91. Bölüm
Binnur Tombaş / Vatanaşk (Askerî Kurgu) / 90. Bölüm

90. Bölüm

Binnur Tombaş
yikim2024

*********

Kerpiçten yapılma evlerin arasındaki dar sokakta ilerliyordum. Top oynayan çocukların yanından geçtim. Gözleri beni buldu. İçlerinden biri topa vururken az kalsın bana çarpıyordu. Adımlarımı durdurdum. Suçlu bir ifadeyle önümde durdu. Ellerini arkasında bağlayıp sevimlice gülümsedi. Gülüşüne karşılık verip saçlarını karıştırarak sevdim. Yere diz çöküp, "merhaba," dedim.

Küçük ve birkaçı eksik dişlerini göstererek kıkırdadı.

"Merhaba," dedi. R harfi y'ye dönüştü. H harfi kelimenin içinde hiç yoktu. Esmer teni, kahverengi saçları, kırmızı tişörtü ve siyah şortuyla küçük ama haylaz bir oğlan çocuğuydu.

"Adın ne senin?"

"Hilmi."

Bu seferde l harfi y olmuştu.

"Buralarda bir kahvehane varmış, nerede olduğunu biliyor musun?"

Eliyle arkasını gösterip gülmeye devam ederken Hilmi'den daha büyük olan bir çocuk geldi.

"Caminin karşısında abla," dedi. "Bu yolu takip et."

Teşekkür edip doğruldum. Mavili yeşilli demir kapıların kerpiçten yapılma toprak rengi duvarlarla uyumunun hoş bir görüntü verdiği sokakta yürümeye devam ettim. Mahalleden çok bir köyü andıran bu bölgede oldukça geniş tarım arazileri vardı. Köyün ilerisinde küçük tepecikler halinde görülen sararmış ölü otlarla kaplı otlaklarda inekler, koyunlar ve keçiler yayılıyordu. Buraya geldiğim yol buğday tarlalarıyla doluydu. Samimî ve sıcak bir havası vardı. Sokak aralarında, oyun oynayan çocuklar dışında kimse görünmese de evlerin avlularından kürtçe konuşan kadınlı erkekli insanların sesleri duyuluyordu. Havada toprak ve tezek kokusuna karışan tandır ekmeği kokusu içimde bu evlerden birinde yaşama isteği uyandırdı. Gözümde bir yer sofrasının etrafına doluşan insanlar canlandı. Birbirine yapışık bir hâlde yolun her iki yanına tek sıra halinde dizilmiş evler aşiret ruhunu yansıtıyordu. Birbirlerinden duvarlarını bile sakınmayan insanlar hâlâ vardı.

Sokağın sonuna geldiğimde bir açıklığa çıkmıştım. Köye uzaktan bakıldığında ilk dikkat çeken caminin minaresi önümde uzanırken çaprazındaki, evler gibi kerpiçten yapılmış olan kahvehaneyi gördüm. Önüne atılan sandalyelerde kasketli, şalvarlı, ellerinde iri boncuklu kehribar tesbihleri olan yaşlıca adamlar oturuyordu. Gençten sıska ve esmer bir çocuk masalara çay dağıtıyordu. Bir yerlerden bir horozun ötüşünü duydum. Kalabalıktan yükselen kürtçe türkçe karışık konuşmalar kulaklarıma dolarken onlara doğru ilerledim. Birkaç adım uzaklarında durup beni fark etmelerini bekledim. Uzun sürmedi. Üstümdeki takım elbisemle buraya ait olmadığım çok belliydi.

Başında takkesi olan, kırlaşmış sakalları göğsüne kadar uzanan yaşlı bir adam beni baştan aşağı süzerken kahvehanedeki sesler kesilmişti. Herkes şaşkın ve sorgulayıcı gözlerle bana bakıyordu. Gerildim. Kahvehane ortamlarına ve erkeklerin çoğunlukta olduğu yerlere alışık olsam da kendimi çıplak gibi hissetmekten alamadım. Burası doğuydu. Muhafazakâr bir yerdeydim. Nasıl bir tepki göreceğimi kestiremiyordum.

Ellerimi arkamda bağlayıp, "selamünaleyküm," dedim.

Selamımı alıp almamak konusunda biraz tereddüt ettiler. Nihayetinde içlerinden biri sözcü olup, "ve aleyküm selam," dedi.

Lafı dolandırmadan söze girdim.

"Buralarda Çolak diye biri varmış, acaba kendisinin nerede olduğunu öğrenebilir miyim?"


Kırklı yaşlarında bir adam, "ne edeceksin Çolak'ı?" diye sordu.

"Bu sizi ilgilendirmez. Kendisinin nerede olduğunu biliyor musunuz?"

Gözlerini üzerimde gezdirip, "kimsin bacım?" dedi. "Ne işin olur senin Çolak'la?"

Adamı daha detaylı inceledim. Uzun boyluydu. Siyah kumaş pantolonu, beyaz gömleğinin üzerindeki siyah yeleği, kısa saçlarına nazaran uzun sakalları, sağ gözünün altındaki derin kesik, çukurda kalan gözlerindeki sert, net ve temkinli ifade, bacaklarının arasındaki bastonuyla aradığım kişi olabilirdi.

Ona doğru adımlayıp oturduğu kırmızı örtülü masanın önünde durdum.

"Sen misin?"

Başını hafifçe geriye atıp sağ omzuna doğru eğdi. Kahvehanenin içinden birkaç tane kabadayı kılıklı adam çıktı. Masalarda oturan kalabalıkta bir hareketlilik hissettim. Çolak olduğundan artık emin olduğum adam elindeki kürdanı ağzına alıp ucunu çiğnerken, "velevki benim," dedi. "Ne olacak?"

Ulu orta konuşmanın ne kadar doğru olacağını sorguladım. Etraftaki insanların Çolak' a karşı olan tutumlarına bakılırsa onun kim olduğunu biliyorlardı. Yaren ise...artık yoktu. Bu da onu tehlikeye atabileceğim bir durum olmadığını gösteriyordu.

"Kodan," dedim. "Yaren Kodan'ı tanır mısın?"

Yüzündeki ukala ve temkinli ifade dağıldı. Gözleri kısıldı. Yüzündeki yara iyice büzüştü. Bakışları karardı. Dişlerinin arasındaki kürdanı çiğnemeyi bıraktı. Bastonunu kavrayıp oturduğu sandalyede öne doğru eğildi.

"Kimsin?"

"Hazan Hilâl Türkoğlu. Asena da derler."

Hafifçe gülüp başını salladı. Yüzündeki gerginlik dağıldı. Bakışları daha sakin ve insanî bir hâl aldı.

"Hoş gelmişsin," dedi. "Hoş gelmişsin de niye geldin?"

"Kodan yolladı beni. Bir evden bahsetti. Beni o eve götürecekmişsin."

"O nerede?"

Ne cevap vereceğimi bilemedim. Öldü, demeye dilim varmıyordu. Ölecek, demeye de yüreğim el vermiyordu. Arkamda bağladığım ellerimi çözdüm. Ağrıyıp sızlayan kolumu diğer elimle tutup ovdum. Ne içimdeki ne de gökyüzündeki kara bulutlar bir türlü dağılmıyor, ama yağmur da yağmıyordu. Bir an önce o kasada her ne varsa alıp gitmek, bir şeylerle yüzleşip, bir şeylerin altında ezileceksem de ezilmek istiyordum.

"Ne önemi var? Evin nerede olduğunu söyle yeter."

Oturduğu yerden kalkıp yanıma geldi.

"Nereden bileceğim seni gerçekten onun gönderip göndermediğini?"

"Beni tanıyorsun," dedim. "Belli ki Yaren sana benden bahsetmiş. Biraz aklını kullanırsan bilebilirsin aslında."

Üstüme yürüdü. Kaşları çatılınca yüzü korkutucu bir hâl aldı. Bastonun ucunu birkaç kez yere vurdu. Kahvehanenin kapısının önünde bekleyen iri kıyım üç adam buraya doğru geldi. Çolak kısa fakat keskin bir baş hareketi yaptı. Adamlar üzerime gelmeye başladığında istemsizce geriledim.

"Arayın üstünü!"

Ne yapacağımı bilemezken bir iki adım daha geri çıkıp belimdeki silahı çıkardım. Namluyu onlara doğrulttum. Benimle aynı anda onlarca silah daha çekildi. Emniyet kilitleri indirildi. Kendimi bir anda onun üzerinde silahın hedefinde buldum. Oturan herkes ayaklanıp üzerime geldi. Silah çekmenin yanlış bir karar olduğunu o an anlasam da artık çok geçti.

"İndir silahını," dedi Çolak.

Bir adım daha gerileyip etrafımda oluşan ucu tam kapanmamış etten çemberin dışına çıkmaya çalıştım, ancak ben geriledikçe onlar üzerime geliyordu. Silahın kabzasını sıkıca kavrayıp, "önce siz indirin," dedim. Neyin pazarlığını yaptığımı bilmiyordum. Onlarca adama karşı tek bir kadın, onlarca mermi karşısında tek bir kurşundum. İnternetten buraya gelmeden önce yaptığım küçük çaplı araştırmadan öğrendiğime göre 527 kişilik köy nüfusu yalnızca tek bir aşiretin mensubuydu. Elikan aşireti denilen bu aşiret oldukça sıcak kanlı ve misafirperver olarak biliniyordu. Belki de öyledir. Sorun ben olabilirdim. Daha ılımlı bir şekilde konuşmalıydım. Çolak'ın Yaren'le olan ilişkisini tam olarak kestirememiştim.

Çolak ellerini bastonunun topuzunda birleştirip sırtı kamburlaşırken üzerime eğildi.

"İndirmezsek nolur? " dedi, kaba doğu aksanının fazlasıyla hissedildiği sesiyle. "Tek bir kurşun sıkana kadar onlarcasını yersin."

"Tamam, o zaman hepimiz indirelim silahları. Aradığınız bu değil miydi? Gördüğünüz gibi silahım var. "

"Üzerini aramamıza izin ver. Belli ki daha fazlası da var. Pek sağlam papuca benzemiyorsun. "

"Nereden çıkardın bunu?"

Şeytani bir his veren gözlerini yüzümde gezdirdi.

"Ben insan sarrafıyımdır. "

"Bence biraz daha düşün bunun üstüne. "

Buraya tek başıma gelişimden bile ne kadar aptal olduğumu anlayabilirdi. Bu adamla anlaşabilecek gibi durmuyordum. İri kıyım, saçı sakalı birbirine girmiş bu kıllı adamların bana dokunmasına izin verecek değildim. Kendilerini ne sanıyorlardı?

"Bence benimle ters gitme..." derken sesini, "Çolak!" diye bağıran kaba, kalın fakat tanıdık olduğu için güven veren, sırtımdan yayılan sıcaklığın yüreğime ulaşmasını sağlayan bir ses kesti. Çolak'ın öfkeli yüzü şaşkın bir hâl aldı. Gözleri arkamda bir yeri buldu.

"Bozkurt," dedi. K harfini söylerken sesi k'yle g arası bir hâl almış, gırtlaktan gelmişti.

"Adamlarına söyle silahlarını indirsinler."

Ayak sesleri yaklaşırken midemin içinde bir ateş yanmaya başladı. Kalbim hızla çarpıyordu. Korkuya bile direnirken onun varlığına direnemiyordum. Sıcaklığını sırtımda hissettim. Ayak sesleri sustu. Arkamdaydı. Varlığı birden bütün köyü doldurdu. Sigara kokusuyla harmanlanmış nane aromalı ferah kokusu her yeri sardı. Hafifçe omzumun üzerinden ona döndüm. Ama uzun boyu sebebiyle yüzünü göremedim. Görüş açımda deri ceketi, siyah tişörtünün üzerinden sarkan künyesi ve kemerli belli vardı. Etrafımızdaki kalabalığın git gide arttığını da o an fark ettim. Bazıları seyre, eli silah tutanlar da desteğe gelmişti. Alt tarafı tek başıma bir kadındım, ne yapıyorlardı?

"İndirelim indirelim Bozkurt da ne için?"

"Silah doğrultup tehdit ettiğiniz kadın benim karım. Yeterli mi?"
Sakin, ciddi fakat tehditkâr sesindeki ne olduğunu anlayamadigim bir tını içimi ürpertti. Sert olmasına sertti, öfkeyse o hep yerli yerindeydi zaten ama bu başka bir şeydi.

Çolak bana baktı. Yüz ifadesi şaşkınlıkla tedirginlik arası bir yerdeydi. Fırat'tan çekindiği belliydi. Onun...karısı oluşum geri çekilmeleri için yeterli bir sebepti. Saniyeler içinde üzerime doğrultulan bütün silahlar ait oldukları bellere yerleşti. Çolak'ın tek bir işaretiyle herkes dağıldı. Kahvehaneden çıkanlar içeriye girdi. Masalardan kalkanlar sandalyelerine oturdu. Seyirciler ortadan kayboldu. Destek ekipler sokak aralarına saptı. Ben de silahımı indirip belime soktum.

Fırat arkamdan yanıma geçti. Burada ne arıyordu? Beni mi takip etmişti? Peki ben bunu neden fark etmemiştim ki? Yol boyunca ağlayıp, Yaren'i düşündüğüm, üzerime yıkılan gerçeklerin altında ezilip nefes alamadığım için olabilirdi. Koca gövdesinden yayılan gergin elektirik, yanında git gide ufalan bedenime çarpıp ondan iki adım uzaklaşmama neden oldu.

"Kusura kalma Bozkurt. Karın olduğunu bilmiyordum. Gelip öyle dangul dungul konuşunca işkillendim. Bilirsin bizim işleri. Bazen esen rüzgardan bile nem kapmak gerekir."

Kaşlarım çatıldı.

"Ne demek ya dangul dungul konuşmak? Sana gelip insan gibi bir soru sordum. Cevap vermek yerine bana silah çektiniz. Hem de tek bir kadına karşı neredeyse bütün köy. Bu esen rüzgardan nem kapmak mı oluyor, yoksa kendi gölgenden bile korkmak mı?"

Çolak bana birçok şey demek isterken Fırat'a bakıp kelimelerini daha ölçülü bir şekilde seçerek konuştu.

"Kadın madın düşman düşmandır. Ayrıca hiç de o kadar masum bir yaklaşımda bulunmadın. İlk silah çeken sendin. Sana sadece Yaren'in nerede olduğunu sordum, beni tersledin. Kusura bakma Bozkurt, ama hâlâ senden şüpheleniyorum. "

"Adamların üzerime yürüdü. Üstümü arayacaklardı. "

"Sakladığın bir şeyler olmalı ki bundan korktun."

"Hayır, ben..."

"Yeter! Uzatmayın. Ev nerede?"

Fırat'ın sert ve baskın sesiyle sustum. Çolak hâlâ şüpheli gözlerle bana bakıyordu. Evin nerede olduğunu söylemek konusunda kararsızdı.

"Çolak," dedi Fırat uyarıcı bir sesle.

İstemeye istemeye, "gelin, ben götüreyim sizi," dedi. "O eve öylece giremezsiniz. "

"Tamam," diyen Fırat Çolak'a yol verdi. Çolak topllayarak önümüze geçip yürürken onu takip ettik. Fırat'la yan yanaydım. Kokusu burnuma doluyor, varlığı beni ona çekiyor, ama aramızda soğuk rüzgarlar esiyordu. Neden burada olduğunu sormak istesem de cesaret edemedim. Daha yüzüne bile bakamamıştım. O an eli dikkatimi çekti. Üzerinde yeni açılıp kanamış olan soyuklar ve yaralar vardı. Başımı kaldırıp yüzüne baktım. Onu son gördüğümden bu yana saçları uzamıştı. Sakalları yoktu. Yandan gördüğüm sağ gözünün içi kıpkırmızıydı. Göz altları çöküp morarmıştı. Bulutların arasından yavaş yavaş yüzünü gösteren güneş esmere çalan buğday tenine ve kara gözlerine vuruyordu. Şarap kırmızısı etli dudakları solgundu. Baştan aşağı siyah giyinmişti. Görünüşü serseriyle kabadayı arasında bir yerdeydi. Dağılmış gibi görünüyordu. Sarsılmaz duruşunda hissedilir bir yorgunluk vardı. Kim bilir kaç gündür uykusuzdu? Bu hâli içime oturdu.

Birden bana dönüşüyle göz göze geldik. Patlayan sol kaşını ve gözünün kenarındaki yeni oluştuğu belli olan morluğu da o an fark ettim. Elinin üstündeki yaralarla birleştiğinde biriyle kavga ettiğini düşünmekten kendimi alamadım. Hatta bundan neredeyse emindim. Zaten başka ne olmuş olabilirdi ki? Kiminle kavga etmişti acaba?1

Gözlerimde gezinen gözleri içimi üşüttü. Kara gözlerinde hayvani bir öfke, bastırılmış bir şiddet, alev alev yanan bir nevruz ateşi vardı. Üzerinden atlayıp geçmek isterken ortasına düştüm. Gözleri gözlerime ilk defa kızgın bir ifadeyle bakmıyordu, ama ilk kez bana duyduğu sevginin en ufak bir kırıntısı bile yoktu. Bu kalbimi kırıp acımasızca parçalara ayırdı. Sevdiğim adamla değil de sevgisi nefrete dönüşmüş bir düşmanla göz gözeydim. Sanki canını çok yakmıştım da artık bana sadece öfke duyacak kadar yeri kalmıştı.

Dilini damağında gezdirdi. Yüzü tiksinmekle acı çekmek arası bir yerde kasılıp buruşurken yutkunup önüne döndü. Adımlarım ağırlaşıp yavaşlarken olduğum yerde kalakaldım. Omuzlarıma asılan bir el beni aşağı doğru çekerken yere düşmemek için direndim. İçim acıdı. Bana öyle iğrenç bir şeymişim gibi bakacak kadar ne yapmıştım ki ona? Alt tarafı ayrılmıştık. Madem tiksiniyordu benden niye peşimden buralara gelmişti ki? Defolup gidebilirdi.

Dolan gözlerimi yere sabitleyip yürümeye devam ettim. Hemen birkaç adım arkasındaydım. Ne yanına geldim, ne de önüne geçtim. Yer yer yerlerdeki hayvan pisliklerine basmamak için zikzaklar çizdim. Aklıma Fındık geldi. Onu arabada bırakmıştım. Arabaysa köyün çıkışındaydı. İçeride hava alabilmesi için camları hafifçe aralık bırakmış olsam da onu yalnız bırakmış olmak içime dert oldu. Bir köpekten başka hiç kimsem yoktu şu hayatta. Ali vardı belki. Ama onca zaman yoktu. Şimdi nasıl sil baştan sevecektim onu? Babam VASÖ'nün çıkarlarına kurban gitmişti. O arabada yanan bir başkasıydı. Ben yıllarca bir yabancının mezarının başında ağlamıştım. Babamı yaktığını zannettiğim alevlerin kül ettiği bir yabancının. Peki babamın ölüsü neredeydi? Meçhul. Yaren...belki ölmemiştir bile, demişti. Buna ihtimal vermedim. Yaşıyor olsaydı benim babam beni mutlaka bulurdu.1

Gitgide bulutların esaretinden kurtulan güneş ayağımın altındaki toprağı altın sarısına boyadı. Bir köpeğin havlaması duyuldu. Bir inek möğledi. Bir kuzu meledi. Uzaklardan çan sesleri doldu kulaklarıma. Yanımızdan oğlanın kızı kovaladığı bir yakalamaca oyunu oynayan iki çocuk, neşeli kıkırtılarla gülerek geçti. Önünden geçtiğimiz evin, kapısı kapalı olan avlusunda bir anne çocuğuna seslendi. Bu birbirinden farklı sesler kulağa bir kakafoni oluşturuyormuş gibi gelse de aslında o kadar senfonik bir tınıları vardı ki burada bir yaşamın, bir düzenin uzun zamandır sürdüğünü gösteriyordu. İçimin en son ne zaman bu kadar ısındığını da, üşüdüğünü de hatırlamıyordum.

Önümde ilerleyen Fırat yavaşlayan adımlarıyla durdu. Başımı yerden kaldırıp etrafa baktım. Bir köy okulunun önündeydik. Haftasonu olduğu için kapalıydı. Henüz eve gelmemiştik. Fırat'ın neden durduğunu sorgularken onu umursamıyormuş gibi görünerek yanından geçip önünde yürümeye başladım. Yol giderek yükselirken yokuş yukarı ilerliyorduk. Yolun kenarına dizilmiş olan kerpiç evler giderek azalıp yerlerini otlaklara bıraktı. Köyün diğer ucundan çıkmıştık. Fırat arkamdan gelirken on - onbeş dakika boyunca yürüdük.

Bir zaman sonra yoldan sapıp otlaklardan birine girdik. Engebeli arazi küçük bir dağı andırıyordu. Tırmandıkça tırmandık. Üzerimdeki siyah ceket güneşin ısısını olduğu gibi çekerken sıcakladım. Adımlarımı durdurmadan ceketi çıkardım. Cebinden astım spreyimi alıp elimde tutarken ceketi işaret parmağımın ucuna asıp sırtıma attım. Çolak topallayan ayağına nazaran oldukça çevikti. Yine de ayağı kayarsa tutarım diye hemen arkasında fakat bir iki adım gerisinde yürüdüm.

Arazi iyice dikleşti. Saç diplerimin terlediğini hissettim. Nefesim kesilirken spreyi dudaklarıma dayayıp üç kez ağzıma sıktım. Birkaç kez öksürdüm. Bir arı kulağımın dibinde vızıldadı. Küçük bir çığlık atıp Çolak'ın diğer tarafına geçtim. Gıdıklanan kulağımı ovuşturdum. Çolak omzunun üstünden bir anlığına bana baktı.

"Ne?" dedim. "Gelmedik mi hâlâ?"

Gözlerini devirip önüne döndü.

"Az kaldı. "

Otların arasında bir karınca yuvası gördüm. Bazıları yuvaya dönerken bazıları da yuvadan çıkıyordu. Üzerlerine basmamak için az önce yürüdüğüm yere geçtim. Ceketi omzumda tutmaktan ağırıyan kırık kolumu aşağı indirdim. Elim de ara ara sızlıyordu. Ceketi otların üstünde sürürken başımı gökyüzüne kaldırdım. O an serin bir rüzgar tatlı tatlı esti. Yüzümü yalayıp geçtiğinde geriye dudaklarımda küçük bir tebessüm bıraktı. Az ötede kır papatyaları açmıştı. Uçuşan renkli kelebekler dikkatimi çekti. Sonra bir sinek gelip burnuma çarptı. Gitmesi için başımı sağa sola salladım. Fazla uzun olan saçlarım önüme döküldü. Boyum kısaydı ve saçlarım neredeyse diz kapaklarıma değecekti. Niye hâlâ uzun kullanıyordum ki? Rapunzel miydim ben? Oysa ki artık saçlarımı seven bir prensim bile yoktu.1

Önüme dökülen saçlarımı astım spreyinin olduğu elimin tersiyle itmeye çalışıyordum. Küçük bir taşa takılıp sendeledim. Dengemi kurmaya çabalarken bir kol belime sarılıp beni düşmeden yakaladı. Sırtım geniş göğsüne yaslandı. İnce gömleğim sıcaklığını olduğu gibi tenime geçiriyordu. Nefesi saç diplerime vururken yutkundum. Durmuştuk. Çolak yürümeye devam ediyordu. Yokuşun tepesinde büyük bir ağacın dalları gözüme ilişti. Gökyüzünde bir kuş süzüldü. Kokusu burnuma doldu. Karnımın üstünden belime sarılı olan kolu beni daha sıkı kavrarken gömleğimin üstünden tenimi okşadı. Yüzünü saçlarımın arasına gömdü. Öpüp kokladı. Aldığı derin nefesle yükselip alçalan göğsünü hissettim. Yüzünü saçlarımın arasından kaldırıp üzerime eğildi. Önüme dökülen saçlarımı geriye doğru çekip kulaklarımın arkasına sıkıştırdı. Elimdeki ceketi aldı. Dudakları yanığıma sürtünürken başını hareketlendirip boynumu kokladı. Tenimi öpüp birkaç saniye öylece durdu.2

Vücudumu ateş bastı. Sıklaşan nefeslerimle yükselip alçalan göğsüm kavruldu. Güneş Fırat'ın varlığıyla yarışamazdı. Az evvel yüzüme tiksinerek bakan gözlerinin kalbime bıraktığı ağırlık ansızın bütün heyecanımın üzerine çöktü. İçimdeki ateşin üzerine bir kova su döküldü. Biz ayrıydık. O benden nefret ediyordu. Niye tutmuştu ki beni? Düşseydim daha mutlu olmaz mıydı? Niye içi titreye titreye, kokuma susamış gibi, az önce yüzüme iğrenircesine bakarken şimdi terli tenimi öpüyordu ki?

Gözlerim yine usul usul dolarken Çolak duymasın diye kısık bir sesle, "bı-bırak," dedim. Sesim çok kırılgandı. Ağlamak üzere olduğumu fazlaca belli edişi canımı sıktı. Neyse ki zorlamdan bıraktı. Ceketimi elinden almak istedim. Benden tiksinen birine eşyamı taşıtmak istemiyordum. Ceketi almama izin vermeyip uzattığım elimdeki spreyi alıp elimi tuttu. Çektim, ama bırakmadı.

"Yol bundan sonra çok dik," dedi. "Her yer taş. Düşersin. Tut elimi."

O benim elimi tutuyordu zaten. Ama ben elimi yumruk yapıp onun elini tutmadım. Kaba sesi sert ve ciddiydi. Hâlâ soğuk rüzgarlar estiriyordu. Hem bana yardım edip, hem yanımda olup hem de beni sevmiyordu. Çolak bizden iyice uzaklaşırken ileriye doğru bir adım attım. O da büyük avucunda küçücük kalan elimi sıkıca tutup yürüdü. Bir iki metre daha ilerledik. Otlar giderek seyrekleşti. Yokuş düz bir duvara döndü. Öne doğru eğilmekten belim ağrımıştı. Botlarımın altından kayıp giden taşlarla dengem sürekli bozuluyordu. Dağlık arazide yürümeye alışkın olmadığımdan olabilirdi, çünkü Fırat'la Çolak asfaltta yürüyormuş kadar rahattı. Eğer Fırat elimi tutmuyor olsaydı şimdiye kadar en az iki üç kez yere kapaklanmış olurdum.

Bir kez daha astımım tuttu. Boştaki elimi göğsüme götürdüğümde Fırat hemen durup elimi bıraktı. Kolunu belime sarıp beni göğsüne yasladı. Spreyi dudaklarıma dayayıp üç kez sıktı. Derin derin nefesler alırken çok yorulmuştum. Sabahtan beri ağzıma tek bir lokma koymamış, bir yudum su içmemiştim. İlaç saatim geçtiği için kolumdaki ağrı giderek şiddetleniyordu. Güneş başımı döndürürken astımım işleri iyice zorlaştırıyordu. Fındık arabada yalnızdı.

Gömleğimin halihazırda açık olan iki düğmesinin ardından üçüncü düğmesini de açıp elimi göğsüme bastırdım. Parmak uçlarıma dolanan metal zinciri hissettim. Sütyenimden taşan büyük göğüslerim nemliydi. Fırat elimi tuttu. Ne yaptığını anlamaya çalışırken parmağımdaki yüzüğe baktığını gördüm. Üzerini okşayıp Cihan abiye attığım yumruğun etkisiyle yavaş yavaş moraran parmaklarımı sevdi. Sıkıntılı ve sert bir nefesi alıp verdikten sonra elimi bıraktı. Kaba ellerinin sert parmakları boynumdaki zinciri buldu. Tenime değen parmak uçları değdiği yeri ateşe verdi. Zincirin ucundaki künyeyi göğüslerimin arasından çıkardı. Onun bana verdiği künye olduğunu fark etmiş olmalıydı. Yüzüne bakamadım. Başımı önüme eğdim. Açık olan düğmelerden memelerim görünüyordu. Son açtığım düğmeyi ilikledim. Gözlerim yüzüne doğru tırmanırken künyeyi dudaklarına götürüp koklayarak öptü.

Alt dudağımı ısırdım. Göz göze geldik, ama ben hemen kaçırdım gözlerimi. Künyeyi gömleğimin içine geri soktu. Dudakları alnımı buldu. Beni göğsüne bastırdı. Dudaklarını çekip çenesini alnıma dayadı.

"Ölürüm sana," diye fısıldadığını duydum.3

Ona sımsıkı sarılmak istedim. Bedenim, ruhum, tenim her zerrem onu deli gibi özlemişti. Ama yapamadım. Hem yeri değildi, hem de o bakışları gözümün önünden gitmiyordu. Ölürüm sana, diyordu ama bana öyle bakarak aslında beni öldürmüştü. Kollarından çıkmak istedim. Bırakmadı. Gözlerime bakıp ceketi ve spreyi bana uzattı. Aldım. Ondan uzaklaşmayı dendim tekrar. Sonuç değişmedi. Bir kolu belimdeyken diğer kolunu bacaklarımın altından geçirip beni kucağına aldı. Gözlerim şaşkınlıkla büyüdü. Ceketime sıkıca sarılıp ona baktım. Hâlâ kızgındı. Öfkeli, yabani ve yabancıydı. Güçlü kolları güven verirken üzerimdeki baskınlığı, beni her seferinde ona boyun eğmeye zorlayan sarsılmaz varlığı tedirgin ediciydi. Yine de gözlerinde küçücük bir ışık vardı. Sevgi gibi, biraz da hayranlık, ama çokça kızgındı bana. Bir parça da kırgın belki.1

Gözlerimizi ayırıp, "indir beni, yürüyebilirim," dedim. Hiçbir şey söylemeden önüne dönüp yokuşu, kucağında ben yokmuşum gibi tırmanmaya devam etti. Bu yükseklikten bir hayli uzaklaştığımız köyü ve karşıdaki ovalarda, beyaz bir nokta gibi görünen koyun sürülerini izlerken sessiz kaldım. Yürüyecek takatim kalmamıştı zaten. Midem bulanıyordu. Beni taşımanın onu zorlamayacağını biliyordum. Gözlerimi omzundan aşağı indirdiğimde hem yokuş yukarı ilerliyor oluşumuzdan hem de Fırat'ın boyunun uzunluğundan dolayı kendimi bir uçurumun kenarında gibi hissettim. Sabah da olduğu gibi aniden renkler birbirine girdi, görüntü bulanıklaştı. Başım ağırlaşırken kulaklarım çınlayıp uğuldadı. Gözümün önü karardı. Göz kapaklarımı açık tutamadım. Öne doğru eğilen başım Fırat'ın şakağına çarptı. Kendimi geri çekmek istesem de yapamadım. Bayılmak üzereymiş gibi hissediyordum.

"İyi misin?"

Sesi kulaklarıma fazla derinden geliyordu. Kafatasımın içinde bir değirmen taşı bütün eziciliği ve gürültüsüyle dönüyordu.

"Başım dönüyor," dedim güçsüz bir sesle.

Kasıldı. Sıkıntılı bir şekilde alıp verdiği nefesi boynuma vurdu. Beni kucağında daha sıkı tuttu.

"Başını omzuma koy, kapat gözünü," dedi. "Az kaldı."

Dediğini yapıp başımı omzuna koydum. Gözlerim zaten kapalıydı. Mide bulantımı bastırmak, içimde oluşan tuhaf boşluğu doldurmak için kollarımı boynuna sardım. Hızlı kalp atışlarını göğsümde hissedebiliyordum. Burnu saçlarımın arasında gezinirken dudakları boynumu buldu. Tenime kokumu içine çekerek dudaklarını sürtüp küçük öpücükler kondurdu. Engel olmadım. O öptükçe kavurucu bir yaz sıcağının akşamüstüne serin bir meltem yerleşiyor, ruhum nefes alıyordu. Fırat'ın yanımdaki varlığı tuhaftı. O yanımdayken güneş bulutların ardından yüzünü gösteriyordu; çiçekler açıyor, kelebekler uçuşuyor, kuşlar süzülüyordu. Güvenle korkuyu aynı anda hissediyordum. Hem kaçmak hem kalmak istiyordum. O varken bütün yabancılar tanıdık oluyordu. Anahtarı elimdeyken bile açamadığım kapılar aralanıyordu. Ama Fırat yokken gökyüzü gri bulutlara, kükreyen şimşeklere, düşen yıldırımlara, şarıl şarıl yağan yağmurlara esir düşüyordu. Her şey esrarengiz bir hâl alıyor, sırlar köşe bucak beni kovalıyor, ateş sıcaklığını kaybediyor, bütün renkler siliniyor, hikayeler anlamlarını yitiriyordu. Dört bir yanımı hayaletler sarıyordu. Bütün namlular beni buluyordu. Ne zaman ondan uzaklaşsam zarar görüyordum. Azrail canıma göz dikiyordu. Her şey yerle bir oluyordu. Sığınacak kimsem olmadığı için daha güçlü birine dönüşüyordum. Her an tetikte olmak zorunda olduğum için daha mantıklı düşünüp karar verebiliyordum. Fakat Fırat'ın varlığı bütün telâşlarımı önemsiz kılıyordu. Onun yokluğunda arada bir kaçırsam da hayatımın iplerini elimde tutabiliyordum, ama o varken saçlarımın uzunluğu, giydiğim kıyafetler, yediğim yemek, içtiğim su, uyuduğum zaman, nerede ne yapacağım tamamiyle onun kontrolü altında oluyordu. O gün eğer Fırat'ın yanında kalmış olsaydım Yaren bana dokunamazdı mesela. Ben geçmişimin koca bir yalan üzerine kurulu olduğunu öğrenmezdim. Yaren'i ölüme göndermek zorunda kalmazdım. Bahar ölürdü. Fırat beni tek bir saniye bile yalnız bırakmayacağı için yataktan çıkmaz, sürekli Aslı'nın ölümünü düşünürdüm. Fırat zorla bana bir şeyler yedirip içirmek isterdi. Fındık'a da ne de olsa o bakıyor diye kapının önüne bile çıkmazdım. O beni sevdikçe, acı çekmeme, üzülmeme, hiçbir şey yapmadan öylece durmama izin verip etrafımda dört dönüp beni pamuklara sardıkça ipleri elimden tamamen bırakırdım. Fırat varken benim çok az şeyi düşünmeme gerek kalıyordu. Oysa ki ben bunca zaman düşersem beni kaldıracak kimse yok diye ayakta kalmıştım.

Fırat'ın kucağındaydım. Tenimi öpüp kokluyor, benim yürümem gereken yolu beni kucağına alıp o yürüyordu. Yine barışacaktık. Bunu hissedebiliyordum. Fırat her şeyi bir kenara bırakıp peşimden gelmişse bu boş yere olamazdı. Beni koynuna alacak, gözyaşlarımı silecek, aç mıyım tok muyum, canım yanıyor mu, hasta mıyım diye dibimde gezecekti. Hadi Kim Chin neyse de Yağız'la görüşmeme izin vermeyecek, benim için en ufak bir tehlike arz eden işlere bulaşmamam için gözünü üstümden ayırmayacaktı. Sürekli benimle sevişmek isteyecek, öpüp koklayıp her yerimi elleyecek, yan yana olduğumuz her saniye dudak dudağa olacaktık. Onunla sevişmekten rahatsız olmuyordum. Bana dokunmasından da. Ama Fırat'la birlikte keşfettiğim kadınlığımla tam olarak barışabilmiş değildim. Onun yanında dönüştüğüm insan şu an olduğum yerden çok uzak görünüyordu. VASÖ'nün karışısında duran, Yağız ve Kim Chin'le konuşan benle, Fırat'ın yanında olan ben çok farklı kişilerdik. Ve ben sanırım bu iklemi sevmiyordum.

Fırat durdu.

"İki dakika ayakta durabilecek misin?" dedi.

Kirpiklerimi aralayıp başımı omzundan kaldırdım. Burun buruna geldik. Geri çekilip gözlerimizi ayırdım. Etrafa baktım. Düzlüğe çıkmıştık. 10 -15 m ileride yapraksız bir söğüt ağacının altında kerpiçten yapılma tek katlı bir ev vardı. Çolak evin önünde, arkası bize dönük bir şekilde duruyordu. Fırat yanağımı öptüğünde ürperdim. Kalbim teklerken nefesimi tuttum. Yavaşça ona döndüğümde alnını alnıma dayayıp, "ateşin var," dedi. Sesi hâlâ sert ve kızgın, bakışları yakıcıydı. Ama bir yandan da izinsizce öpüp duruyordu beni. Yutkunup, "dururum, " dedim. "İndir. "

Gözleri dudaklarımda gezinirken içini çekip yavaşça yere bıraktı beni. Kolunu belimden çekmeden elimdeki ceketi aldı.

"Tutun bana," dedi.

Ne yaptığını anlamıyordum, ama yine de karşı çıkmadım. Deri ceketinin yakalarına tutundum. Ceketimi sırtımdan geçirip, "sok kollarını," dedi.

Başımı geriye atıp gözlerine baktım. Gözümün önü tekrar kararırken gözlerimi kapatıp yüzümü göğsüne gömdüm. Sıkıca sarıldı bana. Saçlarımı öperken, "çok sıcak," dedim. "Giymek istemiyorum. "

Yüzümü kapatan saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırıp çene kemiğimi öptü. Dudaklarını tenimden ayırmadan, "gömleğinin altından sütyenin görünüyor," dedi. "Giymek zorundasın, çıldırtma beni."

"Görünsün, ne olacak ki?"

Öfkeyle soludu.

"Sana bir şey olmaz," dedi. "Olan bana oluyor. Elin herifi sütyenini görsün, o ibne elini tutsun, ben ölüp gebereyim sensizlikten, ne olacak ki? "

Sinirden titreyen sesi ve tehditkâr tınısıyla kollarında titreyip kasıldım. O an yüzündeki morluğun ve elinin üstündeki yaraların nasıl meydana geldiğini anladım. Yağız'la kavga etmişti. Bu farkındalık dip dibeyken bile aramıza derin ve dehşetli bir uçurumun açılmasına neden oldu. Yağız'ın ne hâlde olduğunu düşünmekten kendimi alamadım. İyi bir hâlde olmadığından emindim.

"Ta-tamam," dedim. Göğsünden ayrılıp kollarımı ceketten içeriye soktum. Üzerimi düzeltti, saçlarımı ceketin içinden çıkardı. Gömleğimin açık olan iki düğmesinden birini ilikledi. Beni tekrar kucağına almaya meyil ettiğinde engel oldum.

"Yürüyebilirim," dedim.

"Başın dönüyor, düşersin, bir şey olur. Gel kucağıma."

Ellerimi kollarına koydum. Üzerime eğildiği için yüzlerimiz yakındı.

"Düşmem," dedim. "İki adımlık yol zaten. Yokuş da değil. Lütfen."

Sebebini anlayamadığım bir şey yüzünün gerilip gözlerinin öfkeyle kararmasına neden oldu. Ne yapacağımı bilemedim. Ayrı kaldığımız sürecin ona hiç iyi gelmediğini, öfkesinin gitgide arttığını hissettim. Üzerimden doğrulup elimi tuttu.

"Yürü," dedi.

Eve doğru adımladık. Yer ayağımın altından çekilirken görüntüler bir yakalaşıp bir uzaklaşıyordu. Nihayet Çolak'ın yanına vardık. Çolak elindeki anahtarı bana uzattı. Aldım. Mavi demir kapıya doğru Fırat'ın elini bırakarak ilerledim. Kapının önünde durup cebimdeki eldivenleri çıkarıp ellerime geçirdim. Eldivenlerin ortasındaki tuşa basıp içlerindeki VLF dedektörlerini devreye soktum. Kapının rengi gözümü alırken ellerimi kapının üzerinde gezdirdim. Kapının koluna yakın bir bölgede eldivenin içindeki dedektör ötmeye başladı. Kapı tuzaklıydı. Arkasında kapı koluna bağlı bir bomba olmalıydı.

Fırat yanıma geldi.

"Noluyor?" derken kolumu tutup beni kapıdan uzaklaştırdı.

"Kapı tuzaklı," dedim.

Fırat Çolak'a döndü.

"Biliyor muydun?" dedi sert bir sesle.

Çolak bastonundan destek alarak karşımda durdu.

"Biliyordum," dedi. Fırat üzerine atılmak için hareketlenirken ekledi. "Eğer direkt anahtarı deliğe soksaydın durduracaktım. Ama seni Yaren'in gönderdiğini söyledin. Yaren senden nefret eder. Seni buraya iyi bir amaçla gönderdiğini düşünmedim. Yanılmışım. Belli ki sana evin tuzaklı olduğunu söylemiş. Niyeti sandığım gibi seni öldürmek değil anlaşılan. Kasanın şifresini de söyledi mi?"

"Söyledi."

"Tuhaf. En son yanımdan seni öldürmek için ayrılmıştı. Önce seni, sonra da Bahar diye birini öldürecekti. Nasıl durdurdun onu? Yaren nerede?"

Fırat'ın gözleri ikimizin arasında gezinirken Bahar'ın adını duyunca Çolak'a kilitlendi.

"Bahar mı?"

"Senin kardeşin olan Bahar olduğunu söyleme."

Fırat bana döndü. Yüzündeki telaşı, endişeyi ve korkuyu gördüm.

"Bahar iyi," dedim. "Yaren önce benim yanıma geldi. Yakaladım onu. VASÖ'ye teslim ettim. "

Fırat zaten bunu biliyordu, Çolak'a anlatıyordum. Yüzü tuhaf bir hâl aldı. Üzerime gelirken, "nasıl VASÖ'ye teslim ettin?!" diye bağırdı. Fırat aramıza girip, "kime bağırdığına dikkat et Çolak," dedi. "Siktirme bana ses tellerini. "

"Onu öldüreceklerini biliyorsun! Nasıl yaparsın böyle bir şeyi?!"

"Çolak!"

"Sen karışma Bozkurt! Aslı bunun yüzünden öldü, Yaren de bunun yüzünden ölecek!! VASÖ'nün bütün dengesini altüst etti!! Bu örgüt bu hâle geldiyse hepsi onun suçu!!"

Fırat'ın yanına geçip Çolak'a baktım.

"Yaren için üzgünüm, Aslı içinde. Ama VASÖ bugün bu haldeyse kendi suçu. Onlar benim...babamı öldürdü. Yıllarca yalanlarıyla beni kandırıp kardeşimin bir terörist olduğuna inandırdılar. Halbuki Ali de bir VASÖ ajanıymış. VASÖ bundan daha fazlasını hak ediyor ve yaşayacak. "

Söylediğim şeyler Çolak'tan çok Fırat'ı şaşırtmıştı. Gözleri gözlerime değmek isterken buna izin vermedim. Göz göze gelirsek ağlardım. Duymak, bilmek neyse de dillendirmek canımı tahmin ettiğimden daha çok yakmıştı.

"Yaren'in ne suçu vardı?!"

"Çolak!!"

Fırat benden duyduklarının da üzerine kattığı öfkesiyle Çolak'ın üstüne yürüdü. Kolunu tutup araya girdim. Çolak'a dönüp, "ona iki seçenek sundum," dedim. "Ya hiç kimseye dokunmadan, bana gerçekleri anlat ve git ya da seni VASÖ'ye teslim ederim, dedim. Bana gerçekleri anlattı ama Bahar'ı öldürmek konusunda ısrarcıydı. Ne dediysem ikna edemedim. Ona Ankara'ya gitse bile canını güvence altına alabileceğimi söyledim, kabul etmedi. Bu sabah 97. üst onu götürürken de buna engel olabileceğimi soyledim. Bana isterse kurtulabileceğini, bilerek teslim olduğunu söyledi. Dün gece evde sadece ikimiz vardık. Sence ben Yaren'i o istemediği sürece tek başıma yakalayabilir miydim?"

Gözleri önüne düştü. Afallamıştı. Yaren'e gücümün yetmeyeceğini o da biliyordu. Gözleri dolar gibi oldu. Bastonundan destek alarak kapının yanındaki taşa oturdu.

Çolak'ın Yaren'e karşı hisleri olduğunu fark ettim. Bu kendime daha fazla nefret duymama neden oldu. Yaren ölümü seçmişti ama yaşamasını isteyen biri vardı. Yaren hiçbir şey hissetmiyordu ama onu seven bir adam vardı. Hani dünyayı sevgi kurtaracaktı? Sevgi daha kendine bile yetemiyordu ki. Belki de terzi kendi söküğünü dikemediği içindir. Bir kalp kaç yerinden daha yama tutardı?

Göğsüme oturan ağırlıkla Çolak'a doğru ilerledim. Önünde diz çöküp, "özür dilerim," dedim. "Elimden geleni yaptım. En iyisi değildi ama denedim. VASÖ'nün karışısında birlikte duralım, dedim. Tek yol öldürmek değil. Ama bana VASÖ'deki köstebeğin o olduğunu, masum olmadığını söyledi..."

"Ölmeyi hak etti mi diyorsun?"

"Hayır, etmedi. Ama yaşamak da istemedi."

"Onun yerinde sen olsaydın ister miydin? Sen yakalamasan kendisi teslim olacaktı zaten. Biraz daha bekleyemedin mi?"

"Bahar'ı öldürmesine izin veremezdim."

"Keşke önce Aslı'nın ölmesine izin vermeseydin!"

Yüzüme bir yumruk geçirseydi bu kadar canımı yakamazdı belki. Haklıydı. Aslı ölmeseydi, buna engel olabilseydim eğer bugün burada olmayacaktık. Benim suçumdu. Elime silah almadan herkesi kurşuna dizmiştim.

"Haklısın, özür dilerim. "

Dolan gözlerini silip ayağa kalktı. Onunla birlikte doğruldum. Gözlerime nefretle bakıp, "bundan sonrasını kendin hallet," dedi. "Bombalar patlamadan eve girebilirsen gir."

Arkasını dönüp giderken ne Fırat ne de ben durdurmadık onu. Aksayan ayağıyla yokuşu inerek gözden kayboldu. Eve dönüp Fırat'a gözlerimi değdirmeden pencerelere baktım. Önlerinde demirler vardı. Arka cepheye dolandım. Buradaki pencerelere de demir takılmıştı. Evin çatısı dümdüzdü. Belki evin içine girecek bir kapı olabilirdi. Etrafta üzerine basıp çatıya çıkabileceğim bir şey aradım, ama yoktu. Arkamda duran Fırat'a döndüm. Boyu neredeyse ev kadardı. Yanına gidip, "beni çatıya çıkartır mısın?" dedim.

Yüzündeki öfke dağılmış, bakışlarındaki fırtına durulmuştu. Gözlerime alev alev yanan tutkulu bir sevgiyle bakarken gerildim. Aramızdaki mesafeyi kapatıp belimi tuttu. Kucağına alıp boynumu öperken eve doğru yürüdü. Duvarın yanında durup beni kucağında yükseltip çatıya koydu.

"Bekle, hareket etme. Yanına geleceğim," dedi. Ellerini çatının zeminine koyup kendini yukarıya çekti. Saniyeler içinde yanımdaydı. Çatının ortasında kare şeklinde bir tahta vardı. Ona doğru ilerleyip yere diz çöktüm. Fırat kolumu tutup, "kalk ben bakarım," dedi.

Kolumu elinden çekip, "bırak," dedim.

"Dikkat et."

Elimdeki eldivenleri tahtanın üzerinde gezdirdim. Dedektör yeniden öttü. Ellerimi yere koyup tahtayla zemin arasındaki aralıktan bombayı görmeye çalıştım. Basit bir C4 tahtaya sabitlenmişti. İmha etmesi kolay bir bombaydı ama tahtayı kaldırdığım an infilak ederdi.

"Tuzaklı."

Ayağa kalktım. Başım dönünce sendeledim. Fırat hemen belimi kavradı.

"Noluyor sana böyle?" dedi. Sesi gergin ve endişeliydi.1

"Bilmiyorum. Acıktım biraz, ondandır herhalde. "

Sertçe soludu. Ağzını açıp yine bana kızacakken buna fırsat vermeden, "aşağı indir beni," dedim. "Başka bir giriş olmalı."

İmalı ve sert bir sesle, "emredersin," diyerek elimi tutup köşeye götürdü beni. Aşağı atlayıp ellerini uzattı. "Gel," dedi. Ona bakarken başım döndü. Tökezledim. Ayak bileklerimi tutup dengede durmamı sağlarken, "yere çök," dedi. Sözünü dinleyip dediğini yaptığımda belimi tutup kucağına aldı. Ellerimi geniş omuzlarına koydum. Deri ceketi avuçlarımı yaktı. Yere indirmesini beklerken bir süre göz göze kaldık. Vücudu çok sıcaktı. Bu sıcaklık beni de içine çekiyordu. Gömleğimden açıkta kalan gerdanımı öptü. Saçları boynumu gıdıklayıp dudaklarıma değiyordu. Kokusu ciğerlerime işledi. Yüzünü terlediğim için nemli olan tenime sürtüp kokladı. Beni tek koluyla kucağına sabitleyip diğer eliyle az önce kendi iliklediği düğmeyi açtı. Eli yeniden belimi buldu. Sütyenimden taşan göğüslerimin arasını kokladı, öptü. Nefeslerim sıkılaşırken sırtımı duvara yasladı. Tırnaklarımı omzuna geçirdim. Ondan etkileniyordum. Öpücükleri içimi gıdıklıyordu. Fırat'ın yokluğunda onunla seviştiğimizi gördüğüm rüyalarımı hatırladım. Uyandığımda onu isteyişlerimi, o yanımda yokken bile onun için sırılsıklam oluşlarımı anımsadım. En çok o zamanlar da ona dönmek istemiştim. Daha farklı bir anda olsak şu söğüt ağacının gölgesinde bile onun olmaya razı olurdum. Ama yeri miydi şimdi? Bugün ramazanın son günüydü. Oruçlu olmalıydı, ne yapıyordu?

Başını ellerimin arasına alıp, "Fırat dur," dedim. "Eve girmemiz lazım, napıyorsun?"

Derin bir nefes alıp göğsümden kaldırdığı başını boynuma gömdü. Beni içine sokmak ister gibi sarıp sarmalarken nefes nefese, "çok özledim," dedi. "Offf çok özledim lan."

Ben de çok özlemiştim. Ama aramızda hâlâ engeller vardı, En büyüğü de bendim. Dahası bana az önce tiksinerek bakmışken şimdi nasıl böyle sevebiliyordu? Kalbimdeki kırıklar ruhuma battı. Kollarımı boynuna sarıp, ben de seni özledim, diyemedim. Hâlâ aynı yerde duruyordum. Bahar ne olacaktı? Öte yandan özgürlüğümü yeniden Fırat'ın ellerine teslim edip etmemek konusunda emin değildim. İçimdeki ikilemin içinden bir türlü çıkamıyordum. Her bir zerrem ona koşsa da ayaklarım gitmiyordu. Yaren haklıydı. Ben o gece Fırat'la sevişmek için Aslı'yı ölüme terk etmiştim.

"Fırat...bırak lütfen. "

Yüz yüze gelmemizi sağladı. Alnını alnıma dayayıp, "hiç mi özlemedin beni?" dedi.

Gözlerime öyle bir ihtiyaçla yalvarır gibi bakıyordu ki kıyamadım.

"Özledim, ama sonra konuşalım bunu. O kasaya ulaşmam lazım. Her şey buna bağlı. Nolur?"

Dudağımın kenarını öpüp yere indirdi beni. Alnımı öptü.

"Ne yapacağız? Başka bir girişi var mıdır ki bu evin?"

"Sanmıyorum," dedi. "Büyük ihtimalle evi tuzaklayıp çatıdan çıktı. Tahtaya bombayı yerleştirip girişi kapatmış."

"Ne yapacağız peki?"

"Pencerenin demirlerini sökeceğiz," dedi.

Ciddi olup olmadığını sorgularken ona baktım.

"Nasıl sökeceğiz? Sen ciddi misin?"

"Ciddiyim, gel," derken elimi tuttu.

Evin ön cephesine geçtik. Pencerenin önünde durduk. Elimi bırakıp ceketini çıkardı. Çatıya koyup tişörtünü de çıkardığında karşımda siyah aletiyle kalmıştı. Esmere çalan buğday teni güneşin altında parlıyordu. Boynundan sarkan künyede parmaklarıımı gezdirmek, kalın ve güçlü boynunu öpmek, sırt kaslarına dokunup geniş göğsünde uzanmak istedim.

Fırat elindeki tişörtle demirleri tuttu. Kol kasları şişip sırtındaki adaleler ortaya çıkarken demirleri çekti. Sağa sola hırpaladı. Ara ara kulaklarıma dolan erkeksi bağrışları kulaklarıma doldu. Teninden süzülen ter damlaları aklımı bulandırırken demir yerinden oynadı. Duvardan parçalar döküldü. Demiri daha az bir güç kullanarak hareket ettirip duvardan çıkardı. Fırat, şaşkın bakışlarım eşliğinde demiri tişörtüyle birlikte yere atıp eline büyük bir taş aldı. Pencereye fırlattığı taşla cam yerle bir oldu.

Dudaklarımdan küçük bir çığlık koparken bunu beklemiyordum. Bana kısa bir bakış atıp pencereye yaklaştı. Taşı yerden alıp camın geri kalanını da kırdı. Tek bir cam parçası bile bırakmadan temizledi. Taşı yere atıp, "gel yavrum," dedi. Yavrum deyişini yok saymaya çalışarak yanına gittim. Beni kucağına alıp camdan içeriye soktu. Evin içinde keskin bir toprak kokusu vardı. Yerde uzunca bir oturak, eski bir halı, köşede iki tane ahşap sandalye bulunuyordu. Karşımdaki duvarı örten kırmızı bir bez dikatimi çekti. Fırat koca gövdesiyle zar zor camdan içeriye girerken kenara çekildim. Kapının arkasındaki patlayıcı ürpermeme neden oldu. Birkaç adım gerileyip uzaklaştım. Kapısız mutfaktaki kapkacaklar gözüme ilişti. Elimdeki eldivenleri çıkarıp cebime koydum. Arayacak çok da bir yer yoktu. Mutfağa doğru ilerledim. Fırat peşimden geldi. Kapıdan geçerken yüzüme değen örümcek ağlarıyla geriledim.

"Ya, of," derken Fırat'a çarpmıştım. Belimi kavrayıp eliyle örümcek ağlarını temizledi.

"Geç hadi."

Örümcek ağlarına değmemeye çalışarak içeriye girdim. Duvarlarda ne bir dolap ne de terek vardı. Toprktan yapılmış gibi duran bir tezgah ve üzerindeki tabak çanaktan başka bir şey yoktu. Köşede küçük bir soba mevcuttu. Tezgahın altındaki perdeyi çektim. Altı boştu. Mutfaktan çıktık. Fırat'a döndüm. Tavan boyuna göre fazla alçaktı ve kambur duruyordu. Bu hâli beni hafifçe gülümsetti.

"Arayacak başka bir yer kalmadı," dedim.

Önünde durduğu duvarda asılı olan kırmızı bezi gösterdi. Bezi tutacakken elini tuttum.

"Dur, Yaren kasayı da tuzakladığını söyledi. Eğer arkasındaysa temkinli olmamız lazım."

"Biliyorum, sakin."

"Nasıl biliyorsun?"

"Ağzını okudum."

Böylece beni burada nasıl bulduğunu da anlamış olmuştum. Kalbim küt küt atıyordu. Diğer bombalara dokunmadan eve girmenin bir yolunu bulmuştuk, ama o bombaya dokunmadan kasaya ulaşamazdık. Ben bombadan pek anlamıyordum. Sadece birkaç basit düzeneği ve infazcıların EYP sistemlerini çözebilirdim. Ordada kesilecek kablo belliydi: koyu yeşil.
Fırat bir bordo bereliydi. Bombadan anlıyor olmalıydı. Fakat Yaren tuzağı VASÖ'ye has komplike bir bomba düzeneğiyle yapmışsa işimiz şansa kalırdı.

Elini tutan elimi avcuna aldı. Diğer eli yanağımı buldu. Tenimi okşarken, "korkma," dedi. "Halledeceğiz. Ama seni dışarı çıkarmam lazım. İtiraz etme bebeğim, tamam?"

Aramızda hiçbir şey olmamış, hiç ayrılmamışız gibi konuşması garip hissettiriyordu. Bana böyle şeyler söylemesini seviyordum, ama aramızdaki sorunlar konuşulup çözülmemişken Fırat'ın yine bir şeylerin üzerini örtmek için sevgisini kullanması beni korkutuyordu. Yine başa sarmak istemiyordum.

"Hayır, dışarı falan çıkmayacağım. "

"Yavrum..."

"Hayır, dedim. Madem dışarı çıkaracaktın içeri niye soktun?"

"Ben sokmasam kendin girecektin. Bir yerini cam keser diye korktum. Şimdi seni dışarıya çıkaracağım ve beni bekleyeceksin. "

Beni kucağına alırken çırpındım. Onu itip karşı koymaya çalıştım.

"Ya ne fark edecek ki?" dedim. "Dışarıya çıkarsan bile arkanı döndüğün an yine girerim."

Ellerimle göğsüne vurduğumda sol kolum acıdı. Acıyla inledim. Pencerenin önünde durup elimi tuttu. Sert bir ifadeyle gözlerime bakıp, "napıyorsun?!" dedi.

Gözümden düşen bir damla yaş yanağımda süzülürken, "burada kalacağım," dedim. Sesim kısılıp çatladı. "Ölürsek birlikte ölürüz. "

Gözlerime tutulup kaldı. Alt dudağının içini hafifçe ısırdı. Belime sarılı olan kolları sıkılaştı.

"Birlikte ölüyoruz da niye birlikte yaşayamıyoruz? " dediğinde kalakaldım. Onunla ölmeyi göze alıp yaşamayı neden alamıyordum? Ölmek bir sondu, ama yaşamak kaç yeni başlangıca ve sona gebeydi bilmiyordum. Bir şeyleri düzeltebilirsem eğer belki içimde onunla yaşamaya da bir yer ayırabilirdim.1

"Neden olduğunu biliyorsun."

Başını belli belirsiz sağa sola salladı.

"Bilmiyorum. Onlar senin nedenlerin. Benim, beni senden ayrı düşürecek nedenlerim olamaz. "

Yine sevmeyen, bahaneler üretip ayrılmak için nedenler bulan ben olmuştum. O benden hiç ayrılmak istememişti, bunu isteyen hep bendim. Yüzüme tiksinerek bakmasını da hak etmiştim. Tek suçlu bendim. Ortada hiçbir şey yoktu. Onun kardeşini ve onu, ondan fazla düşünüyor oluşum beni vefasız bir sevgiliden fazlası yapmıyordu.

"Tamam," dedim. "Ben sevmiyorum seni. Bir tek sen seviyorsun, tamam mı? İndir beni."

Ayaklarımı boşlukta salladım. Tuttuğu elimi çıplak omzuna koydu.

"Ben öyle bir şey mi dedim? dedi.

"İma ettin."

"Etmedim, ne yapıp yapmadığımı biliyorum. Seviyorsun beni, çok seviyorsun. Ama kendi kendine seviyorsun Hazan. Ben seni hissetmek istiyorum. "1

Annemi, Ali'yi, ablamı, babamı bile kendi kendime sevmiştim. Terapide doktorum bunun bende yer edinmiş bir sevme biçimi olduğunu söylemişti. Fırat'ın sert ve öfkeli hallerini annemle bağdaştırıyor olabilirmişim. Kontrolcü hallerini, erkekliğini, korumacı ve sahiplenici tavırlarını babamla ilişkilendiyor fakat sonsuz sevginin yerine birini koyamadığımdan bocalıyordum. Sevgimi gösterdiğimde, bir çocuk olarak ailemden bir şeyler istediğimde aldığım ters ve şiddetli tepkiler zihnimde yer edinmişti. Psikoloğuma göre Fırat'ı olmadığı herkesin yerine koyup bir tek o olarak göremiyordum. Ama tüm bunlarla ayrılığımızın hiçbir ilişkisi yoktu.

"Boş yere ayrılmışız gibi konuşuyorsun. Neden ayrıldığımızı biliyorsun."

"Biliyorum, ama o neden benim için hiçbir şey ifade etmiyor. "

Gözlerim yüzündeki morlukta geziniyordu. İçeriye arkamdaki camdan bir arı girdi. Evin içinde dolanırken esen rüzgar saçlarıma vurup önüme doğru savurdu. Terli tenim üşüdü. Dışarıdaki söğüt ağacının dallarının hışırtısını duydum. Böyle sevilmeyi hak etmiyordum. Hiç kimse böyle sevilmeyi hak etmezdi. Bir kuşun cıvıltısı doldu kulaklarıma. Güneşin sıcak ışıkları evin içine vuruyordu. Siyah atletinden açıkta kalan geniş ve güçlü omuzlarındaki ellerimi teninde gezdirdim. Öyle güzel bakıyordu ki bana, öylesine güzel bir adamdı ki gözlerindeki acı hiç yakışmıyordu ona. Gülünce ortaya çıkan sağ yanağındaki gamzesinin orada olduğunu belki de benden başka bilen yoktu. Dönüp dolaşıp bana geliyordu. Ağzımdan ne çıksa sineye çekiyordu. Gözlerimin içine yürek burkan bir muhtaçlıkla bakıyordu. O bakışlara direnmek o kadar zordu ki aklımdaki kelimeleri toparlayıp işe yarar bir cümle kurmakta güçlük çekiyordum.

"O senin kardeşin," diyebildim.

"Sen de her şeyimsin benim," dedi.

Birkaç saniye ne diyeceğimi bilemedim. Bahar'ı yok sayıp beni yüceltmesi hoşuma gitmedi. Fırat için özel olmak güzeldi, ama onu ailesinden çalmak, benim yüzümden kardeşini yok saymaya bu kadar gönüllü oluşu omuzlarıma yük oldu.

"Fırat...yeri mi şimdi bunları konuşmanın?"

Kaşları hafifçe çatıldı. Gözlerini kapatıp alnını alnıma dayadı.

"Ne zaman yeri olacak?" dedi yorgun bir sesle.

Omuzlarındaki ellerimi hareketlendirip boynuna sarıldım. Saçlarını severken rahatlamış gibi huzurlu bir iç geçirdi. Yüzünü boynuma gömüp daha sıkı sarıldı bana. Ensesini öptüm. Kasıldı.

"Şu kasayı açalım, eve gider konuşuruz olur mu? "

Tenimde derin bir nefes alıp, "olur," dedi. Yanağımı öptü sonra. Ardından gözlerimizi buluşturdu. Burnumun ucunu öpüp emdi. "Bu gece...senin yanında kalsam olur mu?"

Dudaklarımı birbirine batırıp gülümsedim. Benimle sevişmek istiyordu. Midem kavrulurken bütün vücudumu bir ateş sardı. İçim kıpır kıpır oldu. Tenim ona susamıştı. Yatağım onsuz buz gibiydi. İçimde doldurması gereken bir boşluk, söndürmesi gereken bir yangın vardı. Ama yine de onunla yeniden birlikte olup olmama konusunda kararsızdım. Kabul edersem eskiye dönerdik. Bir daha ayrılık kelimesini ağzıma almaya yerim olmazdı. Ya işler daha da sarpa sararsa? Ya Fırat benim yüzümden ileride pişman olacağı bir karar verip Bahar'ı yok sayarsa? Ben VASÖ'yle girdiğim savaştan sağ çıkamazsam? Doğru bildiklerimin enkazından kendime yeni bir gerçek bulup bir hayat kuramazsam? Ya ruhum iyileşemez de Fırat'ı da çürütürse? Onu istiyordum. Bir kere teni tenime değmişti. Rüyaları görmezden gelebilirdim ama bu kadar yakınken, her zerrem ona çekilip, içimdeki kocasına aşık kadın bu koca adamın altında olmak için can atarken, uzun zaman sonra erkekliğinin içimdeki sıcaklığını, sertliğini ve gücünü hissetmek için cayır cayır yanıp şu hâlde bile ıslanıp sızlayan kadınlığımı yok sayamazdım.

"Olur," deyiverdim.

Varla yok arası gülümsedi. Çenemi öpüp ısırırken pencereyle aramızdaki mesafeyi kapattığını hissettim. Aklımı bulandırıp beni dışarıya çıkartacaktı.

"Fırat! Dışarıya falan çıkmayacağım, yere indir beni, hemen."

"Yavrum..."

Gözlerine çattığım kaşlarımın altındaki kızgın gözlerimle baktım.

"Yok yavrun mavrun! İndir beni, burada kalacağım. '

Birden yüzü gerilip gözlerinde közlenen ateş yeniden alev aldı.

"Ne demek lan yok yavrun?! Hazan..."

"Fırat..." derken boynundaki kollarımı sıkılaştırıp onu kendime çektim. Alnını öpüp, "onu mu diyorum?" dedim. "Ağzımdan çıkanları yanlış anlamak için yer arıyorsun. Ayrıca çok uzadı bu iş. Yere indir beni. Daha bombayı çözeceğiz. Lütfen...sevgilim nolur?"

Ona sevgilim deyişimle gözlerinin içi parladı. Gerilen bedeni gevşedi.

Sıktığı dişleri ve coşkulu sesiyle, "ben seni varya..." derken sözünü kesip, "akşam konuşuruz," dedim. Gözlerinin içi gülerken tehditkar bir şekilde başını salladı.

"Konuşacağız," dedi.

*********

Mutfakta bulduğumuz küçük bıçakla Fırat'ın bacaklarının arasındaydım. Kırmızı bezin arkasındaki duvarda bir oyuk vardı ve içindeki kasanın üzerine yapıştırılmış olan bombayla dip dibeydik. VASÖ'ye ait komplike bir düzeneği olan bombanın üzerindeki bütün kablolar koyu yeşildi. Hem zamanlı hem de basınçlı bir bombaydı. Yanlış kabloyu keserken zamanlayıcı harekete geçecek ve bomba on dakika içinde infilak edecekti. Kasayı yerinden oynatırsak da basınç değişiminden dolayı patlayacaktı.

Fırat yirminin üzerinde koyu yeşil kablonun arasından hangisinin zamanlayıcıya bağlı olduğunu ayırt etmeye çalışırken fotografik hafızamla elediğimiz kabloları aklımda tutarak ona yardımcı olmaya çalışıyordum. Fırat Emir'i çağırmayı teklif etmişti ama reddetmiştim. Kim Chin'i çağırabilirdim ama bir faydası olmazdı. Teknoloji birimi ajanlarının bombalarla işi olmadığı için bu konuda aldıkları eğitim sınırlıydı. Telefonumu arabada unutmuş olmakla beraber Fırat dışında VASÖ'yle bağlantısı olan hiç kimseye güvenemezdim. Kim Chin istisnaydı tabii.

"Bu da değil," diyen Fırat'ın elediğimiz her kabloyla birlikte sesindeki gerginlik, vücudundan yayılan sıcaklık ve elektirik git gide artıyordu. Bu beşinci kabloydu.

"Bir de ben bakayım mı?" dedim.

"Dur durduğun yerde."

"Ama sanki şu..." derken bombaya doğru uzattığım elimi havada tuttu.

"Dokunma!"

Sesinin yüksekliği ve sertliğiyle irkildim. Elimi elinden çekip, "ya niye bağırıyorsun?" dedim. "Yardımcı olmaya çalışıyorum."

Omzumun üzerinden ona dönmüştüm. Alnında parlayan ter damlaları dikkatimi çekti. Kara gözlerinde birçok duygu iç içe geçmişti.

"Anlamadığın işlere burnunu sokman yardımcı olmuyor Hazan. Çok yardımcı olmak istiyorsan dışarı çık."

"Nereden biliyorsun anlamadığımı?"

"Anlıyor musun?"

Gözlerimi sağa sola kaçırıp dudaklarımı büzdüm.

"Bundan anlamıyorum ama anladığım bombalar var. Hem sen anlıyor musun ki?"

Ters bir ifadeyle bakıp, "ben bordo bereliyim," dedi.

"Eee?"

Gözlerini kapatıp açarken bıkkınca bir nefesi alıp verdi.

"Bizde alan rütbesi yoktur," dedi. "Yeri gelince tahrip uzmanı, yeri gelince taktikçi, yeri gelince sıhhiyeci oluruz. Denizde SAT'ım, gökyüzünde havacı, karada komando."

İçimde ılık ılık bir şeyler akarken sırtımı iyice göğsüne bastırıp ona sokuldum. Boynuna sarılıp dudaklarını öpmek için can atsam da yeri değildi.

"Çöz o zaman şu bombayı," dedim.

"Yapamıyorum," dedi.

"Niye?"

"Sen varsın çünkü. Kabloyu bulsam bile kesemem. " Alnını alnıma dayayıp yutkundu. Tenindeki ter damlaları tenime değerken daha fazlasını istedim. "Hazan...Hazan'ım dışarı çık, nolur, yalvarıyorum sana."

"Hayır. Ben de seni burada bırakıp dışarıda yapamam. Hem ben gidersem elediğimiz kabloları nasıl aklında tutacaksın?"

"Sağdan sola doğru sırayla gidiyoruz ya canımın içi. Ben sana böyle bir görev vermedim. Sen yanımda kalmak için bahane olarak kullanıyorsun bunu."

"Çünkü beni sürekli kovuyorsun."

"Kovmuyorum, seni güvence altına almaya çalışıyorum. Sana bir şey olma ihtimaliyle savaşamam, dışarı çık. "

"Ben de sana bir şey olma ihtimaliyle savaşamam."

"Bombayı çözecek olan benim."

Benim hislerim seninkinden daha önemli diyordu. Ben dışarıda korkudan ölsem de bir şey olmazdı, ama Fırat burada benim yüzümden gerildiği her saniye bombanın çözülme olasılığı düşüyordu. Olabilirdi, yine de sevdiğim adamı bırakıp gidemezdim.

Gözlerine aynı kararlılıkla bakıp, "hayır," dedim. "Çıkmayacağım. "

Sertçe soluyup alınlarımızı ayırırken ofladı. Gözlerini bombaya dikip öylece durdu. Alnının ortasındaki damar, boynundakiler gibi şişmişti. Dişlerini sıktığı için çene kasları fazlasıyla belirgindi. Çok gergindi. Benim için buradaydık ve o burada olmak zorunda değildi. Peşimden gelmeseydi bu bombayla baş başa olacaktım. Fırat bombanın basınca duyarlı olduğunu fark etmemiş olsaydı ben çoktan kasayı yerinden hareket ettirip ölmüş olurdum. İyi ki burada ve yanımdaydı. Elimdeki bıçağı yere bırakıp bacaklarının arasında dizlerimin üzerinde doğruldum. Bana bakmadı. Kızgındı. Kollarımı boynuna uzattığımda ellerimi tutup indirirken, "terliyim, dur," dedi.

Ellerimi çekip, "bir şey olmaz," dedim. "Kocama sarılmak istiyorum. "

Gözleri yüzümü bulsa da bakışlarındaki sertlik de yüzündeki gerginlik de yerli yerindeydi. Kollarımı boynuna sarıp yanağını öptüm. Yüzümü boynuna sürtüp terinin tenime bulaşmasını sağladım. Kokusunu içime çektim. Sokuldukça sokuldum, sırnaştıkca sırnaştım ona. Kanım kaynıyor, vücudum onunla iç içe olmak istiyordu. Bir süre öylece dursa da sonunda kolları belime dolandı. Boynumu öpüp derin bir nefes aldı.

Bir elimi sıcacık ve terli atletinin üstünden sırtında gezdirirken diğer elimle ensesini okşayıp saçlarını sevdim.

"Sakin ol," dedim. Yumuşak ve tatlı bir sesim vardı, sesime olan zaafını kullanarak onu yatıştırabilirdim. "İkimize de bir şey olmayacak." Omzunu öptüm. "Belgeleri alıp çıkacağız buradan. Eve gideceğiz. Ben sana akşama yemek hazırlayacağım. Balkonda yeriz. Sonra..." Alt dudağımı ısırıp sustum. Kasılıp dururken iyice boynuma gömüldü.

"Devam et."

Güldüm. Yüz yüze gelip alev alev yanan gözlerine baktım. Omzumu aşağı yukarı hareket ettirip, "sonrası bombayı çözdükten sonra," dedim. Dilinin ucunu ısırıp kaşlarını havalandırdı. Başımı salladım. Beni üzerine çekip bacağına oturturken boynumun altını öpüp, "ölürüm lan sana," dedi. "Seni varya..." yine ikinci kez aynı yerde sözünü kesip, "hadi bombayı çözelim," dedim.

Dudağımın kenarını öpüp bombaya döndü. Kucağından inmek istesem de bırakmadı. Bıçağı yerden alıp, "beyin fırtınası yapalım," dedim. "Önce bombayı analiz edelim. Sonra da ona göre hareket ederiz, olur mu?"

"Tamam, öyle yapalım," dedi. Bunun bir işe yaramayacağını düşünüyordu. Sadece çocuk eyliyormuş gibi beni oyalıyordu. Burada kalıp ona yardım etmeye çalışmamı istemiyordu. Bu tavrını görmezden gelip, "bomba hakkında neler biliyoruz?" diye sordum.

Çattığı kaşları ve hafifçe kıstığı gözleriyle kablolara odaklanmıştı. Birkaç saniye soruma cevap vermesini beklesem de beni duymamış gibiydi.

"Fırat."

"Hı?"

"Ne hı? Sana bir şey soruyorum, beni ciddiye bile almıyorsun. "

Bana döndü.

"Doğru konuş. "

"Doğru davran o zaman."

Dilini ağzının içinde gezdirip, "tamam, tekrar sor," dedi.

"Dinlememişsin bile."

Belime sarılı koluyla beni kendine bastırıp dudağımla burnumun arasını öptü.

"Özür dilerim, tekrar sor bebeğim."

Yüzüm asılsa da trip atmanın yeri değildi.

"Tamam. Bomba hakkında ne biliyoruz, dedim."

Bombaya döndü.

" Çift tetikleme sistemiyle kurulmuş bir düzeneği var. "

"Yani?"

"İki ayrı sistemi mevcut. Tek bir kablo her iki sistem arasındaki akımı sağlıyor. O kabloyu bulursak iki sistem de devredışı kalır. "

"Peki diğer kablolar?"

"25 kablo var. Biri ana kablo zaten. Geriye kalan 24 kablodan ikisinden biri zamanlayıcıya diğeri basınç değişimini algılayan piezoelektrik sensörüne bağlı..."

"Piezoelektirik ne demek?"

"Bomba düzeneklerinde, basitçe söylemek gerekirse, bir çeşit akımla çalışan elektirik devresi vardır. Basınca duyarlı bombalarda bu devrenin tamamlanması için elektriği üretecek bir basınç gerekir. Bu basınç bombanın içindeki kristal yapıdan olan, örneğin bomba yapımında sıkça kullanılan kuvars gibi maddeleri tetikler. Devre tamamlanır ve bomba iniflak eder. Bu basıncı algılayan sisteme de piezoelektirik sensörü denir."

Bilgili insanlara karşı bir zaafım vardı. Babam bana asla o yaşlarda anlamayacağım ama merak edip sorduğum hukuk terimlerini anlatırken de şu an olduğu gibi büyülenirdim. Hele de böylesine hoş bir tınısı olan sevdiğim adamın sesinden dinlemek içimi bir hoş etmişti.

"O iki kablodan birini bulur kesersek bombalardan yalnızca biri patlar o zaman."

Bombaya bakarken başını salladı.

"Zamanlayıcıya giden kabloyu kesersek basınca duyarlı olan bomba patlar, basınca duyarlı olanı kesersek de zamanlayıcıya bağlı olan."

"Aslında iki tane bomba mı var yani?"

"Hayır yavrum, tek bir düzeneğin içinde iki ayrı sistem var. Az önce de söyledim ya, bombayı tetikleyecek olan iki ayrı durum var. "

"Sen öyle diğeri falan diyince aklım karıştı. "

Bana dönüp şakağımı öptü.

"Aklını yerim senin," dedi. "Patlayacak olan aynı bomba. Tek bir bomba iki farklı düzenek gibi davranıyor kısaca."

"Anladım. O zaman aslında bulmamız gereken tek bir kablo değil, üç tane ayrı kabloyu bulamalıyız. Bunu ayırt etmenin bir yolu yok mu? Düzeneği kuran kişi nasıl ayırt ediyor?"

"Genelde bu gibi askerî literatürde bilinen bombalar da tek bir ana kablo olur. Geriye kalan kablolar ana kabloyu gizlemek ve düzeneği karmaşık göstermek için yerleştirilir. Bu bütün kabloları kesersen zamanlayıcı ya da basınç sistemi devredışı kalır demek değil. Bütün kabloları aynı anda kesersen zamanlayıcıyı devreye sokmakla kalmaz sürenin akışını hızlandırırsın. Bir aracın hız libresinin yüzden sıfırı bir saniyede görmesi gibi düşün. Ayırt edici özellik genelde ana kablonun diğer kablolardan daha kalın ya da ince olmasıdır. Düzeneği kuran biraz dikkatsiz ve acemiyse ana kablo düzeneğe sonradan eklenen kablo olduğundan hasarlı olur."

Kablolar kusursuz görünüyordu. Yaren'in bir infazcı olarak dikkatsiz ya da acemi olması mümkün değildi. Bombayı tanırsam bir şeyleri çözebileceğimi düşünmüştüm ama aklım iyice çorba olmuştu.

"Geriye kalan 22 kablo bir yere bağlanmıyor o zaman. "

"Bundan emin olamayız. Tuzak kablo olabilirler. Olmasalar bile az önce de dediğin gibi tek bir kablo değil, üç kablo arıyoruz. Geriye kalan 22 kablo diye bir seçeneğimiz yok."

"O zaman bu düzeneğin üç infilak kablosu olması onu askerî literatürdeki bombalardan ayrıyor."

"Biz de en fazla iki kablo olur. Renkler farklıdır. Düzeneği kuran hemen imha edebilir. Tuzak kabloları ayırt etmek daha kolaydır. Sabotaj ya da diğer tuzaklamalarda tek tip kablo kullandığımız da olur, ama o zaman bombanın patlayacağı kesindir."

Duraksadım. Bu bombanın patlayacağı da kesin olabilir miydi? Yaren bombayı kendisinin bile imha edemeyeceği bir şekilde tuzaklamışsa belgelere ulaşmam imkânsızdı. Bana söylediği şeyleri düşündüm.

"İyi dinle beni. Cizre'de Varlık mahallesine git. Yağcılar kraathanesinde Çolak var. Onu bul. Seni benim gönderdiğimi söyle. Seni bir eve götürecek. Orada bir kasa var. Şifresi 108567. İçinden çıkanlar senindir. Dikkat et. Evi tuzakladım. Kasa da tuzaklı. Tedbirli git."

"108567..."

Fırat'ın gözleri yüzümde gezinirken Yaren'in sayıları söyleyiş şeklinin tuhaflığını düşünüyordum. Direkt olarak yüz sekiz bin beş yüz altmış yedi demek yerine on, sekiz, beş, altı, yedi olarak söylemişti. Kasanın şifresi...tedbirli git deyişinin sebebi Çolak ya da girişteki bombalar olabilirdi. Düzeneği çözmüştüm.

"Fırat...çözdüm!"

Heyecanlı sesimle ona döndüm.

"Nasıl?"

"Yaren bana kasanın şifresini söyledi. Şifre on, sekiz, beş, altı ve yedi...

"Yüz sekiz bin beş yüz altmış yedi yani?"

"Hayır, öyle söylemedi. On, sekiz, beş, altı, yedi şeklinde söyledi. "

"Yani?"

"Yani sırasıyla bu numaralara ait olan kabloları keseceğiz. Önce onuncu kabloyu kesmemiz lazım. Ardından sekizinci kabloyu, sonra da..."

"Olmaz."

Kaşlarım çatıldı.

"Neden?"

"Çünkü bundan emin olamayız. Onuncu kabloyu kestiğimiz an bombanın patlamayacağının garantisi yok."

"Patlayacağının da bir garantisi yok."

"Doğru, tam da bu yüzden kablolara dokunmayacaksın."

Elimdeki bıçağı almak için yeltendiğinde bıçağı çektim. Kucağından kalkmak istediğim de bırakmadı. Kolumu yakalayıp bıçağı alırken direndim.

"Ya bırak!!"

"Hazan aç şu parmaklarını, canın yanacak!"

Bıçak kırık olan kolumdaki elimde olduğu için kaba kuvvet kullanmıyordu. Yaralı olmasam da kullanmazdı ama biraz daha sert davranabilirdi.

"Vermeyeceğim bıçağı. Korktuysan gidebilirsin."

Bıçaktaki gözleri beni buldu.

"Ciddi misin?" dedi. "Derdim kendi canım mı sence?"

Bana bu kadar çabuk kırılmasından hoşlanmıyordum. Tartışıyorduk işte. Her kelimeyi sorgulayıp, ne anlama geleceğini analiz edip, bu anın ilerisini ve gerisini düşünüp söyleyeceğim sözün karşımdaki insanı nasıl tetikleyeceğini en ince ayrıntısına kadar irdelemeli miydim? O tüm bunları yapıyor muydu?

Kucağında yükselip yanağını öptüm.

"Özür dilerim, beni düşündüğünü biliyorum ama denemek zorundayım. Lütfen. "

"Hazan..."

"Fırat'ım nolur?"

Yutkundu. Gözlerindeki keskin bakış kararsızlıkla dağıldı.

"Tamam, dışarı çık, ben deneyeceğim."

"Hayır, fikri ben sundum. Yanılırsam ve sana bir şey olursa...ölürüm. Birlikte yapalım, ne olacaksa ikimize olsun."

"Yavrum..."

"Lütfen."

"Hazan niye bu kadar zorluyorsun beni?! Yapamam! Sen yanımdayken dokunamam o bombaya! Dışarı çık, bekle beni!"

Sesi çaresiz, korkak ve öfkeliydi. Birden böyle patlaması kollarında irkilmeme neden oldu.

"Bağırma bana!" diye çıkıştım.

"Bağırtma o zaman sen de kendine!"

"Ama bu benim meselem! Sen peşimden gelmemiş olsaydın tüm bunlarla ben kendim mücadele edecektim! Sürekli beni kontrol altında tutmaya çalışıyorsun! Benimle ilgili olan şeyleri bile bana bırakmıyorsun! Çocuk gibi davranıyorsun bana! Benim canım seninkinden daha kıymetliymiş gibi! Sana ait bir eşyaymışım da kendi benliğim yokmuş gibi davranıyorsun! Bu bomba gibisin işte! Karman çormansın! Bütün düzenimi altüst ediyorsun! Her an patlamaya hazırsın! Doğru kabloyu bulmak için saatlerce düşünmek zorundayım! Ne desem patlamaz, nasıl yaklaşsam kızmaz diye hep diken üstündeydim! Kendi ayaklarımın üzerinde durup, kendi kararlarımı vermeme izin vermiyorsun! Beni pamuklara sararken boğuyorsun Fırat! Biz seninle bu yüzden birlikte yapamıyoruz! Yapamayız!"

Gözlerinin karanlığında bütün ihtişamıyla kendini gösteren öfkesinin arkasında gizlenmeye çalışan kırıklar, iri cam parçaları halinde gözlerimin içine dolup boğazımı parçaladı. Soluk borumdan akan kan göğsüme birikip nefesimi kesti. Kalbim kendi pompaladığı kanın içinde boğuldu. Bu sözleri söylemek aklımda yoktu. Yeri bile değildi. Birden patlayıvermiştim. Tam olacak gibi olurken, aramızdaki sorunları çözmeye, bir şeyleri yok saymaya ya da yeniden masaya yatırmaya hazırlanırken bu iyi olmamıştı. En azından, yapamayız, demeseydim. Ama ben de gergindim işte. Kasadan ne çıkacağını bilmiyordum. Elime geçecek olan belgelerin beni nereye götüreceğini, öğreneceğim yeni yalanları ve doğruları düşündükçe üzerime yirmi beş yıllık bir geçmiş çöküyordu. Fırat'ın varlığı bir şeyleri önemsizleştiriyordu, beni rahatlatıyor, bu gergin anı bile basit bir oyun olarak görmeme neden oluyordu. Ama ben...offf...bilmiyordum işte.

"Fı-Fırat..."

Gözlerini gözlerimden çekti. Boşluğumdan yararlanıp bıçağı elimden aldı. Yere atıp benimle birlikte ayağa kalktı.

"Fırat..."

Pencereye doğru ilerleyip bütün direnip çırpınıp bağrışlarıma rağmen beni camdan dışarıya çıkardı.

"Ya...ya napıyorsun!!! Naptığını sanıyorsun?!! Hemen içeriye al beni?!! Fırat!!!"

Duvara tekme attım. İçeri dönüp köşedeki sandalyelerden birini alıp pencereye koydu. Elleriyle sandalyeyi tabiri caizse kırılan camdan geriye kalan boşluğa çaktı. Bombanın başına geri döndü. Onu aralıklardan zar zor görebiliyordum. Sandalyeyi itmeye çalıştım. Kırık kolum ve üzeri gitgide moraran elim hiç yardımcı olmadı. Ona ne kadar seslensem de duymazdan geldi. Bağırıp durmaktan boğazım ağrırken camın önüne çöküp hıçkıra hıçkıra ağladım.

Yaklaşık on beş dakika sonra bilmem kaçıncı astım atağımı geçiriyordum. Ağlayıp durmaktan gücüm tükenmişti. O sırada bir ses duydum. Başımı yukarıya kaldırdığımda Fırat sandalyeyi pencereden çıkarmıştı. Başını çıkarıp bana baktı. Hâlâ kızgın ve Kırgındı. Elini uzattı.

"Gel," dedi.

Anlaşılan haklı çıkmıştım. Bomba benim tahmin ettiğim gibi imha olmuştu. Duvara tutunup titreyen bedenimle ayağa kalktım. Göğsüm kasılıp dururken sürekli hıçkırıyordum. Ağlamaktan kirpiklerim iç içe geçmişti. Gözlerimin içi yanıyordu. Ceketimin koluyla sildiğim yanaklarım ve burnum tahriş olmuştu. Tuzlu gözyaşlarım temimi yakıyordu.

"Uzat kollarını," dedi. Uzattım. Koltuk altlarımdan tutarak beni yavaşça yukarıya çekip kucağına aldı. Yere bırakacakken boynuna sarılıp bacaklarımı beline doladım. Yüzümü boynuna gömüp ağlamaya devam ettim. Hıçkırmaktan karnım ağrımıştı. Midem bulanıyordu. Ateşim yükselmişti ama ellerim buz gibiydi. Sarıldı bana. Saçlarımı öpüp, "tamam, bir şey yok ağlama," dedi. Sesi buz gibi ve uzaktı. "Geçti. "

"Çok korktum."

Yerinde hareketlenip beni kasanın yanına götürdü.

"İn hadi."

"Fırat..."

"Hadi," dedi tekrar. "Fazla zamanımız yok. Basınç mekanizması devredışı kaldı, ama zamanlayıcı bir saat sonra patlayacak. Bomba imha edilemiyor, geciktirici düzenek kurulmuş."

Korkmam gerekirdi belki ama korkmadım. İtiraz etmeden kucağından inip yere çöktüm. Şifreyi girip kasayı açtım. İçinde siyah bir el çantası vardı. Çantayı ne olur ne olmaz diye dikkatlice aldım. Kasada başka bir şey olmadığına emin olunca doğruldum. Girdiğimiz gibi camdan geri çıktık. Çantanın içini açacak cesaretim yoktu. Eve gidene kadar beklemeye karar verdim.

********

Fındık arabada çok bunalmıştı. Arabanın içine yapmamak için iki saate yakın bir zaman diliminde tuvaletini tutmuştu. Bahçe kapısından içeriye girince kulübesine doğru koşturdu. Boş su kabını görünce yanıma geldi. Fırat peşimden bahçeye girerken Fındık'a, "çok mu susadın oğlum?" dedim. Kucağıma atladı. Başını okşadım.

"Tamam, gel su vereyim sana."

Kulübenin içindeki su kabını alıp Fırat'ın önünden geçerek balkonun altındaki çeşmeye gittim. Musluğu açıp kaba su doldurdum. Fındık sabırsızca iki ayağının üzerine kalkarken kabı temiz bir yere koydum. O kadar hızlı bir şekilde içti ki içim acıdı. Onca zaman arabanın içinde sıcakta beklemişti. Tüyleri de siyahtı. Bir yarım saat kadar da hastanenin önünde araçta kalmıştı. Fırat zorla elime baktırmak için hastaneye götürmüştü beni. Kendi aracını köyden bir tanıdığına aldırıp benim aracımı kullanmıştı. Hastanede incinen ve çatlama noktasına gelen elime atel takmışlardı. Doktor koluma da bakmıştı. Kırığın iyi durumda olmadığını, eğer çivi takılmasına gerek kalmasını istemiyorsam askıyı takmamı söylemişti. Fırat başımın sürekli döndüğünü ve bayılacak gibi olduğumu söyleyerek kan tahlili vermemi sağlamıştı. Sonuçları yarın alacaktık.

Dahası da vardı. Arabaya vardığımızda Kim Chin'in elliye yakın aramasını görmüştüm. Geri döndüğümde sesi ilk defa bu kadar öfkeliydi. Dediğine göre ben askeriyeden onlardan önce ayrıldıktan sonra Fırat önlerini kesmişti. Yağız'ı araçtan indirip yolun ortasında öldüresiye dövmüş, askeriyenin önünde kontrol etmek için elimi tutan elini kırmıştı. Kim Chin durdurmaya çalışsa da ona da vurmuştu. Yağız komalık olmaktan zor kurtulmuştu. Şu an Silopi hastanesindeydi. Onu görmek istediğimde Fırat buna izin vermedi. Hatta sırf bu yüzden beni Cizre'de bir hastaneye götürmüştü. Ne kadar bağırıp çağırıp sorular sorsam da duymazdan geldi. Ben de bir yerden sonra pes ettim. Öfkelendiğinde dönüştüğü adamı sevmiyordum. Beni umursamayan, görmezden gelen, kendini her koşulda haklı gören Fırat bana çok yabancıydı.

Dolan gözlerimden bir damla yaş süzülürken kabı yalayan Fındık'ın tüylerini okşadım.

"'Biraz daha ister misin?"

Havladı. Kabını alıp yine su doldurdum. Önüne koyup bir süre içişini izledim. Birazını içip suyu yarım bıraktı. Güneşin vurduğu çimlerin üzerine uzandı. Gülümsedim.

"Bekle orada, yemek getireceğim şimdi sana."

Kuyruğunu salladı. Arkamı dönüp Fırat'ı görmezden gelerek merdivenleri çıktım. Cebimden anahtarları çıkarıp deliğe soktum. Yanıma geldi. Kapıyı açıp içeriye girdim. Burnuma dün akşamdan kalma barut kokusu doldu. Yatak odasına doğru ilerlerken tavandaki deliği buldu gözlerim. Yaren...kim bilir ne haldedir şimdi?

Odaya girdim. Fırat kapının eşiğinde elindeki çantayla dururken telefonumu şarja takıp aynalı masanın üzerine koydum. Gözlerimi ona değdirmeden odadan çıktım. Mutfağa geçip buzdolabının üzerinden iki kutu yaş mama ve kuru mama paketini aldım. Kapının yanındaki mavi yemek kabını tezgaha koydum. Yaş mamanın birini açıp içine döktüm. Tenekeyi çöp kutusuna attım. Biraz kuru mama koyup paketi yere bıraktım. Diğer yaş mamayı da kuru mamanın üzerine döküp kabı alarak mutfaktan çıktım. Beni izleyen Fırat'ın yanından geçtim. Açık olan kapıdan çıkıp terliklerimi giydim. Fındık hemen yanıma koştu. Merdivenleri inip kabını kulübesinin yanına koydum. Başını okşayıp eve girdim. Tuvaletin önündeki lavaboda ateli çıkarıp ellerimi yıkadım. Dolaptan birkaç parça kıyafet alıp Fırat sobayı yakarken banyoya girdim.

Yarım saat sonra saçlarımı tarayıp kuruttuktan sonra banyodan çıktım. Temizlenmek iyi gelmişti. Sobadan yayılan sıcaklık evin her yerini sarmıştı. Yatak odasına geçtim. Dolabın aynasının karşısında ince, kare yaka açık kahverengi kazağımı ve koyu gri dar paça pantolonumu düzeltip çekmeceden beyaz çoraplarımı alıp giydim. Yüzüme gül kokulu nemlendiricimi sürüp odadan çıktım.

Oturma odasının önünde durdum. Sobadan yanan odunların çıtırtısı ve kokusu yükseliyordu. Fırat koltukta uzanmış uyuyordu. Gözlerim çantayı aradı. Kitaplığın önündeki hardal sarısı koltuğun üzerinde gördüm. Alıp odamdaki dolaba soktum. Bu biraz bekleyebilirdi. Şu an biraz Fırat'la ve kendimle ilgilenmeli, belki ilk defa onu işimin önüne koyup bize ne olacağını netleştirmeliydim. Böyle olmuyordu. Ben söylemesem de o beni anlar diyerek hiçbir yere varamıyordum. Belli ki anlamıyordu. Açık açık konuşmamız lâzımdı. Fırat benden ne bekliyor bilmeliydim. Bu agresif tavırlarının bana nasıl hissettirdiğini, gözümde onu nasıl bir adama çevirdiğini bilmeliydi.

Yatağın üzerindeki gri battaniyeyi alıp yanına gitmeden önce ateli elime, askıyı da koluma taktım. Oturma odasına dönüp battaniyeyi yavaşça üzerine örttüm. Uyurken bile kaşları çatıktı. Dudakları ketum, yüz hatları gergin ve sertti. Yine de kusursuz bir yakışıklılığı verdi. Alnına düşen saçları, uzun kıvrımlı kirpiklerinin kara gözlerinin üzerine kapanışı, hokka burnu, etli dudakları, güçlü ve kalın boynu, yapılı vücudu, koltukla birlikte bütün evi dolduran sahiplenici ve kontrolcü varlığı hoştu. Kendimi şu anda ilk kez bu evde güvende hissediyordum. Bu ev tam da şimdi bir ev olmuştu. Benim evim oydu çünkü. Sokakta kalsam bile o yanımdayken kendimi yuvamda hissederdim.

Üzerine eğilip alnını öptüm. Yanına çöküp saçlarını sevdim. Tıraş olmaktan pürüzlü bir hâl alan yanağını okşadım. Sessizce içimi çektim. Ne oluyordu bize böyle? Hiçbir şeyden emin olamıyordum. Beni ondan uzak tutan şeyin Bahar'ın Aslı'yı öldürüşü olup olmadığından bile emin değildim. O yokken bütün renkler solup anlamını yitiriyordu, ama o varken de her yer renk cümbüşü oluyor, her şey, en ufacık bir şey bile binlerce anlam kazanıyordu ve ben bununla baş edemiyordum. Ne istediğini bilmeden yolunu nasıl bulur ki insan? Ben Fırat'ın hayatımdaki her boşluğu dolduran varlığında kaybolmuştum. Çok seviyordum ama... bizim için elimden hiçbir şey gelmiyordu.

Yanağını öpüp doğruldum. Ateşe odun atıp mutfağa geçtim.

********

Fırat benim aracımı alıp evine gitmişti. Banyo yapıp kendine küçük bir valiz ayarlayacağını söylemişti. Gideli bir hayli olmuştu. İftara az kalmıştı, heralde gelirdi şimdi. Fındık'ın mahalledeki çocuklarla top oynama sesleri mutfağın açık olan penceresinden duyulurken pilavın altını kıstım. Mercimek çorbasını karıştırıp fırındaki karnı yarığa baktım.

"Hazan! Kız!"

Cemile teyzenin sesi kulaklarıma dolarken başımı pencereden çıkardım. Bahçe duvarının üstünden görünen mutfak penceresindeydi. Etli yanakları al al olmuştu.

"Efendim?!" derken arabamın kapının önünde durduğunu gördüm. Fırat araçtan indi. Cemile teyze, "soğanın var mı?!" dedi. "Salataya doğrayacaktım, soğan bitti evde."

"Getiriyorum bekle!"

"Hay Allah razı olsun."

Fırat bahçeye girerken pencereden ayrıldım. Sebzelikten üç tane soğan alıp tezgaha koydum. Bir tane tepsi alıp üzerine soğanları yerleştirdim. Dolabın kapağını açıp içinde fırın sütlaç olan üç tane toprak güveçi tepsiye alıp mutfaktan çıktım. Koridorda Fırat'la karşı karşıya geldik. Yatak odasından çıkıyordu. Kokusu burnuma doldu. Gözleri üzerimde gezinirken bütün yolu kapladığından önümden çekilmesini bekledim. Gözlerim beyaz tişörtünün sardığı göğsündeydi.

Asırlar gibi gelen birkaç saniyenin ardından, "çekilir misin?" dedim. "Cemile teyze soğan bekliyor. "

Üzerime yürüdü. Birkaç adım geriledim. Sırtım duvarla buluştu. Tepsiyi daha sıkı tutup yutkundum. Midem kasılırken gerildiğimi hissettim. Yüzüne bakmıyor oluşum bu gerginliğimi daha da arttırıyordu.

"Böyle mi gideceksin?"

"Nasıl?"

"Üzerine doğru düzgün bir şey giy."

Kendimi süzdüm. Üstüm gayet düzgündü. Kazağımın kare yakasından azıcık göğsüm görünüyordu sadece. Başımı yerden kaldırıp gözlerine baktım. Kan çanağı gözlerinin karası, yakışıklı yüzünde, bir mitolojinin yeraltı tanrısının ölümcül karanlığının bütün soğukluğunu üzerime kusuyordu. Bana düşmanıymışım gibi bakıyordu. Ona göre tek suçlu bendim. Onunla daha fazla göz göze olmamak için, "tamam," dedim.

Tepsiyi mutfağa bırakıp yatak odasına girip dolaptan beyaz bir hırka çıkarıp giydim. Tepsiyi alıp evden çıktım. Bahçe kapısını açıp Fındık'a top atıp tutturan çocuklara selam verdim. Cemile teyzelerin bahçesine girip kapıyı çaldım. Hemen açıldı. Cemile teyzeye tepsiyi uzattım.

"Aman kızım ne gerek vardı? Soğanı da fazla getirmişsin, bir tane yeterdi. "

"Olsun, afiyet olsun."

Yüzümdeki gülümsemeye karşılık verip tepsiyi aldı.

"Bekle ben de Kutilk'le Şileki yapmıştım, bekle getireyim."

İçeriye girip gözden kaybolurken, "ne gerek vardı?" dedim. Bir yandan da adını ilk defa duyduğum bu şeylerin ne olduğunu düşünüyordum. O sırada karşımda Celal belirdi.

"Hazan ho-hoş geldin. "

Gülümsedim.

"Hoş buldum. "

Ellerini saçlarına daldırıp oynarken kesik kesik güldü. Beni baştan aşağı süzdüğünde nedensizce bakışlarından rahatsız olup bir adım geriledim. Düğmeleri ilikli olan hırkama sarıldım.

"Süt-laç mı yaptın?"

"Hı hı."

"Be-ben çok severim, biliyor musun?"

"Bilmiyordum, sevindim sevmene. Afiyet olsun. "

"Ooo Hazan kızım!"

"Merhaba Raşit amca."

"Hoş gelmişsin, girsene içeri , iftarı beraber yapalım. "

"Yok, sağolun. Ben soğan getirmiştim, Cemile teyzeyi bekliyorum."

Cemile teyze içeriden, "geliyorum," diye seslendi.

"Hazan gel. "

Celâl kolumu tuttu. Tedirgin olurken kolumu elinden kurtarmaya çalışıp, "hayır gelmeyeceğim, bırak," dedim.

"Ama ba-bam çağırdı gel."

Raşit amca araya girdi.

"Oğlum bıraksana kızı. "

"Ama baba sen çağırdın. Gelsin. "

"İşi varmış oğlum, bırak, sonra gelir. Di mi kızım?"

Kalbim hızla atarken başımı salladım.

"Gelirim. "

Cemile teyze elinde tepsiyle kapıda göründü.

"Yine mi? Celal bırak oğlum Hazan'ı"

Eli kolumu çok sıkı tuttuğu için canım yanıyordu.

"Hayır, geçende alacağım sana Hazan'ı, dedin, söz verdin, almadın. Gelsin artık."

Beni sertçe içeriye çekerken sırtımda bir sıcaklık hissettim. Belimi tutan kol öne doğru savrulmamı engelledi. İçimdeki korku silinip yerini güven duygusuna bırakırken Celal'in söyledikleri beni dumura uğratmıştı. Ne demek Cemile teyze, Hazan'ı sana alacağım, demişti. Bu ne iğrenç bir söylemdi? Kendimi berbat hissediyordum.

"Fırat?"

"Selamünaleyküm Raşit dayı. Oğluna söyle karımın kolunu bıraksın, yoksa elimden bir kaza çıkacak."

Raşit amcanın da Cemile teyzenin de gözleri şaşkınlıkla büyüdü.

"Kusura kalma oğlum, hasta işte. Celâl bırak oğlum. "

Celâl çocuk gibi yüzünü ağlamaklı bir şekilde buruşturdu.

"Hayır, Hazan benim, " derken kolumu daha da sıktı. Fırat'a sokulup acıyla inledim. Sırtımın yaslı olduğu beden kasılıp taş kesilidi. Belimdeki kolu sıklaştı. Başka biri olsa, mesela Yağız, bu kadar sabretmeyeceğini biliyordum. Celal'e hasta diye ses çıkarmıyordu.

"Oğlum kız evli, bırak, etme eyleme. Başımıza iş aldıracaksın. "

"Ha-hayır baba. Dün...dün evine gittim onun. Yalnızdı. Ko-korkmasın diye mu-mum verdim ona. " Sırıttı. "Gü-güldü bana. Fırat..Fırat abi yalan söylüyor, di mi Hazan?"

Fırat'ın sert soluğunu duydum. Bu duyduklarından hoşlanmadığını hissedebiliyordum.

"Hayır," dedim. "Evliyim ben. Fırat benim kocam." Yemek yaparken ateli ve askıyı çıkardığım, üstü mosmor olan elimdeki yüzüğü gösterdim. "Bak yüzüğüm bile var."

"Boşanıyoruz, dediydin kızım," diyen Cemile teyzeye eski sevecenliğimle bakamazken, "barıştık," dedim.

"Oğlum bırak artık!"

Raşit amca bir yandan Fırat'a kaçak göçek tedirgin bakışlar atarken Celal'in kolumdaki elini, üzeri buruş buruş olan yaşlı elleriyle çözmeye çalışıyordu. Ama Celal'in tombul ve büyük eli çok güçlüydü. Kendimi ağlamak üzereymiş gibi kırılgan hissettim. Omzumun üstünden sevdiğim adama dönüp, "Fırat," dedim. Yardım istiyordum. Ateş saçan gözleri üzerime lavlar püskürtürken aniden Celal'in kolunu tutup kolumdan söktü. Sertçe ittiğinde Celal geriye doğru sendeledi. Raşit amca tuttu.

Celâl, "ama anne," diyerek yeniden bana doğru gelirken Fırat beni arkasına aldı. Acıyan kolumu ovuştururken yüzümü Fırat'ın sırtına gömdüm. O sırada ezan okundu. Sert bir rüzgar estiğinde titredim.

"Oğluna sahip çık dayı. Bir dahakine bu kadar sakin karşılamam."

"Oğlum bilmiyorduk senin karın olduğunu, bilsek..."

"'Şimdi öğrenmiş oldunuz, ona göre davranın."1

Bana dönüp elimi tuttu. Önüne alıp yürüttü. Adımları yeri dövüyordu. Ezanla birlikte mahalledeki çocuklar dağılmış, güneş ışıklarını yavaş yavaş yer yüzünden tamamen çekerken Fındık sokakta tek başına kalmıştı. Ağzında topuyla, her yeri çamura bulanmışken bacaklarıma dolandı. Bahçeye girdik. Fırat sürgülü demir kapıyı kapattı. Kavga edecektik. Korkuyordum.1

💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦

Bölüm : 07.05.2025 11:37 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş