
*********
Harran Ovası'nın üstünden doğan güneş çatıları huni şeklindeki kerpiç evleri, mahallenin ortasında yükselen cami minaresini altın misali aydınlatıyordu. Hazan terastaki sedirin üstünde oturmuş, bu hoş manzarayı izlerken Fırat'ın nerede olduğunu bilmiyordu. Gözlerini açtığında yanında yoktu, telefonla aradığında ise açmamıştı. Giyinme odasındaki dolapta bulduğu battaniyeye sıkıca sarıldı. Esen soğuk ancak şiddetli olmayan rüzgar burnunun ucunu kızartıp gözlerini sulandırmıştı.
Saat sabah yedi civarıydı. Konağın avlusundan telaşlı kadınların uğultulu sesleri duyuluyordu. Gece sessiz sakin olan konak Fırat'ın akrabalarıyla dolup taşmıştı. Hazan karşılarına çıkmaya hazır hissetmediği için kocasını bekliyordu. Terastan gördüğü kadarıyla önceleri sevdiği adamla sözlendirilen Berfin ve ailesi de buradaydı. Bu durumdan rahatsızdı. Kollarını bebeğine sardı. O sırada bir aracın motor sesini duydu. Fırat olmasını umarken beklemeye koyuldu.
Birkaç dakika sonra odanın kapısı açılmış ve Fırat odaya girmişti. Hazan'ı yatakta göremeyince gerilse de açık olan terasın kapısıyla oraya doğru ilerledi. Bu soğukta dışarıda olması canını sıkarken yanına çıktı. Sedirin üstünde bir battaniyeye sarılıp olduğu yerde büzülerek küçücük kalmış karısının saçlarına taktığı beyaz kurdelenin esintiyle savruluşunu seyrederken varlığını fark edip korkmaması için boğazını temizler gibi bir ses çıkardı.
Hazan irkilip arkasında kalan kapıya döndü. Siyah takım elbisesi içinde gördüğü kocasıyla gözleri parlardı. Yüzündeki gülümsemeyle ayağa kalktı. Beyaz eteğinin üzerine aynı renk yünlü bir kazak giymişti. Bavuldan çıkardığı tavşanlı panduflarıyla, "Fırat," diyerek ellerini karnına koyup yanına koştu.
"Yavaş," derken karışısında durup boynuna uzanan sevdiği kızı kollarının arasına aldı. Kulağının altını öptüğünde üşüdüğünü fark etti. Kaşları çatılırken kokusunu soludu. "Buz kesmişsin Hazan. Ne işin var senin bu soğukta burada?" dedi.
Boynunda nefeslenirken, "seni özledim," diyen sesi ihtiyaç doluydu. "Neredeydin? Niye açmadın telefonu?"
Geri çekildi.
"Gel," dedi. "Gel içeri girelim."
"İstemiyorum, burada kalalım."
"Yavrum, üşümüşsün. Hamilesin, gir içeri."
"Fırat lütfen. Biraz burada oturalım, nolur?"
Saçlarının bir kısmını bağladığı kurdeleden önüne dökülen perçemlerin arasından görünen, güneşin vurduğu ateş parçası gözlerine baktı. Ucu kızarmış minik burnu, bordo ruju, masum bir pembeliği olan hafif etli yanaklarıyla içini çekti. Yavaşça kucağına alıp eski osmanlı halısının üzerinde yürüyerek sedire oturdu. Panduflarını çıkarıp ayaklarını bacaklarının arasına soktu. Battaniyeyle sarıp sarmaladı. Dünden kalma ojeli ellerini iki-üç düğmesi açık olan gömleğinin içine sakladı. Dudaklarına değen dudaklarına yapışıp saniyelerce öptü.
Hazan elinden geldiğince karşılık verip dudaklarını ayırdı. Kocasının dudakları yüzünün her bir zerresinde gezinip yanaklarını ısırarak öperken gözlerini kapattı. Burnundan dudaklarına, oradan çenesine ve boynunun altına doğru inerken başını geriye attı. Şahdamarının üstünden çene kemiğine ulaşıp ensesinde duruldu. Karısının üşümüş olan yüzünü göğsüne hapsetti. Karnını okşayıp saçlarını severken bir müddet öylece durdular.
Sessizliği bozan Hazan oldu.
"Fırat."
"Bebeğim."
"Neredeydin?"
"Ömer ağalarla namaza gittik."
Gözlerine bakmak için hareketlendi. Kara gözleri gözlerine değince yutkundu.
"Neden haber vermedin bana?"
"Uyuyordun."
"O zaman ben de haber vermeden, sen uyurken evden çıkıp gidebilirim, öyle mi?"
Yüz ifadesi belli belirsiz sertleşirken kolları sıkılaştı.
"Saçmalama."
"Sen niye haber vermiyorsun o zaman bana?"
Dilinin ucunu ısırdı. Sevdiği kızın kocaman nemli gözlerine kilitlendi.
"Hazan, noluyor sabah sabah?"
"Bir şey olduğu yok. Soruyorum sadece."
"Neyi soruyorsun yavrum? Ne var aklında?"
Gözlerini kaçırdı. Daha önce gelmediği bir şehirde, yabancı bir evde uyanıp yanında Fırat'ı göremeyince biraz tedirgin olmuştu. Terk edilmiş gibi hissetmişti. O Berfin denilen kızın etraflarında olması huzursuz ediyordu. Gözünün kenarını öpen dudaklarla kocasına sokulup boynunun altına kıvrıldı.
"Noldu?"
"Korktum."
Kasıldı. Karısını daha sıkı kavrayıp dudaklarını alnına dayadı.
"Neyden?"
"Seni yanımda göremeyince tedirgin oldum işte."
Sıkıntılı bir nefesi alıp verdi. Bunu tahmin edebilmeliydi. Burnunun üstünü öptü.
"Kaçta uyandın?" diye sordu.
"Altıda."
Fırat evden çıktıktan on dakika sonra uyanmıştı. En son sevdiği adamın göğsüne yaslı sırtına yastıklar konmuştu. Yorgan hiçbir yerinden soğuk girmeyecek şekilde üstüne örtülüydü. Kocası yokluğunu hissetmesin diye ellerinin arasına çıkardığı tişörtü verip çekip gitmişti.
"Niye uyumadın biraz daha?"
"Uyuyamadım işte. Öyle ellerimin arasına tişörtünü verip senin yerine sırtıma yastıklar dayayınca olmuyor."
Dudaklarını dudaklarına dokundurdu.
"Olmuyor mu?"
"Olmuyor."
Yüzünün yanında ufacık kalan yüzüne yanağını bastırdı.
"Korkma bir daha," dedi. "Hamile karımı bırakıp nereye gideceğim lan? Ölürüm sana ben."
"Hamile olmasam bırakır mıydın yani?"
"Bırakır mıyım hiç? Nefesimsin sen benim. Ömrümsün. Kurban olduğum."
Yüzünü gömleğinin içine gizleyip tenini koklayarak öptü. Künyesinin zincirlerine dokundu. Fırat onun güvenli limanıydı. Kabuslarından sığındığı, rüyalarını anlattığı, uyanır uyanmaz aradığı, tüm ailesini yok sayıp koynuna girdiği, her şeyiyle teslim olup bebeklerini taşıdığı adamdı. Öyle çok seviyordu ki bir anlık yokluğuna bile dayanamıyordu. Siyah takım elbisesinin içinde bir mafyadan, belki de bir kabadayıdan farklı görünmüyordu. Taş devrinden kalma bir mağarada yaşayan devin ürkütücü cüssesine, leşci bir kartalın keskin kuzgini gözlerine sahipti. Otuz iki yaşında olmanın o ağırbaşlı, oturaklı olgunluğu yüzündeki sert çizgilere yerleşmişti. Dışarıdan oldukça sert, bastığı yeri titreten, konuştuğunda yeri göğü inleten biri gibi dursa da o kadar güzel bir adamdı ki Hazan öyle bir başlangıçtan böyle bir sona gelmeyi asla hayal etmemişti. Fakat Fırat biliyordu. Tüm inadı, ondan bir türlü vazgeçmeyişi bu yüzdendi. Sözünün eriydi. Fatma hanımın da söylediği üzre adam gibi adamdı. Hazan ona sahip olduğu için kendini çok şanslı hissetti.
"Fırat..."
"Karım."
"Çok seviyorum seni."
"Canımın içi."
Birkaç huzurlu nefes aldı. Fırat gelmeden evvel kendini bu koca konakta yapayalnız hissederken şimdi yuvasında gibiydi. Korkuları dindikten sonra zihninde yalnızca Berfin meselesi kalmıştı. Sevdiği adamın onlarla karşılaşıp karşılaşmadığını merak ediyordu. Geleceklerinden haberi var mıydı, o kızın gözü gözüne değmiş miydi, siyahlar içinde yüreğini eriten, yakışıklı kocasını böyle görmüş müydü, ona ait olana, onun baktığı gözle bakmış mıydı? Fırat, kıskançlığından hoşlanmıyordu. Hamile haliyle kendini yok yere üzdüğünü söylüyordu. Ama son zamanlarda izlediği sabah programları, ihanetlerin binbir yüzü ona hayatın, kadın erkek ilişkilerinin, karı koca olmanın hiç bilmediği suretlerini göstermişti. Sevdiği adama kendince nasıl yaklaşacağını bilemiyordu. Kalbinin, aklından geçen düşüncelerle incindiğini hissetti. Dün gece telefonuna sadece sosyal medya hesabı olup olmadığını merak ettiği için bakmamıştı. Bir kadından gelen istek veya mesaj var mı, sorusuydu o telefonu eline aldıran. Profil fotoğrafı bile yoktu. İstekler ve mesajlar mevcuttu, fakat hiçbiri kabul edilmemiş, merhabadan fazlası olmayan mesajlara cevap verilmemişti. Fırat'ı sıkboğaz etmemek için ve mesleği sebebiyle bu konu üzerinde fazla durmamıştı. Ama kocasını kendi gözünden bile kıskanır olmuştu.
Saçlarını seven elle yanağını tenine yaslayıp gözlerini uzaklarda görülen, kuruyan otları sebebiyle çöllük bir araziyi andıran ovaya dikti. O kadınlar gibi olmak istemiyordu. Bu boğucu sessizlikte düşündüğü şeylerin Fırat'a haksızlık olduğunu biliyordu. Ancak o kadınların çoğu da sonsuz sandıkları bir sevgiye güvenerek yola çıkıyordu. O erkekler de ömürlük vaatlerde bulunuyordu. İki yıllık savcılık hayatında adliye koridorlarında ne boşanma kavgaları görmüştü. Adliye bahçesinde birbirine giren aileler gözünün önünde, bağrış çağrış sesleri, havada uçuşan küfürler, ağlayan çocukların çığlıkları kulaklarındaydı. Her şeyden önce ablası ve eniştesi vardı. Ziyan olup kara toprağa karışan Ecrin. Bahar'la Harun'un durumu, Elif ve yeni doğan bebeği günlerdir aklındaydı. Korkuyordu. Kendini Fırat'a öyle bir teslim etmişti ki bir gün ellerinden kayıp gider ya da kendi isteğiyle bir başkasını tercih ederse darmaduman olurdu. Şu an onu ve bebeğini çok seviyordu, peki ya gelecek, o tekinsiz karanlık etrafını sarıp apansız bir yangınla geriye sadece küllerini bırakırsa ne yapacaktı? Tüm bu düşüncelerle şimdi ne yapabilirdi? Hissettiği her şeyin değişen hormonlarıyla alakalı olmasını umdu. Gözünden süzülen bir damla yaşı tüylü kazağının koluna silip hafifçe burnunu çekti.
"Yavrum."
"Hı?"
"İyi misin?"
Çenesi titrerken yanağının içini ısırıp, "iyiyim," dedi. Sesi elinde olmadan bir fısıltıdan farksız çıkmıştı.
"Hazan."
Bir şeyler olduğunu seziyordu ve bu hali sinirlerini geriyor, gerginliği sesine de yansıyordu.
"Efendim?"
"Bak bana."
"İstemiyorum."
"İstiyor musun, diye sormadım. Kaldır kafanı."
Gözleri istemsizce boncuk boncuk yaşlar dökerken kendini toparlamaya çalıştı. Fakat bunu denedikçe daha çok ağlamak istiyordu. Sevdiği adamın sertçe soluduğunu duyduğunda bir eli karnına gitti. Diğer eliyle akan yaşları silerken Fırat'la yüz yüze geldi. Çatılan kaşlarını gördü. Elini tutup kalbinin üstüne koyuşuyla hıçkırdı.
Yumuşacık, soğuk yanaklarındaki yaşları elinin tersiyle silerken, "noluyor," diye sordu, bıkkın bir sesle. "Yine noluyor Hazan?"
"Yok..." dedi. "Yok bir şey."
"Bir şey yok diye mi böyle ağlayıp yakıyorsun canımı? Bak anlıyorum az çok ne olduğunu, ama önünü arkasını dolduramıyorum. Anlat, konuş benimle. O kız mı sorun?"
Başını eğdi. Fırat saçlarını öpüp alınlarını birleştirdi.
"Gülüm. Bebeğim benim. Hazan'ım. Yapma lan. Yapma, yorma beni. Bakar mıyım senden başkasına? Görür mü gözüm? Yanımdayken bile, kucağımdayken dahi özlüyorum seni. Gözümden sakınıyorum. Dokunmaya kıyamıyorum. Ölüyorum o güzel gözlerine. Ağlama, en başa sarma bizi."
Az öncekine nazaran daha büyük bir hıçkırıkla sarsılırken kollarını doladığı boynuna gömüldü. Böyle yapmayı o da istemiyordu. Suçluluk duyuyordu. Fırat'ı üzmek, kendine böyle yalvartıp bunaltmak hoşuna gitmiyordu. Gece saçma sapan rüyalar görmüştü. Düğün günü konağın bütün odalarını arıyor fakat kocasını bulamıyordu. Gelinliğiyle avluya çöküp kalıyor sonra bacaklarının arasından akan kan beyazlığına karışıyordu. Dün ki kasiyer kızı da görmüştü. Fırat onu, o benzinlikte bırakıp mavi gözlü kızla Urfa'ya gidiyordu. Saçma sapan rüyalardı, sevdiği adam bunların hiçbirini yapmazdı, çok güveniyordu, güvendiği için aklından geçenleri diline dökmekten imtina ediyor, ruhu sıkışırken gözleri yaş döküyordu.
"Gülüm...ağlama. Tamam, kıskan beni, oku canıma, ama ağlama. Yakma canımı, hadi."
"Ö-özür di-dilerim."
Peş peşe gelen hıçkırıklarıyla bebeği karnında hareketlendi. Zayıf bedeni sebebiyle rahimi dışarıdan daha belirgin ve büyük görünüyordu. İnce derisinin altından bebeğin içeride debelenişlerini hisseden yalnızca Hazan değildi. Fırat da karısının karnına değen göbeğinden kızının tekmelerini hissetti. Doktor bu dönemde bebeğin annenin duygularını duyumsadığını, annesinin kalp atışlarından dışarıdan gelen seslere kadar her şeyi duyduğundan bahsetmişti. Fırat bebeğinin de üzgün olduğunu düşündü. Karısının bir eli beyaz tül eteğinin üstünden şişkinliği bulduğunda o da elini karnına koymuştu. Kendine Hazan'ı bu hâle getirdiği için kızarken içini saran tuhaf bir hisle yutkundu.
"Ah..."
Bebek çok fazla dönüp dururken aynı yeri defalarca kez tekmelemişti. Bu minik tekmeler canını yakmaktan ziyade irkilmesine neden oluyordu. Her ne kadar bebeğine masallar okutup niniler söylese de içinde bir can büyütmeye hâlâ alışabilmiş değildi. Fırat yokken bebeğiyle konuşup ona adıyla hitap ediyor, anneciğim diyordu, fakat annelik içgüdüsünü derinden hissetmesine rağmen o coşkulu sevgiyi dışa vuramıyordu. Çok heyecanlıydı. Odası, yatağı, elbiseleri, oyuncakları...ona dair her şey çok güzeldi. Ama iyi bir anne olamamaktan, tek başlarına kalmaktan korkuyordu. Bu korku her zaman yerli yerinde durmuyordu, bazen yok oluyor, bazen de bir gelip günlerce gitmiyordu. O zaman da Fırat'ı çok üzüyordu. Belirli bir şey yapmıyor olsa da ağlıyor, kızının odasına saklanıp yanına gitmiyordu. İyi olunca çok iyiydi, kötü olunca ise kendi içine kapanıyordu. Psikoloğu bu durumun normal olduğunu, annesi onu düşürmeye çalışıp sevmediği için bebeğine dünyadaki en büyük sevgiyi vermesi gerektiğini düşünüp kendini strese soktuğunu söylüyordu. Halbuki o yalnızca ilk kez hamile kalan bir annenin hissettiği duyguları daha yoğun hissediyordu. Terk edilme korkusu kendisiyle değil, bebeğiyle ilgiliydi. Kocasının asker oluşu durumu tetikliyordu, fakat asıl sorun Hazan'ın sevgiye layık olup olmadığı konusundaki yaralarının henüz tamamen kapanmamış olmasıydı. Ve şimdi o yaraları açan kadınla aynı pozisyondaydı, bir anneydi. Sevdiği adama babasının ona okuduğu yalan yanlış masalları okutuyordu. Tekrar tekrar dinliyor, çocukluğuna dönüyordu. Her çocuğun büyürken yalanlara ihtiyacı olurdu, ama Hazan kızına sevgi konusunda yalan söylemek, babasız, annesiz bir hayat vermek istemiyordu. Nefes almaktan fazlasını yapmak istiyordu. Psikoloğunun defaatle söylediği üzere bu gebelik çok vakitsiz olmuştu, Fırat'la konuşmaktan kaçınmaya bir son vermeliydi. Lakin ona kötü bir baba gibi hissettirmek istemiyordu.
"Hazan!"
Dalıp giden karısına üçüncü kez seslenmişti.
"Hı?"
"Yavrum...iyi misin? Korkutuyorsun beni. Noldu birden bire?"
Alnı çenesine değerken diğer elini de karnına koydu. Gözyaşlarını durdurmaya çalışıp bebeğinin sakinleşmesini bekledi. Kocasının eli de karınını severken esen rüzgarla birkaç kez öksürdü. Fırat battaniyeyi düzeltip sıkıca sardıktan sonra elini sevdiği kızın küçücük elinin üzerine koydu. Dudaklarını öptü. Bebeği bu kadar hareketliyken kucağına alıp içeriye götürürken zarar vermekten korkuyordu.
"Hazan...konuş benimle. Dayanamıyorum bu haline. Sen üzüldükçe o da üzülüyor. Yaşatma bana şu ızdırabı. Kıskandıysan kıskandım de, rahatsız olduysan rahatsızım de. Dün de o kasiyerden rahatsız oldun. Sorun ayıymış gibi davrandın, saatlerce yüzüme bakmadın. Telefonumu karıştırırken de az çok ne düşündüğünü tahmin ediyorum. Kızdığım şey beni kıskanman değil. Kıskan. Bağır çağır, sik at beni, ama içine kapanıyorsun, sesini duyurmuyorsun bana. Ben buna deliriyorum."
Alt dudağını ısırırken gözlerinden birer damla yaş süzüldü. Kasiyer kızın ona olan bakışlarından huzursuz olduğunu fark ettiğini düşünmemişti. Bu utanmasına neden oldu. Fırat bir kez olsun kızın yüzüne bile bakmamıştı. Onu haksız yere kıskanmıştı. Kız da bakmaktan fazlasını yapmamış, işiyle ilgilenmişti. Hazan bunu gizleyebilmiş olmayı isterdi.
Şakağına inen dudaklarla nefesi titredi. Kocasının parmakları parmaklarının arasına girerken el ele tutuşmalarını sağlamıştı.
"Her şeyin farkındayım," dedi. "Düşündüğün şeyleri bana yakıştıramıyorsun, ama kendini düşünmekten de alıkoyamıyorsun. Yabancı bir evde bensiz uyanınca korktun. Bu halini hamileliğine bağlamayacağım tamamen, çünkü benim yavrum hep böyle, ama biliyorum kıyısından köşesinden payı var. Biraz araştırdım, doktorla da konuştum, ilk gebeliğin. Anne olmaktan korkuyorsun, bensiz kalmaktan korkuyorsun, çok seviyorsun beni, ben sana ölüyorum...anlıyorum seni. Benden yana şüphelerin de olabilir..."
"Fı-Fırat..."
"Şşş. Olsun, ben de korkuyorum. O saçma sapan programlar da kafanı karıştırdı, farkındayım, bir daha zor izlersin. Çok iyi bir baba olurum, diyemem. Ama seni bırakmam, çocuğumu da bırakmam. Yavrum, güzeller güzeli karım, benim sana duyduğum sevgi tüm varlığımdan öte. Benim erkekliğim sadece sana. Biliyorsun. Kaç kere anlattım, kaç kere konuştuk. Hadi altı yılı siktir et. Diyelim ki insan sahip olamadığı şeye arzu duyar. Bir yılı napacağız? Hı? Neler yaşadık, kaç kere ayrıldın benden? Bıraktım mı seni? Bir günden bir güne daha az sevdim mi?"
Başını belli belirsiz sağa sola salladı.
"O izlediğin insanlar, etrafındakiler biz değiliz. Ben sadece sevmiyorum seni. Hissediyorum. Sadece bakmıyorum sana, görüyorum. Sen benim gözlerim için koca bir roman yazarsın, ama ben seni ne kâğıda dökerim ne de başkasına okuturum. Ezberimsin sen benim. Bugünü yarını, geleceği yok bu işin. Durduk yere üzme kendini, üzeceksen de önce gel benden al hırsını. Tartışalım, konuşalım. Anlarım Hazan. Kimseyi anlamam, ama seni anlarım. Kıyamam, dayanamam sana. Tamam?"
"Tamam."
Göğsüne çekti. Alnını öpüp, "ağlama," dedi. "Sakinleş. Sonra alayım karımı dışarıya kahvaltıya götüreyim. İstemiyorsan kimseyle yüz yüze getirmem seni, gelmem de."
"A-ayıp olmaz mı? Bizim için geldi onca insan."
"Olursa olsun. Karım dururken onları mı umursayacağım? Hiç kimse, ben de dahil senin bir damla gözyaşından daha önemli değil. Kurban olurum sana."
Biraz düşündü. Kahvaltı hazırlanırken dışarıya kahvaltıya gitmek ayıp olurdu. Ömer ağa bir şeyler çözülüp yoluna koyulmasaydı, Boran ağayla Fırat uzlaşmamış olsaydı konak bu kadar sakin olmazdı. Berfin'den hoşlanmasa da onlar bir aileydi, durduk yere sorun çıkarmaya lüzum yoktu. Hamilelik, rüyaları, Fırat'sız uyanmak, her hafta terapide deşilip duran yaraları, annelik, karnında her geçen gün büyüdüğünü hissettiği bebeği biraz kafasını karıştırıyordu. Elinde çocuğuyla, karnında bebeğiyle geride kalan kadınları izlemek, Fatma hanımın yorumları derken kendini o kadınların yerine koyup durmaktan bazı bazı kocasına yabancılaşıyordu. Onlar da erkekti, Fırat da. Ama Fırat onundu. Haklıydı, onlar başkaları değildi, hiçbir zaman da olmamak için dua etti.
"Yok," dedi. "Kahvaltıyı burada yapalım. Ayıp olmasın. Ama sonra gezmeye gideriz, olur mu?"
"Emrin olur."
Bebeklerinin hareketleri sakinleşmişti. Hâlâ küçük tekmeler savuruyordu, ama az önceki gibi Hazan'ı rahatsız etmiyordu.
"Bak, sakinleşti."
Burnuyla dudağının arasını öptü.
"Sana benzeyecek, belli," dedi.
"Nereden belli? Bence sana benzeyecek, çok hareketli. Sinirli olacak senin gibi."
Dudaklarını dudaklarına sürterken güldü.
"Sana benzesin," dedi. "Her şeyi sana benzesin."
*********
Fırat üstünü değiştirip siyah boğazlı bir kazak ve pantolon giymişti. Karısı yatağın içinde gözünü kırpmadan soyunup giyinişini izliyordu. Kazağı düzeltip kemerini taktı. Bavuldan beyaz, kısa bir hırka çıkarıp oturdu. Ellerini uzatıp, gel, demesine fırsat kalmadan sevdiği kız kucağına çıkıp boynuna dolandı. Dudaklarını öpüp yumuşacık ıslak dudaklarıyla aklını başından alırken karşılık verdi.
"Iıımmmmhh...şşş...dur...dur bebeğim."
"Ya!"
"Şşş! Gel, giy şunu. Dün de hiçbir şey yemedin, acıktın, hadi."
"Ama ben seni yemek istiyorum."
Yanağını öpüp ısırdı.
"Yedireceğim ben sana," dedi. "Şu düğün bir geçsin, dağa kaldıracağım seni."
"Ne demek o?"
"Düğünden sonra dağ evine götüreceğim seni. Biraz yalnız kalırız, konuşuruz, sevişiriz, olur mu?"
"Olur, ama...nerede ki bu dağ evi?"
"Siverek, Karacadağ taraflarında."
"Senin mi?"
"Cık. Senin. Benim her şeyim senin."
Karısını orman evine götürerek yatakta çırılçıplak soyup, ellerini yatağın demir başlığına bağlayıp öldüren adamın dava dosyasını hatırladı. İçi ürperirken kocasına sığındı. Boynuna sokuldu. Kokusunu içine çekti. Sevdiği adamın ona dokunurken bile elleri titriyordu. Gözleri gözlerine değdiği an binlerce yıldız parlıyordu. Saçının teline kıyamazdı. Bir damla gözyaşıyla dağılırdı. Televizyon izlemeye bir süre ara verse iyi olacaktı.
"Balayı gibi mi? O yüzden mi gideceğiz?"
"Öyle," dedi. "Söz verdim, Japonya'ya da götüreceğim seni. Bir doğur, bebeğimiz biraz büyüsün, aklımda, tamam?"
Gülümsedi. Yanağını öpüp, "tamam," dedi. "O geyikleri görmeye de gideriz di mi?"
"Gideriz."
"Tapınakları da gezeriz?"
"Gezeriz."
"Mart sonu gibi gideriz o zaman. Hem benim doğum günüme denk gelir hem de kiraz çiçeklerini de görürüz geyiklerle birlikte, olur mu?"
"Olur. Gel, giy şunu."
Kollarını hırkadan geçirdi. Düğmelerini ilikleyen kocasının saçlarını öpüp sevdi. Odadan çıktılar. Dik ve yüksek merdivenler Hazan'ın başını döndürdü. Çıkmak kolaydı ama inmekten ürkmüştü. Tavşanlı panduflarıyla sevdiği adam belini kavrayıp elini tutarken koluyla bebeğini sarıp yavaş adımlarla basamakları inmeye başladı.
"Korkma."
"Ama çok yüksek."
"Kucağıma alayım mı?"
"Hayır, biri görür."
"Görsün," diyerek durdu. Elini bırakıp bacaklarını sarmaya meyil ederken Hazan telaşla, "dur," dedi. "Yürümem de lazım benim. Doktor dedi ya. Hem utanırım, yapma."
"Titreme o zaman."
Başıyla onayladı.
Diğer merdivene dönerken, "Fırat," dedi.
"Sesine kurban olduğum."
"Burada kadınlar ve erkekler ayrı mı yemek yiyiyor?"
"Her zaman değil."
"Ne zaman peki?"
"Davet, düğün falan olursa. Merak etme, yanımdan ayırmam seni."
Elini daha sıkı tuttu. Ayrı sofralarda olurlarsa doğru düzgün yemek yiyemeyeceğini biliyordu. Ona ağzındaki lokmanın yarısını yiyecek kadar alışmıştı, ancak hâlâ başkalarının evinde olmaktan çekiniyordu. Nihayet alt kata vardılar. İki sobanın birden yandığı terasa girdiler. Üstü kahvaltılıklarla dolu upuzun bir masanın etrafı tanıdık tanımadık bir sürü yüzle doluydu. Onları görünce hepsi ayaklandı. Herkesin gözü Hazan'ın üstündeydi. Özellikle kadınlar karnına bakıyordu. Birkaçı altınlarına dokunup mağrur bir ifadeyle onlara nazaran boş olan boynuna ve kollarına baktı.
"Hoş gelmişsin gelin hanım."
Diyar ağanın sesiyle Fırat'dan ayrılıp sandalyelerin arkasından dolanarak elini öpmeye gitti. Ardından eşi Zülal hanımın eline vardı. Ne yapacağını bilemezken Ömer ağayla Heja babaanneye de sarılmıştı. Sonra birden bütün kadınlar üzerine atılmış gibi hissettiği bir an yaşadı. Asla doğru düzgün yüzlerini görmediği kadınlar tarafından, hoş gelmişsin gelin, sesinin uğultulu bir şekilde kulaklarında yankı yaptığı, onlarca farklı notadan parfüm kokusunu duyumsadığı, altınların gözünü alıp başını döndürdüğü bir kaosun içinden yanağına çarpan ıslak dudaklarla sıyrılmaya çalışırken bir ara kalabalığın içinde Berfin'le karşı karşıya geldi. Kendini Boran ağanın eliyle burun buruna buldu. Şakakları ağrıyordu. Midesi bulanırken dolmaya başlayan gözleriyle Fırat'a baktı. Gergin yüz ifadesiyle başını hafifçe öne eğip Boran ağanın elini öpmesini onayladı. O da öptü. Adını bilmediği diğer amcalarının da ellerini boyalı dudaklarına ve ojeli ellerine bakan hoşnutsuz gözleri eşliğinde öptü. Zar zor Aslı'yla Yaren'nin yanına çıktığında yanaklarını silmemek için zor duruyordu. Fırat'ın sadece erkeklerle tokalaşmasını izledi. Berfin'in yanında duran gençten kara yağız adamı o an gördü. Parmaklarında yüzük vardı. Evlenmiş olduklarını ve Berfin'in şişkin karnını fark etti. Göbeği ondan daha büyüktü. Bu mutlu olmasına neden oldu. Güzel bir yuvası olmasını, bebeğini sağlıkla kucağına almasını diledi.
O sırada Fırat yanına gelmişti. Elini tuttu. Kapıya doğru yürütürken, "Fırat," dedi şaşkın ifadesinin yansıdığı sesiyle.
"Yürü."
Terastan çıkıp kırmızı üzerine sarı çiçekli halının serili olduğu koridorda siyah oymalı bir kapıdan banyoya girdiler. Kocası suyu açıp ellerini sabunla yıkayıp az önce hiç tanımadığı kadınlarca öpülen yanaklarını sildi. Banyo dolabından çıkardığı havluyla kuruladı.
"İyi misin?"
Hazan kendini az önceye nazaran daha temiz hissederken, "iyiyim," dedi. "Teşekkür ederim."
"Rica ederiz. Çişin var mı?"
"Yok."
"Bir daha öpülmek istemiyorsan söyle. Ağlamana gerek yok."
"Ağlamadım."
"Ramak kalmıştı. Nereye ağlamadın?"
"Of Fırat."
"Ne?"
"Rezil olduk herkese. Ne, ne?"
Havluyla ellerini silip katlayarak köşeye koydu.
"Ne yaptık da rezil olduk?" dedi. "Bir gün yapışacağım herkesin içinde dudaklarına, göreceksin rezil olmayı."
Şokla açılan gözleriyle, "Fırat sak..." derken dudaklarına örtülen dudaklarla sözleri yarıda kesildi. Birkaç kez ısırarak emip üzerinden doğruldu. Sevdiği kızın kızgın gözleriyle belli belirsiz gülümseyip kapıyı açtı. Terasa döndüler. Diyar ağa masanın başındaydı. Sağında Ömer ağa oturuyordu. Solunda ise iki boş sandalye vardı. Oraya geçtiler. Hazan daha önce hiç görmediği bir adamın karısının yanına oturdu. Sobanın sıcaklığı etrafı sarmıştı, fakat gerginlik de bedeninin ısınmasına neden oluyordu.
"E hayde, cümleten afiyet olsun."
Tabaklar doldurulmaya başladığında Fırat kendinden önce karısının tabağını doldurdu. Ciğer hariç her şeyden koymuştu. Hazan sofradaki bakışlardan dolayı utanırken durması için kocasının bacağına dokundu. O an bir kadın gelip önüne büyük, süt dolu bir bardak bıraktı.
"Teşekkür ederim."
"Afiyet olsun hanım ağam," diyerek çekilen kadınla yutkundu.
"Ben de süt istiyorum Hatice," diyen Berfin'in sert sesi üstündeki bakışların çekilmesine neden olduğunda biraz olsun kaskatı kesilen sırtı gevşedi. Fırat bacağındaki elini avucuna alıp üstünü okşarken Hatice, "az önce istemediğinizi söylemiştiniz diye ben..." dediğinde Berfin, "bana karşı mı geliyorsun?" diyerek çıkıştı. "Şimdi istediğimi söylüyorum."
"Ku-kusura kalmayın hanımım. Hemen."
Mahçup bir halde kapıdan çıkan kadının arkasından bakarken, "yemeğini ye," diyen sevdiği adamla önüne döndü. Çatalını alıp ağzına patates kızartması attı.
"Kuzum."
"Efendim babaanne?"
"Başka bir isteğin varsa söyle, çekinme yavrum."
Gülümseyip, "tamam," dedi.
Fırat sıcak lavaştan bir parça bölüp içine tereyağı ve bal koyup Hazan'a uzattı. Ters ters bakan karısına göz kırptı. Lavaşı elinden alıp yiyişini seyretti.
"Al bakalım gelin hanım, katmerimizden de ye bakalım," diyen yanındaki kadına tebessüm etti. Tabağının kenarına konulan kaymaklı katmerden bir parça bölecekken kadın, "hele yenir öyle," dedi. "Usulü vardır bu işin. Bak böyle bükeceksin. Pek narinsin sen, dur peçeteye de sarak. Al bakayım."
Peçeteye sarılan katmeri alıp teşekkür ederek ısırdı. İncecik hamuru çıtır çıtırdı. İçinde kaymakla birlikte Antep fıstığı da vardı.
"Beğendin?"
Başını salladı.
"Çok güzel."
"Cığırtlak da yin mi?"
"Sakatatla pek aram yok."
"Ciger de mi yemen?"
"Yemem."
"Yimezsen tabii böyle çırpı gibi kalırsın. Yüklü kadın boğazına yimeli."
Tandır ekmeğini bölüp önce zeytinyağına ardından da kekik görünümlü bir baharata batırıp ağzına dayadı.
"Ye bakayım şunu. İştahın açılsın."
Kadının kınalı elinden ekmeği almaya meyil etti. Kadın vermemiş, "aç ağızını," demişti.
"Ne bu?"
"Zahter."
"O ne ki?"
"Kara kekik," dedi Heja babaanne.
"Şey..."
"Elim havada kaldı, hele ye şunu."
"Yenge, astımı var, zorlama."
Araya giren Fırat'la kadın zahteri kendi yiyip Hazan'a nar reçeli yedirdi. Hatice elinde süt bardağıyla gelmişti. Berfin'in önüne koydu. Bir yudum içip, "çok sıcak bu, soğut getir," dedi.
"Aman hanımım, hanım ağama nasıl ısıttımsa size de öyle..."
"Ben senin hanım ağan değilim! Sıcak diyorsam sıcaktır! Git yenisini getir."
"Peki hanım..."
"Dur kızım. Bırak sütü," dedi Diyar ağa.
"Ama dede..."
"Kes! Beklemeyi bil biraz! Sıcaksa koy kenara soğusun! Hiç mi yol yordam, ar edep bilmezsin?!"
"Ne yani? Bir sütü bile istediğim gibi içemeyecek miyim ben bu konakta?"
"İçersin elbet. Mutfağın yerini biliyorsun nasıl olsa."
"Öyle mi dede? Ben de gebeyim farkında mısınız?"
"Berfin tamam."
Araya giren kocasına öfkeyle bakıp, "sen karışma," dedi. Zümrüt yeşili şalı, sürmeli kahverengi gözleri, esmer teniyle oldukça güzel bir kız olmasına rağmen Hazan mutsuz olduğunu hissetti. Ben de hamileyim, derken kendini onunla kıyasladığını düşündü. Katmeri yavaşça masaya bıraktı.
"Gebeysen gebeliğini bil! Hatice senin kul uşağın değil!"
"Şu evde bir hizmetçi kadar değerim yoktur yani, öyle mi?"
Hazan bu durumdan rahatsız olurken Fırat'a sokulup gözlerine baktı. Bebeği içinde yine debelenmeye başlamıştı. Eli karnını bulurken kocası beline sarılıp alnını öptü.
"Yemeğini ye sen," dedi kısık sesiyle.
"Fırat..."
"Şşş."
"Edebinle oturup kalkarsan değeri görürsün, ama sende saygısızlık diz boyu! Evlenince uslanır dedik ama iyice azar oldun!"
Berfin cevap vermek için ağzını açarken Boran ağa araya girdi.
"Berfin yeter! Ya otur yemeğini ye ya da al kocanı evine git! Kimsenin senin nazını çekecek hali yoktur!"
"Hiçbir zaman çekmediniz ki zaten. Karnımda erkek bir bebe taşırken bile bir toplu iğne ucu kadar değerim olmuyor. Belli ki gönlünüz yoktur beni sevmeye. Bu konakta kabul görmek için el kızı olmak gerekli. He mi dede?"
Hazan kendine laf çarptığını anlamıştı. Fırat'ın sinirlenmeye başladığını vücudundan yayılan sıcaklıktan fark etmek mümkündü. Elini bacağına koyup dolmaya meyil eden gözlerini kırpıştırdı. Bebeğini severken kocasının eli de karnını bulmuştu.
"Lafını bil!" dedi Ömer ağa. "Senin el kızı dediğin benim torunumun bebeğini taşır karnında! Oturmasını kalkmasını bilir, kocasının sözünden çıkmaz! Öz kızımdan ötedir! Dost emanetidir bana! Lafını tart da konuş!"
"Siz ettiğinizi tartıyor musunuz ki ben konuştuğumu tartayım. Düşman kızına soyadımızı verip konağa gelin ettiğiniz yetmedi bir de karnı burnunda anlı şanlı düğün yapıyorsunuz! Hani Diyar ağa bu kız bu kapıdan giremezdi?! Silahlar konuşur ama Harran'da bu kız için davullar çalamazdı?!"
"Berfin sus artık!"
"Niye susayım baba?! Yalandır söylediklerim?! Ne çabuk unuttunuz davanızı?!"
"Aklının ermediği işlere burnunu sokma!" dedi Ömer ağa.
"Neye aklım ermiyormuş benim?! Kadınım diye aklım kısadır?! Fırat'la ben evlenecektim! Yüzüğüme kadar aldınız..."
"Berfin yeter!"
Ayağa fırladı. Önündeki süt bardağı devrildiğinde yanındaki adam da ayaklanmıştı.
"Yetmiyor! Yetmeyecek! Bu işin içinde bir iş var! Olmalı! Ne planlıyorsunuz?! Düğünden sonra gebe kızı gelinliğiyle sokağa atmak mıdır niyetiniz?! Yoksa gerçekten düşman kızını gelin edip kendinizi rezil etmek mi?"
"Boran sustur şunu!"
Boran ağa masadan kalkıp Berfin'e okkalı bir tokat attı. Aldığı darbeyle inleyerek yere düştüğünde annesi hemen yanına koştu.
"Hih!"
Hazan ağzından kaçan çığlıkla birlikte gözünden boşalan yaşlarla elini ağzına kapattı. Kalbi çok hızlı atıyordu. Berfin'in ima edip söylediği şeyler göğsünü ağrıtırken bir saniyeliğine de olsa haklı olma ihtimalini düşünmüştü. Gördüğü rüyaları hatırladı. Televizyonda izlediği kadınlar zihninden arkalarında izler bırakarak gelip geçti. Annesi ve kocası hıçkıra hıçkıra ağlayan Berfin'i terastan çıkartırken Fırat ayağa kalkmıştı. Ona dönüp bakmak içinden gelmedi.
"Oğul otur yerine."
Diyar ağanın sözünü umursamadı. Karısının gözyaşları, bebeğinin durmak bilmeyen hareketleri, Berfin'in sözleriyle bacağından çekilen eli ruhunu sıkıştırıyordu. Hazan duygusal olarak çok hassas bir dönemden geçiyordu. Korkuları ve Fırat'ın asla önünü alamadığını bildiği kaygıları vardı. Televizyonda izlediği şeyleri bile kendi hayatıyla bağdaştırıp üzülüyor, ona karşı hoşuna gitmeyen tavırlar sergiliyordu. Fırat bu duyduklarından etkilendiğinin de bilincindeydi.
Belini tutup, "kalk," dedi.
"Oğlum etme, otur şuraya."
Hazan yavaşça doğruldu. Fırat kimseye tek kelime etmezken salondan çıktılar. Merdivenlere geldiklerinde Hazan kendini kocasının kucağında buldu. Basamakları ikişerli ikişerli tırmanıp odaya ulaştı. Banyoya girip ağlayıp duran sevdiği kızın ellerini ve yüzünü yıkadı. Havluyla kurutup şöminenin önündeki koltuğa karısıyla oturdu. Perçemlerini kulağının arkasına sıkıştırıp alnını öptü. Sıkıca sarılıp karnını okşarken hâlâ bebeğinin hareketlerini hissedebiliyordu.
"Hazan...tamam, sakin ol bebeğim. Ağlama. Kurban olurum sana, ağlama."
"Ni-niye öyle söyledi? Sen..."
"Ben çok seviyorum seni. Sen de biliyorsun bunu. Onun neden öyle konuştuğunu da biliyorsun. Sakın bana doğru mu yanlış mı diye sorma Hazan. Her şeyi anlarım, ama ona inamayı aklının ucundan dahi geçirmeni anlayamam. Delirtme beni."
Başını göğsüne koydu. Haklıydı. Bu sadece bir düğündü, olsa da olmasa da Fırat onun resmi nikahlı kocasıydı. Karnında bebekleri vardı. Dahası kocası onun için yapmadık fedakarlık bırakmamış, hapse bile girmişti. Onu kedi yavrusu gibi sokağa bırakamazdı. Heja babaanne ve Ömer ağa onu çok seviyordu. Sevdiği adam hapisteyken yanından hiç ayrılmamışlar, sahipsiz bırakmamışlardı.
Karnını öptü. Öylece dururken, "sakin ol babacığım," dedi. "Korkma. Buradayım ben."
Hıçkırdı. Boynuna sokulup tenini öptü.
"Çok seviyorum seni."
"Ben de sizi çok seviyorum," diyerek geri çekildi. Gözlerine bakıp, "kimseye ezdirmem seni," dedi. "Bütün dünya karşıma geçse bırakmam da. Benden şüphe etme yeter. Tamam?"
"Etmiyorum. Sadece aklım çok çabuk karışıyor o kadar."
"Güvenmiyor musun bana?"
"Öyle bir şansım yok ki. Sen çok seviyorsun beni."
"Seviyorum. Hiçbir şeyi sevmediğim kadar seviyorum."
"Biliyorum."
Dudaklarını öptüğünde bebekleri sakinleşmişti. Ayağa kalkıp Hazan'ı yatağa bıraktı. Deri ceketini sırtına geçirip karısına da beyaz montunu ve botlarını giydirdi. Çantasını alıp telefonunu içine koyarak elini tuttu. Konaktan çıkıp araca bindiler.
*********
Eyyübiye ilçesindeki Urfa Kalesi'nin eteklerinde bulunan Balıklı Göl'ün yakınlarındaki bir kahvaltı mekanında oturuyorlardı. Hazan pencere kenarından berrak gölü seyrederken Fırat hemen yanındaydı. Halil-ür Rahman ve Rızvaniye Camilerinin masmavi bulutsuz gökyüzüne uzanan minerallerinin ilahi bir görünümü vardı. Kahvaltıdan sonra gezeceklerdi, fakat Hazan heyecandan yemek yiyemiyordu.
Kolunu sandalyesinin arkasına atıp kokusunu içine çekerek ensesini öptü.
"Yavrum," dedi, titreyen içi sesinde de yer edinmişti. "Yemeğini ye bebeğim. Gezdireceğim sonra seni, söz, hadi."
Kocasına döndü.
"Doydum ben, gidelim, lütfen."
Ateş parçası gözlerine vuran güneş aklını yerle yeksan ederken, "Dünden beri hiçbir şey yemedin," dedi. "Nereye doydun? Bitecek o tabak. Sütünü de iç."
"Ama..."
"Aması maması yok. Karnını doyurmadan unut gezmeyi falan."
Dudaklarını büzdü. Çatalını salatalığa batırıp küçük küçük ısırıklarla iştahsızca yerken sakince duran bebeğini sevdi. Doktora korkarak gidip çok fazla hareket ettiğini söylediğinde her bebeğin aynı olmadığını, tüm gebeliklerin kar taneleri misali farklı özellikler taşıdığını söylemişti. Bebeğinin duygularını oldukça yoğun hissettiğini, çevredeki seslere fazla duyarlı olduğunu söylemişti. Bu yüzden ona olabildiğince güvenli ve sakin bir ortam vermeleri gerektiğinin altını çizmişti. Düşük riski büyük ölçüde azalsa da hâlâ bir ihtimal mevcuttu.
Çay bardağını masaya koyup, "iyi misin?" diye sordu. Harran'dan buraya geldikleri kırk dakika içerisinde bu soruyu defalarca kez dile getirmişti. Boran ağa camiide yalvar yakar özür dileyip onunla barışmak istemişti. Diyar ağa ve Ömer ağa araya girince yarım ağız özrünü kabul etmişti. Güya Berfin evlenip hamile kalınca uslanmıştı. Ama kocasının yanında bile hâlâ eski defterleri açışı tam tersini gösteriyordu. Fırat, o kadınla münakaşaya girmemek için susmuştu. Karşısında bir erkek olsaydı Hazan'ı ve bebeğini üzen kim olursa olsun bedelini ödetirdi. Onlar buradan gidene kadar o kız ne konağa, ne kınaya, ne de düğüne gelmeyecekti, gelemezdi.
Sütünden bir yudum alıp patates kızartması yedi.
"İyiyim. Sorma artık."
İncecik belini kavrayıp göğsüne çekti. Yanağını öpüp, "iyi ol," dedi. "İyi olun. Bir daha böyle bir şey yaşanmayacak, tamam?"
"Bir şey yaşanmadı ki zaten. Ben biraz fazla tepki verdim. Berfin'in bana olan tepkisini anlıyorum. Ama neden hamile bir kadına vurduklarını anlamıyorum. Buna hakları yok."
"Kocası araya girseydi kimse dokunamazdı. Fazla ileri gitti."
Mekandaki uğultu halinde duyulan insan sesleri arasında göğsünden ayrılıp, "her ne olursa olsun bu doğru değil," dedi. "Ben de hamileyim Fırat..."
"Senin kocan benim ama. Sana benden başka kimse sesini çıkaramaz. Dur dediğim yerde durursun, sözümü dinlersin, ne bana ne de bir başkasına saygısızlık etmezsin. Kime ne zararın var senin? Sürekli kendini birileriyle kıyaslayıp durma."
"Ama üzüldüm onun için. Sadece sütünün değiştirilmesini istedi diye neler söyledirler."
"Yavrum, orada mesele süt değildi."
"Neydi?"
"Ortalığı karıştıracaktı zaten, yol arıyordu."
"Belki de süt değişseydi bir şey olmayacaktı."
Güzel yüzünü izlerken içini çekti. Fazla masumdu. Dudaklarını şakağına dayadı.
"Hazan..."
"Tamam, kendini benimle kıyaslayıp bana süt getirildi diye süt istediğini anladım. Ama sonuçta o da hamile. Aynı şeyi ben isteseydim yine aynı tepkiyi mi vereceklerdi?"
"İstemek var, istemek var. Sen istesen rica minnet isterdin. Olmadı ben kalkar kendim ısıtır getirirdim sütünü. Ama onun kuyruk acısı var. Hıncını almaya geldi oraya. Kapat konuyu, yemeğini ye."
"Ama neden sürekli aynı şeyi söylüyor? O gün de senin intikam almak için bana yaklaştığını söylemişti."
Yutkundu. Ablasının ölümüne sebep olanlardan birinin Türkoğlu aşiretinden olduğunu öğrendiğinde Hazan'dan uzak durmaya çalışmış, beceremeyince kendince kafasında bir intikam senaryosu kurmuştu. Ancak bu sadece Hazan'ın peşinde dolanmak için yeni bir bahaneden fazlası değildi. Kimseye tek kelime etmemişti. Saadettin'le bile doğru düzgün konuşmamıştı. Berfin bir şey bildiğinden konuşmuyordu. Bu konuyla ilgili bir şey bilen de bilinecek bir şey de yoktu. Her şey Fırat'ın kafasının içinde olup bitmişti. Ama Hazan ondan şüphe eder gibi oldukça eli ayağı kesiliyor, kaybetme korkusu gırtlağına çöküp onu boğuyordu.
Saçlarında nefeslendi.
"Yok öyle bir şey. Ben nasıl kıyarım lan sana?"
"Kıymazsın, biliyorum. Ama duymak bile tedirgin ediyor."
"Etmesin. Senin saçının her bir teli için ayrı ayrı ölürüm ben. Çok seviyorum seni."
"Ben de seni çok seviyorum."
Sigara böreğini alıp ısırdı. Bir mağarayı andıran taş kemerlerden oluşan tavanı ve kolonlarda gözlerini gezdirdi. Çok güzel bir şehirdi Urfa. Görülecek yerlerini gidip görmek istiyordu. Düğüne de hevesi vardı. Fakat burada olmak onu huzursuz ediyordu. Bir an önce Şırnak'a dönmek, yuvasına kavuşmak için can atıyordu. Bu şehre, o konağa ait değildi. O oldukça kadınsı, ağırbaşlı, şıkır şıkır altınlı kadınların yanında kendini çocuk gibi hissediyordu. Ne bir aşiret ne de bir konak gelini olmak için uygun olmadığını biliyordu. Kadınların onu baştan aşağı küçümseyici gözlerle süzmeleri, amcaların rujuna ve ojelerine olan tuhaf bakışı, saçlarını bağladığı beyaz kurdelesi, kocasının aldığı tavşanlı panduflarıyla giyim kuşamı pek onlara göre değildi. Berfin bir erkek bebeğe hamileyken onunki kızdı. Antep gibi burada da belli ki oğlan çocuğuna daha çok hürmet vardı. Hazan bir daha hamile kalıp kalmak istemediğini bilmiyordu. Doğumu düşündükçe korkuyordu. Ya bir gün Fırat da erkek çocuk isterse ne yapacaktı?
"Şşt, noldu?"
"Hı?"
"Daldın, ne düşünüyorsun öyle kara kara?"
"Şey..."
"Ney?"
"Sence ben çocuk gibi mi giyiniyorum?"
"Nereden çıktı şimdi bu?"
"Konaktaki kadınların hepsi ağırbaşlı, oturaklı giyinmişti. Baş örtüleri, altınları vardı. Beni baştan aşağı süzüp tuhaf tuhaf baktılar. Amcaların da rujuma ve ojelerime memnuniyetsizce bakıp durdu."
"Onlara ne lan benim karımın nasıl giyinip ne süründüğünden. Ben çok beğeniyorum seni böyle. Prensesim benim."
Burnunun üstüne inen dudaklarla gülümsedi.
"Ama baktılar."
"Baksınlar. Fazlasını yapamazlar zaten."
Ağzına attığı peyniri yutup, "Fırat," dedi. Sesi bir şey soracağını ele veriyordu.
"Gülüm."
"Berfin..."
"Hazan..."
"Ya dinle. Bir şey soracağım, nolur?"
Bıkkınca bir nefesi alıp verdi.
"Sana kapat konuyu demedim mi ben?"
"Dedin ama bir soru sadece, lütfen."
"Senin bu sorularının sonu pek iyi yerlere gitmiyor ama. Sonra kızınca da küsüyorsun bana."
"Bu sefer küsmem kocam, söz."
"Kocam diyen ağzını yerim senin. Sor"
İyice göğsüne sokuldu.
"Dedi ya, karnımda erkek bebek taşıyorum diye."
"Eee?"
"Hani genelde erkek bebek daha değer görür ya..."
"Hım?"
"Öyle ya işte. Bir dediği iki edilmez ya. Soyu devam ettirecek diye. Berfin'e neden o kadar sert davranıyorlar?"
Bu sorunun altında yatanın az çok ne olduğunu anlıyordu. Berfin bebeğin cinsiyetini onun kız çocuğuna hamile kalmasına laf atmak için belirtmişti. Fırat bir kızı olsun istiyordu, Allah nasip etmiş ve olmuştu. Onun bebeği ondan başkasını ilgilendirmezdi. Hazan fazla hassas olduğu için olur olmadık her şeyi kafaya takıyordu. Bu durum canını sıkarken dudağının kenarına öptü.
"Ne güzel konuşuyorsun sen öyle tatlı tatlı," dedi. Tenini kokladı. "Kurban olduğum."
"Ya soruma cevap versene. Hem ikide bir öpüp durma beni şöyle. İnsanlar var."
Önlerindeki kolon sebebiyle diğer müşteriler onları görmüyordu. Fırat öpüp koklayıp, dokunmadan duramayacağını bildiğinden özellikle burayı seçmişti.
"Olsun karım. Nolacak?"
"Sana bir şey olmuyor zaten, ben utanıyorum."
"Ne var lan utanacak? Kocanım ben senin."
"O zaman soruma cevap ver. Kocam olarak ciddiye al beni."
İç geçirip, "bizde çocuk erkeğindir," dedi. "O Korkmaz aşiretinin değil, Polat'ların erkek torunu."
"Ya?"
"Ya. Ayrıca senin karnındaki benim çocuğum. Kız olmasından da gayet mutluyum. Tamam?"
Yanağının içini dişleyip, "ya bir gün erkek çocuk da istersen?" diye sordu çekinerek.
Boynunu öptü.
"İstersek bakarız. Önce kızımızı bir doğur, büyüsün, sonra. Sürekli sürekli doğurtamam seni, kıyamam yavruma. Bir tane de yeter."
"Bence de yeter. Çok zahmetli oluyor bu iş. Seni de yoruyorum."
"Saçmalama. Ben gayet memnunum halimden. Hamilelik çok yakıştı sana. Çok tatlı oldun böyle. Bakmaya, öpmeye doyamıyorum. Ölüyorum lan!"
Başını geriye atarak gözlerini gözlerine değdirip yanağını öptü.
"Canım kocam."
"Karım."
💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 220.33k Okunma |
12.19k Oy |
0 Takip |
113 Bölümlü Kitap |