90. Bölüm
Binnur Tombaş / Vatanaşk (Askerî Kurgu) / 89. Bölüm

89. Bölüm

Binnur Tombaş
yikim2024

2 gün sonra...

Apartmanın siyah demir kapısını itirip Fındık'la birlikte içeriye girdim. Dışarıda bardaktan boşalırcasına yağan yağmur ikimizi de sırılsıklam etmişti. Duvara yaslı olan kırmızı bisikletin üzerindeki çamurdan yayılan toz yüzümü buruşturmama neden olurken bodrum katındaki daireye inen merdivenlere yöneldim. Kapıya ulaştığımda zile bastım. Saniyeler içinde açılan kapıda elindeki tahta kaşıkla Kim Chin belirdi. Mutfaktan gelen yağ cızırtıları ve evi saran sucuk kokusuyla içim ısındı. Eve girmeye meyil ettiğimde Kim Chin Amerikan tarzı mutfağa girerken, "ayakkabılarını çıkar," dedi. "O köpeği de patilerini silmeden evime sokma. Sabahtan beri temizlik yapıyorum. Her yerden ya senin uzun uzun saçların çıkıyor ya da köpeğinin kılları. "

Gri parkenin üzerine atılan ıslak mendil paketiyle irkildim.

"Al onu ve o köpeğin patilerini sil. "

Sakin olmak için derin bir nefesi alıp verirken, "bir kere söylemen yeterli," dedim.

"Sabah köpeğini..."

"Fındık!"

"Her neyse. Tuvalete götürmen için seni üç kere uyandırmaya geldim. Az kalsın evime işeyecekti. Bir kere söylemem yeterli olsaydı üç kere söylemezdim. "

Islak mendil paketini yerden alıp içinden bir tane çıkardım. Yere çöküp Fındık'ın patilerini silerken, "adı üstünde uyuyordum," dedim. "Uyanıkken bir kere söylemen yeterli. Birkaç gün içinde bütçeme uygun bahçeli bir ev bulabilirsem gideceğim. Biraz daha sık dişini. "

Birden tepemde belirdi. Elindeki mutfak havlusunu yere atıp, "tüylerini kurulla," dedi. "Ve küçük bir soru savcı, benim doğru düzgün penceresi bile olmayan evimin bahçesi var gibi mi duruyor?"

Patilerini silmeyi bıraktığım Fındık'ın kağıt havluyla tüylerinin ıslaklığını alırken, "yok," dedim. Burası bodrum katında iki odalı bir evdi. Gündüzleri bile lamba yakmak gerekiyordu. Kim Chin'in salonun ortasına koyduğu siyah deri koltuk takımı ve loş bir çıkmaz sokağa bakan pencerelere astığı koyu gri perdeleri de evin içini iyice karartıyordu. Çok titizdi fakat zevksiz olduğu da bir gerçekti. "Ama Fındık'la birlikte otele gidemezdim. Bir apartmanda da kalamam. Sitede de genelde köpek istemiyorlar."

Mutfağa geri döndü.

"Ben de istemiyorum. "

Çöktüğüm yerden doğrulup elimdeki kirli peçeteleri kapının eşliğindeki çöp kutusuna attım. Botlarımı çıkarıp ıslak mendil ve kağıt havluyu yerden aldım. Fındık'a içeriye geçmesini söyledim. Çekine çekine girdi. Peşinden girip kapıyı kapattım. Elimdekileri köşedeki masanın üzerine bırakıp ayağımın dibine oturan Fındık'ın tasmasını çıkardım. Lavaboya girip elimi yıkamadan önce, "bugün yine ev aramaya çıkacağım," dedim. "Dua et de bulayım."

"Kocanın evine de dönebilirsin."

Elimdeki tasmayı sıktım. Alt dudağımı ısırıp bir şey söylemeden banyoya girdim. Tasmayı lavabonun içine bırakıp aynadaki aksimle göz göze geldim. Tenim solgundu. Göz altlarım çökmüş, yüzümün kıyısında köşesinde özlemin ve hüznün kederli izleri kalmıştı. İki gündür Fırat'ın olmadığı bir evrenin içindeydim. Aramızda asırlar vardı. Onsuzluk bir büyücünün sisler içindeki küresi kadar ürkütücüydü. Bir falcının karanlık gözleri gibiydi gözlerim, kehanetlerle dolu ve bir o kadar da yalancı. O geceden sonra bir kez olsun ağlamamıştım. Kim Chin' e olan biten her şeyi bir film sahnesi anlatıyormuş gibi tekdüze bir sesle anlatmıştım. Verdiğim karardan emin bir tavırla iki günü devirmiştim. Zordu. Ondan ayrı geçirdiğim iki aydan daha zordu şu iki gün. Aynı şehirdeydik. Aramızdaki mesafe iki elin parmakları kadardı. Ortada benim dışımda bir engel yoktu. Kendi mezarımı kendi ellerimle kazmış ve içine girmiştim.

Dolan gözlerimi kırpıştırıp tasmayı yıkadım. Çamaşır makinesinin üzerine bırakıp ellerimi de yıkadıktan sonra kaldığım odaya girdim. Bavullarımdan birinden gri, göbeğimi açıkta bırakan uzun kollu bir sweet ve eşofman altı alıp giydim. Bir an göbeğimin açık oluşunun Fırat'ı kızdırabileceği geldi aklıma. Fakat sonra iki gündür bir erkekle aynı evde kaldığım gerçeğiyle yüzleştim. Fırat ise artık hayatımda yoktu. Nasıl giyindiğim, kiminle nerede olduğum, nerede yaşadığım yalnızca beni ilgilendirirdi. Bu özgür hissetirmedi. Aksine ellerim ayaklarım serbest olsa da ruhuma prangalar vurulmuş, kalbim duvarları yosun tutmuş, karanlık zindanlara düşmüştü.

Odadan çıkıp Fındık'a mamasını ve suyunu verip mutfağa girdim. Kim Chin kahvaltı sofrasını hazırlamıştı. Ekmekleri kızartıyordu.

"Yardım edilecek bir şey var mı?"

"Yok, masaya geç. Yağız da gelir şimdi."

"Yağız'ı mı çağırdın?"

"Kendini zorla çağırttı desek daha doğru olur. Bu aralar bela çekiyorum."

Kendimi tanıdık gelen kalp kırıcı bir hisle, ses çıkarmamaya dikkat ederek sandalyeye bıraktım. Ellerimi bacaklarımın arasına sıkıştırıp hiçbir şeye dokunmadan öylece durdum.

"O belalardan biri benim herhalde."

"Hayır, şu köşedeki tüy yumağı. "

Fındık inler gibi bir ses çıkartırken mamasını bitirmeden yanıma gelip ayaklarımın dibine uzandı.

"O sadece bir köpek. Ne zararı var ki sana? "

"Tüy döküyor, her yere salyalarını akıtıyor." Kızarttığı ekmekleri masaya koydu. "Ayrıca sen onun yüzünden sürekli astım krizi geçirip duruyorsun. Benden çok sana zarar veriyor. "

"Evin için üzgünüm. Ama ben Fındık'ın varlığından her ne olursa olsun rahatsız değilim. Onun benden başka kimsesi yok, sokağa atamam onu."

"Hayvanların bir kimseye ihtiyacı yoktur."

"Ama bir kimseleri olduktan sonra kimsesiz yapamazlar."

"Birkaç gün bile sürmez, hemen eski sahiplerini unutup bir başkasına alışırlar. Bütün hayvanlar nankördür. "

Ellerini masaya koymuş, üzerime doğru eğilip gözlerimin içine keskin bir ifadeyle bakarak kurduğu bu cümlelerden hoşlanmamıştım. Kaşlarım çatılırken, "nereden biliyorsun?" dedim. "Bir önceki hayatında hayvan mıydın?"

Güldü. Sandalyeyi çekip oturdu. Ellerini masaya koyup, "peki sen?" dedi. "Bir önceki hayatında adalet terazisi falan mıydın?"

Ne dediğini anlamaya çalışırken çekik gözlerine baktım. Onu anlamadığımı fark edince yutkunup dudaklarını nemlendirdi.

"Bak, ben aptal insanlara tahammül edemeyen biriyim. Hele hele de kendi aptallıklarıyla kendi ayaklarına dolanan insanlara. Daha önce de söyledim sana, seni kardeşim olarak görüyorum. Burada kalmak, yüzbaşıdan ayrı olmak sana gerçekten iyi geliyorsa istediğin kadar dur burada. Hatta sen dur, ben gideyim. Ama sürekli aptalca kararlar verip sonra da gerisin geri ona dönüyorsun. Yine aynısı olacak ve sonra yine aynısı. İki gündür bulmaya değil, kafanı dağıtmaya ev arıyorsun sağda solda. Fırat gelir umudun var çünkü. Bir gözün hep telefonda, kulağın kapıda. Dalıp dalıp gidiyorsun. Uyku ilacı içtiğinin farkında değil miyim sanıyorsun savcı? Ağlamadığın için güçlü olduğunu mu sanıyorsun? Kime poz kesiyorsun, kimi kandırıyorsun? "

O sırada kapının zili çaldı, ama Kim Chin konuşmaya devam etti.

"Yüzbaşıdan ayrılarak her şeyi çözdün di mi şimdi? VASÖ duracak, tek dertleri senin onunla birlikte olmandı. E madem öyle baştan ayrılsaydın ya, koca örgütü karşımıza alıp Kodan'ı mezara koymazdık. Mesele ne biliyor musun? VASÖ'nün o küçük kıza dokunmayacağını sen de biliyordun. VASÖ her şeyi yapar ama bir çocuğa asla kıymaz. Arkadaşın boşu boşuna katil oldu. Yüzbaşı şu ana kadar VASÖ'ye tek bir yanlış dahi yapmadı. Bu da seni şu sonuca götürmeli; VASÖ bir daha onlara dokunmayacak. Bahar'a dokundular çünkü Kodan'ı zehirleyecek başka birine ulaşamazlardı. Ve sana küçük bir gözdağı vermek istediler. Yüzbaşı bir VASÖ ajanı olmamış olsa bile o bir Türk askeri. VASÖ TSK'nın adamlarına, devletin askerlerine ve onların ailelerine dokunmaz. Onların VASÖ'de yazılı bir kural olmayan dokunulmazlıkları vardır."1

Ellerimle oynarken başımı önüme eğdim. Duvardaki saatin tik tak sesleri kulaklarıma doluyordu. Kaldırmların kenarlarındaki oluklardan akan suyun, evlerin saçaklarından damlayan yağmurun sesi açık olan mutfak penceresinden duyuluyordu. Kim Chin'in suçlayıcı ve azarlayan sesi omuzlarıma bir yük olup çöktü. Fırtınaya direnen bir ağaç gibi görmezden geldiklerimin yüzüme vuruluşuyla dengem şaştı. Verdiğim kararın köklerinin sağlam olmadığını biliyordum. Fakat mesele benim için benim hislerim değildi, hiçbir zaman olmamıştı. Bahar için yapmıştım.

"Eğme başını savcı. Arkadaşın için kendini kurban ettin. Sırf boşu boşuna katil olduğunu düşünmesin diye kendi kafanda bir kaos çıkardın. O kıza Aslı'yı öldürdüğü için ses çıkaramayıp yüzbaşıyı harcadın. O da kardeşi sana ihanet etti, senin canını yaktı diye bir bedel ödemeye kalkışıp ayrılığı kabullendi. Onu anlıyorum, ama seni gram anlamıyorum. Bence senin daha önce hiç kalbin kırılmamış. Eğer kırılsaydı bu kadar bencil olamazdın. "1

Kapı ısrarla çalıp yumruklanmaya devam ederken ekledi, "günledir sana olan kızgınlığımı titizliğime yoruyorsun, hayır, kızgınlığımın sebebi senin aptallığın. Ve her aptalın bir akbabası vardır. Geldi bak, kapıda. Sakın," derken parmağını yüzüme salladı. "Duygusal boşluk moşluk diye o mavi gözlü iblisin sana olan hislerine karşılık verirsin, Buda şahidim olsun sizi burada çamaşır suyuyla eritirim. Duydun mu?"

Mutfağın açık olan penceresinden içeriye dolan hava çöp kokuyordu. Tavana doğru yükselen beyaz perde gözüme ilişti. Yağan yağmur esen rüzgarla birlikte camdan içeriye girip parkeyi ıslatmıştı. Kim Chin'in sözleri içimi burktu. Beni bu kadar iyi analiz etmesi şaşıramama neden olmuştu, fakat son söyledikleriyle sinirlendim. Ben Fırat'a aittim. Ruhumda ondan geriye kalan boşluk bile ölene kadar bir başkası tarafından doldurulamayacak kadar kutsaldı. Bazı şeylerden dünyada bir tane vardır ve onu kaybederseniz emsalini ya da aynısını bir daha bulamazsınız. Ama en azından kısacık bir zaman için bile ona sahip olmakla avunabilirsiniz. Ben ömrümün sonuna kadar bununla avunabilirdim. Vücudumda Fırat'tan kalma izlerle yaşayabilirdim, dudaklarıma değen ilk ve son öpücüğün ona ait oluşuyla övünebilirdim. Hayatım boyunca sadece onun tarafından gerçekten sevilmiş olmanın ve bütün şansımı onunla harcamışlığın sevincini de azabını da sevebilirdim. Bana dokunan ilk ve son adamın o oluşu hatrına kendimi özel hissedebilirdim. Aynı hatayı defalarca kez yapmaya meyilli bir insan olsam bile bir çiçeği ikinci kez öldürecek kadar acımasız değildim. Belki de öyleydim, ama bu sondu.1

"Doğru konuş benimle. Evliyim ben. Olmasam bile benim işim olmaz onunla. "

Sandalyeden kalkarken," güzel," dedi. "Parmağındaki yüzük pahalı bir şeye benziyor bu arada. Üzerine çökmeyeceksen yüzbaşıya geri ver. "

O kapıya doğru giderken gözlerim sol elimdeki yüzüğü buldu. Kar tanesi şeklindeki pırlantasının üzerini okşadım. Kim Chin bir yere kadar haklıydı. O an yaşadığım duygu karmaşasıyla düşünemediğim şeyler olmuştu. Ama yine de VASÖ'nün yaptığı şeye "küçük bir gözdağı" demek doğru olmazdı. Bahar'ın hayatı mahvolmuştu. Nasıl hissettiğini tam olarak bilemezdim, ama ilk defa birini öldürdüğüm günü hatırlıyordum. Bir suçluyu öldürmüştüm. Kanunen yanlış yaptığım bir şey yoktu. Fakat çok şey kaybetmiştim. Bir insanın canını aldıktan sonra bir daha eskisi gibi olamazdınız. Üstelik masum birini, birilerinin zoruyla öldürmüşsen bu kendi infazını gerçekleştirmek demekti. Eğer büyük bir hata yapmışsan o hatayı bir hiç uğruna yapmış olmak istemezdin. Hatanın doğurduğu sonuçlar altında ezilmek bazen bir çuval inciri boş yere heba etmiş olmaktan iyidir. Bahar'a sadece yaptığı hatanın boş yere olmadığını, mecbur olduğunu sandığı şeye gerçekten mecbur olduğunu göstermek istemiştim. Her şeye rağmen Fırat'la birlikte olmaya devam etseydik eğer sonuçta bir aile olacaktık. Bahar olmadan nasıl olacaktı peki? VASÖ'nün bir daha onlara dokunmayacak olması, bir kere dokundukları gerçeğini değiştirmezdi. Canan teyzenin yüzüne nasıl bakacaktım? Bahar karnında bir can yeşertirken bir başka canı soldurmuştu. O da bir hazan olmuştu benim gibi, artık bir bahar olamayacak kadar kana bulanmıştı.

"Ağaç oldum kapıda."

"Abartma. Bir dakikada fide bile olamazsın. "

Yağız mutfağa girdi. Kim Chin de peşinden gelmişti. Yağız yanımdaki sandalyeye oturmak üzereyken Kim Chin onu durdurdu.

"Birader elini yıkayıp öyle mi gelsen? "

"Olur birader."

Yağız bastırarak ve sinirlendiğini belli ederek söylediği bu sözlerin ardından mutfaktan çıkıp banyoya girdi.

"Yanıma gel."

"Ne?"

"Yanıma gel, buraya otur. "

"Neden?"

"Ben sana az önce ne dedim savcı? "

"Ama Fındık var. Yanına gelirsem yanına gelir."

"Gelsin, kalk şuradan."

Dediğini yapıp oturduğum yerden kalktım. Kim Chin'in yanındaki sandalyeye oturdum. Fındık yanıma geldi. Kim Chin'le aramıza oturmak yerine diğer tarafıma geçti. Gözlerim karşı duvardaki siyah çerçeveli saati buldu. Vakit öğleni bulmak üzereydi. Şu ev işini bugün halledebilsem iyi olacaktı. Artık kendime yeni bir düzen kurmalıydım. Bir tarafımın Fırat'ı beklediği doğruydu, ama gelirse ne değişir sorusuna, hiçbir şey, diyebilecek kadar da kararlıydım.

Yağız mutfağa geri döndüğünde Kim Chin ayağa kalkıp pencereyi kapattı. Evin içi daha sıcak bir hâl alırken titredim. Sweetimin üzerinden kollarımı ovuşturdum. Karşımdaki sandalyenin arkasına deri ceketini asıp oturan Yağız, "üşüdün mü?" dedi.

"Biraz. "

"Birader baksana."

Ocaktaki çayı karıştıran Kim Chin, " ne var birader?" dedi.

"Kombinin ısısını mı yükseltsen acaba? Ev dışardan daha soğuk. "

Kim Chin çaydanlığı alıp masaya koydu. Yağız'ın gözlerinin içine ters ve sert bir ifadeyle bakarken, "öyle mi?" dedi.

"Öyle. "

"O zaman seni dışarıya alalım. "

"Asena için dedim."

"Neden, onun ağzı yok mu?"

"Her ağzını açana böyle ters ters konuşuyorsan söyleyememiştir belki."

Kim Chin bana döndü.

"Üşüyor musun?"

"Az önce bana üşüdüğünü söyledi, sen de duydun."

"İki gündür burada kalıyor ve bana hiç böyle bir şey söylemedi. Sence pencere açık olduğu ve henüz yeni kapattığım için üşümüş olabilir mi?"

Yağız cevap vermek için ağzını açarken araya girdim.

"Pencereden dolayı üşüdüm, şimdi daha iyi. Tamam, otur Kim Chin. "

Kim Chin masaya oturmadan önce çayları koydu. Ardından yanıma oturdu. Tabaklarımıza kahvaltılık doldururken kimse konuşmadı. Şekersiz çayımdan bir yudum aldım. Çatalımın ucuna aldığım patates kızartmasını ağzıma atıp çiğnedim. Fındık gözlerimin içine bakarken kaşları aşağı düşmüştü. Mutsuz görünüyordu. Önceleri mamasını kaşla göz arasında bitirirken iki gündür yarım bırakıyordu. Gülümseyip bir tane patates alıp ona uzattım. Önce koklayıp sonra da narince yedi. Salam verdim. Onu da aynı sakinlikte yediğinde hasta olduğunu düşündüm. Bugün ev aramaya çıkınca onu veterinere götürmeyi aklımın bir köşesine yazdım. Belki de birkaç kutu yaş mama keyfini yerine getirmeye yeterdi.

Fındık başını bacağımın üzerine koydu. Başını okşayıp tek elimle yemeğimi yemeye devam ettim.

"Eee ne yapacağız?"

Gözlerimi Fındık' tan alıp Yağız' a döndüm. VASÖ'nün yaptığına karşılık ne yapacağımızı soruyordu. 96. üstle karşılaştığımız günden bu yana bu konu üzerinde hiç konuşmamıştık. Konuşsak iyi olurdu.

"Oğuz'u kurtarana kadar karşı atağa geçmeyeceğiz. Şunu kabul etmeliyiz ki güçlü olan taraf onlar."

"Biz bunu en başından beri biliyorduk zaten. Senin jeton geç düştü. "

Kim Chin'i duymazdan gelerek devam ettim.

"Aslı'yı kaybettim. Oğuz'u da kaybedemem. Bu yüzden bütün dikkatimizi Oğuz'u kurtarmaya vermeliyiz. "

"Versek ne olacak? VASÖ bütün yolları kapattı. Gözden kaçırdıkları bir şey olabileceğini sanmıyorum. "

"Gözden kaçırdıkları bir şey yok, ama görmezden geldikleri bir şey var. Oğuz suçsuz. "

"Ve bunu bir tek biz biliyoruz. "

"Dilek de biliyor. "

"Suçunu itiraf etmesini mi sağlayacağız?"

Yağız'ın tam olarak aklımdaki şeyi söylemesiyle başımı salladım.

"Evet, öyle yapacağız. Başka bir seçenek yok çünkü. "

"Sence yapar mı böyle bir şeyi? "

"Salak değilse yapmaz."

"Salak olmasına gerek yok," dedim. "Sadece biraz korkak olsa yeter."

"Bir askerden bahsediyoruz. "

"Evet, zaafları yüzünden suç işlemiş olan bir askerden. "

Kim Chin elindeki çay bardağını masaya bırakıp, "nasıl korkutacağız peki?" diye sordu.

Esen rüzgarla birlikte cama vuran yağmur damlaları bir sebepten içimi üşütürken saatin ilerliyor oluşu ve bir günün daha yavaş yavaş sona yaklaştığı gerçeği, diğer günlerin de böyle sürüp gideceği kehanetiyle birleştiğinde kendimi bir an anın içinden soyutlanmış gibi hissettim. Etrafımdaki her şeyle birlikte kendi varlığıma yabancılaşırken yalnızlaştım. Birden kulaklarım çınladı. Elim ayağım boşalırken çatalı masaya bıraktım. Başım döndü. Gözümün önü karardı. Kalbim aniden çok hızlı atmaya başladığında Fındık'ın başını okşayan elim göğsümü buldu. Saç diplerimden parmak uçlarıma kadar bir karıncalanma hissettim.

"Savcı?"

"Asena?"

Yağız ve Kim Chin'in endişeli sesleri kulaklarıma doldu. Yağız oturduğu yerden kalkıp bu tarafa gelirken nefeslerim sıklaştı. Fındık hırladı. Kulaklarımdaki çınlama sağır edici bir noktaya geldi. Gözlerimi sıkıca yumdum.

"Savcı noluyor? İyi misin?"

"İyi gibi mi duruyor? Git astım ilacını getir. "

Gözlerim kapalı olsa da yanımdaki sandalyenin boşaldığını hissettim. Kalp atışlarımla paralel bir şekilde hızlanan nefeslerim hem ciğerlerimi hem de ruhumu boğuyordu. İçimde oluşan koca boşluğun içinde kıvranıyordum. Omzumda hissettiğim elle irkildim. Kirpiklerimi araladığımda omzumdaki elin sahibinin Yağız olduğunu gördüm. Kendimi geri çekip, "dokunma," dedim. Nefes nefeseydim ve sesim kesik kesik bir hâl içerisindeyken boğuk çıkmıştı. Elini hemen çekti. O sırada Kim Chin geldi. Astım spreyini dudaklarıma dayayacakken elinden alıp üç kez ağzıma sıktım. Derin derin nefesler aldım. Kendimi daha iyi hissettiğimde, "tamam, iyiyim," dedim. "Oturun hadi."

"Noldu birden böyle?"

"Ne olacak? Şu tüy yumağı yüzünden olmuştur."

"Kim Chin yeter, tamam artık. Konumuza dönelim. Yağız yerine geç lütfen."

Yağız yerine geçerken Kim Chin de önüne döndü. Gözleri üzerimde gezinen Fındık'a dönüp, "iyiyim, gel," diyerek başını bacağıma geri koyması için boynundaki tasmayı tutup onu yanıma çektim. Başını okşarken Kim Chin' le Yağız'a hitaben, "henüz net bir planım yok," dedim. "Düşünüyorum. Ama her an her şeyi yapabiliriz. VASÖ gibi sınırlarımızı kaldırarak savaşmamız gerekiyor. Bu işi ahlaki normlarla yürütemeyiz. "

"Elimizi kirletmekten kaçınmayacağız yani?"

"Ne kadar bir kirden bahsediyoruz?"

"Kan hariç her türlü kirden. Tabii bu son kıracağımız kapı. Öncesinde çalmam gereken birkaç küçük kapı var."

Yağız, "VASÖ'den sızdırdığımız verilerden bir şey çıkmaz mı?" diye sordu.

"Çıkmaz. O verileri ancak VASÖ'ye karşı kullanabiliriz. Oğuz'un davası artık sıradan bir dava, VASÖ'den bağımsız. Ayrıca kullanabilsek bile günün sonunda attığımız taş ürkttüğümüz kuşa değmeyecek. Mahkemede Kenan Karadağlı'nın ifadesini kullanıp VASÖ denilen bir örgütün varlığından bahsetmek, akli dengesinin yerinde olmadığı raporunun tamamen bir düzmece olduğunu söylemek bizi hedefe koyar. Daha doğrusu Tarık Güngör'ü. Yeni deliller bulmak ya da yaratmak zorundayız. "

"Elimizde kabataslak da olsa bir plan var mı? Üzerine düşünelim. "

Kim Chin'in bu söylevi üzerine biraz düşündüm. Aslında aklımda kabataslak bir plan vardı. Fakat bu plan doğrultusunda istediğimi alabileceğimden emin değildim. Yine de denemeye değerdi. Şimdilik başka bir yol da yok gibiydi.

"Dilek'in şahsi bilgisayarına ulaşmamız gerekiyor. "

"Çok kolay," dedi Kim Chin. "Neden daha önce söylemdin ki?"

Yerinden kalkarken kolunu tuttum.

"Otur şuraya. Mahkemenin karşısına çalıntı delillerle çıkılmaz. Çıkılacaksak bile bir şekilde etik temeller üzerine oturtmak gerekir. Daha önce bunu yaptım ve VASÖ olmasa şu an içerideydim. Ve VASÖ artık yok. Dahası dava Tarık Güngör'de. Ona çalıntı delil sunamam. Delilleri bize getirecek birine ihtiyacımız var."

"Kim? Aklında biri var mı?"

"Var."

"Kim?"

"Cevdet Bayram."

"Dilek Bayram'ın babası?"

Başımı sallayıp, "evet," dedim. "Kendisi emekli bir Cumhuriyet başsavcısı. Önceden cinayet savcısıymış. Sadece bir kere karşı karşıya geldik. O da pek iyi geçmedi. Ama gördüğüm kadarıyla mesleğine aşık bir adamdı. "

"Sence kızını satar mı?"

"Sanmıyorum, ama denemek zorundayız. Kim Chin Cevdet beyi iyice araştır. Özellikle de savcılık görevini yaptığı yılları. Bir açığını bulmaya çalışalım. Konuşarak halledemezsek..."

"Tehdit edeceğiz," diyerek tamamladı Yağız beni.

"Bu da çalıntı delile girmez mi savcı? Bir babayı tehdit ederek delil toplamak, bence bilgisayarı hacklemek daha etik."

Kim Chin'e döndüm.

"Senden olmayan bir şeyi bulmanı istemedim. Bir şey bulamazsan elimizde tehdit için kullanılacak bir şey yoktur, bulursan da suçlu birinin aile denilen kurumun neresinde olduğunu sorgulayacak değilim. Oğuz neredeyse üç aydır suçsuz yere hapiste Kim Chin. Ve benim artık kimseye acıyacak yerim kalmadı. "

"Tamam, sakin ol. Demedik bir şey. "

Önüme döndüm. Tabağımdaki zeytinle oynarken aklıma birden Fırat'ın zeytinli poğaça sevdiği düştü. Az önce üzerinde duramamaya çalışsam da Yağız'ın deri ceketi de bana onu hatırlatmıştı. Oysa ki hep aklımdaydı. Benden sonra ne yaptığını, şu an ne halde olduğunu merak ediyordum. Evden gidişimi balkonda öylece oturarak izlemişti. Odadan çıkarken yeni bir sigara yaktığını görmüştüm. O gece, o paketi bitirmişti belki de. Geçen iki günde yenilerini almış da olabilirdi. Zehra, benden önce Fırat'ın çok fazla içki içtiğini söylemişti bir ara. Ya yine başlarsa? O gün bana, beni öldürme, demişti, gidişimle ardımda bir ceset daha mı bırakmıştım şimdi? Belki de iyidir. Saadettin abiyle dertleşir, annesinin yanına gider, işinin başına döner...bir başkasını sever. Çatalı tuttuğum elimdeki yüzüğe baktım. Bunu ona geri vermeliydim. Bana mehir olarak verdiği ve ailesinin taktığı altınları yanıma almamıştım, ama evle restorantın tapusu hâlâ üzerimdeydi. Aramızda hâlâ nikah vardı. Bana, boş ol, dememişti. Ona ait olan her şeyi iade etmeliydim. Nikâh da ayrıldığımız için kendiliğinden düşerdi. Biraz zaman geçmesini istiyordum. Fırat'ın bensizliğe alışması için zamana ihtiyacı vardı. Belki de yoktu. Kendimi ne sanıyordum ki? Ama benim zamana ihtiyacım vardı. Kalbim soğumamıştı hâlâ, Fırat'a duyduğum özlem çok uzaklaşmış olamazdı.

"Ev arıyor musun hâlâ?"

Yağız'ın sorusuyla ona baktım.

Başımı sallarken, "arıyorum," dedim.

"İstersen yardımcı olurum."

"İstemez."

Kim Chin sert sesiyle araya girdiğinde Yağız ona döndü.

"Sana mı soruyorum?"

"Cevabın aynı olduğunu biliyorum. "

Yağız'ın gözleri beni buldu.

"Kendim hallederim, teşekkürler. "

"Peki. "

Kahvaltıdan sonra Yağız gitti. Kim Chin mutfağı toplarken kaldığım odada üzerimi değiştirdim. Soluk mavi bol paça kot pantolonumu, beyaz badimi ve beyaz kısa deri ceketimi giydim. Fındık'ın sarı tasmasının kayışını banyodan alıp kapının önünde beni bekleyen Fındık'a taktım. Beyaz küçük kol çantamı alıp kapıya yöneldim.

"Ben çıkıyorum. "

Kim Chin mutfaktan çıkıp, "askıyı takmadan nereye gidiyorsun?" dedi.

Kapıyı açıp, "kolum acımıyor ki," dedim.

"Bunun kolunun acısıyla bir alakası yok savcı. Kırığın kaynaması için sabit durması gerekiyor. Al, tak şunu. "

"İstemiyorum. "

"Savcı!"

Beyaz spor ayakkabılarımı giyerken eğildiğim yerden doğrulup ona şaşkın gözlerle baktım.

"Niye bağırıyorsun? İstemediğimi söylüyorum. Kendimi düşünecek kadar aklım var. Sana gerek yok, sağol yine de."2

Elindeki askıyla üzerime gelip kolumu tuttu.

"Ya napıyorsun? Bırak!"

Askıyı zorla başıma geçirdi. Fındık havlarken kolumu da sokmaya çalıştı. Karşı koymayı bıraktım. Askıyı düzeltip geri çekildi. Gözlerine sinirle baktım.

"Sınırı aşıyorsun," dedim.

Kapının kolunu tutup kapatmaya hazırlanırken, "benim evimde kalıyorken bence bir daha böyle bir şey söyleme," dedi. Kapı kapandığında başımı geriye atıp gözlerimi tavana diktim. Kolum hafiften sızlamaya başlamıştı. Ağlamak üzere olduğumu hissediyordum. Gözlerim cayır cayır yanıyordu. Fındık üzerime atladığında irkilip olduğum yerde sendeledim. Patilerini omuzlarıma koydu. Boyu benden dört beş santim uzundu. Yüzümü yaladı. Ellerimle sırtını okşayıp güldüm.

"Dur Fındık. Hadi yeni evimizi bulmaya gidelim. Tabii önce veterinere."


*********
Veteriner kliniğinden çıkmıştık. Fındık iç parazit iğnesi vurulduğu için mutsuzdu. İğne vurulurken çok fazla çırpınıp ağlamıştı. Az kalsın veterineri ısırıyordu. İğneyi, ağzına ağızlık takıp bir yere bağladıktan sonra vurabilmişlerdi. Dış parazit için de bir hap ve bit pire önleyici sprey almıştık. Aslında dış paraziti de iğne olarak vuracaklardı ama veteriner Fındık'la bir de onun için uğraşmak istememişti. Nihayet maaşımın yarısını bırakıp çıktım desem yeriydi.

Yağmur biz evden çıktığımızda durmuştu. Ben de biraz yürümek için arabamı almamıştım. Kaldırımları ıslak caddede Fındık'la birlikte insanların arasında yürürken soğuk ve durgun hava iyi gelmişti. Bulutlar her an yeni bir yağmur dalgasının gelebileceğini haber verircesine git gide kararıyor olsa da bundan şikayetçi olmayacağımı biliyordum. Bu sadece Kim Chin'i mutsuz ederdi. Umarım bugün bir ev bulabilirdim.

Caddenin yanındaki yoldan geçen araçların egzoz kokusu cadde boyunca uzanan birkaç esnaf lokantasından yayılan yemek kokularına karışırken içime derin bir nefes çektim. Az ilerideki emlakçı dükkanının tabelası gözüme ilişirken ev konusunda bu şehri iyi bilen birinden yardım almanın, kazıklanmak pahasına da olsa daha iyi olabileceği kanısına vardım. İstenmediğimi hissettiğim bir yerde, kimin evi olursa olsun durmaktansa kendime tek göz odası olan bir evde bile yeni bir hayat kurabilirdim.

Emlakçı dükkanının kapısında durdum. Masa başında oturan göbekli, saçlarının ortası seyrelmiş yaşlı bir adam vardı. Cam kapıyı tıklatıp, "selamünaleyküm," dedim. Adam başını önündeki kağıtlardan kaldırıp, "ve aleyküm selam. Hoşgeldiniz, buyrun," dedi.

"Köpeğimi de içeriye sokabilir miyim?"

"Tabii kızım, insanın girdiği yere hayvan niye girmesin, buyur."

Gülümseyip teşekkür ettim. Bu adamı sevmiştim. İçeriye girip masanın önündeki siyah sandalyelerden birine oturdum.

"Merhaba tekrar. Ben bir ev arıyordum da..."

"Onu anladım zaten, buraya başka ne için gelir ki insan?"

Güldüm.

"Doğru. "

"Nasıl bir ev arıyorsun bakalım?"

Sesindeki sevecen tını içimi ısıtmıştı. Kızı gibi gördüğü biriyle konuşur gibiydi. Babacan bir havası vardı. Nedensizce güven duydum.

"Bahçeli bir ev arıyorum. Tek katlı, müstakil bir ev. Ama öyle çok derli toplu, süslü olmasına gerek yok. Köy evi gibi olsa da olur. Yaşamaya uygun olsun yeter."

Adam önündeki kağıtları karıştırırken, "adın ne kızım senin?" diye sordu.

"Hazan, sizin?"

"Cemal. Gözünün yükseklerde olmaması güzel Hazan hanım," dedi. Hanım deyişinde herhangi bir resmiyet yoktu. "Buralarda istesen de öyle evler bulamazsın. Tek bir yer hariç..."

Lafını yarıda kesip çekmecelerde bir şeyler ararken, "neresi hariç?" dedim.

"Hı?"

"Tek bir yer hariç, dediniz ya, neresi hariç?"

Çekmecelerden birinden bir dosya çıkardı. Burnunun üzerindeki gözlüğü işaret parmağıyla geriye itip, "Korkmaz emlak hariç," dediğinde yüzüm düştü. Kalp atışlarım ağırlaşırken devam etti. "Onlar kendi yaptıkları evlerin emlakçılığını yapıyorlar gerçi. Eski binaların bulunduğu mahallelere belediyeyle işbirliği yaparak bütün maddi kaynakları kendileri sağlayıp depreme dayanaklı siteler inşaa edip uygun fiyata satıyorlar. Allah'ı var güzel yapıyorlar bu işi. Japon mühendislerle çalışıyorlar. Bilen bilir. Sen yenisin herhalde buralarda?"

Bu anlattıklarını bilmiyordum. Zaten Fırat hakkında da çok bir şey biliyor sayılmazdım. Yine de Korkmaz aşiretine biraz daha içim ısınmıştı.

"Çok yeni sayılmam. Beş aydır buralardayım."

Elindeki dosyayı karıştırırken, "taşınıyor musun?" diye sordu.

"Sayılır."

"Nerede kalıyordun?"

Fırat'tan bahsedemezdim. Canan teyzelerin kaldığı apartmanın bulunduğu mahallenin adını versem daha doğru olurdu. Cevap vermeyedebilirdim ama terslemek gibi olabilir, bu onu üzebilirdi. Bunu istemiyordum.

"Başak mahallesinde."

"Niye taşınıyorsun kızım? İyidir oralar. "

"Ev sahibiyle anlaşamadık."

"Hangi apartmanda kalıyordun?"

Fındık masanın üzerindeki kağıtları koklarken tasmasını çekip, "Yıldız apartmanı," dedim.

"Mustafa huysuzdur biraz," dedi. "Ama o apartmanın yarısı Fırat Korkmaz'a aittir. Bir konuşsaydın, araya girer yardımcı olurdu. Delikanlı çocuktur Fırat. Korkmazlarla pek anlaşamam ama onu severim. "

Ben de...ben de çok severdim ama böyle olmak zorundaydı. Bu şehirde nereye gitsem o karşıma çıkıyordu ve bu hep böyle olacaktı. Belki Oğuz'u kurtardıktan sonra her şeyi geri de bırakıp başka bir şehre taşınırdım. Ama yapamazdım, iki yıllık zorunlu doğu görevimin bir yılı bile bitmemişti. Burada görev yapıp yapmadığım da ayrı bir soruydu. Bazen bir savcı olduğumu ben bile unutuyordum.

"Kendisini tanımıyorum. Gerek de yok artık. Yeni bir ev bulmam kâfi."

"Tamam, Fatih taraflarında birkaç tane var. Kiralayacak mısın yoksa satın mı alacaksın?"

"Kiralayacağım. "

Bilgisayarın tuşlarına basıp, "gel bak bakalım," dedi.

Oturduğum yerden kalkıp Fındık'ı bırakarak yanına gittim. Bilgisayarın ekranındaki tek katlı eve baktım. Çatısı kiremittendi. Dış duvarları kireçle boyanmıştı. Pencerelerin çerçeveleri ahşap doğramaydı. Sağlam görünüyordu. Bahçeyi yoldan ayıran demir alçak sürgülü bir kapı vardı. Bahçe biraz bakımsız olsa da Fındık için uygundu.

"Rutubet var mıdır bu evde?"

"Onu gidip bakmadan söyleyemem. Ne desem yalan olur şimdi. Kıştan yeni çıktık, ev tek katlı. Uzun zaman oldu kullanılmayalı. İllaki vardır biraz."

"Bakabilir miyim peki?"

"Tabii kızım. Dükkanı kapatayım, gel gidelim. "

Eğildiğim masadan doğruldum. Fındık'ın yanına geçip tasmasını tuttum. Cemal amca da oturduğu koltuğun arkasından ceketini aldı. Dükkânın, evin ve aracının anahtarlarını da aldığında dışarıya çıktık. Beyaz Toros'un kapılarını açtı. Duraksadım.

"Şey...Fındık sorun olur mu?"

Şöför koltuğuna geçerken, "olmaz, bin hadi," dedi.

Aracın arkasından dolanıp ön yolcu koltuğunun kapısını açtım. Fındık'ı torpidoyla koltuğun arasındaki boşluğa sokup koltuğa oturdum. Kapıyı çektiğimde Fındık patilerini torpido gözünün üzerine koydu. Motor gürültüyle çalıştığında yola koyulduk.

On, onbeş dakika sonra eve varmıştık. Araçtan inip yağmur çise halinde yağarken sürgülü kapıdan evin bahçesine girdik. Bahçe fotoğraftakinden daha büyüktü. Ev sağlam görünüyordu. Evin önündeki üstü sundurmalı, uzun balkona çıkan merdivenleri tırmandık. Fındık kulaklarını oynatıp havayı koklarken birkaç kez havladı.

"Beğendin mi oğlum?"

Hırlayıp havaya doğru havlamaya devam ederken pek beğenmiş gibi durmuyordu. Mahallede yoğun bir kömür kokusu vardı. Evde doğal gaz olmadığı belliydi. Evin tek katlı oluşuna ve mahallenin durumuna bakılacak olursa bu çok da şaşırtıcı değildi. Önümüz yaz olduğu için sorun etmedim. Bir süre idareten burada kalıp kışa doğru başka bir eve geçebilirdim. Biraz zahmetli olacaktı ama şimdilik elimdekilerle yetinmem gerekiyordu.

Cemal amca sarı camlı mavi demir kapıyı açtı. Uzun bir koridor boyunca sıralı dört kapı vardı, koridorun sonunda da banyo olduğunu tahmin ettiğim bir başka kapı. Ev temiz görünüyordu. Önceden soba yakıldığından kaynaklı beyaz duvarlarda isli bir görüntü göze çarpıyordu. Cemal amcanın peşinden içeriye girdim. Rutubet kokusu, beton kokusuna karışmıştı.

"Geç kızım. "

Cemal amcanın önüne geçip ilk odaya girdim. Geniş bir odaydı. Pencereleri büyüktü. Doğramaları ahşap olduğundan eve sıcak bir hava katıyordu. Beyaz duvarlarda fazla bir yıpranma olmasa da rutubet kendini belli ediyordu. İyi bir boyayla çözülürdü. Yan duvarda soba borusu için bir delik vardı. Bu, bana buranın oturma odası olduğunu düşündürdü. Soba, odun, kömür, kül ve ateş...astım ataklarım için uygun bir ortamdı.

"Burası oturma odası, di mi?"

"Evet kızım, beğendin mi?"

"Güzel, sevdim. Ne kadar kira istersiniz buraya?"

"Dur kızım, önce bir evi iyice gez, duvarlarına dokun, hele bir mutfağa bak. Kira sonra konuşulur. Rutubet diyordun, biraz var. "

"Sorun değil, " derken göz ucuyla geriye kalan iki odaya da baktım. Oturma odasından biraz küçük olsalar da aralarında çok bir fark yoktu. "Buralarda odun, kömür satan bir yer var mı?"

"Hallederiz, ben yardımcı olurum sana."

Mutfağa girdim. Büyüktü. Fildişi mutfak tezgahı beyaz mutfak dolaplarıyla biraz tuhaf dursa da iş görürdü. Yerdeki gazete kağıtlarının üzerinde yürüyüp pencereye yaklaştım. Aşağıda küçük bir toprak alan vardı. Üzerinde de demirden direkleri olan eski bir salıncak. Bir an, bir annenin ocakta yemek yaparken bu pencereden salıncakta sallanan kızını izlediğini hayal ettim. Fındık uğuldar gibi sesler çıkarıp yerdeki gazeteleri hışırdatırken rüzgarda salınan boş salıncak içimi ürpertti.

"Cemal amca?"

"Söyle kızım."

"Burada kim yaşıyordu?"

"Bir askerle eşi. "

Gözlerim salıncakta takılı kalırken, "çocukları yok muydu?" diye sordum.

Hüzünlü, ağır bir nefesi derin bir kasvet içinde alıp verdi.

"Vardı..." Devam edecek gibi duraksayıp sustu.

Ona döndüm. Gözleri buğulanmış, yüzüne bir kederin gölgesi düşmüştü. Birkaç adım ona doğru adımlayıp, "bir şey mi oldu?" dedim. Sesim onun hüznüne eşlik ediyordu.

"Bir kızları vardı," dedi. "7 yaşında dünya tatlısıydı. Bir gün yatak odasında babasının silahıyla oynarken kendini vurmuş. Annesi sese koşup kızını kanlar içinde bulunca delirdi. Babası da öyle tabii. Seyit oğlum yedi bitirdi kendini. Kızımı ben öldürdüm, der oldu. Karısı Zümrüt de onu suçladı hep. Boşanmanın eşiğine geldiler. Sonra Seyit göreve gitti. Zümrüt'te dayanamayıp yatak odasında kendini astı. Seyit oğlum da dönemedi o görevden. Bu evde üç yıldır durur böyle. "

Göğsüme oturan ağırlıkla içimi çektim. Yanağıma doğru süzülen yaşı silip, "ne diyeyim...bilemdim ki şimdi," deyiverdim.

"Diyecek bir şey yok. Bu hikayeden sonra evi tutmayı hâlâ düşünüyor musun? Yaşın da küçük, elinde bir köpekle yapabilir misin burada? Başka kimin kimsen yok mu?"

"Yok."

Gözleri Fındık'ın tasmasını tutan sol elimdeki yüzüğü buldu.

"Gerçekten yok mu?"

Askıdaki elimi yüzüğün üzerine kapatmak istesem de yapamadım. Elimi arkama saklayıp, "artık yok," dedim. "Evi de tutmaya hâlâ kararlıyım. "

Bu kendime doğum günü hediyem olabilirdi. Evet...bugün benim doğum günümdü. Aynı zamanda babamın ölüm günü. Diğer günler gibi sıradan ve yalnız bir gündü. Ne ummuştum, ne olmuştu.

*********

Bir hafta sonra...

Gün akşama dönmüştü. Yeni evimin kapısının önündeki balkonda Fındık'la birlikte oturmuş kahvemi içiyordum. Hava biraz serindi. Dünkü yağmurdan kalma toprak kokusu mahallenin kendine has kömür kokusuyla karışıyordu. Önümdeki masanın üzerindeki bilgisayardan Cevdet Bayram'la ilgili dosyaları inceliyordum. İşe yarar bir şey yoktu. Kim Chin'in de dediği gibi Cevdet bey görevini layıkıyla yapıp emekli olmuştu.

Üzerimdeki hırkaya sıkıca sarılıp kahve bardağımı elime aldım. Bir haftadır evin tadilatı, boyası, elektriği, suyu, döşemesi derken çok yorulmuştum. Kim Chin'le Yağız yardım etmiş olsalar da sürekli söylenip durmuşlardı. Evi beğenmemişlerdi. En büyük sorun sobalı olmasıydı. Mahalle pek tekin bir yer değildi, Cemal amca bana o gün bunu söylemişti zaten. Ve ben de burayı bunu bilerek tutmuştum. Bir de evimin karşısındaki evde oturan Cemile teyzenin otuz yaşındaki otizimli oğlu Celal vardı. Cemile teyze eşyaları taşırken oğluyla birlikte bize çay getirmişti. Celal, o gün bana karşı biraz tuhaf davranmıştı. Sürekli tekrar eden spesifik eylemleri vardı. Çayına iki kaşık şeker atıp on kez karıştırmak gibi. Çayımı şekersiz içmeme rağmen bana o gün zorla çaya iki kaşık şeker attırıp onun gibi on kez karıştıttırmıştı. Evlerine dönerken elimi tutup beni de götürmek istemişti. Cemile teyze, Kim Chin ve Yağız beni elinden zor almışlardı. Bu olay üzerine Kim Chin, toparlan benim evime dönüyorsun, derken Yağız, bu gece kapıda nöbetteyim, demişti. Bana göre otizimli hasta bir adamdı, çocuk gibiydi. Ama Yağız'la Kim Chin duruma öyle bakmıyordu. Sonuçta akli dengesi yerinde olmayan bir adamdı. Her şeyi yapabilirdi. Bugün de birlikte yemek yedikten sonra beni götürmek istemişlerdi. Kabul etmemiştim. Tek başıma yaşamayı öğrenmeliydim. Apartmandaki ve sitedeki evi saymazsak bu benim tek başıma yaşayacağım ilk evimdi.

Fındık'ın başını okşarken gözlerimi gökyüzüne çevirdim. Karanlığı tanıdık, yıldızları ise çoktan kayıp gitmişti. Birileri o yıldızlarda dilek tutmuş, bense tüm dilekleri reddedip hayat beni nereye sürüklerse oraya savrulmayı seçmiştim. Herkes mavisini severken ben karasına sevdalanmıştım. Fırat...onu çok özlüyordum. Her sabaha her şeyin bir rüya olmasını umarak uyanıyor, yeniden o hastane odasına geri dönmek istiyordum. Yeni bir ev, yeni bir mahalle, yeni bir sokak; çocukluğumdan beri hayal ettiğim bir köpek, oturma odamda koca bir kitaplık, köşede yanan bir soba... Her şey yeniden ve sil baştandı. İçimde ufacık bir heyecan kırıntısı arayıp bulamadım. Tüm bunların Fırat yokken ne anlamı vardı ki? Evin her yeri ateş olsa ne olurdu, o yokken ısınamıyordum. Dünyanın bütün kitapları bana yazılmış olsa ne olurdu ki, Fırat yoksa benim bir hikayem yoktu. O yanımdayken çok korkuyordum. Ya onu kaybedersem, ya bir hata yaparsam ve o kızarsa bana, bir şey söylersem de yanlış anlarsa...hep bir diken üstündeydim. Öperken dudaklarım titrer, dokunurken parmak uçlarım uyuşur, ama kalbim heyecandan deli gibi atardı. Bazen gözlerine bakmaya korkar, ama baktıkça da doyamazdım. Kokusu nefesimdi. Ben hayatım boyunca sadece Fırat'a güvendim. Her şeyimi ona verip arta kalanlarımla bir an bile pişman olmadım. Ama ondan ayrıldığım için yavaş yavaş pişman olmaya başlıyordum. Keşkeler sarıyordu dört bir yanımı. Geceleri yatağıma girdiğimde gözyaşlarına boğuluyordum. Nefes alamıyor, sabahlara kadar evin içinde o küçük kızın hayaletiyle birlikte içim ürpere ürpere dolanıyordum. Neden korktum bu kadar, bilmiyordum. Herkes için savaşıp adalet isterken beni Fırat için savaşmaktan alıkoyan neydi? Neden, Fırat gözlerimin içine bakıp beni her şeyden çok sevdiğini söylerken onun ben olmadan daha mutlu olacağına inandım? Evet, mesele Bahar'dı. Fırat'ın benim yüzümden onunla arasına mesafe koymasını istememiştim. Boşu boşuna katil olduğunu ögrenirse canı çok yanardı ve ben ona kıyamamıştım. Bir ömür yüz yüze bakıp hiçbir şey olmamış gibi davranamazdım. Peki ya Fırat? Ablası benim dedem yüzünden ölmüştü, annesi tarafından ilgi görmemiş bir çocuktu. Defalarca kez bana bütün hayatını benim üzerime kurduğunu söylemişti. Ablasının ölümüne şahit olmuştu. Altı yıl boyunca beni sevmişti. O bir askerdi. Operasyondan dönüp benim koynumda dinlenmek istediğini söylemişti. Bana dokunmadan yaşayamazdı. Ben bencil biriydim. Onu hakkıyla sevmeyi beceremedim. Buradan geri dönemezdim. O da geri dönmemi istemiyor olmalı ki bir kez olsun arayıp sormamıştı beni. Yokluğuma alışmış olmalıydı. Umarım...öyledir, mutludur bensiz. Benim göremediğim yıldızlar, umarım onun göğünü süslüyordur, beni ısıtmayan ateş umarım onu ısıtıyordur. Umarım yeryüzündeki bütün hikayeler onun için yazılıyordur.

Yanaklarım yaşlarla sırılsıklam olmuştu. Bunu fark ettiğimde gök gürledi. Fındık havlarken irkildim. Kahvemi ve bilgisayarımı alıp Fındık'a eve geçmesini söyledim. Bahçede bir kulübesi vardı ama gök gürültüsünden korkuyordu. Ev çok büyüktü. Odalardan birinde kalabilirdi. İçeriye geçip kapıyı kapattım. Bardağı mutfağa bırakıp oturma odasına geçtim. Fındık ahşap tonlarındaki parkenin üzerinde, sobanın yanına uzanmıştı. Bilgisayarı gri koltuğun üzerine bırakıp sobanın yanındaki kovadan ateşe odun attım. Pencerenin perdelerini çekip koltuğa oturdum.

Telefonum çalarken Fındık yanıma gelip koltuğa çıktı. Onu göğsüme çekip Kim Chin'in aramasını yanıtladım. Attığım mesajı yeni görmüş olmalıydı.

"Alo?"

"Efendim?"

"Mesajını yeni gördüm. Kusura bakma. İyi misin?"

"İyiyim. "

"Gök gürlüyor, korkuyorsan yanına geleyim."

" Korkmuyorum. Mesajda sorduğum soruya cevap verir misin artık? Haftalardır oyalıyorsun beni. Yemekte Yağız'ın yanında da soramadım. Fatih Aydın'ın kim olduğunu öğrenebildin mi?"

Birkaç saniye sessiz kaldı. Sıkıntılı bir nefesi alıp verdiğini duydum.

"Kim Chin?"

"Tamam, var bir şeyler. Ama emin olmalıyım. Biraz daha zaman ver bana. Biliyorsun sistem yok, bilgilere ulaşmak zaman alıyor. "

"O zaman şimdilik elinde olanları paylaş. "

"Olmaz. Dedim ya emin olmam lazım savcı. Hadi dikkat et kendine. Bir şey olursa saatin kaç olduğu fark etmez, ara gelirim. "

"Kim Chin..."

Telefonu yüzüme kapatmıştı. Ali olduğunu tahmin ettiğim kişinin motorlu bir adamla yolladığı zarfın içinde bulunan fotoğrafın arkasındaki notta adı geçen Fatih Aydın'ın kim olduğunu hâlâ öğrenebilmiş değildim. Önce adliyede patlayan bomba, sonra Aslı'nın ölümü derken bu konuyla ilgilenememiştim. Fatih Aydın hakkında Ali'nin babası, annemin eski kocası, bir terörist, Fırat'ın ablasının ölümüyle bir bağı olabileceği dışında hiçbir şey bilmiyordum. Bir de Mahsun Türkoğlu'yla olan muğlak bağlantısı vardı. Bu durum, günlerdir Oğuz'un davasıyla ilgili bir gram yol katedemediğimiz gerçeğiyle birleşerek içimdeki sıkıntıyı körükledi. Yerimizde saymak dışında hiçbir şey yapmıyorduk. Öylece durmaktan nefret ediyordum. Yarından itibaren bu döngüye bir son vermek için Cevdet beyle görüşmeye gidecektim. Dilek konusunda bize yardımcı olmayacağından, bir şeyler biliyorsa bile benimle bunu paylaşmayacağından emindim. Ama en azından denemiş olacak, boş boş oturmaktan fazlasını yapacaktım.

İçimi çekip Fındık'ın simsiyah yumuşacık tüylerini severken mavi gözlerine baktım. Gürleyen göğün şiddeti camları titretiyordu. Çakan şimşekler tavanda asılı duran çıplak ampulün cılız ışığıyla yarışıyordu. Az önce ateşe attığım odun çıtırdayarak yanarken rüzgarın uğultusu kulaklarıma doldu. Sertçe camlara çarpan yağmur damlaları tıkırtılar çıkartıyordu. Saat henüz 20. 01'i gösterirken uykum yoktu. Bir şeyler yapmak istedim. Film izlesem eve internet bağlı değildi. Televizyonum yoktu. Telefonumdaki internetimi kullanabilirdim. Patlamış mısır yapsam güzel olurdu. Kitap da okuyabilirdim.

Fındık başını göğsüme koyup uyumaya hazırlanırken ona seslendim. Kapanan gözleri açılıp beni buldu.

"Film izleyelim mi berber?"

İnler gibi sesler çıkardı.

"Tamam, izleyelim. Ama önce patlamış mısır yapalım, olur mu? Sana da yaş mama açarız. "

Yaş mama dediğimde bunu anlıyordu. Kulakları hareketlenip gözleri büyüdü. Kollarımın arasından çıkıp koltuktan aşağı atlatı. Bu hâli beni güldürürken gözlerimin içine bakıp havladı. Yerimden kalktım. Sobanın üzerindeki, Cemile teyzenin hediye ettiği bakır güğümün içindeki su fokurduyordu. Güzel bir soba çayı yapabilirdim.

Mutfağa geçip ışığı yaktım. Beyaz mutfak dolaplarından birinden çelik, yeşil saplı bir tencere çıkardım. Tezgahın altındaki çekmecelerden birinden de mısır paketini aldım. O an ayağımın altındaki zemini titreten bir gök gürültüsü duyuldu. Dudaklarımdan küçük bir çığlık firar ederken Fındık havlayarak bacaklarımın arasına girdi. Ona korkmamasını söyleyecekken aniden kesilen elektiriklerle bundan emin olamadım. Bu son bir haftada yaşadığımız üçüncü elektirik kesintisiydi. İlk ikisi gündüz vakti olmuştu. Geceleri ara salonun ışığını yakıp öyle uyuyordum. O gün Cemal amcaya korkmam etmem demiş olsam da üç harflilerden korkan yanımın hayaletlerle de arasının iyi olmadığını öğrenmiştim. Zümrüt denilen kadının kendini astığı odada kalıyordum. Tavandaki lambanın yanında kancalı bir demir vardı. Cemile teyze en ince detayına kadar kadının nasıl intihar ettiğini anlattığı için ne zaman o demire baksam Zümrüt hanımın beyaz geceliği ve baş örtüsü, çıplak ayakları, fal taşı gibi açık olan gözleri zihnimde sanki o anı ben yaşamışım gibi canlanıyordu. Elimdeki paketi sıkıca tutup ocaktan uzaklaştım. Korkacak bir şey yoktu. Hayaletlerin varlığı bilim adamları tarafından reddedilmiş olmalıydı.

Kalp atışlarım hızlanırken camdan dışarıya baktım. Sokak lambaları da dahil bütün mahallenin elektirikleri kesilmişti. Her yer zifiri karanlıktı. Camdan geri çekilirken çakan şimşekle birlikte pencerinin altındaki salıncakta bir kız çocuğunun oturduğunu görür gibi oldum. Hızla geri çekildiğimde Fındık inledi. Yanlışlıkla ayağına basmıştım. Elimdeki paketi el yordamıyla tezgaha bırakıp yere eğildim.

"Fındık özür dilerim. Görmedim."

Hemen bana sokuldu. Kollarımı ona sarıp bastığım patisini sevdim.

"Mumları bulmamız lazım."

Salondaki kitaplıkta kokulu mumlarım vardı. Ama oturma odasına gitmek şu an gözüme canavarlarla dolu bir ormana girmek kadar ürkütücü geliyordu. Arkamda biri varmış hissi vücudumu bir yay gibi gererken bunun bir gerçekliği olmadığını biliyordum. Doğrulup sakince mutfaktan çıktım. Fındık gövdesini bacaklarıma yapıştırıp benimle birlikte gelirken ayaklarına basmamak için çabalıyordum. Yatak odasının açık olan kapısının önünden geçerken her ne kadar o tarafa bakmamaya çalışsam da içimdeki dürtüye karşı koyamadım. Saniyelik bir zaman dilimi için tavandan sarkan beyaz bir şey dikkatimi çekti. Fakat sonra geriye kalan karanlık içimi rahatlatmasa da bir parça güven verdi. Oturma odasına ulaştığımızda sobadan yayılan kızıl ışık tuttuğum nefesimi dışarıya vermemi sağladı.

Koltuktaki telefonumu alıp fenerini açtım. Büyük kitaplığın alt raflarından birinde bulduğum kahve kokulu mumu aldım. O an kibritin mutfakta olduğunu hatırladım. Neyse ki telefonumun feneri vardı artık. Yeniden salondan çıkıp mutfağa geçerken iki ayrı gürültüyle çığlık attım. Telefon yere düştü. Ellerimi kulaklarıma kapatarak yere çöktüm. Seslerden biri yatak odasındaki pencereden gelmişti. Evin içini dolduran rüzgara bakılırsa açılmış olmalıydı. Sanırım iyi kapatamamıştım. Diğer ses ise kapının yumruklanma sesiydi ve hâlâ devam ediyordu. Seslerin kaynaklarını analiz edebildiğimde bacaklarımın arasına girip açılan pencereye doğru havlayan Fındık'ın başını öpüp, "bir şey yok oğlum," dedim. Sesim titriyordu. "Korkma." Çöktüğüm yerden kalkıp kapıya koştum. Birini görmeye çok ihtiyacım vardı ama yine de demir kapıyı söktürüp taktırdığım çelik kapının deliğinden kimin geldiğine baktım.

Celal'di. İçimi saran garip hisle kapıyı yavaşça açıp araladım. Üzerimdeki hırkayı lila rengi atletimden taşan göğüslerimin üstüne çekip, "buyrun?" dedim. Gözlerini yüzümde gezdirirken güldü. Bir elini ensesine atıp, "Ha-Hazan," dedi.

"Efendim?"

Baş parmağıyla arkasında bir yeri işaret ederken başını omzuna doğru yatırdı. Kumral saçları yağmurda sırılsıklam olmuştu. Kahverengi gözleri karanlığın içinde bir çukurdan farksızdı.

"A-annem...benim annem sana mum yolladı. İ-ister misin?"

Elimdeki mumu gösterip, "teşekkür ederim, benim mumum var," dedim.

"Ama annem bunu sana vermemi söyledi."

"Tamam, ama benim mumum var, ikinci bir muma ihtiyacım yok. O sende kalsın. Cemile teyzeye teşekkür ettiğimi söyle.

Kapıyı kapatmaya yeltenirken elini kapıya koyup beni durdurdu. İri kıyım gövdesi gözümde büyüdü. Yuvarlak ve yaşına göre sevimli sayılabilecek yüzü beni bir anda nedensizce korkutmuştu. Fındık arkamda bacaklarıma yaslı bir şekilde otururken evin içinde dolaşıp bütün odalara girip çıkan rüzgâr saçlarımı savuruyordu.

"Ama hayır annem bunu sana gönderdi. Korkar, dedi. Mumu al, korkma."

İtiraz etmenin hiçbir faydası olmayacaktı. Gülümsedim.

"Peki," diyerek elimi uzattım. "Ver o zaman. "

Elini kapıdan çekip gülüşüme karşılık verdi. O sırada Fındık birden havlamaya başladı.

"Bana güldün," dedi. İşaret parmağıyla kendini gösteriyordu. Heyecanlanmıştı. Başımı sallayıp, "evet, güldüm," dedim. "Mumu verip git hadi, Cemile teyze merak eder."

"Tamam, al. Korkma."

Mumu alıp teşekkür ettim. El sallayıp merdivenleri inerken kapıyı kapattım. Çok fazla gerilmiştim. Kim Chin'le Yağız'ın saçma sapan düşünceleri yüzünden olmalıydı. Pencereyi kapatmak için arkamı döndüm. "Fındık yeter oğl..." derken burun buruna geldiğim namluyla cümlem yarıda kaldı. Silahtan yayılan barut kokusu burnuma doldu. Namlunun üzerine doğru birkaç adım atıp havlayıp duran Fındık'ı arkama aldım.

"Yaren..."

"Benim."

"Sen..."

"Neden geldiğimi mi soracaksın? Cevabını bildiğin soruları sormazdın. Görmeyeli değişmişsin."

Elimdeki mumlar parmak uçlarımdan kayıp yere düştü. Bana o gün mağarada, eğer Aslı'ya bir şey olursa beni öldüreceğini söylemişti. Oğuz'u kurtardıktan sonra gelseydi sorun değildi, ama şu an buna hazır değildim. Uğuldayıp hırlamaya devam eden Fındık içimdeki gerginliği artırırken, "beni öldürmeye mi geldin?" diye sordum.

"Korktun mu?"

Sessiz kaldım. Gergindim, ama korktum diyemezdim. Ölmekten niye korkar ki bir insan? Çünkü yasamayı seviyordur. Hayat her şeye rağmen güzeldir. Yanlış. Hayat, kötülükleri görmezden gelebildiğin, yeterince bencil olabildiğin sürece güzel varsayılabilir. Ben sadece bazı anları seviyordum. O anlarsa artık yoktu. Ölmekten korkmak değildi benimkisi, sadece biraz daha zamana ihtiyacım vardı.

"Hazırlıksız mı yakalandın? Daha mı geç gelmeliydim? Böyle erken mi oldu?"

Sesindeki tınıdan Aslı için duyduğu hüznü ve tuttuğu yasın derinliğini hissettim. En son karşı karşıya geldiğimizde öfkeliydi. Şu an ise pasif bir hırçınlık vardı sesinde. Göğün feryatları, yağmurun çığlıkları, şimşeklerin karanlığı tamamen yok etmeye yetmeyen aydınlığı sanki onun yerine yeryüzüne nefret kusuyordu.

"Özür dilerim..."

Namluyu alnıma bastırdı. Üzerime doğru birkaç adım atıp, "sakın," dedi. "Sakın, kardeşimin canının bu kadar ucuz olduğunu söyleme. Özür diledin diye af mı edeceğim seni? "

"Aslı en az senin kadar benim için de önemliydi..."

"Öyle mi?" dedi. Bir yılan gibi tıslamıştı. Sesinde alaycı bir tını vardı.

"Öyle."

"Madem öyle niye yalnız bıraktın onu? "

"Ben..."

Başımı, namluyla sertçe ittiğinde arkamdaki kapıya vurdum. Acıyla inleyip elimi başımın arkasına götürdüğümde, "sen o komutanın altına yatmak için benim kardeşimi mezara koydun," dedi. Boştaki eli boğazıma sarıldı. "Nasıl bari iyi becerebildi mi seni?! Kardeşimin ölmesine değecek kadar zevk verebildi mi sana?!"

Boğazımdaki eli nefesimi kesiyordu.

"O arkadaşın, neydi adı? Bahar. O öldürdü Aslı'yı. Güvendin ona. VASÖ söz konusuyken kimseye güvenmemen gerektiğini en iyi senin bilmen gerekiyordu! Yapamadın mı?! Biraz daha dayanamadınız mı?!! Aslı'nın canından daha mı önemliydi sizin sikişmeniz?!! "

"Yaren..."

"Ne o? Nefesin mi kesildi? Canını mı yakıyorum? Ah kıyamam sana? Bak nasıl üzüldüm şimdi?"

Fındık havlayıp dururken nefessizlikten kulaklarım uğulduyordu. Gözlerimden yaşlar süzülürken çırpındım. O an Yaren acıyla inleyip silahı alnımdan çekti. Eli boğazımı serbest bırakırken ayaklarının dibine yere düştüm. Ciğerlerim sökülürcesine öksürürken elim hırkamın cebine gitti. Astım spreyini titreyen ellerimle alırken Yaren'in elindeki silahı Fındık'a doğruluğunu gördüm. Sanırım Fındık Yaren'i ısırmıştı. Karanlıkta fark edememiş olmalıydım. Spreyi dudaklarıma dayayıp Fındık'ın üzerine kapandım.

"Sakın...bana ne istiyorsan yap. Haklısın, karşı koymam. Ama ona dokunursan bedelini ağır ödersin."

Kısık bir sesle nefes nefese söylediğim bu sözlerle silah başımı buldu.

"Aslı'nın şu it kadar değeri yok muydu?" dedi. "Herkesi sevdin, herkese yetin de Aslı'yı niye ölüme terk ettin?!"

Zar zor nefes alırken boğazım acıyordu. Yüzümü Fındık'ın tüylerinin arasına gömdüm. Dudaklarımdan küçük bir hıçkırık koptu. Fındık inlerken titreyen vücudundan korktuğunu hissettim. Ben korkmuyordum, ama bana bir şey olursa Fındık tek başına ne yapardı ki? Ona daha sıkı sarıldım. Yaren'in bir hayvana acıyacak kadar vicdanı olmadığını biliyordum. Fındık canını sıkacak en ufak bir şey yaparsa onu öldürmekten geri durmazdı.

"Denedim," dedim. "Elimden geleni yapmadım, kabul, ama denedim. Bahar doktordu. VASÖ tehdit etti onu. Başka çaresi yoktu. Küçücük bir kızı var onun. O bir anne...Yaren başka şansı yoktu..."

"Banane bunlardan! Bahar'dan banane! Kızından banane! Kardeşim öldü benim!! Kim verecek bunun hesabını?! "

"Biraz zaman ver bana. Oğuz'u kurtarayım...sonra gel neyin hesabını sormak istiyorsan sor benden. "

Hafifçe güldü.

"Azrail'le pazarlığa mı oturuyorsun? Çok mu umrumda senin kuzenin? Karşında kimin olduğunu unuttun heralde. " Duraksadı. Namluyu saçlarımın arasında gezdirirken, "senden sonra Bahar'ı da öldüreceğim," dedi. "Kocası hastanede. Annesi iki haftalığına Urfa'ya gitmiş. Küçücük kızıyla evde tek başına. Belki sonra istersen Oğuz'u da öldürebilirim. Gözün arkada kalmaz. Bir de komutan var tabii. " Yanıma çöktü. "Senden önce de defalarca gördüm onu. Operasyondayken yani. Yakışıklı adam. Boylu poslu. Belki onu da öldürmeden önce bir de ben bakarım tadına." Deri eldivenli eli saçlarımı kavrayıp geriye doğru çekti. "Ne dersin? Bak aslında benim hoşuma gitmedi bu plan. Seni önce öldürmek diğerlerini öldürmenin zevkini azaltır. Seyircisiz tiyatronun ne anlamı var ki?" Dudaklarını kulağıma yaklaştırdı. "Acı çeke çeke öldüreceğim seni. Bahar, Oğuz, komutan, köpeğin, babanın nasıl öldüğü, Ali'nin aslında kim olduğu, VASÖ'nün seninle olan derdi, üstlerin yıllardır aradığı kod her şeyi bilerek, bütün sevdiklerinin ölümünü görerek öleceksin." Geri çekildi. Saçlarıma asılmaya devam ederken, "önce köpeğinden başlayalım," dedi. Baştan aşağı titredim. Fındık'a daha sıkı sarıldım.

"Ona dokunma," dedim cılız bir sesle. "Yaren lütfen. Onun ne suçu var? "

"Bir suçu olmasına lüzum yok. Onu seviyor olman ölmesi için yeterli bir sebep."

Başımdaki namluyu çekti. Fındık'ın kollarıma büyük gelen gövdesine dayadı. Silah karın boşluğundaydı. Emniyet kilidini indirdi. Tetiği çekecekken bütün gücümü toplayıp bileğini tutarak üzerine atladım. Sırt üstü yere düştü. Silah patladı. Ağzında susturucu olmalı ki kısık bir ses çıkarmıştı. Karanlığın içinde göz gözü görmüyorken merminin nereye saplandığını anlamak güçtü. Benim için Fındık'a isabet etmemiş olması yeterliydi. Silahı elinden almak için onunla boğuştum. Benden daha güçlüydü. Kırık kolum işleri zorlaştırırken beni altına alıp üstüme çıktı. Silahı göğsüme dayayıp, "belki de şova gerek yoktur," dedi. "Sırayı bozmamak lazım. "

" Bahar'a dokunma. Kızı için yaptı. Yeterince vicdan azabı çekiyor zaten."

"Umrumda değil!!"

"Olmak zorunda! Tek suçlu benim. İçin soğuyacaksa beni öldür. Başka kimseye dokunma. Kimse ne benim hatalarımın bedelini ödenek zorunda, ne de senin kardeşinin diyetini. Aramızda halledelim. Bitsin."

"O kadar basit değil. VASÖ peşimde. Er ya da geç yakalanacağım. Kaçmak zevkli bir şey değil. Önce almam gereken bütün intikamları almalı, yakmam gereken bütün canları yakmalıyım. Bu işi erdemlice halledemeyiz. Seni öldürüp diğerlerine dokunamadan yakalanırsam, hadi komutan neyse ama Bahar içimde kalır."

Çıplak göğsüme tenimi delercesine bastırdığı silah canımı yakarken üzerime oturduğu için doğru düzgün nefes alamıyordum. Açık olan pencereden yayılan rüzgar evin içinde uğuldayıp yüzümü yalayıp geçti. Sobada yanan odunların çıtırtısı artık duyulmuyor, su artık kaynamıyordu. Fındık yanıma gelip baş ucumda durdu. Keşke beni anlayabilseydi, ona pencereden atlayıp kaçmasını söylerdim. Yaren'in dikkatini yeniden ona vermemesini diledim. Gözümden akıp giden yaşlarla yutkundum.

"Yaren...bu sana hiçbir şey kazandırmayacak. "

Silâhı göğsüme iyice bastırdı. Acıyla inledim. Fındık hırlayıp havlarken ona bir şey olmaması için dua ettim.

"Bir şey kazanmak gibi bir derdim mi var sence? Ben bir infazcıyım Asena. Benim tek kazancım birini öldürmektir. Merhamet etmeyi bilmem. Sevmeyi bilmem. Acı çekmeyi, üzülmeyi bilmem. Beni kendinle karştırma. "

"Ama Aslı için üzülebiliyorsun...onu seviyorsun. "

"Hayır. Sadece onun suçsuz olduğunu biliyorum. Ölmeyi hak etmedi. Böyle ölmeyi, vatan haini olarak ilan edilmeyi hak etmedi. VASÖ'den nefret ediyorum ve Aslı'nın ölümü bu nefreti daha da ateşledi. Hepsi bu."

Yine de Aslı'yı seviyordu işte. Ama o sevginin ya da merhametin ben veya bir başkasına yarayı olmazdı. Daha mantıklı ve intikam isteğine hizmet edecek şeyler söylemeliydim.

"Tamam...Aslı'nın intikamını birlikte alalım o zaman. Bu adaletsizliğin karşısında beraber duralım. "

Küçük bir kahkaha attı.

"Aslı masumdu," dedi. "Peki sana benim masum olduğumu düşündüren ne? O kadar aptalsın ki, o kadar safsın ki Aslı bu yüzden çok sevdi seni. Bense onunla aynı sebepten nefret ediyorum senden. "

"Ne demek bu? Ne yaptın?"

Histerik bir şekilde gülmeye devam etti.

"VASÖ'nün içindeki köstebek bendim," dedi. "Onlardan öyle önemli belgeler çaldım ki beni öldürmek için kuduruyorlar. O belgeleri sana vereceğim diye akılları gidiyor. Eğer Aslı'yı yaşatabilseydin bunu yapacaktım. Ama yaşatamadın. "

Ne diyeceğimi, önce hangi soruyu sormam gerektiğini bulmaya çalışırken kafam allak bullak olmuştu. Babamın ölümüyle ilgili belgeler miydi? Yoksa az önce söylediği gibi Ali'nin gerçekte kim olduğuyla ilgili miydi? Canımın derdine mi düşmeliydim yoksa gerçeklerin mi? Hiçbir şeye şaşıracak gücüm kalmamıştı artık. Yeni bir sır ya da hakikat öğrenmek isteyip istemediğimden emin değildim. Düğümleri çözdükçe ipin açılması gerekirken neden her şey daha da sarpa sarıyordu?

"Kod," deyiverdim birden. "Kodun nerede olduğunu biliyor musun?"

Bir süre sessiz kaldı. Göğsümdeki silahın baskısı azaldı.

"Bilmiyorum," dedi ciddi bir sesle. "Ama bir tahmin yürütebilirim. "

"Söyle. "

"Neden? Birazdan öleceksin, bunu bilmek hiçbir işine yaramayacak."

"Yine de bilmek istiyorum, lütfen. "

Lütfen diyişim güldürdü onu. Silahın namlusunu göğsümden çekip boynuma dayadı. Emniyet kilidini tekrar indirdiğinde silahın yarı otomatik olduğunu anladım. Silah VASÖ'nün parmak izi sistemiyle çalışan silâhlarından biri değildi. VASÖ'nün ajanlara verdiği kişisel silahlar her zaman tam otomatik olurdu. Silahı ele geçirirsem onu etkisiz hâle getirebilirdim.

"Sen."

"Ne?"

"Kod sende. "

"Hayır, bende kod falan yok."

"Senin bilmiyor olman, olmadığı anlamına gelmez."

"Ne anlama gelir peki?"

"Baban VASÖ'yü kuran kişiydi. Böyle bir örgütün yozlaşmaya ve güç zehirlenmesi yaşayarak sadece kendi çıkarları için çalışmaya başlarsa ne kadar tehlikeli bir kurum hâline gelebileceğini biliyordu. Bir bomba yaparsan onun nasıl imha edileceğini de bilmelisin. Aksi taktirde kendi ellerinle sonunu getirirsin. "

"Ya-yani? Bu kod ne işe yarıyor?"

Namluyu tenimde gezdirdi. Sıcak nefesi rüzgarın soğuğuna karışıp yüzüme vuruyordu.

"Bir ölüye göre çok fazla şey bilmek istiyorsun."

"Yaren lütfen. Bilmem gerek."

"Seni öldürüp öldürmemek konusunda çok kararsızım."

Farkındaydım. Diğer türlü kapıyı kapatıp ona döndüğüm an tek bir kelime dahi etmeden beni öldürürdü. Bana merhamet etmiyordu, sadece doğru olanı yapmak istiyordu. Aslı için gerçekten üzülüyor muydu, yoksa rol mü yapıyordu? Ne için yaşadığını bilmeyen, kimliği olmayan, öldürmek dışında hiçbir amaç gütmemiş biri doğruyla yanlış arasındaki muhakemeyi kurabilir miydi? Yaren varlığını ölümle tanımladığı sürece intikam dışında hiçbir şey onu tatmin etmeyecekti. Onun için bir çıkış yolu aradım. VASÖ varken ölüm dışında bir çıkış yolu yoktu. Kaçmaktan zevk almadığını söylemişti. Bu yaşamak istemediğini gösterirdi. Göğsüm siyah kelebeklerle doldu. Onun için hayata beyaz bir bayrak çekmek istedim.

"Ne istiyorsan onu yap. Beni öldürdükten sonra kimseye dokunmayacaksan senden nefret etmem."

"Neden?"

"Niye edeyim ki? Başka türlüsünü bilmiyorsun."

Silâhı boynumdan çekti.

"Kodun içinde VASÖ'nün yıkım projesi var," dedi birden.

"Yıkım projesi mi?"

"Evet. Ana binadaki belleği koruyan bir kod. O kod olmazsa bütün sistem çöker. VASÖ'yü VASÖ yapan hafıza yerle bir olur. Bütün veriler yok olur ve VASÖ bir daha kendini toparlayamaz. O kod ana belleğin virüsüdür. Sisteme girildiği an saniyeler içinde VASÖ tarihten silinir."

"Sadece bu kadar mı?"

"Sanmıyorum. Fazlası da vardır. Benim bildiğim bu kadar."

"Peki neden kodun bende olduğunu söyledin?"

"VASÖ'nün sana bu kadar tahammül etmesinin iki açıklamasından biri bu."

"İkincisi ne?"

"Ali."

"Ali mi? O bir terörist. "

Güldü.

"Nereden biliyorsun? Belki de senden benden daha vatan sevdalısıdır. "1

Evin soğuğu ruhuma işlerken ellerim ayaklarım buz kesmişti. Saçmalıyordu. Ali bir haindi. Kendi gözlerimle görmüştüm. O dağ başında, o mağaradaydı. Herkes ona saygı duyuyordu. Yıllarca ondan intikam alacağım günü bekleyerek yaşamıştım. Her şeyi mahvetmişti. Kardeşliğimize ihanet etmişti. Pisliğe bulanmıştı. Elleri kanlıydı. Yaren...yanılıyor olmalıydı.

"Ne dediğinin farkında mısın? VASÖ senden onu öldürmeni istedi. Madem...o bir vatan sevdalısı neden onu öldürmeyi kabul ettin?"

"Etik algımın olmadığını biliyorsun. Ayrıca VASÖ ajanı olduğunu yeni öğrendim. Vardır bir yanlışı. Belki de kod ondadır. "

Üzerimden kalktı. Ayağa dikilip silahı başıma doğrulttu. Aniden çakan şimşekle evin içi gündüz gibi aydınlandı. Metal silahın gövdesi bir anlığına parlayıp söndü.

"Seni öldürmeyeceğim. Ama Bahar için şansına küs. "

Konuşmaktan çok sıkılmıştım. Bu öğrendiklerim ya da Yaren'in yalanlarıyla ne yapacağımı bilmiyordum. Daha fazlasına ihtiyacım vardı. Söyledikleri doğru muydu, yoksa yalan mı? VASÖ beni bunca zaman kandırmış olabilir miydi? Babamın ölüm sebebi hâlâ belirsizdi. Yaren'e inanmak istemiyordum. Bu geriye kalan altı yılımı, çektiğim acıları, üzerinde durduğum doğruları hiç ederdi.

Hızla uzandığım yerden doğrulup silahın namlusunu tuttum. Silahı çekerken, "bırak," diye bağırdı. Ayağa kalkıp dizinin arkasına sert bir tekme attım. Yere düştü. Namlu tavana doğru bakarken silah ateş aldı. Tavana saplanan kurşun üzerimize küçük bir toz bulutu halinde beton parçaları dökülmesine neden oldu. Bu içimi rahatlattı. Yarı otomatik olan silahın ikinci kez ateş alması için emniyet kilidinin yeniden indirilmesi gerekiyordu. Bunu yapmasına izin vermeyeceketim. Silahı bırakıp tuttuğum başını yanımdaki duvara iki kez vurdum. Acıyla bağırıp sersemledi. Yere düşürdüğü silahı alıp alnına dayadım.

"Sana iki seçenek sunuyorum: ya bana her şeyi anlatır sonra da kimseye dokunmadan bu şehirden çekip gidersin ya da seni VASÖ'ye teslim ederim."

*********

Yaren her iki seçeneği de işaretlemişti. Bana bildiği her şeyi anlattı, ama Bahar'ı öldürmekten vazgeçmedi. Ben de onu VASÖ'ye teslim etmek zorunda kaldım. Saat 06.07'yi gösterirken askeriyeye gidiyorduk. Yaren arkamdaki araçta Kim Chin'le Yağız'ın yanındaydı. 97. üst Alfa Yaren'i teslim almak üzere askeriyeye iniş yapmıştı. Dün bütün gece Yaren'in başını beklediğimden yorgundum. Kim Chin'le Yağız geldikten sonra öğrendiğim şeylerin ağırlığı altında ezilirken bile uyuyamamıştım. Neyim olduğunu sorup durmalarına rağmen ağzımdan tek bir kelime çıkmamıştı. Fındık'a sarılıp öylece durmuştum. Doğru ya da yanlış birçok şey biliyordum, ama resim netleşmek yerine git gide bulanıklaşıyordu. Başım kazan gibiydi. Kartları yeniden dağıtmak zorundaydım. Birilerini yeniden sevmem gerekiyordu. Güven duyduklarımdan nefret etmeliydim. Düşmanlarımı sil baştan seçmem gerekiyordu. Beni ben yapan şeyleri tekrar arayıp bulmalıydım. Yaren bildiği her şeyi anlatmış olsa da hâlâ doldurulamamış boşluklar vardı. O boşlukları doldurmalıydım. Vakitsiz bir depremin enkazından çıkan yitik bir ruh gibi yıkılan her şeyin yerine yenisini koymak zorundaydım. Ama her yerim yara bere içindeydi. Her şeyim enkazın altında kalmıştı. Nasıl olacaktı?

Askeriyenin demir sürgülü kapısının önündeki toprak yolda durduk. Arka koltuktan beyaz gömlek ve siyah pantolondan oluşan takımımın siyah ceketini alıp giydim. Saçlarımı içinden çıkarıp torpido gözünden Yaren'in silahını aldım. Araçtan indiğimde Fındık da peşimden geldi. Kapıyı kapatıp kapının önünde Yaren'in koluna girmiş beni bekleyen Kim Chin'le Yağız'ın yanına doğru ilerledim. Yolun kenarında duran Fırat'ın aracı gözüme ilişirken içimi çektim. Kapı açıldı. Nöbetçi askere selam verip bahçeye girdik. Helikopter pistine doğru ilerlerken bacaklarımın dermanı kesiliyordu. Başımı taşımakta güçlük çekiyordum. Gözlerimin içi kurumuştu sanki. Göğsümde sonsuzluk gibi gelen koca bir ağırlık vardı. Adımlarımı tek bir çizgi üzerinde ilerletmekte zorlanıyordum. 97. üstün gelişi için boşaltılan askeriyenin sessizliği, gökyüzünün kasvetine karışan ayağımın altındaki beton zeminin griliği başımı döndürüp midemi bulandırıyordu.

Askeriye binasının arkasındaki oldukça geniş bir araziye otutturulan helikopter pisti görüş açıma girdi. Yanımda yürüyen Fındık'a baktım. Göz göze geldik. Gülümsemeden edemedim. Kapalı olan ağzını açıp dilini dışarıya çıkardı. Aşağıda olan kuyruğu havalanıp kıvrıldı. Elimdeki silahın kabzasını sıktım. İyi olan tek şey onun yaşıyor olmasıydı.

Piste ulaştığımızda 97. üst olduğunu düşündüğüm fakat diğer üstlere göre fazla genç olan siyah saçlara ve yeşil gözlere sahip bir adam dikkatimi çekti. Arkasında koruması olduğunu düşündüğüm beş kişi vardı. VASÖ'nün siyah kaplamalı helikopteri pisti dolduruyordu. Arkası bize dönük olan Halit albay, Cihan abi ve Fırat bize döndü. Kimseyle göz göze gelmemek için başımı önüme eğdim. Ayağımdaki siyah botlarımı izlerken mesafe giderek kısaldı ve kendimi 97. üstün karşısında buldum. Fırat ardımda kalmıştı ama varlığı her yerdeydi. Esen rüzgar bile onun gibi kokuyordu. Sabahtan beri bezgince atan kalp ritimlerim hızlandı.

97. üstle karşı karşıyaydık. Kim Chin'le Yağız Yaren'le birlikte arkamda duruyordu. Fındık hemen ayaklarımın dibine oturdu. Gözümün önünde görüntüler birbirine karışırken bir an hiçbir şey göremedim. Kulaklarım çınladı. Boynumdaki atardamar çok şiddetli bir şekilde atmaya başlamıştı.

97. üst, "doğru olanı yaptın," dedi. "VASÖ seninle gurur duyuyor," diye eklerken elini omzuma koymaya yeltendi. Sertçe itip iki adım geri çekildim. Havada kalan elini yumruk yapıp aşağı indirdi. Gözlerimin içine öfkeyle baktı.

"Görüyorum ki hâlâ akıllanmamışsın. Kodan'ı bize teslim edeceğini söylediğinde bir şeylerin değiştiğini düşünmüştüm. "

"Değişmedi. Bu bir ateşkes değil. Doğru bildiğimi yapıyorum. Sizin değil, kendi çıkarlarım için."

"O zaman bir şartın var. Söyle. Ne istiyorsan söyle?"

Başımı salladım.

"Hayır, bir şartım yok."

Dün Yaren'e canını güvence altına alacağımı söylemiştim. Bana bunu istemediğini, zaten Bahar'ı öldürdükten sonra kafasına sıkacağını söylemişti. İstersem ellerinden kurtulurum, demişti. Yaşamanın hiçbir şey hissedemedikten sonra onun için bir anlamı yoktu. Bense her şeyi gereğinden fazla hissederek her geçen gün ruhumu yitiriyordum.

"Kodan'ı bize öylece veriyorsun? Tek bir şart dahi koşmadan, öyle mi?"

Ellerimi arkamda bağlayıp bacaklarımı omuz genişliğinde açtım.

"Öyle. "

"İdam edileceğini biliyorsun."

Arkamda bağlandığım ellerimi yumruk yapıp sıktım.

"Biliyorum. "

Şaşırdığını belli eden bir yüz ifadesiyle bir süre gözlerime baktı. Ardından elindeki dosyayı bana uzattı.

"Yine de bu yaptığını karşılıksız bırakmak olmaz, " dedi. " Al."

Dosyaya bakıp, "ne bu?" diye sordum. Sesim tekdüze ve duygusuzdu.

"Hisselerini sana geri veriyorum. Bunlar senin hakkın. Belki aramızda bir barış imzalanır. "

Dosyayı elinden aldım. Hisse senetlerini içinden çıkarıp kağıdı parçalara ayırıp yüzüne fırlattım. Elimdeki dosyayı yere atıp, "bunun bir ateşkes olmadığını söyledim," dedim. Rüzgarda savrulup yere düşen kağıtlara baktı. Sakince, "seninle uzlaşmaya çalışıyoruz," dedi. İçinde bastırdığı öfkeyi hissedebiliyordum. "Gel, son verelim bu savaşa. Ne istersen önüne sereriz. Oğuz'u hapisten çıkartırız, benim asistanım olursun. Ankara'ya aldırırım seni. Ömrün boyunca tek bir gün dahi çalışmadan yaşamana yetecek kadar parayı hesabına yollarım. Adalardan birini üzerine yaparız. Sınır yok. Kodu bize ver, dünyayı ayaklarının altına serelim."

Üzerimdeki bütün ağırlığa rağmen kendimi gülmekten alamadım. Bastırmaya çalıştıkça çığrından çıkan kahkahalarım canımı sıkarken ellerimi belime koyup başımı gökyüzüne kaldırdım. Derin bir nefes alıp dudaklarımdan kaçan son birkaç küçük kıkırtının ardından boğazımı temizler gibi bir ses çıkartıp 97. üstün öfkeyle bir canavarın siluetine dönüşen yüzüne baktım.

"Pardon," dedim. "Son zamanlarda duyduğum en iyi espriydi. "

Üzerime yürüdü. Neredeyse burun buruna gelmemizi sağlayıp gözlerimin içine beni öldürmek ister gibi baktı.

"Sen dalga mı geçiyorsun benimle?!! Karşında üstün duruyor!!"

Kaşlarımı havalandırdım.

"Öyle mi? İyi ki söylediniz, hiç fark etmemişim."

"Asena!!!!!! Sınırı aşıyorsu!!!"

"Siz de. Bunlarla mı boyayacaksınız gözü mü? O kadar ucuz muyum? Siz bunlara mı sattınız şerefinizi onurunuzu? Ben satar mıyım? İstediğim tek şey adalet benim. Ölüler için bile adalet. Aslı'yı mezardan çıkarabilir misiniz? 96. üstün taciz ettiği kızın hayatını ona geri verebilir misiniz? Çiğnediğiniz sınırları yeniden çekebilir misiniz? Ölümle tehdit ediyorsunuz ya beni, ben kellemi bıçağın altına koymaya hazırım, peki siz celladım olabilecek kadar masum musunuz?"

Sözlerimle yüzü gölgelendi. Neden sonra hemen toparlayıp üste çıkmaya hazırlanırken ağzını açtı. Elimi havaya kaldırıp onu durdurdum. Yaren'in silahını uzatıp, " bir şey söylemeyin," dedim. "Herkes yediğini ikram eder. Sorun değil. Kodan'ı alıp gidebilirsiniz."

Silâhı elimden alırken, "başına çok büyük bela alıyorsun," dedi. "Bu inadın sonun olacak Asena."

"Şehit olacağım yani. Tam da olması gerektiği gibi. Kulağa hoş geliyor. "

Başını sağa sola sallayıp adamlarına Yaren'i almalarını söyledi. Adamlar Yaren'i alıp iple bağladığımız ellerini çözdü. Yaren'in gözleri bendeydi. Bileklerine kelepçe takılırken yüzünde tuhaf bir ifade vardı. İki adam koluna girdi. Onları durdurmamak için yumruklarımı sıktım. Yaren adamlara direnip, "bir dakika," dedi. "Hazan'la son kez konuşmak istiyorum."

97. üst gözlerini ikimizin üzerinde gezdirip, "tamam," dedi.

Yaren kelepçeli elleriyle yanıma gelip karşımda durdu. Kollarını başımdan geçirip bana sarıldığında bunu beklemiyordum. Ağlamaya yer arayan gözlerim dolu dolu olurken sarılışına karşılık verdim. Başım göğsüne denk geliyordu. Siyah kazağı barut ve toprak kokarken onu ölüme gönderdiğim gerçeğini kaldıramadım. Aslı'dan sonra onu da mezara koyacaktım.

"Yaren...vazgeç engel olayım, lütfen. "

Fısıltı sesimi yalnızca o duyarken üzerime yürüyüp gerilememi sağladı. 97. üsten uzaklaşmış Fırat'lara yaklaşmıştık.

"Saçmalama," dedi. Dudakları kulağımın üzerindeydi. "İyi dinle beni. Cizre'de Varlık mahallesine git. Yağcılar kraathanesinde Çolak var. Onu bul. Seni benim gönderdiğimi söyle. Seni bir eve götürecek. Orada bir kasa var. Şifresi 108567. İçinden çıkanlar senindir. Dikakt et. Evi tuzakladım. Kasa da tuzaklı. Tedbirli git."

"Sen?"

"Konuştuk bunu."

"Eğer Bahar'ı öldürmekten vazgeçersen..."

"Geçtim zaten. Yoksa beni bu kadar kolay yakalayabilir miydin?"

"Yaren..."

Geri çekildi. Kollarını başımdan çıkarıp gözlerimin içine baktı. Adamlar koluna girerken başını dikleştirip, "son nefesimi verirken seni öldürmediğim için kendimle gurur duyacağım," dedi. "Bedenim toprağın altında çürüyüp yok olurken, ruhum cehennemin bilmem kaçıncı katında cayır cayır yanarken bile beni pişman etme, olur mu?"2

Dizlerim titriyordu. Olduğum yere çöküp hüngür hüngür ağlamak istiyordum. Canım hiç yanmadığı kadar yanıyordu. Göğsümün ortasında bir yangın her şeyi kül ederken Yaren'i helikoptere bindirdiler. Helikopter havalandı. Pist boşaldı. Fındık pervanelerin patırtılarıyla havlıyordu. Onu artık geri döndüremezdim. Ya ölümü ya da öldürmeyi seçecekti. Peki ben ne yapacaktım şimdi? Bu kadar parçayı nereye koyacaktım? Üzerime yıkılanların altından nasıl kalkacaktım?

Burnumu çekip yanaklarıma doğru süzülen yaşları sildim. Kim Chin'le Yağız'a dönüp, "gidiyoruz," dedim. Geldiğimiz yoldan geri dönerken Cihan abi önüme geçti.

"Hazan konuşalım," dedi.

Yüzüne bakmadan yürümeye devam ettim.

"Hazan."

Bunca yıl söylediği yalanlara sayardı. Yaren'in bildiklerini onun bilmemesi imkansızdı. Yıllarca babam o arabada yanarak öldü sanmıştım. Ali kardeşim değil düşmanımdı. Hiç lüzumu olmayan savaşlara girmiştim. Yok yere canıma kıymıştım. Annem haklı diye canımı yakmasına izin vermiştim. Hiç hak etmediğim suçları üzerime almıştım. Arta kalanlarımla Fırat'ı sevememiş, ona yetememiştim. Aldığım her nefesten nefret ettim. Yıkıldım, düştüm, yaralandım, paramparça oldum, ama sonra kimse görmeden hemen ayağa kalktım. Belki de o kadar çabuk kalkmak gerekmezdi. Biraz düştüğüm yerde kalmalı, çektiğim acıyı hissedip anlamalıydım. Bir boks ringindeydim sanki. Hakem Cihan abiydi. Ne zaman yere çakılsam ondan geriye saymaya başladı. Maç belki benim için yeniden başlıyordu ama onun için bitmişti.

"Abiciğim bak dur, konuşalım!"

Dinlemedim yine. Gözümü onun olmadığı bir noktaya dikip yürümeyi sürdürdüm. Öfkeyle soluyup kolumu tuttu.

"Hazan yeter! Aslı'yı ben öldürmedim!!"

Aniden adımlarımı durdurdum. Daha kendim bile ne yaptığımı anlamadan yüzünün ortasına bir yumruk geçirdim. Burnundan herkesin duyduğuna emin olduğum bir kırılma sesi geldi. Kolumu bırakıp burnunu tuttu. Kan bir damardan fışkırırcasına akıyordu. Elim acımıştı. Bileğim ve parmaklarım sızlarken elimi sallayıp gözlerimi kimseye değdirmeden bahçeden çıktım. Aracın kapısını açıp Fındık'ı bindirdim.

"Savcı?"

Kim Chin'e döndüm.

"Ne yapacağız şimdi? Nereye gidiyoruz?"

Elimi avuştururken kırık olan kolumla vurduğum için canım daha fazla yanmaya başlamıştı. Kaşlarım acıyla çatılırken, "evlerinize dönün," dedim. "Akşam ben de buluşuruz."

Yağız, "iyi misin?" diye sorarken elimi tuttu. Parmaklarıyla baskı uygulayıp elimi kontrol ettiğinde elimi elinden çekip, "iyiyim," dedim.

"Araba kullanabilecek misin bu hâlde?"

"Kullanırım. Hadi, dağılın. "

Başlarını sallayıp araçlarına bindiler. Ben de şoför koltuğuna geçip motoru çalıştırdım. Cizre'ye gidecektim.1

💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦

Bölüm : 02.05.2025 18:14 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...