı taş konağın görkemi Hazan'ı büyülemişti. Geniş avludaki oturma yerleri, ortadaki su fıskiyesi, üst katlara çıkan çift taraflı merdivenler, kandiller misali yanan hoş ışıklarla konak devasa bir görünüme sahipti. Doğu kültürünü her şeyiyle yaşatan bu yapıyı sabah görmek için içten içe can attı. Ona meraklı gözlerle bakan çalışanlara başıyla selam verip gülümsedi. Aynı karşılığı aldığında sağ taraftaki merdivenlere yönelip üst kata çıktılar. Kocaman bir salona girdiler. Kırmızı ve kahverengi ağırlıklı mobilyalar tarihi eser havası veriyordu. Oymalı koltuklara yerleştiklerinde Hazan tekli koltuğa gitmek istese de Fırat bileğini tutup yanına almıştı. Üç saatlik yol boyunca uyuyup iki kez tuvalete gitmek istediğini söylemek dışında tek kelime etmemişti. Ağzına bir lokma koymamış, aldıklarına elini sürmemişti.

"Hoş geldiniz tekrar. Gelinim sen de hoş gelmişsin," dedi, Ömer ağa.

"Hoş buldum."

"Nasıl, beğendin mi bizim buraları?"

Başını sallarken yüzündeki tebessüme engel olamadı.

"Çok beğendim, çok güzel," dedi.

"Şimdi gece karanlığına pek bir şey anlaşılmaz, yarın Fırat gezdirir seni."

Heja hanımın sözleriyle gülüşü solsa da bir şey söylemedi.

"Karnınız aç mı? Bir sürü yemek hazırlattık, sofra kudurayım mı?"

"Ay yok vallaha. Arabada yemekten içmekten başka bir şey yapmadık zaten. Yatsak iyi olur," dedi, Fatma hanım.

Aslı da Yaren ve kendisi adına tok olduklarını söyledi. Gözler Hazan'a dönmüştü. Biraz içi kıyılmıştı. Urfa sınırlarına girdiklerinden beri her yer kebap kokuyormuş gibi hissediyordu. Olsa yerdi, ama gönlü Fırat'a kırgındı.

"Ben de aç değilim," dedi. Beyaz çoraplı ayakları parkeden yayılan ısıyla sıcacık olmuştu, bu his iyi gelirken ayaklarına bakıyordu.

"Emin misin kuzum? Varsa bir isteğin hemen yaptıralım."

"Yok, istemiyorum."

Sevdiği adamın gözlerinin ağırlığını üstünde hissetse de yüzünü çevirmedi. Fatma hanım ve kızların da odak noktası oydu. O sırada kahya salonun kapısında belirdi.

"Ağam bavulları yukarıya çıkartım."

"Tamam."

Kâhya çekildi. Heja babaanne Fatma hanım ve kızlara odalarını göstermek üzere ayaklandı. Fırat, Hazan'ın elini tutup üçüncü kata çıkardı. İşlemeli kapıların, terasa bakan pencerelerin arasından geçip koridorun sonunda, bavullarının önünde durduğu kapıdan içeriye girdiler. Işığı açtı. Eski usül bir yatak el yapımı yorganla örtülüydü. Rahat olduğu belliydi. Taş duvarların içine gömülmüş iki siyah kapı vardı. Yatağın ayak ucunda daha evvelden yakılmış olan bir şömine bulunuyordu. Odunlar çıtır çıtır sesler çıkarıyordu. Ahşap desenli döşemelerin üzerinde koyun postu şeklinde yünlü bir halı mevcuttu. Şöminenin önünde ve halının üzerinde karşılıklı duran şarap kırmızısı, kenarları oymalı koltuklar göze çarpıyordu. Terasa çıkan kapının perdeleri açıktı. Şehrin ışıkları ateşböcekleri gibi tek tük parlıyordu.

Fırat bavulları alırken Hazan şöminenin önüne oturdu. Yerden ısıtmalı, doğalgazlı konakta onları düşünüp şömine yakmalarının sevdiği adamın işi olduğunu biliyordu. Ama o soba istemişti. Bu konakta hiç soba varmış gibi görünmüyordu. Kapı kapandığında kırgınlığını hatırlayıp ayağa kalktı. Elini yıkamak için banyoya gitmek istiyordu. Hangi kapı olduğunu düşünürken Fırat, "sağdaki," dedi.

Işığı açıp küveti olan siyah ve beyazın iç içe geçtiği modern tasarlanmış banyoda çişini yapıp ellerini yıkayarak çıktı. Kalktığı yere oturduğunda Fırat da banyoya girip çıkmıştı. Lambayı kapatıp oda kızıl alevlerle aydınlanırken karısının karışısına oturdu. Uzun kıvrımlı kirpiklerinin gölgesinin etli yanaklarına düşüşünü, kor düşmüş gibi parlayan gözlerini, ucu hafif kalkık inatçı burnunu, dolgun dudaklarını izledi. Saçları, küçük elleri, her gece emdiği göğüsleri, şişkin karnı, ayakları derken içi sevdiği kıza yanarken şöminenin alevleriyle yarıştı.

Deri ceketini çıkarıp yatağın üzerine attı. Öne gelip Hazan'a elini uzattı.

"Gel yanıma," dedi.

Duymamazlıktan gelip gözlerini yüzüne bile değdirmediğinde ikinci kez seslenmeyip sinirlenmeye başlarken yerinden kalktı. Hazan'ı kucağına aldı. Şaşırmış olmasına karşın kucağında olmak istemese de sessiz kaldığında koltuğa geri döndü. Dikkatlice oturup sıkıca sarıldı. Alnını öpüp boynunda soluklanırken hırkasını çıkardı. Çoraplarını sıyırıp ayaklarını şömineye doğru uzatmasını sağladı. Kollarını kavrayıp kendine sardı. Karnını aralarında hissederken, şişkinliğe nazaran incecik kalan belini masaj yaparcasına okşadı.

"İyi misin?"

"Hı hı."

"Kızdın mı bana?"

Sessiz kaldı.

"Hazan, ne zaman, ne istedin de almadım sana? Bu sefer olmaz, dediysem vardır bir sebebi. Niye böyle suspus olup üzüyorsun beni?"

Kollarını sıkılaştırıp boynuna sığınırken, "neden almadın?" diye sordu, kısık ve naif sesi Fırat'ın gözlerinin kapanmasına neden olmuştu.

"Tozluydu çünkü," dedi. "Astımın var senin, hamilesin, tozlu şeylere dokunmayı sevmediğini de biliyorum. Nasıl alırdım sana onu?"

"Ama çok güzeldi."

"Daha güzelini alırım, asma yüzünü. Canın ne istiyorsa söyle, hazırlatayım sana."

"İstemiyorum bir şey."

"Yavrum, yapma. Açsındır sen, biliyorum. Söyle hadi, ne istiyorsan."

Yüz yüze gelmelerini sağladı. Kocasının kara gözlerine, alevlerin ışığında aydınlanan yakışıklı yüzüne baktı. Alınlarını birleştirip dudaklarını öptü.

"Seni istiyorum," dedi.

Öpüşmelerini sürdürürken, "bebeğim," dedi.

"Hı?"

"Olmaz."

"Ne-neden?"

Dudaklarından kopup karnını öptü. Belindeki elini bacaklarından kaydırıp ayaklarını okşadı.

"Yol geldin o kadar," dedi. "Belin ağrıyor, ayakların şişmiş. Bu gece sarılıp uyuyalım, yarın gece bakarız."

Yüzü küskün bir hâl aldı.

"Yarın da yorgun olacağım ama, belki bugünden daha fazla. Lütfen."

Sıkıntıyla içini çekerken yanağını öpüp ayağa kalktı. Karısını yatağa bırakıp kapıyı kilitledi. Beyaz tişörtünü tek hamlede çıkarıp sevdiği kızın üzerinde gezinen heyecanlı ve arzu yüklü beğeni dolu bakışları eşliğinde kemerini çözdü. Boxserıyla kalıp yatağa çıktı. Kazak elbisesini bedeninden ayırıp boynunu öpücüklerilye ıslatırken sütyeninin kopçasını açtı.

"Ah..."

Külotu da odanın bir köşesinde yerini aldı. Nefesleri sıkılaşıp tenleri birbirine değerken bile inleyip duran karısını yorganın altına soktu. Boxserını yerde bıraktı. Yatağın içine girip arkasına uzandı. Sımsıkı sarılıp saçlarını sevdi. Dudakları ensesinde, omuzlarında ve sırtında gezinirken elleri vücudunun her yerinde dolandı. Bacak arasına girip sırılsıklam olan kadınlığını avuçladı.

"Ahmmmmmğğğ...ıhhmmmh..."

Başını arkaya çevirdiğinde dudakları buluştu. Islak ve şaşpırtılı bir şekilde öpüşürlerken ellerini kömür karası saçlarına daldırdı. Fırat'a duyduğu açlığı haftalardır bastıramıyordu. Kadınlığındaki elin çekildiğini hissetti. Geriye kalan boşluktan hoşlanmamıştı. Memnuniyetsizce inledi.

"Şşş."

Penisini avucundaki ıslaklıkla sıvazladı. Karısının bir bacağını üzerine alıp aletini vajinasının girişine yerleştirdi. Dolgun kalçalarını iyice kasıklarına çekip bastırdı.

"Fı-Fıraaaaat....ahhhmmmmıhhhh."

"Tamam...tamam karım, dur...kurban olurum sana. Gel."

"Ah! Ya! Fırat!"

Birkaç ufak git gelle içine girip kendini itti. Neredeyse köküne kadar sokup dişlerini sıkarken bir eliyle bacağını okşayıp diğeriyle onu nedensizce tahrik eden karnını sevdi. Yüzünü saçlarına gömüp orta şiddette hızlandı. Kalçaları kasıklarında sarsılıyor, aklını başından alıyordu. Karısının kontrolsüz iniltilerine karışan çığlıkları gırtlağından penisine kadar kızgın lavlar akıtıyordu. Hazan'a zevk veriyor olmak, içine girmesi için yalvardığı bir adama dönüşmek erkeklik gururunu okşuyordu. Hazan'ı hamile bırakmış olmak onun nazarında haz verici bir başarıydı. Söz konusu sevdiği kız olduğunda etkilendiği şeyleri o bile bazen anlamlandıramıyordu. Kırk yıl düşünse hamile bir kadının karnının erekte olmasına sebebiyet verebileceğini aklına getirmezdi. Bu kadın onundu. Onun bebeğini taşıyordu. Kısacık boyuyla, kocam, kocam diyerek onun peşinde dolanıyordu. Onun koynuna giriyor, kalbi ona atıyordu.

"Ko-kocam...aaah....aaaah...kocaaaammm!"

"Karım...canımın içi."

"Ço-çok seviyorum seni...a-ah...doyamıyorum sana..."

Boynunu öptü.

"Kurban olduğum," dedi, nefes nefese.

Bir süre sonra ikisi de boşaldı. Hazan sevdiği adama döndü. Aldığı zevkten dolayı ağladığı için kirpikleri ıslaktı. Göğsüne sokuldu. Fırat karnını sıkıştırmadan sarıldı. Sessizliği, nefeslerini ve alevlerin sesini dinlediler. Hazan yavaş yavaş göz kapaklarının ağırlaştığını hissetse de uyumamak için direndi.

"Fırat?"

"Yavrum."

"Burası senin odan mı?"

"Sayılır."

Göğsünü öptü. Aklındaki soruyu sormak için cesaretini toplamayı deneyip, "kocam," dedi.

"Canım."

"Şey..."

"Ney?"

"Bir şey soracağım, ama kızma, tamam mı?"

Dudakları saçlarının arasında gezinirken duraksadı.

"Sana kızmam, ama sorduğun soru ters bir soruysa garanti veremem."

"Sormayayım mı yani?"

"Kendin karar ver."

Başını geriye atıp loş ışıkta tekinsiz gölgelerle bezenen karanlıkta kalan gözlerine baktı.

"Ama merak ediyorum."

"Sor o zaman."

"Ama ya kızarsan?"

"Sorma o zaman."

Kaşları çatıldı. Sinirlenmişti.

"Dalga mı geçiyorsun benimle?"

İçini çekip doğruldu. Karısını kucağına alıp banyoya girdi. Küvetin suyunu açıp kenarına oturdu.

"Geçmiyorum."

"Soracağım, kızarsan da kız."

"Tamam."

Kocasının ne söylerse söylesin asla tonu değişmeyen sesi, ciddi yüz ifadesi, bir iki kelimeden fazlası olmadan kurduğu cümleler sinirlerini germişti. Yutkunup, "Ba-Bahar nerede?" diye sordu.

Son sürat çıkışına ulaşmak istediği bir mağaradan kaçarken önüne düşen büyük bir kayayla yolu kesilmiş gibi hissetmesine neden olan ani bir öfkeyle karardı gözleri. Normal hali bile sert olan yüzü daha da sertleşti. Sol gözü seğirdiğinde alnının ortasında parlayan damar alnına dökülen asi tutamlarla bir bütün olup yarım ay şeklini aldı. Kasılıp taş kesilen koca gövdesi bir adamın öfkesinin resmedildiği fildişi bir heykeli anımsatıyordu. Elbette sanat bilmezler bu derin, insani fakat aynı zamanda hayvani bir görünümü olan heykeli yalnızca oldukça yakışıklı ve çıplak bir adamdan fazlası olarak görmeyecekti. Öyle ki bu koca heykelin kime ait olduğunu bile sorgulamayacaklar, onlar için belki de bu elzem sanat bir katile bile ait olsa estetik olmaktan öteye gitmeyecekti. Muhteşem erkek bedenleri olarak resmedilen Yunan Tanrılarının heykelleri gibi içinde bir mana aramaksızın ağzı açık ayran budalası gibi dikkatle fakat görmeden seyredilecekti. Oysaki Prometheus'u Kafkas Dağı'nın tepesine zincirletip, her gün bir kartalın karaciğerini yemesine ve ertesi gün iyileşen ciğerin bir döngü halinde tekrar tekrar kartala yem olmasına neden olan Zeus, Prometheus'un bir Titan olmasına karşın, Güneş tanrısının arabasından çalarak halka verdiği ateşin ta kendisiydi. Ve belki de şu an Fırat'ın gözlerinde yanan, halka verilen ateşin bir parçası, Prometheus'un karaciğerinin bir hücresi, vahşi kartalın bıçak gibi keskin gagası, Zeus'un öfkesinin ızdırap verici bir yansımasıydı.

Yutkundu. Fırat'ın Bahar'a olan öfkesi küllenmek yerine giderek harlanmıştı ve Hazan bunun sebebini biliyordu. Bahar Urfa'da kalmak istemediği için Ömer ağayla geçen haftalarda bir tartışma yaşamamıştı. Heja babaanne telefonda bir adamla görüştüğünü görmüştü. Bir türlü dizini kırıp çocuklarına annelik yapmak bir yana dursun kendine bile sahip çıkmaktan aciz bir insana dönüşmesi ve sürekli başına gelenler için abisiyle annesini suçlaması kulaklarına geliyordu. Şu an Diyar ağanın konağındaydı. Telefonu elinden alınmıştı. Dört aylık oğluna halaları bakıyordu. Elif konaktaki çocuklarla oynayarak vakit geçirirken annesiyle arasında devasa bir uçurum açılmış gibiydi. Hazan içten içe onlar için üzülüyordu. Özellikle de Elif aklına geldikçe Ecrin'i hatırlıyordu. Ama Ecrin'in en azından onu seven bir babası ve teyzesi vardı. Hazan Ecrin'e elinden geldiğince anne yarılığı yapmıştı.

Tek kelime etmeden doğruldu. Hazan'ı yavaşça küvete bırakıp suyu kapattı. Bavuldan şampuan, saç kremi gibi ıvır zıvırları alıp geldi. Suya girip arkasına geçti. Göğsüne yatırıp suyun içine gömülen şişkin karnını ellerinin arasına aldı. Kızını sevmek onu rahatlatıyor, gerginliğini alıyordu. Boynunu öpüp koklarken karısı duş jelini suya döküp köpürttü.

"Fırat..."

Köpüklü suyla göbeğini ovalarken, "hı?" dedi. Bahar konusunu sürdüreceğinin farkındaydı.

"Kızman gereken bir şey söylemedim ki," dedi. "Sordum sadece."

"Sorma."

"Ama merak ediyorum...üzülüyorum onun için."

Elleri durdu.

"Anlamadım? Neye üzülüyorsun? Biz bir şey mi yapıyoruz ona? Ya da ben bir şey mi yapıyorum?"

Bacaklarının arasında kollarına tutunarak yavaşça sevdiği adama döndü.

"Bunun bir şey yapmakla bir alakası yok," dedi. "Kimseyi suçlamıyorum. Ama bir kadın olarak anlıyorum onu..."

"Sakın! Sakın kendini onunla aynı kefeye koyma. Sen onun yediği hiçbir haltı yapmazsın."

"Sen de bana Harun'un ya da diğer adamın ona davrandığı gibi davranmazsın. Çünkü beni çok seviyorsun..."

"Seviyorum."

Belini sımsıkı saran çelikten kolu, karnının üzerinde duran büyük eli, bir bütün haline gelen bedenleri, kocasının göğsüne yapışıp sızlayan memeleriyle sevdiği adamın kara gözlerinde bulunduğu o kutsal yeri gördü. Ona olan sonsuz güveni içini sıcacık ederken omuzlarından destek alıp yanağını öptü. Sevdiği adam dudaklarına uzanırken geri çekilip izin vermedi. Konuşmak istiyordu.

"Ama dur, dinle beni, lütfen."

Karısının güzelliğine bakarken dilinin ucunu ısırdı. En başından beri konuyu buraya getireceğini biliyordu. Sıkıntıyla içini çekip belli belirsiz başını salladı.

"Bak, insanlar aslında her şeyin en temelinde sevilmek için yaşarlar. Bu sevginin kimden geldiğinin bir önemi yoktur. Anne, baba olabilir, bir sevgili olabilir ya da bir insan sadece kendi kendisine duyduğu sevgiyle bir ömür tek başına yaşayabilir. Sonuncusu en zor olanı, çünkü kendimize hep başkalarının gözünden bakarız. Onların sevdiği kadar sevilesi, başarılı gördükleri kadar başarılı, güzel buldukları kadar güzelizdir. Ben mesela bu şehre gelene kadar hep annemin beni sevmesini bekledim. Küçükken çirkin ördek yavrusu olduğuma inanırdım. Hep bir gün annemin gözünde güzeller güzeli beyaz bir kuğuya dönüşmeyi bekledim..."

"Öylesin zaten. Seni sevmeyen ölsün lan!"

Yanağına inen sulu ve sesli öpücükle güldü.

"Ya, dur."

Boynuna sokuldu.

"Canımın içi, kurban olduğum. "

"Fıraaat."

Yüz yüze geldiler.

"Tamam bebeğim, anlat."

İç geçirip, "bu yüzden hep sevilmeye layık olmadığımı düşündüm," dedi. "Sana da hep bu yüzden, beni neden seviyorsun, diye sorup duruyordum, çünkü annem sevmiyordu, sense beni hiç tanımadan, aynı evin içinde yaşamadan deli gibi sevdiğini, benim için dünyayı sırtında taşısan gocunmayacağını söylüyordun. Annem beni evde hep fazlalık olarak görürdü, astım ataklarıma, yememe içmeme, hatta alıp verdiğim nefese bile tahammül edemezdi."

Gözleri dolarken duraksayıp bakışlarını kaçırdı. Fırat daha sıkı sarıp saçlarını öptü.

"Şşş," dedi. "Aldığın nefese ölürüm senin. Varlığına kurban olurum."

Hazan anlattıkça annesine yolladığı her kuruş için daha da pişman oluyordu. Sevdiği kıza ihanet ediyormuş gibi hissetti. Omuzlarına koca bir yük binerken Hazan'ı daha çok sevdi.

"Seni de rahatsız ettiğimi düşündüm hep," dedi, kendini toparlayıp. "Her kavgamızda gitmek istedim. Kendimi geri çektim, benden daha iyisini, güzelini bulabileceğini düşündüm, çünkü annem beni hep ablamla kıyaslardı, benden rahatsız olduğu her saniye yanından uzaklaştırıdı. Bazen...sofradan kovardı..."

"Yavrum..."

"Dinle."

Dayanamıyordu, çünkü anlattıkça anlıyordu. Evvelden de farkındaydı her şeyin, fakat Hazan'ın o kırgın çocuksu sesinden duymak hissettiği her şeyin altını çizip gözüne sokuyor, katlanılamaz bir hâle getiriyordu.

"Tamam," dedi, saçlarında nefeslenirken.

"Ben sana küsmüyordum, sadece annemle yaşarken edindiğim alışkanlıklarla bir ilişki yürütmeye çalışıyordum. Kızdığında yemek yememem, bir köşeye çekilmem, fazlalık olduğumu düşünüp gitmek istemem, ağlayıp durmam bu yüzdendi. Ben de terapiye gittikçe fark ettim bunları. Bu şehre ilk geldiğimde savcı ve VASÖ ajanı olan Hazan'dım. Durgun, kontrollü ve soğuktum. Çünkü içimdeki diğer Hazan'ın belki de Hilal'in var olabileceği bir yer yoktu. Kimse onun gülmesini beklemiyordu, yemek yemesini istemiyordu, gözyaşlarını silmek için yanında hazır olan biri yoktu. Ben ilk başta seninle olan ilişkimize...uzun bir ilişki gözüyle bakmadım. Kendi kendime bile sürekli VASÖ'yle ilgili sırlarımı bahane ederek ayrılırız bir gün, katlanamaz sırlarıma, diyordum ama asıl düşündüğüm bana katlanamayacağındı. Yine de sana sarılmanın, seni öpmenin nasıl bir şey olduğunu bilmek istemiştim..."

"Hazan...Hazan'ım...çok seviyorum lan seni."

Kalbinin üstünü öptü.

"Ben de seni. Ama eğer sen vazgeçseydin benden bugün böyle olmazdık. Belki sen...başka bir kadınla..."

"Asla."

"Belki, diyorum ya."

"Deme. İçimdeki sana hakaret etme. Sen bir tanemsin benim, değil yeryüzünde, koca bir evrende, ne geçmiş ne de gelecekte senden bir tane daha yok. Tamam?"

"Tamam. Ama hayat ya bu..."

"Değil, senin benim olmadığın bir hayat ölümden fazlası olamaz.'

"En azından birlikte olmazdık işte. Birbirimizin yanından geçer giderdik. Hani geçende televizyonda izlemiştik ya elli sene sonra kavuşan neneyle dede vardı, onlar gibi olurduk belki. Ya da evlendikten sonra, daha birkaç ay oldu ama bir yıldır evliyiz diyelim..."

"7 yıl da diyebiliriz."

"Fıraaat."

"Karım."

"Ciddiye alır mısın beni, lütfen."

"Alıyorum."

"Dinle o zaman."

"Dinliyorum yavrum, konuş hadi."

Bıkkınca soludu.

"Soğusaydın benden, eskisi kadar sevmeseydin, kocalık yapmasaydın mesela..."

"Eee?"

"Benimle konuşmasaydın, bir şey anlattığımda dinlemeseydin, haber vermeden çekip çekip gitseydin ya da o adam gibi beni yatağa atıp hamile bıraktıktan sonra yüzüme bile bakmasaydın, daha da kötüsü ben senden önce..."

"Şşş! Girme oralara. Anladım ne anlatmaya çalıştığını ama fazla ileri gidiyorsun Hazan. Damarıma basma benim."

"Bahar'ı da anla o zaman. Canan teyzenin Bahar'a gösterdiği şeye sevgi diyemezsin, ama Bahar'ın aradığı şey tam da bu. Geçen de izlediğimiz sabah programını hatırla, köylük yerde okula gönderilmeyen, kendi duygularıyla yüz göz olmaya fırsatları olmayan kadınlar erken yaşta evlenip çocuklarıyla birlikte büyümeye çalışıyor. Ama onu da işin gücün, koca peşi eylemenin derdinde beceremiyorlar. Sonra da yasak aşklar, cinayetler, katledilen, ziyan olan çocuklar çekiyor ceremesini. Kimse kimseyi sevmeyi bilmiyor. Derdini dinlemeyi, yanında olmayı, bir hata yaptığında anlamayı, ya bir başkasının acısının, yorgunluğunun bile farkında olmuyorlar. Ben senin sırf gözlerin için bile koca bir roman yazarım, ama aynı evin içinde yaşayıp karısının, kocasının göz rengini bilmeyen insanlar var. Bahar bir doktor, tamam. Ama bir insan. Neye layık olduğunu bilen ve onu arayan bir insan..."

"Canım, canımın yarısı, anlıyorum. Ama anlıyorum diye hak vermemi bekleme benden. Ben de sana kadar sevilmek istedim hep. Senin gibi annemden bekledim bunu. Altı yıl uzaktan gözledim seni. Ben de aradım sevgiyi. Ama kadın kadın gezmedim bunun için, bu değil bir başkası demedim. Ne demek lan evliyken başka adamdan çocuk peydahlayıp iki çocukla baba ocağında hâlâ başka heriflerle görüşmeye devam etmek?! Kimse kendi başına değil. Herkes yaptığı hatanın bedelini ödeyecek. Kapat konuyu."

"Ama..."

"Hazan! Bak sinirleniyorum, yapma."

"Peki," diyerek önüne dönmeye meyil ettiğinde Fırat bırakmadı. Yan bir şekilde kucağına alıp köpüklü suyla ellerini vücudunda gezdirdi. Ödem toplamış ayaklarına masaj yaptı. Hazan rahatlarken başını göğsüne bıraktı. Tenindeki güven veren, ruhunun üzerinde büyüleyici bir etkisi olan, büyük ve kaba ellerin tadını çıkardı. Memelerini okşamaya başladığında inledi.

"A-a-ah..."

"Şşş."

Yavaşça eğilip iyice kabarıp dikleşmiş olan, koyu kahverengi tonlarındaki göğüs ucunu dudaklarının arasına aldı. Yavaş ve nazik dudak hareketleriyle emdi. Karısı kasılıp tırnaklarını etine geçirmişti.

"Fırat! Mmmhhh...ahğğğ..."

İniltilerini dinlerken diğer göğsünü masaj yaparak sevmeye başladı. Bu her akşam için rutinleri olmuştu. Arada ağzına kolostrum denilen süt damlaları geliyordu. Hafif vanilyamsı ve tatlı bir tadı olan bu damlalar sevdiği kızın gül kokulu teniyle birleşince aklını başından alıyordu. Bir iki damladan fazlası gelmese de yoğun bir kıvamı vardı ve tadı damağında kalıyordu. Memelerini her emdiğinde çocuksu bir heyecanla o damlaları bekliyordu. O an beklediği şey gerçekleşti. Sevdiği kız boynunda hızlı ve kesik kesik nefesler alıp verirken durdu. Dilinin üzerindeki zerrecikleri hissedip her bir tat molekülünü zihninde ayrıştırarak yuttu. Damağına yayılan o hoş ve kadifemsi rahiyayla benliğini yitirdi.

"Mmmhhh..."

Alnını yavaşça göğsüne dayayıp bilinçsiz bir iniltiyle tamamen ağzındaki tada odaklandı. Meme ucu, alıp verdiği nefeslerle dudaklarının arasında titreşiyordu.

"Fırat..."

"Hım?"

"Sü-süt mü geldi?"

"Hı hı."

Utandı. Sevdiği adama sığınıp yutkundu. Bu damlalar tam olarak süt değildi. Sütün ham maddesiydi. Süt kanallarında süt oluşmaya başladığının ilk habercisiydi. Fakat buna rağmen kocası sütünü içiyormuş gibi hissetmekten kendini alamıyordu. Fırsatını bulduğu her an memelerine yapışıp o birkaç damlalık şeyi içebilmek için dakikalarca göğüslerinden ayrılmıyordu. Hazan sıkılıp elinden kurtulamak istedikçe sıkıştırıp duruyordu. Memelerini bıraksa rahimi büyüdükçe vajinasındaki baskı sebebiyle artan akıntısına geçiyor, bıkmadan usanmadan şeffaf ve gül gibi koktuğunu iddia ettiği kıvamlı sıvıyı emip duruyordu. Hamile oluşunun onu tahrik ettiğinin, bundan tuhaf, içgüdüsel bir gurur duyduğunun farkındaydı. Dibinden ayrılmıyor, sürekli yakıcı bakışlarıyla her hareketini; karnını, memelerini, ayaklarını, kalçalarını, ellerini, yemek yiyişini, aldığı nefesleri, kirpiklerinin kıpırdayışını bile gözünü kırpmadan seyrediyordu. Hazan da kocasına karşı açgözlüydü, ama bazen bu sürekli dudak dudağa olma halinin onları yıpratacağını düşündüğü için uzaklaşmaya çalışıyordu. Aslı'larda ve Fatma hanımda kalmak istemesi bu yüzdendi. Birbirleri dışında birilerine de vakit ayırmaları gerektiğini Fırat'a bir türlü anlatamıyordu.

"Fırat..."

"Yavrum."

"Bırak artık. Su soğuyor, üşüyorum ben. Hem uykum da geldi. Yıkanıp çıkalım, olur mu?"

Memelerini öpücüklere boğup dudaklarını dudaklarına bastırdı.

"Olur," dedi.

Duş fıskiyesini alıp sıcak suyla yıkanarak çıktılar. Kurulanıp saçlarını kuruttuktan sonra Fırat, Hazan'a bavuldan çıkardığı pastel tonlarda pudra pembesi, peluş kumaştan yapılma yumuşacık, uzun bir sabahlık giydirdi. Üzerindeki çiçek nakışları çok hoştu. Yuvarlak, fırfırlı yakasıyla uyum içerisindeki fırfırlı, bol kol ve eteklerinin masalsı bir havası vardı. Beyaz çoraplarını ayaklarına geçirip yatağa yatırdı. Şömineye odun atıp mutfağa indi. Süt ısıtıp meyve tabağıyla birlikte odaya döndü. Hazan telefonuna bakıyordu. Yanına oturup tabağı yatağa koydu. Sütü uzatırken, "telefon karıştırmaya mı başladık artık?" dedi.

Bardağı alıp ılık sütten bir yudum içti.

"Hayır, sadece sosyal medyan var mı diye baktım."

Beline sarılıp saçlarını öptü.

"Var mıymış?" dedi.

"Var, ama bomboş."

"Ne olmasını bekliyordun? Özel kuvvet askeriyim ben."

"Ben de terör savcısıyım, ama en azından özel hayatıma dair birkaç fotoğrafım var. Senin de olabilir. O kadarı yasak değil ki."

Kaşları çatıldı. Bundan haberi yoktu. Hazan oturup saatlerce telefonuyla ilgilenen biri değildi. Hatta doğru düzgün eline bile almazdı. Daha önce aralarında böyle bir konuşma da geçmemişti. Bu tür sosyal medya meselelerine alabildiğine uzaktı. Vaktiyle Bahar açmıştı, onu, annesini, Saadettin'i ve birkaç kişiyi daha takibe almıştı. O kadar umrunda olan bir şey değildi ki onları takipten çıkarmak dahi aklının ucuna bile gelmemişti.

"Benim niye haberim yok bundan?"

"Sormadın ki."

Dilini damağında gezdirdi.

"Göster," dedi.

Telefonu çantasında olduğu için yataktan çıkmak istemedi. Fırat'ın telefonundan hesabını bulup verdi. Ekranın başında "Hazan Hilâl Korkmaz" yazıyordu. Sevdiği adam bir süre o yazıya bakıp onu iyice göğsüne bastırırken tabağın içindeki çatalı alıp ağzına bir dilim muz attı. Takipçi sayısını görünce kasıldığını hissetti.

"120 bin takipçi?" dedi, sertçe. Seksen altı takibe nisbeten oldukça fazlaydı. Mesleğine, yaşına ya da bulunduğu şehre dair hiçbir ibare yoktu. Profil fotoğrafını büyüttü. Fındık'ın mavi gözlerine ve Hazan'ın kehribar rengi harelerine çapraz bir şekilde yansıyan güneşin muazzam bir görüntü oluşturduğu, bahçedeki salıncakta çekilmiş yanak yanağa bir resimdi.

"Çok güzel, di mi?"

Güzeldi. Hele Hazan'ın ateş parçası gözleri nerede görse içine çekip teklifsizce büyülüyordu onu. Sessiz kaldı. Hesap gizliye alınmıştı. Hoşuna gitmeyen tek şey soyadları dışında ona dair hiçbir şey olmamasıydı. Ne söz, ne nişana dair tek bir fotoğraf yoktu. Aşağı doğru kaydırdı. Aslı ve Yaren'le birlikte olan gönderiler dışında Şırnak'a geldiğinden bu yana pek bir şey paylaşmamıştı. İki elin parmağından fazla gönderi yoktu. Bir şeyleri silip yok ettiği ortadaydı. Yoksa bunca takipçi haybeye olmazdı.

"Ne zaman temizledin bunu?" diye sordu.

"İmam nikâhımız kıyıldıktan sonra."

"Görmemem gereken şeyler mi vardı?"

"Eskiden böyle giyinmiyordum ya, senin pek hoşuna gitmeyecek kıyafetlerle olduğum fotoğraflar vardı. O kadar."

İçini çekti. Başını arkaya atıp eski usül yatak başlığına dayadı. Aşağı yukarı nasıl fotoğraflar olduğunu tahmin edebiliyordu. İstanbul'da giyindiği kıyafetler kafasında cirit atıyordu. Yine de Hazan'ın ona saygı duyup her şeyi silmesi hoşuna gitmişti. Karısını takibe alıp telefonu kapattı.

"Ya! Dur, isteğini kabul edeyim."

Kolundan kurtulmaya çalışırken bırakmadı.

"Sonra edersin, sütünü iç."

"Ama şimdi etmek istedim."

"Hazan, sonra dedim. Söz dinle."

"Of!"

"Şşş!"

Yerine geri yerleşip küçük dilimlere ayrılmış portakaldan bir çatal aldı. Sütünden bir yudum içip gözlerini şömineye dikti. Yüzü asılmıştı. Fırat yanağını öptüğünde de öylece durmaya devam etti. Armut yedi, sevmemesine rağmen birkaç parça kivi de yemişti. Eteğinin altına girip bacaklarını okşayan eli, boynuna kondurulan öpücükleri görmezden geldi. Meyveleri tamamen bitirip bardağını boşalttı. Yataktan çıkıp dişlerini fırçalamak için banyoya girdi. Çişini yapıp yatağa döndü. Fırat yoktu. Telefonunu alıp onca isteğin arasından en üstteki, sevdiği adamdan gelen isteği kabul edip Fırat'ın az önce yattığı tarafa geçti. Soluna doğru uzanıp mis gibi kokan yastığa başını koydu. Yorganı itip gözlerini kapattı.

Saniyeler içinde uyumak üzereyken kapı açılıp kapandı. Fırat elindeki su dolu sürahiyi ve bardağı Hazan'ın tarafındaki komodinin üstüne bıraktı. Geceleri çok susuyordu. Yanına yatıp yorganı düzelterek üstünü örgütüğünde, "ya istemiyorum," diyen mızmız sesiyle duraksadı.

"Yavrum, üşürsün."

"Üşürsem örtünürüm, şimdi istemiyorum, lütfen."

"Tamam," diyerek yorganı ayak uçlarında katlayıp bıraktı.

"Çoraplarımı çıkarsana."

Şömine hâlâ yandığı için dediğini yapıp ayaklarını öpüp kokladıktan sonra iç içe soktuğu çorapları bir kenara koydu. Kolunu, saçlarına dikkat ederek başının üstünden geçirip karnını okşamaya başladı. Dudakları şakağını buldu.

"Rahat mısın?"

"Hı hı."

"Rahatsız olursan söyle yavrum, tamam?"

"Tamam."

"Su getirdim sana, susarsan uyandır beni."

"Kendim alırım. Araba kullandın o kadar, uyu artık."

"Kendin alma, uyandır beni."

Birkaç gece evvel Hazan susayıp mutfağa gittiğinde bardak elinden kayıp düşmüştü. Cam parçaları etrafa saçılırken Fırat sese uyanıp yanına gitmişti. Hazan sebepsizce ağlarken kırıkları toplayıp suyunu içirmişti. O günden beri baş uçlarında hep dolu bir sürahi bulunur ve Hazan ne zaman su içmeye kalksa Fırat çağrılmadan uyanırdı. Yine uyanacağını biliyor, ne olur ne olmaz diye uyandırmasını söylüyordu.

"Peki."

💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦

Bölüm : 25.11.2025 15:32 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...