

Nefes aldırmayan, bunaltıcı hislerle dolu zihnimle Fırat'ın koynunda bir gece geçirmiştim. Kasıklarımdaki acı sebebiyle kımıldayacak halim olmadığından hastaneye gidememiş ve evde kalmıştık. Bu durum beni çok öfkelendirmişti. En başından Fırat'la birlikte o eve gitmemeli, Aslı'yı bırakmamalıydım. Öfkem beni daha hırçın ve inatçı bir hâle bürürken Fırat hatasını kabul eden olgun bir çocuk gibi bütün şımarıklıklarıma, nazlı hallerime ve durup durup patlayan, iğnelerini havaya savuran bir kirpi gibi nereden gelip canını yakacağını kestiremediği sözlerime katlanmıştı. Ona haksızlık yaptığımı biliyordum, onu üzdüğümü de. Beni sevmenin ne kadar çetrefilli olduğunu, gergin bir ruh halindeyken bana katlanmanın zorluğunu, sevdiklerimi kaybetme korkusunun beni ne hâle getirdiğini, vicdan azabımın ve kontrol altında tutamayacağım şeylerin bana ne yaptığını henüz yeni yeni keşfediyordu. Ve bu keşif onu kızdırmaktan ziyade beni anlamaya itiyor, rahatlatmaya çalışıyordu. Pek bir işe yaradığını söyleyemezdim, çünkü bu kelimelerle çözülebilecek bir sorun değildi. Söz konusu Aslı'nın canı ve VASÖ'nün acımasızlığıyken Fırat'ın sevgisi bu karanlığın içinde kendi dibini bile aydınlatamayan küçücük bir ışık huzmesiydi. Benim için birçok şey demekti ama beni asla gerçeklere kör edemezdi.
Saat sabaha karşı altıya gelirken ezan okunuyordu ve biz hastaneye varmıştık. Fırat Kadir abiyle Helin'i gönderirken onlara teşekkür edip odaya girdim. Etrafta kısa bir göz gezdirip her şeyin yerli yerinde olduğunu görünce yavaşca Aslı'nın yanına oturdum. Elini tuttuğumda teninin soğukluğu içimi üşüttü. Gözlerim monitörü buldu. Sakin sesi ve 77'de atan kalp ritmi, üşüyen içimi biraz olsun ısıtmıştı. Aslı'nın yüzümü acıyla ekşitmeme sebep olan, yeşil, mor, siyah ve mavimsi renklerin iç içe geçtiği morluklarla kaplı yüzüne bakıp gülümsedim. Bu saatten sonra yanından hiç ayrılmayacaktım.
Yüzünü ve canımı yakan yaralarını izlerken ona bir şeyler söyleme ihtiyacı hissettim. Konuşamıyor olabilirdi ancak muhakkak duyuyordu. Hissederdi beni. Uyanmasına ihtiyacım vardı. Oğuz'u kurtaramıyorken en azından Aslı'yı kurtardığımı görüp savaşımın boşa olmadığını kendime kanıtlamak istiyordum. Müsebbibi olduğum kötülüklerin en azından birini telafi edebilmek bana iyi gelecek, üzerimdeki gerginliği ve yüreğimdeki korkuyu alacak tek şeydi. Aslı'nın o zeytin yeşili gözleri benim için kurtuluşun ışığı olabilirdi. Birbirimize tutunup bir zeytin ağacının gölgesinde dinlenebilirdik. Yeni bir sayfa, imzalanan bir barış her şeyi düzeltebilirdi. İstediğim bir ödül değil, bir sonuçtu.
Yutkunup içimi çektim. Elimdeki elinin üzerini okşadım.
"Günaydın Aslı. Saat daha erken, sabah ezanı okunuyor. Günlerden...cuma. Hava yağmurlu bugün. İçini sıkıyor insanın. Merak etme, hiçbir şey kaçırmıyorsun. Hayat hâlâ sıkıcı bir yer. Acele etme. Ne zaman istiyorsan o zaman aç gözlerini. Ben buradayım. Ve beni burada kılan hiçbir şey senden daha önemli değil. Gerçekten dinlendiğini hissedene kadar uyu Aslı. Ama sonunda uyan olur mu? Yönümü kaybettim, tek pusulam sensin. Sen olmazsan yolumu bulamam. Eskisi gibi, eğitmenim olduğun yıllardaki gibi Aslı, bana nasıl mücadele edileceğini öğret. Ve hâlâ çok güzelsin, korkma tamam mı?"
Bir cevap gelmeyeceğini bilirken sustum. Fırat ben konuşurken odaya girip kapıyı kapatmıştı. Sözlerim bittiğinde eğilip saçlarımı koklayarak öptü. Önüme diz çöküp benimle aynı boya geldi. Dolu dolu olan gözlerime, yorgun ve soluk gözleriyle baktı. Gece boyunca hiç uyumamıştım, doğru düzgün yemek yememiş, bütün duygulu sayılabilecek anları mahvetmiştim. Sürekli ağrımı ve acımı almak ister gibi kasıklarımı okşayıp dururken ben uyumadıkça o da uyumamıştı. Öpüp koklamaları, ilk duyulduğunda güven veren fakat sonra gerçeklerin gölgesinde anlamını yitiren sözleri beni sakinleştirneye yetmedikçe zehir zemberek sözlerime maruz kalmıştı. Kendini işe yaramaz gördüğü için kollarını kesip atan bir yengeç gibi canım yandıkça Fırat'a saldırmıştım. Bana dokunduğuna pişman olmuş olmalıydı. Fırsatını bulduğu her an beni öpüp koklayıp, sarıp sarmalayarak bağrına bassa da dün gece aramızdaki bütün tutkuyu katlettiğimi söylemem abartı olmazdı. Sahurdan sonra onu hemen buraya gelmeye ikna etmiştim. Buna ikna etmek demek yanlıştı belki de. Aslında söylediğim an kabul etmişti. Tek şartı daha iyi hissedip hissetmememdi. Hâlâ canım yanıyor olsa da daha iyiydim.
Aslı'nın yanında olmak sinirlerimi yatıştırmıştı. Fırat'a ne yaptığımı gözlerinde daha net görebiliyordum. Dibine girerek izlediğim tablonun renkleri birbirine girmiş, uzaklaşınca renkler şekilleri, şekiller ise görmem gereken resmi oluşturmuştu. Göz altları çökmüş, gözlerine kan oturmuştu. Saçı başı dağınık, bakışları kasvetli ve soluk bir gökyüzü kadar donuktu. Boynumu öpüp kollarını belime sardı. Gözlerimi kapatıp Aslı'nın elini bırakarak ona sarıldım. Başımı başına yaslayıp sessiz kaldım. Ne yaptığımı, neden yaptığımı biliyordum. Fırat'a bunu açıklayabilecek kadar kendimi çözebiliyor, anlayabiliyordum. Ama neden kendime hakkim olamıyordum? Fırat'a hak etmediği şeyler söyledikten sonra hâlâ onun beni sevmeye devam etmesi ne kadar adildi? Aramızdaki bu sorunlar ne zaman tamamen çözülecekti?
Boynumda derin bir nefes aldı. Kederli ve yorgun bir nefesti bu.
"Mutlu musun şimdi?" diye sordu. Sesinde en ufak bir ima yoktu fakat bir parça sitem vardı. Onunla baş başayken mutlu değildim, evimizde, onun koynundayken, ayrı geçirdiğimiz iki ayın ardından birbirimizi deli gibi özlemişken ve Fırat beni bana rağmen severken mutlu değildim, peki şimdi mutlu muydum? Ondan daha çok önemsediğim, değer verdiğim, yanında olmayı Fırat'ın yanında olmaya tercih ettiğim, körü körüne inanıp güvendiğim, uğruna herkesi karşıma alıp canımı gözden çıkardığım, sevdiğim adamı ikinci plana atıp defalarca kalbini kırdığım şu halde mutlu muydum? Mesele mutluluk değil, hislerimdi. Çeyrek asırdır bu hayatı yaşıyordum. Yaşıma göre çok fazla şey görüp içinde bulunmuştum. Yalnızca çok nadir anlarda mantığıma göre hareket etmiştim, benim iplerim her zaman duygularımın elindeydi. Şu an daha rahatlamış ve sakinleşmiş hissediyordum, ama mesele mutluluksa karşılığı Fırat dışında kimse olamazdı. Kalbini kırmıştım. Fırat bana çok kolay kırılıyordu zaten, ama bu sefer onu suçlayamazdım. Aynı yere defalarca kez vurduktan sonra duvar çatladıysa suçu duvara atamazdım. Kırılmakta haklıydı. Onun yerinde ben olsaydım kapıyı çarpıp çıkar giderdim. Kendi gözümde bile küçüldüğümü hissettim.
"Fırat..." sesimden pişmanlık akıyordu. Ne söyleyeceğimi bilmiyorken sözlerimi Fırat'ın bile duymasına imkan vermeyecek kadar kısık bir sesle dile getiriyordum. "Mutlu değilim, mecburum. Özür dilerim."
Yüz yüze gelmemizi sağladı. Boynuna sarılı olan kolumu çözüp elimi tuttu. Gözlerindeki hüzünlü karanlık üzerime çöküyor, yüreğimi eziyordu. Avuç içimi öpüp, " sorun yok," dedi. Sesi paramparça, kırgınlığın verdiği ağırlıkla ağırbaşlı ve durgundu. Beni anlıyor, seviyor, yanımda olmak istiyor fakat bu andan Aslı'nın rolünü çalmıyordu. Çünkü ben Aslı'yı önemsiyordum ve o geri planda durmalıydı. Kırgındı, kızgındı, paramparçaydı ama bu konu sonra da konuşulabilirdi. Elimi tutan elini sıkıca kavradım. Dolan gözlerimle gözlerinden af diledim.
"Bakma öyle...Fırat..."
"Şşş."
Cümlemin devamını getirmeme izin vermedi. Eli yanağımı buldu. Dudağımın kenarını öpüp gözlerime baktı.
" Doldurma gözlerini."
Dudağımı ısırıp yanaklarıma doğru süzülen yaşlarla başımı önüme eğdim. Alnını alnıma dayadı. Yanağımdaki eli tenimdeki ıslaklığı silerken diğer eli de yanağımı buldu. Büyük ellerinin arasında kaybolan yüzümle dudaklarımdan küçük bir hıçkırık koptu. Böyle yaparak onu istemeden manipüle ettiğimin farkındaydım. Belki de bile isteye yapıyordum. Babam da ağlamama kıyamazdı. Ve ben bazen bunu kullandığımı hatırlıyordum. Hiçbir gözyaşım babamın beni lunaparka götürmesini sağlamamıştı, ama Fırat benim bir damla gözyaşım için her şeyi yapar, bütün kırgınlıklarının üzerini örter, beni sevip kendini yok saymaya devam ederdi.
"Hazan..."
"Git."
"Ne?"
Yüzümdeki elleri gerilmişti. Sesi şaşkın ve kızgındı. Neden ona git dediğimi merak ediyordu. Yine ne saçmalayacağımı sorguladığına emindim. Alınlarımızı ayırdım. Islak kirpiklerimin çevrelediği kehribar rengi gözlerimi Fırat'ın fırtınalı kara gözlerine diktim.
"Git. Durma yanımda. Sana zarar veriyorum."
Kaşları çatıldı. Yüzü sıkıntılı bir hâl içerisindeydi. Dişlerini sıklığı için dudaklarını birbirine bastırıyordu. Gözleri gözlerimi delip geçerek ruhuma işkence ederken, "nereye gideyim?" dedi iç sıkıcı bir sakinlikle. " ne diyorsun Hazan?"
Yüzümdeki ellerinden birini tutup çektim. Elini dizime koyup üzerini severken," askeriyeye git," dedim. "Ne bileyim Saadettin abinin yanına uğra, arkadaşlarınla buluş, birileriyle arkamdan konuş istersen, için rahatlar. Eve gidip dinlene de bilirsin. Ama yanımda durma. Bana tahammül etmek zorunda değilsin. Seni manipüle etmeme izin verme. "
Öylece gözlerimin içine bakarken gözbebeklerinde küçük bir kıvılcım yandı. Yanağımdaki elini çekmek yerine tenimi sevmeye devam ederken elinin üzerini seven elimi avcuna hapsetti. Yüzünü yüzüme yaklaştırıp burunlarımızın birbirine değmesine neden olurken kendimi tuhaf bir filmin içinde gibi hissettim, sanki gözleri karanlık bir ateşten yaratılmış, muazzam güzellikteki bir ölüm meleğine aşık olmuştum. Varlığı dört bir yanımı sararken bu haz dolu bir işkenceden farksızdı. Dudakları bir şarap kadar baş döndürücü ve yasaktı. Aramızdaki sevginin şeklini seçmek zordu. Bana, tanrıçasına tapan bir köle kadar sadık, prensesini korumak için her şeyi yapacak bir şövalye kadar da gözükara bir aşk besliyordu. Duruşunda sarsılmaz bir sağlamlık, ürkütücü bir adanmışlık vardı. Gitmeyecekti, bunu en başından beri biliyordum. Kendini her seferinde bana kurban etmekten, onu yaralamama izin vermekten geri durmuyordu. Onu hakkıyla sevebilmek istiyordum. Tüm yaralarını sarmak, içimde, Harpagon misali cimrice büyütüp sakladığım sevgimi onun önüne sermek istiyordum. Terapiye giderken iyileştiğimi sanmıştım. Belki de hastalık sandığım bu şeyler benim karakterimin ta kendisiydi. Ben buydum; cimri ve vefasız bir aşık.
"Öyle mi yapayım?"
"Hı?"
Düşüncelerim aklımı dağıtmış, anın içinden soyutlanmama neden olmuştu. Çenemi severken burnumun ucunu öptü.
"Git, dedin ya bana, öyle mi yapayım? Sevdiğim kızın arkasından mı konuşayım? Yüzüne söyleyecek kadar adamlığım yok mu benim?"
"Fırat..."
"Manipüle mi ediyorsun beni? Umrumda mı sence? "
"Olmalı."
"Değil ama, ne yapacağız? "
Gözlerindeki kararlılık, ses tonundaki baskınlık kendimi geri çekmeme neden olurken gözlerimizi ayırıp, " of Fırat," dedim. "Anlamıyorsun."
"Neyi?"
"Sana zarar veriyorum. Bana karşı bu kadar anlayışlı ve tahammüllü olmanı kullanıyorum belki. Dengesizim. Neyime güvenerek böyleyim bilmiyorum ama şımarığım da. Sana hak ettiğin hiçbir şeyi veremiyorum. Sürekli ikinci plana atıyorum seni. Hislerini yok sayıyor, görmezden geliyorum. İki aydır ayrıydık, kavuşmamız böyle mi olmalıydı?"
"Keyfinden mi yapıyorsun?"
"Hayır...ama fark eder mi? Önemli olan sonuç değil mi? Böyle söyleyerek sana yaptığım haksızlığı hafifletmeye çalışma. "
"Sen ne yapmaya çalışıyorsun peki?"
Elleri belimi bulmuştu. Yüzlerimiz birbirine çok yakındı. Sesi tekdüze bir tonda ilerliyordu. Sakindi. Söylediğim şeyleri tamamiyle ciddiye almıyordu. Gözleri gözlerime biraz bıkkın fakat kendinden fazlasıyla emin bir şekilde bakıyordu. Bu konuşma bizi olduğumuz noktadan başka bir yere götürmezdi. Sözlerimin ekseriyetle olduğu gibi yine hiçbir anlamı yoktu. Fırat kafasında bize bir final çoktan yazmıştı. Senaryoyu değiştirmeye hakkım yoktu.
Elleri belimi severken, "beni ciddiye almıyorsun," dedim.
"Sen olsan alır mıydın?"
Kaşlarım çatıldı. Bunu o kadar umursamazca söylemişti ki onu anlamaya çalışan yanım bir adım geri attı.
"Ne?"
"Ayrılamayacağımızı biliyorsun. "
"Ben böyle bir şey söylemedim Fırat. "
"İma ediyorsun. Git, diyorsun bana, sonra lafı çeviriyorsun. Kendini kötülüyorsun gözümün içine baka baka. Ne anlamamı bekliyordun?"
"Beni, beni anlamanı bekliyordum. Çünkü ben seni anlamaya çalışıyorum."
"Öyle mi?"
"Öyle."
"Bana daha çok vicdanını rahatlatmaya çalışıyormuşsun gibi geldi. "
Bakışlarındaki kıvılcım bir rüzgarla sönmüş, yerini gri, soğuk bir kül yığını almıştı. İğneleyici bir hâl alan ses tonundan rahatsız olmuştum. Neden benimle böyle konuşuyordu ki? Ben gerçekten onu anlamaya, ona iyi gelmeye çalışıyordum. İçinde bana karşı bastırdığı bir şeyler olduğunu hissettim.
"Benimle böyle konuşma."
Dilinin ucunu ısırıp gözlerini kapatıp açtı. Gözlerime sert bir ifadeyle bakıp, "Ne yapayım peki?" dedi. "Öyle konuşma, öyle bakma, öyle yapma, ne yapayım Hazan? Hı? Bana sunduğun tek seçenek gitmekken ne yapayım?"
"Yanlış anladın..."
"Neyi? Git, demedin mi bana?"
"Dedim ama..."
"Ne ama? Ne yapıyorum ben sana? Yanında duruyorum da ben ne yapıyorum Hazan sana? " Duraksadı. Birkaç saniye bu konuşmanın ilerisini görmek ister gibi gözlerime baktı. Yorgundu. Gücü tükenmiş gibiydi. Boşa konuşmak istemiyormuş gibi ihtiyatlıydı. Kafasında bir şeyleri ölçüp biçerek konuşmaya devam etti. "Sen...her şeyin farkındaymış gibi konuşuyorsun ya böyle, hiçbir şeyin farkında değilsin. Ne yaptığının farkında değilsin..."
"Farkındayım Fırat..."
"Madem öyle aksi yönde davran o zaman. Madem üzüyorsun beni, üzme. Seviyorsun madem, göster. Görmezden gelme, duygularımı yok sayma, ikinci plana atma. Niye git diyorsun? Bir sorun varsa ortada ve sen bunu gerçekten görüyorsan, çözmek istiyorsan niye kovuyorsun lan beni yanından?"
"Fırat..."
"Susuyorum. Yalansa yalan de. Ağzımdan tek kelime çıktı mı üç gündür? Şu söylediklerinin, aklından geçenlerin kaçı benim düşüncem? Bütün bir gece canıma okudun, sikip sikip attın beni. Sesimi çıkardım mı sana? Bir şey dedim mi? İtdikçe ittin beni kendinden, kabullenip kendimi geri çektim mi? Sırtımı döndüm mü sana? Gönül koydum mu? Birini yaptın de Hazan. Bir tanesini yaptın de siktir olup gideyim şu kapıdan."
"Yapmadın...ama üzgündün, kırıldın bana. Ben en azından biraz uzaklaşırsan iyi gelir diye..."
"Ona da mı hakkım yok? Üzülüp kırılmaya da mı hakkım yok? Ben sana gelirken her şeyi bir kenara bırakıyorum. Öfkemi, gururumu, onurumu her şeyi. Vermediğim taviz, yok saymadığım tek bir şey kalmadı. Daha ne istiyorsun Hazan? Ne memnun etmiyor seni hâlâ? Her seferinde, tamam lan bu sefer çok seviyor beni, bir daha bırakmaz, ayrılalım demez, dedikçe ortada hiçbir şey yokken git diyorsun bana. Ve ben artık bunu keyfinden yapıp yapmadığın konusunda eskisi kadar emin değilim."
Gözlerimden yaşlar süzülürken kalbime aldığım darbeler yüzünden ruhum sancırken midem gerildiğim için bulanmaya başlamıştı.
"Ben kafan dağılsın diye öyle söyledim," dedim. Ağladığım için küçük bir kız çocuğu gibi çıkan sesim kısılıp çatlamıştı. Öfkesini sakinliğiyle boğan yüzünü göz yaşlarım yüzünden bulanık görüyordum. Elleri belimden çekilmiş, bacaklarımın iki yanında yatağı bulmuştu.
"Sana mı kaldı?" dedi. "Düşünüp umursaman gereken hiçbir şeyi düşünüp umursamamışken bunu mu dert edindin? Tek bir şey istedim senden. Gel, dedim lan. Çok özledim, birkaç saatliğine benim ol, dedim sana. Yapabilseydim biraz daha sıkardım dişimi. Yapamadım, tamam? Benim hatam, Allah benim belamı versin..."
"Fırat..."
"Pişman ettin beni. Zehir ettin her şeyi. Burnumdan getirdin, tamam? Duymak istediğin bunlar değil miydi? Beni manipüle etmene izin vermememi söylemedin mi?"
Hıçkırdım. Fırat'ın üzerime çöken kocaman varlığının yanında bir kuş gibi titreyen bedenim sarsılmıştı. Ona yaptıklarımı duymak hissetmekten daha çok acıtmıştı. Yine de içini döktüğü için ona kızmıyordum. Haklıydı. Kalbini çok kırmıştım. Almayı da beceremeyeceğimi biliyordum. Elimden özür dilemekten fazlası gelmezdi, onun da aramızda pek bir hükmü kalmamıştı. Aksine özür dilersem daha çok sinirlenirdi. Ben gerçekten bencil biriydim.
"Dinlen, diyorsun ya bana, iki ayın sonunda benim umrumda olan tek şey bu ya sana göre, tek ihtiyacım bu ya benim, ben...adliyede patlayan bombanın senin yanında infilâk ettiğini şerefsizin birinden öğrendim. Dağın başında, dize kadar karın içinde, kar tipi halinde başımıza yağarken göz gözü görmüyordu. Kurt ulumaları çakal seslerine karışmıştı. Telsize sızan it bana senin ağır yaralı olduğunu söyledi. Karargâhı aradım. Tek kelime etmediler. Öldün sandım. Elim ayağım kesildi. Ayakta duracak gücüm kalmadı. Bir kayanın dibine çöküp çocuk gibi ağladım sana bir şey oldu diye ben. O an itin biri gelip kafama sıksa umrumda olmazdı. İyi olduğunu öğrendiğimde her şeyi bırakıp yanına gelmek istedim. Elini tutamadığım, yanında olamadığım, yaralarını sevip derman olamadığım her an bir şeyler söküldü içimden. Beni özlüyorsundur sandım. Yanında olmamı istiyorsundur sandım..."
"İstedim..."
"O zaman yanındayken niye git diyorsun bana?"
"Fırat...söylüyorum söylüyorum inanmıyorsun ki..."
"İnandıramıyorsundur belki. "
İnanmak istemiyorsun, demek istedim, ama üste çıkmak olarak algılanacak kadar anlamsız bir cümle olduğundan sessiz kaldım. Fırat bana her seferinde inanıp güvenmeseydi bugün birlikte olamazdık. Bu ilişkide benim en ufak bir emeğim dahi yoktu. Ama yemin ederim ki ona, git, derken herhangi bir ayrılık imasında bulunmamıştım. Yanlış anlamıştı. İyi de olmuştu belki, diğer türlü beni kırmamak için bu sözleri içinde tutmaya devam edecekti. Ayrılık imasında bulunduğumu sanması ona beni kırma hakkını vermişti. Operasyonda yaşadıkları ruhumu bir sis gibi sarmıştı. Sisin içinde bir ağaç vardı, alçakta olan en kalın dallarından birinde asılı duran bir ceset. Tanıdık biridir korkusuyla daha fazla yakınına gidemediğim ve her kimse belki de ölmemiştir umuduyla arafta kaldığım bir noktadaydım. Her ne kadar birbirimize çok yakın olsak da aramızdaki seddi hissedebiliyordum. Şimdi ona sarılmanın bir buz kütlesine sarılmaktan hiçbir farkı olmayacaktı. Ne söylersem söyleyeyim onu inandıramayacaksam sislerin ardında, bir cesedin birkaç metre uzağında yok olmaya hazırdım. Sisler bütün güzellikleri gizler, cesetlerin kelimelere ihtiyacı yoktur. Azrail bir sevgilinin gözlerinde saklıdır.
"Umrumda değildi," dedi. "İyiysen bana nasıl davrandığın umrumda değildi. Bu konu hakkında tek bir kelime etmeyecektim sana. Defalarca olduğu gibi yine kendi kendime yanıp sönecektim. Bu ateşi sana sıçratmaya niyetim yoktu. Ama gör, eğer beni "manipüle" etmene izin vermezsem bizden bir bok olmayacağını gör. Birimiz alttan almazsak bu işin oluru olmadığını gör." Duraksadı. Ardından kendi kendine konuşur gibi, "böyle de bir bok olduğu yok ya," diye ekledi.
Önümden kalkıp odadan çıkıp gittiğinde ondan geriye soğuk bir esinti kaldı. Aslı'nın yanından kalkıp koltuğa geçtim. Deri ceketimi çıkarıp bir köşeye koydum. Ayakkabılarımı çıkarıp dün burada bıraktığımız gri polar battaniyeyi üzerime örtüp ceketin cebinden astım spreyimi alıp uzandım. Biraz uyursam iyi gelirdi. Ağlamak istemiyordum, fakat ne tezatlıktır ki hıçkıra hıçkıra da ağlıyordum. Böyle olsun istememiştim ki.
**********
Gözlerimi tiz bir sesle açtım. Yattığım koltukta doğrulup monitöre baktığımda kalp ritimlerinin hızla düştüğünü gördüm. Uyku sersemi olduğum için birkaç saniye olduğum yerde kalakalsam da Aslı'nın birden nöbet geçirircesine titremeye ve ağzından beyaz köpükler saçmaya başlamasıyla ayağa fırladım. Koşarak kapıya ulaşıp koridorda gördüğüm ilk hemşirenin koluna yapıştım. Monitörün sesi açık kapıdan koridora dolarken etraftaki insanların üzerime yönelen meraklı gözlerini umursamadan, "A-Aslı..." diyebildim. Hemşire hemen içeriye koştu. Peşinden odaya girdim. Her şey bir rüya gibiydi. Saniyeler sonra Ümit bey ve beraberinde iki erkek hasta bakıcı odaya girdi. Aslı'yı yatakta sabit tutmaya çalıştılar. Az önceki hemşire beni dışarıya çıkarıp kapıyı kapattı. Zihnim görüntüler arası bağlantı kurma eylemini gerçekleştiremiyordu. Belki de rüya görüyordum. Öyle olmasını umdum. Odanın karşısındaki duvarın dibine çöktüm. Önümden ağır çekimde geçip giden insanlar koca bir dev, bense onların ayakları altında sefil bir karıncaydım.
Koridorun ucundan gelen bir gürültü duydum. Sanki koca bir taş parçası uçurumdan aşağı yuvarlanıyordu. Başımı o tarafa çevirdiğimde üzerinde defibrilatör olan tekerlekli bir masanın buraya doğru geldiğini gördüm. Koşarak gelen hemşire masayla birilikte Aslı'nın odasına girip kapıyı kapattı. Aslı'nın kalbi mi durmuştu? Ama neden? Her şey normaldi. Kalbi ideal bir ritimde atıyordu. Nefes alışverişleri düzenliydi. Ben uyurken mi bir şey olmuştu? Odaya biri mi gelmişti? Bahar...en son uykumun içinde onu görmüştüm. Üzerimdeki battaniyeyi düzeltip Aslı'nin serumuna bakmıştı. Sonrasını hatırlamıyordum. Bahar'ın varlığına güvenip gözlerimi kapatmıştım. Odadan çıkışını görmemiştim. Ama birinin kulağıma, özür dilerim, diye fısıldayıp alnımı öptüğünü hatırlıyordum. Fırat değildi. Duyduğum sesin bir kadın sesi olduğuna emindim. Bahar'dı. Ama niye yapısındı ki böyle bir şeyi? Aslı'yla alıp veremediği ne olabilirdi? O bir VASÖ ajanı bile değildi. Bunları düşünmekten hoşlanmıyordum, Bahar'ı zihnimde yanlış bir yere koymak istemiyordum, ancak iki gündür içimde Bahar'a karşı bir şüphenin varlığını hissediyordum. Gergindi. Yanıma geldiğinde Aslı'ya garip bir ifadeyle bakıyor, benimle göz göze gelmekten kaçınıyordu. Sürekli telefonu çalıyor, mesaj geliyor ve birden yanımdan kaçarak uzaklaşıyordu. O neşeli, cıvıl cıvıl halleri yok olmuştu. Fırat'la beni yalnız bırakma bahanesiyle yanımızda bir dakikadan fazla durmuyordu. İşin içinde VASÖ varken kimseye güvenmemeliydim. İnsanların zayıf noktalarını bulmakta ustalardı. Ve bir annenin zayıf noktasını bulmak kadar kolay başka bir bilmece olamazdı.
Yere oturup kollarımı dizlerime sardım. Gözlerimden yaşlar bana sormadan akıp gidiyordu. Kalbimin ritimlerinin durduğunu hissettim. Damarlarımda akan kan dondu. Hastanelerle arama biraz daha mesafe açıldı. Bu duvar dibinde küçüle küçüle yok olmak istedim. Gökyüzünden kayan bir yıldız oldum. Sonbaharda düşen son yapraktım belki. Sürüsünden geride kalmış küçücük göçebe bir kuştum. Kanatlarım henüz rüzgara alışmamıştı. Hayatta her şey en olmadık anlarda olurdu. Kitapların aksine kaderin kendi hikayesi içinde bağlantılar kuramazdınız. Ölüm sayfalar önceden soğuk nefesini yüzünüze üflemezdi. Sıradan bir güne uyanır ve günün sonunda bir daha o sabaha geri dönemezdiniz. Ya siz eksilirdiniz masadan ya da bir başkası. Kapının arkasında tozlanıp örümcek ağları bağlayan yıllanmış bir ceket gibi asılı kalırdınız. Bir umut önce bir şimşek gibi çakar ve ardından her yer karanlığa gömülürdü. Parmak uçlarınız buz keserdi. Kalbiniz göğsünüzde tehdit altında olduğunu hisseden bir balon balığı gibi şişer, içinize sığmazdı. Şu an ne mi hissediyordum? Savaş uçaklarının sesini duyan, metrelerce ötesine bombalar düşen, ailesini kaç gün önce kaybettiğini bile hatırlayamayan, yas tutmaya bile fırsatı olmamış küçük bir çocuğun yalnızlığını. Hiçbir şey hayat acımasızdır demek kadar baştan savma bir vecize olamazdı. Bütün günahların suçunu şeytana atmak, her ölüme takdir-i ilahi demek, başına gelen her belayı kadere bağlamak, tüm yıkımları kıyametle ilişkilendirmek ne kadar saçmaydı. Aslı'nın başına gelenler bunların hiçbiri değildi. Bir sırrın tehlikesi, vahşi bir korkunun gölgesi, geri dönemeyecekleri bir yola giren, ne kadar yıkanırlarsa yıkansınlar aklanamayacakları bir günahın içinde boğulan, tek dertleri olmayan onurlarını korumak olan koca bir kasvet dolusu duman adam, sigaraları sönmesin diye çabalıyordu. Bahaneler çoktu, ama bazı kötülüklerin üzerini hiçbir şeyle örtemezdiniz. Bir insanı kendi çıkarların için öldürmek şeytana uymak değil, şeytanın ta kendisi olmaktı.
Delicesine yağan bir yağmurun altında üzerime tutulan bir şemsiye gibi Fırat'ın varlığı dört bir yanımı sardı. Elleri belimi tutup beni oturduğum soğuk zeminden kaldırırken, "Hazan," dedi. Sesi telaşlı, endişeli ve uzaktı. Kulaklarım uğulduyordu. Koridordan gelip geçen insanlarla aramda duran Fırat beni göğsüne çekti. Sırtımı sıvazlayıp saçlarımı severken alnımı öptü. Bedenime sarılı olan kollarımı çözüp ona sarıldım.
Hıçkıra hıçkıra ağlarken, "A-Aslı," dedim. Kollarında titreyip sarsılan bedemimi daha sıkı sardı.
"Şşş."
"Ölecek...yapamadım...koruyamadım onu..."
Sıkıntıyla içini çekerken çöktüğümüz yerden ayağa kaldırdı beni. İçine sokmak ister gibi göğsüne bastırdı. Hıçkırıklarım boğuk bir hâl alırken yenilginin ağırlığını omuzlarımda hissettim. Ölümün karanlık ruhu bütün ölüleri toplayıp üzerime çullandı. Pusula yere düşüp parçalara ayrıldı. Dünya bir anlığına tepetaklak olurken bütün yönler birbirine karıştı. Bir kış çöktü seraların üzerine ve artık kıtlık kaçınılmazdı. Bir sarsıntı oldu, herkesin yüreğini korku kapladı. Silahlar çekilmese de bu bir savaştı. Aslı ölse bile gerçekler öldürülemezdi.
Kafamın içinde savaş fermanlarını yazıp kötülüğü asla mesken edinmemiş olan yüreğime boğazım yırtılırcasına okurken kötü biri olmak istiyordum. İyi biri olmanın hiçbir anlamı kalmamışsa, güçlü biri olmaya giden yol kötülükten geçiyorsa ben kötü biri olmak istiyordum. Adalet istiyordum, ölüler için bile.
Fırat saçlarımı öpüp dururken elleri beni sakinleştirmek istercesine sırtımda geziniyordu. Tek bir kelime dahi etmiyor, bana artık her şeyin geçeceğini söylemiyordu. Odanın kapısının açılma sesini duydum. Fırat'ın kollarından sıyrılıp kapıya döndüm. Ümit bey karşımdaydı. Ölüm haberi veren çok doktor görmüştüm. Kaç yaşında olurlarsa olsunlar birden yüzleri çöker, gözlerine derin bir keder otururdu. Ona doğru birkaç adım atıp, "öldü mü?" diye sordum. Mahcupca başını önüne eğip, "maalesef," dedi.
"Neden?" diye sordum titreyen sesimle. "Her şey yolundaydı. "
"Zehirlenmiş olabileceğini tahmin ediyoruz. "
"Nasıl olabilir böyle bir şey? Sizden başka kimse girmedi bu odaya."
"İnanın bilemiyoruz. Araştıracağız. "
Başımı salladım. Ümit beyin arkasındaki duvara yaslanmış olan Bahar'ı buldu gözlerim. Ağlıyordu. Gözleri özür diliyordu benden. Terk edilmiş bir kilise kadar boş ve buz gibiydi içim. Mezarlıklar kadar ıssızdı. Sabahın erken saatlerinde okunan bir sela kadar ürkütücü ve feryat figandı bu an. VASÖ'nün ne yapmaya çalıştığını çok iyi anlıyordum. Bir sırrı saklamaya çalışırken Aslı'yı, eğer tahminim doğruysa, Bahar'a öldürterek beni yalnızlaştırmaya çalışıyorlardı. Canımı yakıp onlara göre yaptığım hataları cezalandırmak için ölümün tek seçenek olmadığının, bu savaşı devam ettirirsem etrafımdaki insanların da zarar göreceğinin mesajını veriyorlardı.
Gözlerimi Bahar'dan çekip odaya girdim. Monitördeki düz çizgi yüzüme bir tokat gibi çarptı. Yıllarımın geçtiği bomboş bir eve geri dönmek gibiydi. Oysa ki sadece dakikalar geçmişti. Aslı'da değişen hiçbir şey yoktu. Bir kez olsun açılmayan zeytin yeşili gözleri hâlâ kapalıydı. Az evvel son nefesinin çıkıp gittiği dudakları aralıktı. Üzerindeki hastane önlüğü ve saçları Azrail'le çetin bir mücadeleye girmiş gibi dağınıktı. Bu anı zihnime kazıdım. Yavaşça yanına oturup elini tuttum. Soğuktu. Sabah tuttuğumda da böyleydi. Hâlâ yaşıyor olduğunu düşünebilirdim ama o düz çizgi benimle onun arasında duruyordu. Kolumdaki askıyı boynumdan çıkarıp saçlarını sevdim. Parmak uçlarımla yüzündeki yaralara dokundum. Teni sıcaktı. Ne hissedeceğimi bilmiyordum. Ağlıyordum ama çığlık atmıyordum. Elimden şu an verdiğim tepkiden fazlasını vermek gelmiyordu. Aslı'yla sessizce vedalaştım. Bahar, yalnızca benim görebildiğim bir hayalet gibi odanın bir köşesinde durdu. Ona bakmaktan imtina ettim. Fırat birkaç adım uzağımdaydı. Başımı Aslı'nın kalbinin üzerine koydum. Atmıyordu. Sonsuza kadar susmuştu.
*********
5 gün sonra...
Aslı'nın cenazesinden eve dönmüştük. Yatakta öylece uzanıyordum. Gözlerim gri bulutlarla kaplı gökyüzüne kadar uzanan, yeni yeni yeşillenen ağaç dallarındaydı. Kuşlar süzülüyordu. Kulağımda hâlâ imamın sesi. Burnumda bir tutam karanfil kokusu. Şehirdeki ajanlarla birlikte yapmıştık cenazeyi. Her şeye rağmen kalabalıktık. Bahar da gelmişti. Yine bir hayalet gibi uzakta durmuş, fakat içimi üşütmeye yetmişti. Üç gün önce hastaneden ayrıldığını duymuştum. Doktorluk yapmayacakmış artık. Bahanesi de karnındaki bebeğiymiş. Otopsiden tıp literatüründe adı olmayan bir zehir çıkmıştı. Önce yavaş yavaş kalp ritmini düşüren bu zehir iç organları iflas ettirerek kişiyi öldürüyordu. VASÖ'nün geliştirirdiği zehirlerden biri olduğu belliydi. Hastaneye soruşturma açılmıştı. Güvenlik kameraları denetleniyor, Aslı'nın hastanede olduğu tarihlerde hastaneye giren çıkan herkes sorguya alınıyordu. Bu kadar karmaşaya gerek yoktu. Kadir abiyle Helin'in ifadesine göre odaya o gece Ümit bey, bir hemşire ve Bahar dışında kimse girmemişti. Bu üçünü sorguya almak yeterli olurdu. Dahası Bahar Aslı'nın ölümünden iki gün sonra hastaneden ayrılarak fazlasıyla dikkat çekiyordu. Ama neye şaşırıyordum ki? VASÖ'nün koruması altında olduğu belliydi. Suçu başka birinin üzerine atmak için odak noktasını değiştiriyorlardı. Her ne olursa olsun ben gerçeği biliyordum. Bahar'a zarar verecek hiçbir şey yapmayacaktım, ama Bahar'ı buna mecbur bırakanlar yaptıklarının bedelini ödeyecekti.
Odanın kapısı açıldı. Fırat yanıma gelip ayak ucuma oturdu. Çıplak bacaklarımı okşayıp ayak bileğimi öptü. Gözlerimi kapattım. İki gün önce kendi evimize dönmüştük. Fırat sitedeki bütün eşyalarımı toplamış, Saadettin abilerden Fındık'ı almış, idareten bir kulübe bulmuştu. Bense ortada bir ruh gibi dolaşırken Fırat'ın taşıdığı eşyalardan biriydim. Şu son beş günde, beş cümle ya korumuş, ya kurmamıştım. Cenaze dışında geriye kalan hiçbir şeyle ilgilenmemiştim. Fırat Bahar'ın ne yaptığını bilmiyordu ama sanki onunla da aramızda koca bir uçurum varmış gibi hissediyordum ve o da ilgilenmediğim şeylerden biriydi.
"Hazan."
Hep yanımdaydı. Her zaman ki gibi benimle ilgilenip duruyor, arkamda, yanımda, önümde...nerede durmasına ihtiyacım varsa orada duruyordu. Çok seviyordum onu. Varlığını, sesini, kokusunu...ona ait her şeyi çok seviyordum. Yakınlık gösteremesem de onu kendimden itmiyordum. Öpüyorsa öpme demiyor, sarılınca karşı koymuyordum. Ama ne bileyim yine de her şey gidebileceği en kötü yere doğru gidiyordu.
" Hazan...şömineyi yaktım aşağıda. Bir şeyler hazırladım sana. Kaç gündür doğru düzgün hiçbir şey yemedin. Gel, birkaç lokma bir şey yedireyim sana."
Kendi ellerimle ördüğüm renkli battaniyeme daha sıkı sarılıp, "istemiyorum," dedim.
" Hazan yapma şöyle. Aç kalman hiçbir şeyi değiştirmeyecek. "
Sesi sert ve kızgındı, ama bir o kadar da sevgi dolu ve merhametli. Kapalı olan gözlerim dolarken kirpiklerimi araladım.
"Biliyorum. "
Ayak ucumdan kalkıp arkama oturdu. Üzerime eğilip saçlarımı öperken belime sarıldı. Sıcaklığı ve kokusu iyi gelirken sırtımı göğsüne yaslayıp ona sokuldum.
"Özür dilerim. Canın yanıyor, biliyorum. Senin canın yandıkça ben paramparça oluyorum. Ama nolur Hazan birkaç lokma bir şey ye. Böyle olmaz bebeğim, hadi. Üzme beni. "
Karnımın üzerindeki elini tutup ona döndüm. Kırık olan kolumun üzerine yatmamam için sırtını yatak başlığına dayayıp beni üzerine aldı. Tek kolumla boynuna sarılıp yüzümü beyaz tişörtünün üzerinden göğsüne gömdüm. Alnımı öpüp, "noldu?" dedi. Bir şey söylemek için ona döndüğümü anlamıştı.
"Seni çok seviyorum," dedim. "Bu halimin seninle hiçbir ilgisi yok, tamam mı? "
Bana daha sıkı sarılıp boynumu öptü. Çıplak belimi okşarken, "ben de seni çok seviyorum," dedi. "Yas tutuyorsun, tut. Buradayım ben."
"Biliyorum. Senin varlığın benim bu hayattaki tek servetim. Seni üzdüğüm için çok üzgünüm. "
Bunlar geç kalınmış sözlerdi. Hastanede, Aslı ölmeden yaptığımız son konuşmanın üzerinden beş gün geçmişti. İkimizde orada konuşulanları yok saymıştık. Dahası ben Fırat'ı görmezden gelmiştim. O ise dediğim gibi hep yanımdaydı. Ona haksızlık yapmaya devam etmek istemiyordum. Kendisi için hiçbir şey yapmadan, oruçlu oruçlu günlerdir etrafımda dört dönüyordu.
Yanağımı öptü.
"Ölürüm sana," dedi. "Hadi, aşağı inelim."
Beni kucağında daha sıkı kavrayıp, bacaklarımı beline sarmamı sağladı. Sözlerimin üzerinde fazla durmamıştı. İnanmıyor muydu bana? Yine üstünü mü örtüyordu?
Yataktan kalkıp odanın kapısına doğru adımlarken, "Fırat," dedim.
"Ne?"
"Battaniyemi alalım. "
"Salonda var ya birtanem."
"Ben onu istiyorum ama."
Merdivenlerin başından geri dönüp yatağın üzerinden battaniyemi alıp bana verdi. Tek kişilik ve biraz kısa olan örme battaniyeye sıkıca sarılıp başımı Fırat'ın omzuna koydum. Ensemi öpüp, "bebeğim," dedi fısıltılı bir sesle.
Salona indik. Şöminede yanan odunların çıtırtısı kulaklarımı doldurdu. Mutfaktan mis gibi çay kokusu geliyordu. Gri bulutların ardındaki güneş bulduğu küçük bir aralıktan ışıklarını evimizin salonuna yolladı. Cenazeye gitmek dışında evden dışarıya çıkmamış, geriye kalan beş gün de olduğu gibi bütün gün yatıp durmuştum. Yağız ve Kim Chin hariç kimseyle konuşmamıştım. Cihan abinin telefonlarına çıkmamış, kapıya geldiğinde ise Fırat onu içeriye almamıştı. Kendimi güçsüz ve yorgun hissediyordum. Çok sakin ve durgundum. Yeniden savaş meydanınaa çıkmak için biraz saklanmam gerekiyordu.
Fırat beni şöminenin önüne kurduğu sofranın etrafına koyduğu yastıkların üzerine bırakmaya meyil ederken arka bahçeye bakan camın önündeki Fındık'ı gördüm. Beni görünce havlamaya ve patileriyle camı tırmalamaya başlamıştı. Bu hâli gülümsetti beni.
"Fırat."
"Yavrum."
"Dışarıya çıkmak istiyorum. "
Beni yastıkların üzerine bıraktı.
"Kahvaltıdan sonra üzerine bir şey giyer çıkarsın," dedi.
Oturduğum yerden kalkarken, "şimdi çıkmak istiyorum," dedim. Doğrulduğumda dönen başım yüzünden sendeledim. Fırat hızla belimi tutup, "daha ayakta duramıyorsun, ne dışarı çıkması? Geç otur şuraya," dedi. Sesi sıkıntılı ve azarlayıcıydı.
"Başım döndü sadece. "
"Neden acaba? Hiçbir şey yemediğin için olabilir mi?"
Göğsüne zar zor gelirken başımı geriye atıp çatık kaşlarının altındaki kara gözlerine baktım. Kucağımda tuttuğum battaniyeye sıkıca sarılıp, "sen de hiçbir şey yemiyorsun," dedim.
"Oruç tutuyorum çünkü. "
"Hayır. İftarda ve sahurda da hiçbir şey yemiyorsun. "
"Konumuz bu değil. Mesele sensin."
Ben yemiyorum diye yiyemediğini biliyordum. Bu evi ikimiz paylaşıyorduk, karı- kocaydık biz. Birimiz sofrada olmayınca diğerimizin iştahı olmaması doğaldı. Ben bunu hiç yaşamamıştım çünkü Fırat beni yanımda olabildiği sürece asla yalnız bırakmazdı. Ben de onu bırakmayacaktım. Hata bugün iftara yemek hazırlayacaktım ona. Oruç tutmama izin vermiyordu ama sahurda da yanında duracaktım. Aslı yoktu artık. Savaşa ise bir süre ara vermiştim. Ruhumdaki yaraları sarmam gerekiyordu. Birkaç günlüğüne de olsa normal bir insan gibi yaşamak, kocam için bir şeyler yapmak belki bana da iyi gelirdi.
"Dışarıda yemek istiyorum. "
Bıkınca içini çekti.
"Olmaz, hava soğuk. Otur şuraya."
"Hayır, çardakta yemek istiyorum. Soğuksa soğuk ne yapayım?"
"Üstünde hiçbir şey yok Hazan. Olmaz, diyorsam olmaz. Bağırtma beni. Söz dinle."
Üzerimde gri uzun kolu bir sweet vardı. Göbeğimi açık bırakıyor olsa da benim için sorun değildi. Gri şortumdan açıkta kalan bacaklarımı da battaniyeyle örterdim. Üzerimi değiştirmeye eriniyordum. Sadece dışarı çıkıp biraz nefes almak için bu kadar zahmete girmeye gerek yoktu.
"Üstüm gayet iyi benim. Hem battaniyem de var. Kendi ellerimle ördüm. Bak yumuşacık. Sıcak tutar bu beni."
Gözlerindeki ateş yavaş yavaş harlanırken bunun tek sebebi öfke değildi. Sürekli dudaklarıma kilitleniyor, gözleri gözlerime dalıyordu. Çıplak belime sarılı olan kolları iyice sıkılaşırken bunu istemsizce yaptığının farkındaydım. O günden sonra bana bir kez olsun cinsel bir iç güdüyle yaklaşmamıştı. Öyle bir şey için fırsatımız olmadığı gibi yeri de değildi. Bugün de olmazdı. Aslı'yı hiç tanımadığı ölülerin arasına terk edip eve gelmiştim. Yas tutmak istiyordum, ama yerle bir olmaya fazlasıyla teşne bir ruhum vardı. Beş gündür tutabileceğim her şekilde yas tutmuştum. Öfkelenmiş, ağlamış, sitede banyodaki aynayı kırıp odayı dağıtmıştım. Kaç kez astım krizi geçirdiğimi hatırlamıyordum ama ciğerlerim bile güçsüzdü. Kendimi yorabildiğim kadar yormuştum. Aslı şu an en azından güvendeydi. Aslı'yı onca yarayla, yaşadığı travmalarla, VASÖ'nün karanlığı her daim üzerindeyken yaşamak istemeyeceğini bilecek kadar iyi tanıyordum. İyi ki öldü...demek istediğim buydu heralde. Bilmiyorum. Tek bildiğim kimsenin beni mutlu etmek için yaşaması gerekmediğiydi. Aslı yaşamak ister miydi? En azından Yaren'i son bir kez görmek isteyeceğini biliyordum. Benimle konuşup yaşadıklarını paylaşmak da isterdi. Sesimden şarkı dinlemek, en sevdiği tatlıyı yemek, Küçük İskender'den birkaç şiir okumak da isterdi. Belki Cihan abiyi görmek de isteklerinden biri olabilirdi. Böyle düşündükçe içim acıyordu. Aldığım her nefes Aslı'dan çalınmış gibi hissediyordum.
Gözlerim doldu.
"Nefes almak istiyorum," dedim. "Fırat nolur?"
Dolu dolu olan gözlerime bakarken kasıldı. Alnımı öpüp, "tamam," dedi. "Biraz bekle burada, dışarıyı ayarlayayım."
"Teşekkür ederim. "
*********
"Fındık otur. Oturmazsan topu alamazsın. "
Topu görünce heyecanlanan Fındık sürekli üzerime atlamaya çalışıyordu. İki ayağının üzerine kalktığında boyu benim boyumu geçiyordu. Kilosu da neredeyse benimle denkti. Çamurlu ayaklarıyla üzerime atlarsa yere devrilebilirdim. Neyse ki üçüncü kez söyleyişimle oturdu. Başını okşayıp, "aferin sana," dedim. Ardından topu yeni yeni yeşillenip çiçeklenen çimlere fırlattım. Fındık topun peşinden deli gibi koşarken rüzgarda uçuşan siyah tüyleri çok tatlıydı. Topu bana getirmesini beklemek yerine peşinden koştum. Beklesem de getirmeyecek topu parçalamak için benden kaçıracaktı. Fındık az ilerideki üzüm ağacının altında topu yakaladı. Ona doğru geldiğimi fark edince yeniden koşmaya başladı. Esen hafif rüzgarın saçlarımı savuruşu, iyice yüzünü gösteren güneşin tenimi okşayışı içimdeki karanlık odanın kapısını aralamıştı. Biraz olsun iyi hissetmek isterken bu anı kendime zehir etmek istemedim. Yavaşlayan adımlarımı hızlandırıp Fırat çardakta küçük bir sobayı yakarken Fındık'ın beni davet ettiği oyuna katılıp peşinden koştum.
"Fındık dur! Getir o topu bana!"
Askıdaki kolum yüzünden ara ara dengem bozuluyor, ayağımdaki pembe terliklerim ayaklarımdan çıkıyordu. Arka bahçeden dolaşıp evin diğer tarafından ön bahçeye çıktık. Fırat'ın arabasıyla benim aracımın arasından geçtik. Sobadan tüten dumanlar yüzüme vurup gözlerimi yakarken yeniden başladığımız yere döndük. Bahçeyi ikinci kez turluyorduk. Fındık'a durması için seslensem de bir gözü bendeyken koşmaya devam ediyordu. Midem bulanmaya başlamış, güneşin parlaklığı gözlerimi alırken başım dönmüştü. Koşarken sarsılıp duran kolum acıyordu.
Fırat'ın aracının yanından geçerken üzerime bir karartı çöktü. Bir şeye çarpacağımı hissederken ayaklarım aniden yerden kesildi. Belime dolanan güçlü kollarla kendimi Fırat'ın kucağında buldum. Nefes nefeseydim. Terlemiştim de. Fırat tutmasa birkaç adım sonra kesin düşerdim. Geniş omuzlarına tutundum. Çatık kaşlarıyla birlikte beni çardağa doğru götürürken bir eli çıplak sırtımda geziniyordu.
"Sucuk gibi olmuşsun," dedi.
Nefeslerimi toparlamaya çalışırken sessiz kaldım. Boynumun altını öpüp çardağa oturdu. Nereden çıkardığını bilmediğim astım spreyini dudaklarıma dayayıp iki kez sıktı. Bu iyi gelmişti. Öksürüp ona sıkıca sarılıp göğsüne sokuldum. Yanında duran battaniyeyi sırtıma sardı. Fındık yanımıza gelip topu önüne koyarak yere yattı. Küçük sobanın üzerinde fokur fokur kaynayan çayın görüntüsü çok güzeldi. Fırat'ın varlığıyla birlikte içimi huzurla dolduruyor, bahçedeki envai çeşit ağaçtan yayılan taze odun ve toprak kokusu içimdeki karanlık odayı biraz daha aydınlatıyordu.
Bahar geliyordu. Sırf bunun hatrına yeryüzündeki bütün savaşlar ateşkes ilan etmeliydi. Zengin ülkeler fakir ülkelere yardım etmeli, açlıktan ölen, savaşın gölgesinde solup giden bütün çocuklar dirilmeli, çöller de bile çiçekler açmalıydı. Dünya cennetin bir yansımasıydı. Neden cehennemi yaşıyorduk ki?
"Fırat. "
Bana portakal suyu doldururken, "söyle," dedi.
"Benim ellerim kirlendi. Yıkayıp gelsem olur mu?"
"Gerek yok, ben yediririm."
"Ama sana dokunuyorum. "
"Bir şey olmaz."
"Üstün kirlenir. "
"Kirlensin. "
Dudaklarımı büzdüm. Fırat aylarca dağlarda karın, yağmurun, çamurun içinde yaşıyordu. Temizlik adına benim aradığım şeyleri aramadığı belliydi. Onca yıl bu mesleği yaptıktan sonra bir şeylere alışmak olasıydı. Sebep bu olmasa bile Fırat benden hiçbir koşulda tiksinmiyordu. O gece...vajinamdaki kanı bile diliyle yalamıştı. Zihnime dolan anlarla vücudumu bir ateş basarken yanaklarım kızardı. Yutkunup önümdeki tabağa kahvaltılık dolduran Fırat'ın yüzünde gözlerimi gezdirdim. Boynundaki künyenin metal zincirinin esmere çalan buğday teniyle uyumu bile nefesimi kesiyordu. Kemikli çenesi, etli dudakları, burnu, kömür karası gözlerini çevreleyen uzun kıvrımlı kirpikleri, her daim çatık kaşları, subay tıraşı saçlarından alnına dökülen asi tutamlar...o kadar yakışıklı bir adamdı ki sırf bu yakışıklılığı bir ömür boyu izleyebilmek için bile ondan bir adım uzağa gidemezdim.
"Fırat bırak iki dakika yıkayıp geleyim."
"Otur oturduğun yerde. "
"Sana dokunmak istiyorum ama."
Masadaki gözleri gözlerimi buldu. Saniyelik bir dudaklarıma bakıp yutkundu. Dilini damağında gezdirip önüne döndü.
"Dokun. Engel olan mı var?"
"Kirli ellerimle yapamam, lütfen."
Derin bir nefesi alıp verdi. Elindeki çatalı masaya bırakıp oturduğu yerden kalktı. Ahşaptan yapılma yüksek çardağın merdivenleri sobanın arkasında kalıyordu. Fırat beni yarım metrelik yükseklikten yavaşça aşağı bırakıp, "dikkat et," dedi.
Battaniyeyi ona verip,"tamam," dedim. Koşar adımlarla eve giderken Fırat arkamdan, "koşma," diye bağırdı. Bu beni güldürürken evin açık olan kapısından, terliklerimi çıkarıp içeriye girdim. Yüzüme güneş kremi sürmeyi düşünürken alt kattaki tuvalete gitmek yerine üst kata çıktım. Yatak odasında lavaboya girip ellerimi yıkadım. Odaya geri dönüp çekmeceden güneş kremimi alıp yüzüme, kollarıma ve bacaklarıma sürüp odadan çıktım. Merdivenleri inip kapıya ulaştığımda kulağıma dolan sesin sahibiyle adımlarım sekteye uğradı. Yavaşça başımı dışarıya uzattım. Fırat çardakta Bahar'la birlikte oturuyordu.
"Hazan'la aranızda bir sorun mu var?"
"Yok...yok abi."
"Bana yalan söyleme Bahar. Köşe bucak kaçıyorsunuz birbirinizden. Neyi paylaşamıyorsunuz?"
"Hazan anlatmadı mı?"
"Anlatmadı, sen anlat, derdiniz ne?"
"Hazan gelince konuşsak..."
Kendimi geri çekip sırtımı duvara dayadım. Buna hazır değildim. Bahar'la yüzleşmek istemiyordum. Ne konuşacaktık ki zaten? Aslı'yı nasıl zehirlediğini mi, dostluğumuza nasıl ihanet ettiğini mi konuşacaktık? Özür mü dileyecekti? Peki ben ona ne diyecektim? Sevdiğim adamın kız kardeşiydi. Fırat'ın nasıl hissedeceğini tahmin etmek bile istemiyordum.
"Hazan?"
Fırat'ın sesiyle irkildim. Gözlerim tedirgin bir şekilde gözlerini buldu.
"Ne yapıyorsun burada? Bir şey mi oldu? İyi misin?"
Yutkundum. Elimi yumruk yapıp sıkarken, "i-istemiyorum," dedim.
İçeriye girip beni duvarla arasına aldı. Sorgulayıcı bir ifadeyle yüzümü taradı.
"Neyi?"
"O -onunla konuşmak istemiyorum. Ben...ben içeride kalayım, siz oturun, olur mu?"
Bir cevap vermesini beklemeden duvarla arasından çıkıp gitmeye meyil ettim. Belimden tutup durdurdu. Gözlerime sorguya aldığı bir şüpheliye bakar gibi bakarken, "ne geçti aranızda?" dedi. Sesi sert ve baskındı. Yeterince korkup gerilmiştim zaten, benimle böyle konuşmasa olmaz mıydı?
"Önemli bir şey değil. Bir gün konuşur hallederiz, ama şimdi istemiyorum, lütfen."
"Yok öyle," dedi. Belimi bırakıp elimi tuttu. "Yürü. "
"Fırat..."
"Giy terliklerini. "
"Fırat nolur?"
Kendimi bütün gücümle geriye çektiğim için ellerimizin arasında fazlaca bir gerilim vardı. Fırat canımı yakmak istemediğinden olsa gerek, "düzgün dur, bırakacağım elini," dedi. Bunu söylediği iyi olmuştu. Aksi halde söylemeden bıraksaydı yere düşerdim. Eline asılamayı bıraktım. Fırat da elimi tutmayı bırakmıştı. Beni dinleyeceğini düşünürken kolunu kalçalarımın altından bacaklarıma sarıp beni kucağına aldı. Ne çırpınışlarım ne de durmasını söyleyişlerim bir işe yaramazken kendimi çardakta, Bahar'ın karşısında otururken buldum. Ona bakmak yerine yere değmeyen çıplak ayaklarımı izliyordum. Bu çardağın oturma yerleri fazla yüksekti. Fırat'ın masanın altına doğru uzattığı kalın ve adaleli bacaklarına baktım. Siyah pantolonu ayağındaki beyaz spor ayakkabılarıyla çok hoş ve karizmatik duruyordu. Ayakları çok büyüktü. Kendi ayaklarıma baktım. Ben otuzaltı numara giyiyordum, acaba o kaç numara giyiyordu?
"Şşş, kaldır kafanı, konuşun çözün aranızdaki şey her neyse."
Bahar'ın burnunu çektiğini duydum. Çok gergindim ve bu benim de gözlerimi doldurmuştu. Bile isteye yapmadığını biliyordum. Bir insan birini nasıl bilmeden öldürürdü ki? En azından isteyerek yapmadığından emindim. Bir an düşündüğüm şeyin dehşetiyle sarsıldım. Bahar Aslı'yı öldürmüştü. Nasıl bunu olağan bir şeymiş gibi düşünebiliyordum ki? Saatler önce Aslı'nın cenazesinden dönmüştüm. Mezarına Fırat'la birlikte toprak atmıştım. Yanından en son ben ayrılmıştım. Aslı yok olmuştu. Neyi kabulleniyor, kimi anlamaya çalışıyordum? Ne anlamı vardı tüm bunların? Bu anın ne önemi vardı? Pişman mıydı? Kahır mı oluyordu? Canı mı yanıyordu? Üzgün müydü? Sonuçta bir ölü değildi. Yetimhane de büyümemişti. Kodan ailesi gibi bir aileye evlatlık alınmamıştı. Yıllarca en ağır eğitimlere maruz kalmamış, asla karşılık alamayacağı birine aşık olmamış, aylarca şerefsizlerin elinde işkence görüp tecavüze uğramamıştı. Vatan haini ilan edilmemiş, öldürülmeye çalışılmamıştı. Ve hiç tanımadığı birinin ellerinde katledilmemişti. Kim olarak Aslı'ya dokunmuştu? Ben ona güvenmiştim.
Burada durmak istemiyordum. İçim sökülüyordu. Gözümden süzülen yaşlarla oturduğum yerden hızla kalkıp Bahar'a bir kez olsun gözlerimi değdirmeden, Fırat'ın bacaklarının üzerinden geçerek gitmek istedim. Ama elimi tutup dizine oturttu beni. Bacaklarımı bacaklarının arasına alıp sıkıştırdı. Dudak dudağayken, "bırak," dedim. Fısıltılı sesim çatlamıştı. Gözlerimde gezinen gözleri aramızdaki şeyin basit bir şey olmadığını anlarken iyice karardı. Belime sarılı olan kolu sıkılaştığında diğer kolu da belime dolandı. O sırada Bahar'ın hıçkırığı doldu kulaklarıma. Alt dudağımı kanatırcasına ısırırken gözlerimi sıkıca yumup yüzümü Fırat'ın göğsüne gömdüm. Tişörtüne tırnaklarımı geçirip koca gövdesinde saklandım. Yok olmak istiyordum. Yerin metrelerce dibine girmek ya da göğün yedi kat yukarısına çıkmak istiyordum. Ama burada olmak istemiyordum.
Fırat sert bir nefesi alıp verirken, "biriniz bana nolduğunu anlatacak mı?" dedi.
"Ben...ben anlatacağım abi. Buraya bunun için geldim. Abi ben...yani biz Harun'la..."
Boğuklaşan sesiyle duraksadı. Tekrar hıçkırdığını duydum. İşin içinde Harun'un olduğunu bilmiyordum.
"Ne, siz Harun'la ne Bahar?! Delirtme beni, doğru düzgün anlat şunu!"
Fırat durumun Aslı'ya ilgili olduğunu anlamış gibiydi. Belimdeki kolları beni sımsıkı sararken vücudu kaskatı kesilmişti.
"Abi...Elif...mecburduk. "
Fırat'ın vücudu öfkeden ısınmıştı. Ona biraz daha sokulup öfkesini almak istesem de başarılı olamadım.
"Neye mecburdunuz lan?!! Bahar bak aklıma kötü kötü şeyler geliyor, sildirme bana kendini!"
"Fırat sakin ol. "
Fısıltılı sesim yalnızca onun duyabileceği kadardı. Sözlerimi umursamadı.
"Abi...özür dilerim. Elif'i öldüreceklerini söylediler. Kreşteki fotoğraflarını yolladılar telefonuma. Nerede olduğumuzu bilemezsin, dediler. Kreşte de adamlarımız var dediler. Çocuğuna bakkaldan aldığın sütün içinde ne olduğuna dikkat et, dediler. Her yere elleri uzanırmış. Abi...yapmak zorundaydık. Biz Aslı'yı öldürmesek onlar..."
Bahar'ın telaşlı ve ağladığı için tarazlı çıkan sesiyle can havliyle söylediği bu sözler Fırat'ı delirtmişti. Elini masaya vururken, "ne diyorsun lan sen?!!!" diyerek gürledi. Sesinde şaşkınlık, öfke, çaresizlik ve hayal kırıklığı vardı. Fakat tüm bu duygular öfkesinin altında ezilip yok olmuştu. Öfke dışında başka bir şey hissetmiyor gibiydi. Ama ben anlıyordum. Kalp atışlarını duyuyordum. Her bir zerresini ezbere bildiğim bedenini hissediyordum. Yıkılmaya yüz tutmuş bir bina gibi ruhu çatırdıyordu.
"Abi..."
"Ne abisi lan?!!! Senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu Bahar?!!!!"
"Mecburduk..."
Bahar'ın kısılarak içine kaçan sesinde derin bir çaresizlik vardı. Affedilmek değil, anlaşılmak istiyordu. Duyulmak değil, dinlenilmekti derdi. Bu anın ağırlığı altında içim üşürken sevdiğim adamın cayır cayır yanan bedeni beni sıcak sıcak terletiyordu. Kendimi suçlu hissediyordum. Suçluydum da. Bahar'a kızmaya yerim bile yoktu. Bu şehre gelen bendim, onların hayatına giren bendim, VASÖ'yü başlarına bela eden bendim. Aslı'nın ölümüne sebep olan da bendim. Bahar ne yapmış olursa olsun bu hikayede benden daha fazla suçlu olamazdı. Eline bir kan bulaşmıştı, fakat silahı ellerine veren bendim. Bu yüzden sesimi çıkaramıyordum. Aslı'nın öldüğü gün ve sonrasında da Bahar'a hesap sormaya yeltenmememin sebebi buydu. Bir virüs gibi hayatlarını sarmış, ruhlarına çökmüştüm.
"Neye mecburdun Bahar?!! Ulan...lan sen ne dediğinin, ne yaptığının farkında mısın?!!!"
Bir şeyin yere düşüp kırılma sesini duydum. Bir bardak olmalıydı. Fındık korktuğu için tehditkar bir sesle havlamaya başlamıştı. Bahar yere düşen bardakla irkildiğini belli eden bir ses çıkardı. Fırat beni bir koluyla sımsıkı sararken bedeni öne eğilmişti. Tişörtüne daha sıkı tutunurken hıçkırdım. Kuşların cıvıltıları kulaklarımdan silindi. Rüzgâr durdu. Ağaçlar ve toprak kokularını etrafa yaymayı bıraktı. Güneş bulutların arkasına gizlendi. İçimdeki karanlık odanın kapısı kapandı, anahtar yuvasında birkaç kez döndü ve kapı kilitlendi.
"Farkındayım. Buraya kendimi savunmaya gelmedim. Başka bir seçeneğim yoktu. Hazan..."
Sesindeki hüzünlü melodi evrenseldi. Aynı dili konuşmuyor olsak bile çektiği acıyı, yaşadığı çaresizliği anlayabilirdim. Sesi titriyordu. Adımı yalvarır gibi söylemişti. Başka zaman olsa bir saniye bile düşünmez sarılırdım ona. Ama içimdeki ateşin aksine kalbimin ortasında bir buz kütlesi vardı. Bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını biliyordum. Belki de bir gün mutlu olabilme ihtimalimi uçurumdan düşürüp sonsuza dek kaybetmiştim. Bahar, Aslı'yı bense bir aileyi katletmiştim. En başından beri her şey yanlıştı. Bazen bir yanlış da bütün doğruları götürebilirdi.
Fırat yeniden Bahar'a bağırıp çağırmak için ağzını açarken başımı göğsünden kaldırıp, "sus," dedim. "Bağırıp durma. Bu hiçbir şeyi düzeltemeyecek. Hepsi beni suçumdu. "
"Hazan..."
Bahar'ın bana karşı yaptığı şeyin altında eziliyordu. Bu öfkesi benim içindi. Cümlesine devam edebilseydi eğer bana saçmalamamam gerektiğini söyleyecekti. Devam etmesine izin vermedim. Kucağından kalkıp yanına oturdum. Yanaklarımdaki ıslaklığı sweetimin koluyla silip günler sonra ilk kez Bahar'ın yüzüne baktım. Yaşlanmış gibiydi. Göz altları mosmordu. Yüzü çökmüş, teni bir hayaletin siluetini andırıyodu. Gözlerinde derin bir kuyu, varlığında tiz bir çığlık vardı. Duydum. Bir uçurumdan aşağı düşmüş, son anda bir dala tutunmuştu. Umutla korkuyu, ölümle yaşamı, yaptığı hataları düzeltebilme şansını bir dalın cılız gövdesinde toplamıştı. O dal bendim. Ve Bahar'ın ağırlığını taşıyabilecek kadar güçlü değildim. Benim de köklerim sağlam değildi. Yıllar önce ben de bu uçurumdan düşmüştüm. Sonra bir dala tutundum. Birden bir efsanenin sayfaları açıldı. Ne yere çakıldım, ne de kurtuldum. Bir dala dönüştüm. Bahar'ı kurtaramazdım, ama onunla birlikte uçurumdan düşebilirdim.
"Hazan..."
Bir şey söylemek istedim. İçini rahatlatacak bir şey. Ama ne diyeceğimi bilmiyordum. Gözlerimi yüzünden kaçırdım. Sobada kaynayan çaydanlıktan taşan sularım çıkardığı sesi duydum. Uzaklardan gelen havlama sesleri kulaklarıma doldu. Bu anın dışında da hayat devam ediyordu. O hayatlardan birine ait olmak istedim. Kendi bedenimden çıkıp gitmek. Bir süper gücüm olabilirdi belki. Bir hareketimle her şeyi durdurup susturabilirdim.
Ellerimle oynadım. Biraz sert bir oyundu. Canım yandı.
"Hazan...bir şey söyle. Affetme...ama bir şey söyle. Bağır çağır istersen...suçla beni. Ama görmezden gelme. Günlerdir nefes alamıyorum. Aynada kendi yüzüme bile bakamıyorum. Uyuyamıyorum, yiyemiyorum...ben..."
Dudaklarımdan bir hıçkırık koptuğunda ellerimi yüzüme kapattım. Gözlerimden süzülen yaşlar avuçlarıma bulaşırken oturduğum yer sallandı. Ellerimi yüzümden çektim. Fırat öfkeyle ayağa fırlamıştı.
"Kaybol lan!!! Defol git gözümün önünden!!!"
Bahar'ın üzerine yürürken Bahar korkuyla oturduğu yere sinip kollarını bebeğine sardı.
Fırat, "kal lan ayağa!!! " diyerek bağırdı. Bahar'ın yanına geçmesine engel olan sobaya bir tekme savurdu. Soba çardaktan aşağı düşerken borular yere saçıldı. Çaydanlık yere devrildi. Dökülen sudan yükselen dumanlar, yere saçılan korlar beni baştan aşağı titretirken ayağa kalkıp hızla Fırat'ın kolunu tuttum. Öfkeden gözü dönmüştü. Bahar hıçkıra hıçkıra ağlarken çığlık attı. Fındık'ın havlamaları bahçeyi inletiyordu. Önüne geçip, "dur!" dedim. "Buradan gitmesi gereken kişi benim. "
Fırat sertçe soluyup kolumu tuttu. Yüzü çok ürkütücü görünüyordu.
"Saçma sapan konuşup delirtme beni!! Geç şuraya!!!"
Tuttuğu kolumdan beni bir kenara itmeye çalışırken direndim. Kolumdaki eli canımı yaksa da konuşmaya devam ettim.
"Bunların hepsi benim suçum! VASÖ'yü başınıza ben bela ettim! Bu şehre gelmeseydim, sana ve ailene yakın olmasaydım VASÖ'nün sizinle ne işi olurdu? Bahar'ın bana yaptığı hiçbir şey yok...aksine onu bu hale ben getirdim. Beni kapı dışarı etmen gerekirken neden onu kovuyorsun ki? O senin kardeşin. Peki ben neyim? Onun yanında olman gerekiyor, benim değil..."
"Kes sesini!!!!"
"Neden?!!!! Doğruları duymak hoşuna gitmiyor mu?!! Bahar'a ne yaptığımı görmüyor musun?! Bana olan bir şey yok. İlk defa sevdiğim birini kaybetmiyorum, ilk defa sırtımdan vurulmuyorum. Ben onlarca kişiyi öldürdüm. Ama Bahar ilk kez yaşıyor böyle bir şeyi. Ne hâlde olduğunu görmüyor musun? Benim yüzümden ne halde olduğunu görmüyor musun?!"
Avucundaki elimi sıkıca tutarken üzerime yürüdü.
"Sus!!!!"
Birkaç adım gerilesem de ona boyun eğmedim.
"Susmayacağım!!!! Elif için yaptı!!! Eminim ona başka bir çare bırakmadılar!! O bir anne! Elif daha çok küçük. Hiçbir şey bir çocuğun canından daha değerli olamaz. Neden Bahar'ın ve Elif'in benim yüzümden yaşadığı tehlikenin derdine düşmek yerine ona bağırmayı tercih ediyorsun ki? Onun yanında olman gerekirken neden beni koruyorsun? Bunca zaman sana verdiğim zararlara susup göz yumdun. Yanımda oldun, teşekkür ederim. Ama şimdi göz yummamalısın. VASÖ durmayacak. Ben de öyle. Bu bizim hikayemiz değil, senin bir ailen var..."
"Hazan yeter!!!! Yeter artık!!!
Koca gövdesi iyice üzerime eğilmişti. bir kara delik gibi ruhumu içine çeken gözleri canımı yakıyordu. Gözlerimden yağmur misali dökülen yaşlarla başımı salladım.
"Bence de yeter. " Elimi elinden çekerken, "bırak," dedim.
Elimi daha sıkı tuttu. Gözlerime, sıkıysa kurtul, der gibi bakıyordu. Yüzünde derin bir acı ve keder vardı. Bir o kadar da kararlı ve sarsılmaz görünüyordu. Gök gürledi. Ardından şiddetli bir yağmur başladı. Yer ayaklarımın altından çekildi.
"Fırat bırak," dedim güçsüz ve kısık bir sesle. Az önce onunla baş etmeye çalışırken yükselttiğim sesim yüzünden başıma sancılı bir ağrı saplanmıştı. "Lütfen."
"Bırakmayacağımı biliyorsun. Benden ne istediğinin farkında mısın?"
Ayrılalım, diyordum. O da bana ne dediğimin farkında olup olmadığımı soruyordu. Farkındaydım. Artık onunda bir şeylerin farkında olması gerekiyordu. Bizden olmadığını, olmayacağını görmeliydi.
"Farkındayım. Sana ya da ailene acıdan başka bir şey veremem. Benim yüzümden Bahar'a ne olduğunu gör. Bunca zaman sana yaptıklarımdan bahsetmiyorum bile. Beni sevmenin pimi çekilmiş bir bombayı elinde tutmaktan hiçbir farkı yok. "
"Ben her şeyi göze aldım. "
"Ama bu sadece seninle ilgili bir şey değil ki. Ben göze alamam. "
Gözleri doldu. Dişlerini kırarcasına sıktı. Elimi elinden çektim. Bıraktı. Bir saniye bile beklemeden, yağmurun altında sönmeye başlayan korlara dikkat ederek, çıplak ayaklarımla çardaktan inip eve koştum. Ayaklarıma batan küçük taşları umursamadım. Yağmurda biraz ıslanmıştım. Fındık eşiğe kadar gelse de kapıdan içeriye girmedi. Üst kata çıktım. Yatak odasına girip halihazırda toplu olan bavulumdan üzerimi değiştirmek için birkaç parça kıyafet aldım. Kıyafetleri yatağın üzerine bırakıp etraftaki ufak tefek eşyalarımı topladım. Banyodan kirli kıyafetlerimi ve bakım ürünlerimi, çekmecelerden ilaçlarımı aldım. Bir tek doğum kontrol haplarına dokunmadım. Vücudumda tuhaf bir titreme vardı. Kalp atışlarım çok hızlı ve düzensizdi. Gözlerimden süzülen yaşlar görüş açımı bulanıklaştırıyordu. Hıçkırıklarım yüzünden elim ayağıma dolaşırken bütün eşyalarımı topladığıma kanaat getirip bavulumun ağzını kapatıp ayağa diktim. Diğer bavullarım zaten topluydu. Bu eve daha önceki gelişlerimde de olduğu gibi eşyalarımı dolaba yerleştirmeye fırsatım olmamıştı.
Bavullarımı kapının eşiğine getirdikten sonra sırt çantama da telefon, bilgisayar, şarz aleti, silah gibi şeyleri koydum. Yatağın üzerine bırakıp önce askıyı, ardından da sweetimi çıkardım. Hıçkırıklarımı durdurmaya çalışıp nefeslerimi düzene sokmak için uğraşırken şortumu kalçalarımdan sıyırdım. Siyah sütyenim ve külodumla kalmıştım. O sırada kapıda bir hareketlilik hissettim. Bedenimde gezinen gözler tenimi yakarken yatağın üzerindeki kazağımı alıp göğüslerimi kapatmaya çalışarak kapıya döndüm. Fırat oradaydı. Başımı önüme eğip, "çıkar mısın?" dedim.
Bir şey söylemeden içeriye girdi. Kapıyı kapatıp kilitledi. Sessizliği beni tedirgin ederken yutkundum. Burnumu çekip üzerime doğru gelirken geriledim. Üstümde çocuksu bir kırılganlık vardı. Fırat'la savaşacak gücüm kalmamıştı. Gitmek istiyordum. Bensiz yapamayacağını düşünüyordu ama yapardı. Sadece biraz acı çekmeyi göze alması gerekiyordu. O çok güçlü bir adamdı. Mutlu olmayı hak ediyordu. Bunu ona ben veremezdim. Niye anlamıyordu?
Aramızda bir iki adım kala durdu. Göğsüme tuttuğum kazağa sıkıca sarılıp başımı yerden kaldırmadım. Bir adım daha üzerime geldi. Üşüyordum. Kazağın sarkan kolunu tutup çekti. Direndim ama varlığım onun yanında bir hiç, bütün direnişlerim beyhude bir çabaydı. Kazağı gücünün binde birini bile kullanmadan çektiğinde kendimi onun kollarında buldum. Kazağı elimden alıp yere fırlattı. Beni sıkıca sarıp göğsüne bastırdı. Ellerimi karnına koyup, "bırak," dedim cılız sesimle. Çırpınmaya bile takatim kalmamıştı.
Saçlarımı öpüp kokladı. Elleri tenimde gezindi. Saat gece yarısını vururken eve dönmek zorunda olan fakat aynı zamanda prensin yanında kalmak isteyen Külkedisi gibi ayağımdaki camdan ayakkabılarım hayallerimin merdivenlerinde kaldı. Işıltılı elbisemin renkleri soldu. Araba balkabağına dönüştü. Şöför yeniden fare oldu.
"Fırat...lütfen. Zorlaştırma nolur?"
"Zorlaşacak bir şey yok. Hiçbir yere gitmiyorsun. "
"Gitmek zorundayım. Olmuyor işte..."
Bir eli kalçalarımın altına kadar uzanan saçlarımı sevdi. Alnımdaki dudakları önce yanağımı, ardından da boynumu buldu. Kor gibi sıcacık dudaklarını tenime bastırıp yüzünü iyice boynuma gömdü. Bedenime sarılı olan kolları yeryüzünün görüp görebileceği en güzel zindanın surlarıydı. O en güzel mahkûmiyetimdi. Ama bazen güzelliklerden de vazgeçmeli insan. Bu bütün savaşların en çetin kuralıdır.
"Olmayan bir şey yok. Bir yolunu bulur oldururuz. Gidemezsin, bırakmam. "
Sesi acı içinde kıvranırken yemin eder gibiydi. Bir parça da sert, emredici ve kızgın. Bana asla geçit vermiyordu. Kapıyla birlikte bütün yolları da kilitlemişti. Ne yapacağımı bilmiyordum. Fırat'ı ikna edecek kelimeleri bulabileceğimden emin değildim. Çok keskin sınırları vardı. İkimizide yaralamadan nasıl kurtulacaktım bu andan?
"Fırat çok yoruldum...yapma nolur?"
"Ne yapıyorum? Seni sevmekten, yanımda istemekten başka ne yapıyorum?"
"Bencilce davranıyorsun. Aileni düşünmek yerine, yedi kat elin olan bir kız için onları yok sayıyorsun. Yarın öbür gün başlarına benim yüzümden bir şey gelse nasıl baş edeceksin bununla? Sen bir askersin. Mantıklı düşün biraz. "
Boynuma düşen bir damla yaşın sıcaklığını hissettim. Ağlıyordu. İçimde sarsıntılar meydana geldi. O bir damla yaş asidik bir madde gibi tenimi delip geçti. Koca bir kabusun ortasında yapayalnızdım. İlk defa gitmekle kalmak arasında hiçbir fark yoktu. Kalbim kırılıyor, midem burkuluyordu. Kıyamıyordum ona, ama başka bir çarem de yoktu.
"Sensizlikle nasıl baş edeceğim peki? Ne demek yedi kat elin? Sen benim nefesimsin. Bencillikse bencillik. Sikimde bile değil. Ya al silahı sık kafama ya da gitme Hazan. Öldürme beni."
Böyle olmayacaktı. Belki oturup sakin bir dille anlatırsam anlardı. Karşımda yıkılmak üzere olan bir duvar gibi durursa onu bırakıp gidemezdim. Kendimi yapabildiğimce geri çektim. Karnındaki ellerimi yüzüne çıkarıp avuçlarımın arasına aldım. Temasımla gerilip kasıldı. Tenimde derin bir nefes alıp bir iki adım üzerime gelerek kollarını sıkıştırırken boynuma sokulabildiği kadar sokuldu. Başparmaklarımla tenini sevdim.
"Oturup sakince konuşalım Fırat. Bırak beni, hadi."
Bırakmak yerine kucağına aldı beni. Bacaklarımı beline sarmak yerine öylece durdum.
"Fırat bırak. "
Dinlemedi. Yatağı açıp benimle birlikte içine girdi. Yorganı üzerimize çekip beni göğsüne hapsederken başını boynumdan kaldırmadı. Kollarında neredeyse çırılçıplaktım. Fırat niyetliydi. Şu halimiz hiçbir açıdan doğru değildi. Hem kendine hem de bana zarar veriyordu.
"Fırat..."
"Hazan iyi değilim. Konuşacak gücüm yok. Kafam allak bullak. Seni bırakmayacağım dışında hiçbir sik bilmiyorum. Konuşursak kavga ederiz. Sakinleşmeye ihtiyacım var. Sensiz yapamam. Sus, tamam? Aklımı toparlamama izin ver. "
Bir süre daha burada kalsam bir şey olmazdı. Onun yaşadıkları da kolay değildi. Çok seviyordu beni...ben de onu çok seviyordum. Kendimi bu çıkmaz sokakta bir an çıldıracakmış gibi hissederken Fırat'ın kokusunu içime çekip gözlerimi yumdum.
********
Gözlerimi açtığımda saatin kaç olduğunu bilmiyordum. Odanın içi kararmıştı. Yatakta yalnızdım. Uzandığım yerde doğrulup karanlık odanın içinde gözlerimi gezdirdim. Evin içinde en ufak bir ses yoktu. Yataktan çıktım. Işığı açmaya giderken bir kısmı açık olan perdeden görünen camda küçük cılız bir ateş gördüm. Dikkatle baktığımda Fırat'ın balkonda sigara içtiğini fark ettim. Birlikte olduğumuz günden beri onu ilk defa sigara içerken görüyordum. İçimdeki karanlık ormanda sessizce yürümeye çalışan bir kız çocuğunun ayağının altında kırılan dalın çıt sesi kulaklarımda yankılandı. Ormanın derin sessizliği dağılırken uzaklardan bir baykuş uludu. Yanına gitmekle evi terk etmek arasında bocaladım. Ayaklarım bilinçsizce gerilerken el yordamıyla kapının kolunu buldum. Aşağı indirdiğimde hâlâ kilitli olduğunu fark ettim. Elim anahtar deliğini buldu. Anahtar kapının üzerinde yoktu. Bu evden gitmek için Fırat'la uzlaşmam gerekiyordu.
Işığı açıp dikkatini üzerime çekmemek için yine el yordamıyla üzerimden çıkardığım sweetimle şortumu odanın içinde bulup giydim. Yavaş ve temkinli adımlarla balkon kapısına yaklaştım. Fırat bir koltukta oturmuş, içine çektiği sigara dumanını havaya savururken başını arkaya yaslamış, gözleri kapalı bir vaziyette duruyordu. Koltuğun kolçağından sarkan elindeki sigara ona ne hissettiriyordu bilmiyordum ama bana hiç tanımadığım yabancı bir adamın evindeymişim gibi hissettiriyordu. Sigara içen insanları itici bulurdum. Karşımdaki insanın deliler gibi aşık olduğum, her hâline içimin eridiği adam olması bu anı benim için karizmatik ya da tapılası kılmıyordu. Ona kızgın olduğumu hissettim. Bu tek kaçış yolu muydu? Hayatından çıktığımda yine eski Fırat mı olacaktı?
"...seni kaybedersem ben yine aynı bataklığa gömülürüm..."
Bu cümleyi bana operasyona gideceği günün gecesi sevişmeden önce kurmuştu. Yıllarca beni takip edip durmuş, çok sevmişti. Yer yer bana bağımlı olduğunu söylediği anlar zihnimde canlandı. İlla bir şeylere bağımlı olarak mı yaşamalıydı? Kendine yeni bir hayat kuramaz mıydı? Benim için yolun sonu çok karanlıktı. Bu karanlığın Fırat'ı yutmasından korkuyordum. En azından o kaçıp kendini kurtarmalıydı. Karanlığa iyice dalıp ormandaki bütün vahşi hayvanları uyandıracağımı bilsem de ayağımın altındaki her dal parçası kırılana kadar koşup Fırat'ı kendimden uzaklaştıracaktım. Bahar'ı ellerindeki kanla yaşamaya mecbur bırakmıştım. Kim bilir ruhu nasıl can çekişiyordu? Benim yüzümden mesleğinden olmuştu. Fırat'la birlikte olmaya devam edersem sürekli Bahar'la yüz yüze gelecektim ve bu ikimize de acı verecekti. Ortada bir seçim yoktu. Ayrılık tek çıkar yoldu.
Derin bir nefes alıp dolan gözlerimi kırpıştırarak yutkundum. Kapının kolunu tutup aşağı indirdim, diğerinin aksine bu kolayca açıldı. İçeriye girdim. Fırat gözlerini açıp başını kaldırarak bana baktı. Havadaki sigara kokusu midemi bulandırırken öksürdüm. Astımımın tutmaması için diyaframdan nefes aldım. Fırat aceleyle kendini toparlayıp yarısını içmiş olduğu sigarayı balkon duvarının üzerinde söndürüp gecenin karanlığına doğru fırlattı. Oturduğu yerde kendine çeki düzen verip bana elini uzatır gibi oldu. Duraksayıp üzerindeki beyaz tişörtü çıkardı, balkon duvarının üzerine koyup küçücük balkonun içinde oturduğu yerde öne eğilerek elimi tuttu. Beni kendine doğru çekip, "gel," dedi. Karşı koymadım. Bacaklarının arasına girdiğimde belimden tutup kucağına aldı beni. Çıplak ayaklarımın yerle temasını kesip büyük, geniş ve tek kişilik koltuğun üzerinde çıplak göğsüne uzanmamı sağladı. Bedenime sımsıkı sarılan kolları güven verse de duvarın üzerindeki sigara paketi ve çakmak yabancı hissettiriyordu. Nane aromalı ferah kokusuna karışan sigara kokusu hiç tanıdık gelmiyordu.
Dudaklarını şakağıma bastırdı. Çıplak teninden yayılan sıcaklıkta ve güçlü kollarında değişen hiçbir şey yoktu. Hâlâ bu zindandan çıkışım olmadığını söylüyordu. Ki bu mesajı kilitli kapıdan da almıştım. Alnını öptüğü yere dayayıp, "ne zaman uyandın?" diye sordu. Sert bir deriye sahip olan kaba eli çıplak belimi okşuyordu. Sesi fısıltılı ve sakindi.
Kucağıma koyduğum ellerimle oynarken kalçalarımın altındaki sertliğini yok saymaya çalışarak, "çok olmadı," dedim. Sesim soğuk ve düzdü. "Üzerimi değiştirip yanına geldim işte."
Yanağımı öpüp tenimi koklarken sesimin tonunu görmezden gelerek, "ne güzel yaptın," dedi. Sesi bana nazaran daha sıcak ve sevecendi.
Fındık'ın havlama sesini duyarken gökyüzündeki bir yıldıza takıldı gözlerim. Ne kadar net ve parlaktı. Keşke burada daha çok oturmaya fırsatım olsaydı. Bir yaz gecesi mesela. Yine böyle Fırat'la kucak kucağayım. İkimize birer kahve yapmışım...Fırat çay severdi. Bir çay demlemişim o zaman, gökyüzündeki yıldızları izliyoruz beraber. Her yer ağaç ve çimen, yazları burada ateşböcekleri çok olurdu. Ben çok severdim ateşböceklerini. Cam bir kavanoza birkaç tane yakalayıp koyardık. Fırat benim için yakalardı. Biz mutlu olurduk ama ateşböcekleri ölürdü. Biz birlikte olursak herkes zarar görürdü, ateşböcekleri bile...
Bir eli kırık kolumu buldu. Canımı yakmaktan imtina eden eli usulca okşarken sweetimin üzerinden tenimi, "acıyor mu?" diye sordu.
"Acımıyor. "
"Askıyı niye takmadın yavrum? Hava soğuk, üstüne de bir şey giymemişsin."
"Üşümüyorum. "
"Tenin buz gibi ama."
Gözlerimi kapattım. Neden hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu? Uyuyup uyanınca geçiyor muydu her şey? Eğer öyleyse ben neden hâlâ aynı yerdeydim?
Gözlerimi açıp, "aklını toparladın mı?" diye sordum.
Boynumu bulan dudakları tenimde gerilirken belimdeki kolları sıklaştı. Tuttuğu nefesini sıkıntılı bir şekilde dışarıya verdi. Sertçe yutkunduğunu duydum. Çıplak göğsü gerilmişti.
"Biraz daha zaman ver bana. Sonra konuşalım."
"Veremem. Zaman yok. Oğuz'u kurtarmam gerekiyor, Aslı'nın intikamını almalıyım. Yaren'le yüzleşeceğim...zamanımız yok. Kabullen artık."
"Ben yokum," dedi. Sesinin tonu bir ateşböceğinin ışığının sönmesi kadar kırılgan bir anın parçasıydı. "Elinde olan zamanın içinde ben hiçbir zaman olmadım. Bir kere bile umursadın mı beni böyle? Benim için başkalarına zaman ayıramadığın oldu mu hiç?"
Kırgındı, bu da sesine öfkeli bir sakinlik veriyordu. Açık açık konuşmamız gereken bir noktada olduğumuzu hissettim. Yine sanık kürsüsünde benim sevgim sorgulanıyordu. Bu belki de son duruşma günüydü.
"Seni gerçekten sevdiğime hiçbir zaman inanmadın di mi?"
"İnandım. Çok seviyorsun beni, biliyorum, ama yoruldum Hazan. Ne diyeyim, nasıl anlatayım bilmiyorum ama yoruldum. "
Bunu duymak canımı yaktı. Gözümde o kadar sarsılmaz ve güçlü bir adamdı ki sesinin tonundaki çaresizlik ve tükenmişlik yaratması gereken etkiden fazlasını yarattı. İçimde büyük ve taze bir yaranın kabuğu soyuldu. Tiz bir acı sardı ruhumu. Kan parmak uçlarıma bulaştı. Ölüme terk edilen bir can gibi umudum son nefesimden önce bedenimi terk etti. Neyin umuduydu bu? Ben gitsem bile Fırat hep peşimden gelirin umuduydu. Onu görmek için bahaneler üreteceğimi bilen yanımın, uzaktan beni sevdiğini bilerek onu görmek de yeter, diyen yanının intiharıydı. Sonuçta o da bir insandı. Yorulduysa durduk yere değil, benim yüzümden olmalıydı. Gidersem dinlenirdi işte. Başına sürekli karlar yağdıran, ona kışın soğuk rüzgarlarını getiren bir hazana değil de ona bahar bahçe olabilecek bir kadına...aşık olurdu. Bense insanlar kayışımı görüp yıldız zannederek dilek tutarken milyarlarca ışık yılı mesafesinden yere çakılan bir göztaşı olurdum.
Gözlerimden aynı anda düşen birer damla yaşla başımı önüme eğdim.
"Ayrılırsak dinlenirsin belki."
"Öyle mi dersin?"
"Hı hı," dedim titreyen sesimle.
Başını boynumdan kaldırdı. Burnunu çektiğinde ağladığını anladım. Bedenime sarılı olan kolları gevşedi. İşte o an üşüdüm. Kollarını tutup belime geri sarmak istedim. Çözümü olmadığını düşündüğüm her şeyin bir anda çözüme kavuşmasını diledim. Fırat'ın yokluğunda ne hayaller kurmuştum. Bu eve gelişimize bile ne anlamlar yüklemiştim. Fakat şimdi bir ruh gibi girdigim bu evden, bir ölü gibi çıkıp gidecektim.
Kendimi kucağında fazlalık gibi hissederken yavaşça ayağa kalktım. Engel olmadı. Gözleri karanlığın içinde ağaçların gölgelerinin altında bir yere takılmıştı. Gözlerinden süzülen yaşlar ay ışığında parlıyordu. Elimi uzatıp, "anahtarı verir misin?" dedim.
Pantolonunun cebinden çıkarıp uzattı. Alırken teşekkür ettim. Defalarca kez bir benzerini yaşadığımız sahnenin sonuncusuna gelmiştik. Geride bıraktığım enkaz ve bu son benim eserimdi. En başından beri böyle olacağını biliyordum zaten. Sadece bir kez olsun masallara inanmak istemiştim. Olmamıştı.
Ve Külkedisi evine döner. Prens ayakkabıları görmez. Balo sona erer. Prens zamanla Külkedisi'ni unutur. Mutluluk bir son değildir, işte bu yüzden bütün masallar yarım kalır. Bizimkisi tamamlanmıştı.
💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 220.34k Okunma |
12.19k Oy |
0 Takip |
113 Bölümlü Kitap |