Aynanın karşısında beyaz tüllü elbisemi düzeltiyordum. İri dalgalar halinde önüme dökülen saçlarımı ellerimle kabartıp elbisemle aynı renk olan tacımı hafifçe yerinde oynattım. Sivri burun, kısa topuklu, üstünde çiçekli tokası olan ayakkabılarımı giyip etrafımda döndüm. Tüller uçuştu. Savrulan saçlarımdan yayılan tatlı gül kokusu, mutfakta üzerime sinen ciğer kokusundan sonra çok iyi gelmişti. Güzel görünüyordum. Uzun kıvrımlı kirpiklerime sürdüğüm rimel gözlerimi olduğundan daha büyük göstermişti. Dudaklarım canlı görünsün diye mat ve rengi fazla patlak olmayan kırmızı bir ruj sürmüştüm. Elbisem kabarık olmasa da beyaz ve tüllü oluşu sebebiyle bir gelinliği andırıyordu. Saçlarımın ortasına oturttuğum tacımla biraz bayram, biraz da nikah şekerine benziyordum. Tatlı bir güzelliğim vardı. Kendime baktıkça bakasım gelirken alt kattan duyulan zil sesiyle hızla odadan çıkıp merdivenleri indim.
Kapıya ulaşıp kolunu indirdim. Karşımda koca bir kalabalık vardı. Heja babaanne, Ömer dede, ilk defa gördüğüm iki adam ve kadın, Saadettin abiler, Canan teyze, Harun, Bahar, Elif, son olarak da kocam. Bizi saymazsak toplam on dört kişilerdi. Kapıyı sonuna kadar açıp güler yüzümü takınarak, "hoş geldiniz, buyrun," dedim.
"Hoş bulduk kızım, ne güzel olmuşsun, içim açıldı vallaha."
Fırat'ın gözleri üzerimde gezinirken Heja babaannenin sözleriyle gülüşüm büyüdü.
"Teşekkür ederim, o sizin güzelliğiniz."
Ömer dede içeriye girdi. Elini şimdi mi öpsem yoksa oturduktan sonra mı öpsem bilemedim. Henüz hayırlı bayramlar bile diyememiştim. İlk kez böyle kalabalık bir bayram sabahı yaşıyordum. Daha önce hiçbir bayram vaktinde Antep'te de bulunmamıştım. İstanbul'da ise bizim evdeki bayramların diğer günlerden hiçbir farkı olmazdı. Bu konuda hiç yol yordam bilmiyordum. Fırat yanımda olsaydı ona sorardım. Birden sırtım kaskatı kesildi. Topuklarımı hafifçe yere sürttüm. Tırnaklarımı avuçlarıma geçirdim. Sanki şimdi herkes neden bayramlarını kutlayıp ellerini öpmediğimi düşünüyordu. Yanağımın içini ısırdım. Midemin içi yandı.
Heja babaanne kollarını bana sardı. Karşılık verdim. Kınalı elleri sırtımı sıvazlarken, "oy kokuna kurban, güzeller güzeli gelinim benim," dedi. Utanıp kızardım. Dilim lâl olurken yüz yüze geldiğimizde gülümsemekten başka bir şey yapamadım. Elini şimdi mi öpseydim? O zamam Ömer dede onun elini neden öpmediğimi düşünüp kızar mıydı?
"Eee Heja sultan ben? Bakıyorum da görüşmeyeli papucum dama atılmış."
Oldukça uzun boylu, sarışın ve ela gözlü, tahmini otuzlu yaşlarında bir kadın el ele tutuştuğu, Saadettin abiye çok benzeyen bir adamla içeriye girdi. Heja babaanne benden ayrılıp, "zamanında seni de sevdik," dedi. "Herkesin tahtı bir gün sarsılır. Artık en küçük gelinim o. Alışıver kızım. "
Heja babaannenin şakacı sesi ve muzip yüz ifadesiyle kadın gülüp, "peki öyle olsun bakalım," dedi. Bana elini uzatıp, "merhaba tatlım, Ayla ben," diyerek kendini tanıttı. Tatlım, deyişinden hoşlanmasam da cana yakın birine benzeyen ve çiçekli elbisesinin ön kısmındaki küçük çıkıntıya bakılacak olursa hamile olan bu kadına önyargılı olup mesafe koymak istemedim. Elini sıkıp, "Hazan," dedim. "Memnun oldum. "
Ellerimiz ayrıldı. Kocası olduğunu anladığım adam da elini uzattığında sıktım.
Az önce eşine adımı söylediğim için tekrarlama gereği duymadan sadece memnun olduğumu söyledim. Ömer dedenin ardından salona geçtiler. Heja babaanne yanımda durmaya devam ediyordu. Ellili yaşlarının başlarında olan bir kadın ve adam içeriye girdi. Sarılma hamlesinde bulunup bulunmamak konusunda tereddüt ettim. İlk adımı atanın misafir olması tuhaf olurdu, ama ya onlara sarılmaya yeltendiğimde bunu istemezler de rezil olursam ne yapardım?
Kadın karşımda durup baştan aşağı süzdü beni. Biraz kaba ve sert bir görüntüsü vardı. Bir şeyleri beğenmemiş gibi dudak büküp salona geçti. Arkada kalan kocası, Korkmaz aşiretinin bütün erkekleri gibi uzun boyuyla az önce eşinin durduğu yerde durup elini uzattı. Sıktım.
"Nazım ben gelin hanım," dedi. "Fırat'ın amcasıyım. "
Saadettin abinin babası olmalıydı. Gülümseyip, "memnun oldum," dedim. "Hoş geldiniz. "
Başını sallayıp, "Hoş bulduk," diyerek içeriye geçti. Geriye kalan Bahar hariç herkesle sarıldım. Ömer dedeye sarılmadığım için gergindim. Heja babaanne yanımdan ayrılıp köşe koltuğa oturduğunda nihayet Fırat içeriye girdi. Siyah gömleği, kumaş pantolonu, kemeri ve beyaz çoraplarıyla çok yakışıklıydı. Varlığı güven verirken gerginliğim biraz olsun azaldı. Beni beğeniyle süzen gözleri bir saniye bile üstümden ayrılmıyordu. Sabah ondan almasını istediğim bayram şekeri, kuş lokumu ve ekmeğin olduğu poşeti uzattı. Ona sokulup aldım.
Dudaklarıma bakıp derince içini çekerken kapıyı kapattı.
"Ellerini şimdi öpeyim di mi? Geç mi oldu?"
İçeriye kısa bir göz atıp, "yok, git öp hadi," dedi.
Yutkunup başımı salladım. Poşeti ona geri verip topuklu ayakkabılarımın parke zeminde çıkardığı tok seslerle salona girdim. Tekrar hoş geldiniz diyip Ömer dedenin yanına gittim. Elini tutup öptüğümde oturduğu yerden kalkıp sarıldı bana. Biraz şaşırsam da, "hayırlı bayramlar," dedim.
"Hayırlı bayramlar gelinim," dedi. "Geçmiş olsun tekrar. "
O gün, bomba patladığında Heja babaanneyle televizyon izliyorlarmış. Son dakika haberini görünce bilet bulup ertesi gün Şırnak'a gelmişlerdi. Ama ben iki hafta boyunca uyutulduğum için işleri olduğundan dolayı görüşemeden geri dönmek zorunda kalmışlardı. Kendi ailemden kimse gelmemişken onlar gelmişti. Sonrasında hastaneden çıkana kadar her gün arayıp halimi hatrımı sormuşlardı. Bu yüzden benim için, her ne kadar Fırat'ın geçmişine yaralar açan insanlardan biri de olsalar kocamın ailesinden fazlasıydılar.
"İyisindir inşallah, Fırat iyi bakıyor mu sana?"
Gülüşüme karşılık verdi. Dışarıdan bakıldığında katı ve sert birine benziyordu. Gülünce tatlı bir dedeye dönüşmesinin yanı sıra kalbi de sıcacıktı. Ona, kendi öz dedeme hiçbir zaman duyamadığım yakınlığı duyuyordum.
"İyi iyi," dedi. "Baksın tabii, erkek adamın adamlığı karısının yüzünden belli olur." Elini cebine attı. Bir tam altın çıkardı. "Al bakalım gelin hanım, bu da bayram harçlığın."
Gözlerim şaşkınlıkla büyüdü. Bir adım gerileyip, "yok, yok olur mu? Kabul edemem," dedim. Kaşlarını çattı.
"Edeceksin, büyük eli havada bırakılır hiç?"
Yine gerilmiştim. Ellerim buz kesti. Elbisemin tülden oluşan ve boğazımı saran yaka kısmını çekiştirmek istedim. Birkaç adım daha geri gitmek için can atan ayaklarıma direndim. Herkes bana bakıyordu. Biri sırtıma elini koyup okşadı. Elin sahibi Heja babaanneydi. Ona döndüm.
Alt dudağımı dişleyip, "a-ama ben ne yapacağım ki bunu?" dedim. Dünya üzerinde para karşısında bu soruyu soran ilk kişi olabilirdim. Fırat'la birlikte olduğum günden beri herkes üstüme altın ve para fırlatıyordu. Çok rahatsız oluyordum.
"Valla elticim birçok şey yapabilirsin. Sana kalmış," diyen Zehra'nın sesini duydum. Sonra Fırat'ın sıcaklığı sardı her yanımı. Elimi tuttu. Ömer ağaya gözlerini dikip, "istemiyorsa zorlama," dedi. "Benim karımın senin parana ihtiyacı yok."
Ömer dedenin eli aşağı indi. Fırat'ı sevdiği ve onun bu hallerine kırıldığı belliydi. Ortam birden gerilmişti. Benim yüzümden olmuştu. Kendimi kötü hissettim. Bu gerginliğe engel olmak için altını almak istedim ama yapamazdım. Bu, bayram harçlığı için çok fazlaydı.
"Bu ihtiyaç meselesi değildir oğul," dedi. "Karına sadaka mı veriyorum? Diğer gelinlerime de verdim. Senin karından önce o benim kızımdır." Bana baktı. Altını tekrar uzatıp, "kızım al şunu," dedi. Diğerlerine de vermiş olması işin rengini değiştirebilirdi. Yine de Fırat'a baktım. Bana dönmedi. Tek başıma karar vermem gerekiyordu. Bu anın içinde daha fazla kalmak istemediğimden altını alıp teşekkür ettim. Bana hoşnutsuz gözlerle bakan Saadettin abinin annesi Zeliha teyze dışında bütün büyüklerimin elini öpüp altını bırakmak için üst kata çıktım. Fırat peşimden geldi.
Altını aynalı masanın üstüne bıraktığımda bir el tarafından çekilip kendimi kocamın kollarının arasında buldum. Yanağımı öpüp kokumu solurken, "bizim bayramımızı kutlamak yok mu?" dedi. Kollarımı boynuna sarıp, "hayırlı bayramlar," dedim. Boynuma gömüldü. Saçlarımı seviyordu. "Hayırlı bayramlar ne?" dedi.
Belimi kollarında iyice sıkıştırıp beni içine sokmak istercesine sarıp sarmalarken, "neyinim ben senin?" dedi. Dudaklarımdan küçük bir kıkırtı döküldü. Parmak uçlarımda yükselip yanağını öptüm. "Hayırlı bayramlar kocam," dedim cıvıl cıvıl bir sesle. Üzerime yürüyüp sırtımı masaya yasladı. Alnımı öptü. "Kocan ölsün sana," derken elleri yüzümü buldu. Yanaklarımı ve önüme dökülen saçlarımı sevdi. Gözleri gözlerime çok güzel bakıyordu. Bir süre bakışlarına karşılık versem de beni bu denli yoğun bir sevgiyle izleyişini kaldıramayıp gözlerimi kaçırdım. Başım önüme eğildi. Başparmağı dudağımı okşadı. Alt kattakileri düşünürken bu anın içinden çıkmakla kalmak arasında bocaladım. Aniden dudaklarıma yapışan dudaklarla başım geriye düştü. Beni kucağına aldı. Dudaklarımı emip ısırarak öptü. Karşılık verdim. Giderek hırçınlaşıp sertleşti. Canım yanarken inledim. Kendimi geri çekip dudaklarımızı ayırdım.
"Fıraaaat," dedim sinirle. "Aşağıda insanlar var, napıyorsun?"
Beni dinlemekten çok büyülenmiş gibi bakıyordu. Çenemi ısırdı.
"Bayram şekerimi yiyorum," dedi. "Yiyemez miyim?"
Söylediği şey hoşuma gitmişti. Dudaklarımı büzüp, "canımı yaktın," dedim nazlı nazlı. Dudaklarıma yaklaşıp severcesine öptü. "Özür dilerim," dedi. "Güzelliğin aklımı başımdan alıyor, ne yaptığımı mı biliyorum ben."
Güldüm. Şımarık bir sesle, "çok mu güzelim?" dedim. Sözleri, beni sevip izleyişleri gururumu okşuyordu.
Dudağının içini ısırıp gözlerini kısarken başını hafifçe sağa sola sallayarak, "hem de nasıl?" dedi. "Bebek gibisin. Bakmaya doyamıyorum sana. " Tenimi gösteren tülün örttüğü gerdanıma gömdü yüzünü. Kokumu ciğerlerine çekti. "Öyle güzel kokuyorsun ki," dedi. "Sırf şu kokun için bile bırakmam seni."
Boynuma ve dudaklarıma değen saçlarına yüzümü gömdüm. Ensesinde parmaklarımı gezdirdim. Onu iyice göğsüme çekip sardım. Gözlerimi usulca kapattığımda içim sıcacık ve kıpır kıpırdı. Açık olan balkon kapısından içeriye hoş bir yel esiyor, ağaçlarda ötüşen kuşların cıvıltısı odaya doluyordu. Gökyüzü bugün masmavi ve pırıl pırıldı. Güneş daha bir sevecen ve umut doluydu. Neşeliydim. Oğuz bayramı hapiste geçirirken, Aslı toprağın altındayken ve Yaren kim bilir ne haldeyken bu anı hak edip etmediğimi sorgulamaksızın Fırat'ın kollarında mutluydum.
Fırat durduğu yerde hareketlenip yatağa doğru ilerledi. Dudakları yanağımı buldu. "Kurban olduğum." Yatağa oturdu. Beni tek dizine yerleştirip elini saçlarımda gezdirdi. Işıl ışıl parlaya kara gözleri ruhumda hoş bir ezgiyle akan nehirlere cemreler düşürdü. Evimizde misafir varken bu halimiz doğru değildi. Daha kahvaltı hazırlayacaktım. Aslında birçok şey hazırdı ama bazı şeyleri soğumasın diye sonraya bırakmıştım.
Elleri ince belimi okşarken "karım," dedi. "Ne yapayım bugün sana?"
Ne demek istediğini anlamadım. Ne yapayım, derken sevişmekten mi bahsediyordu acaba? Ama daha sabah gitmeden birlikte olmuştuk. Sürekli içimde mi olacaktı? Kirpiklerimi kırpıştırıp gözlerimizi ayırdım.
"Ne yapacaksın ki?" diye sordum çekinerek.
Burnumu öpüp beni göğsüne çekti.
"Sen söyle," dedi. "Dışarıya çıkartayım seni, gezmeye götüreyim, ne istersen alayım sana. Canımı iste vereyim lan!"
Üstü yeşilimsi bir renk alan elimi omzundan alıp dudaklarına götürdü. Parmaklarıma ve avuç içime dudaklarını bastırdı. Bacağında otururken yere değmeyen ayaklarımı salladım. Belki dışarıya çıkabilirdik. Kahvaltıyı bahçede yaparız diye salonda ve mutfakta bulunan masaları sabah gitmeden Fırat'a dışarıya çıkartırmışım ama evin içi boş kalmıştı. Bahçeye ayriyeten bir yemek masası ve koltuk takımı alabilirdik. Yaz geliyordu. Bahçede çok güzel çiçekler açmıştı. Ağaçlar süslenmiş, doğanın mis kokusu her yanı sarmıştı. Hamak istiyordum. Birkaç parça yazlık elbise de alabilirdim. Fırat dışarıda giymeme izin vermezdi ama evde giyebilirdim.
"Ama Ömer dedeler var," dedim. Evde misafir varken gidemezdik ki.
Saçlarımı parmaklarına dolayıp oynarken, "kahvaltıdan sonra biraz oturup gidecek onlar," dedi.
Dudaklarımı büzüp, "tamam o zaman," dedim. "Alışverişe çıkarız, olur mu?"
"Tamam, aşağı inelim artık. Daha sofra kuracağım. "
Kucağından kalkmaya çalıştığımda yine o bilindik senaryoyu yaşadık; bırakmadı. Dudakları alnımı buldu. Yakıcı bakışları yüzümde dolandı. "Sado'nun annesini takma kafana," dedi. "Huysuz bir kadındır. Nerede ne söyleyeceği belli olmaz. Şimdiden uyarayım, tamam?"
Az önce elini öpmek istediğimde öptürmemişti, Fırat o yüzden bana böyle bir açıklama yapma gereği duymuş olmalıydı. Umrumda değildi. Onu tanımıyordum, hayatımda ya da kalbimde bir yeri yoktu. İnsanlara kırılmak için bile bir geçmişinizin olması gerekirdi. Sadece büyüğüm diye saygı göstermeye çalışıyordum. O öyle yapınca biraz utanmıştım ama geçmişti.
"Saadettin abinin kime çektiği belli oldu," deyiverdim. Belki de bunu içimden söylemeliydim ama ağzımdan çıkmıştı bir kere. Tedirgin gözlerle Fırat'a baktım. Saadetin abiye çok değer veriyordu ve böyle söylediğim için kızmış olabilirdi. Ama aksine hafifçe güldü. "Benziyorlar biraz," dedi. "Ama Sado iyidir."
Rahatladım. Saadettin abinin dedikodusunu yaptığımı düşünüp kızar diye korkmuştum. "Sen yokken biz pek anlaşamadık," dedim.
Kaşlarımı çattım. "O mu anlattı?" diye sordum. Başını salladı. "Delirtmişsin adamı."
"Hayır, öyle bir şey yapmadım. O her şeyi çok abarttı."
Kendimi savunma içgüdüyle sesim fazla asi çıkmıştı.
"Şşş," dedi. " Ben biliyorum senin ne yapıp yapmayacağını, Sado abartsa nolur? Pek bir şey de demedi zaten."
"Görüştüğüm erkeklerden bahsetmedi mi?" dedim. "Ben senin namusunmuşum, seni bu şehirde herkes tanırmış, dikkat etmem gerekiyormuş, yaptığım her şeyi sana anlatacakmış. Anlatmadı mı?"
Yanağımda parmaklarının tersini gezdirirken durdu. Yüzü gerildi. "Doğru konuş," dedi. "Siktirme bana o erkekleri." Bocalayan gözlerle yüzüne baktım. Az önceki bakışlarından sonra bu öfkesinden hoşlanmamış, onunla daha fazla göz göze durmamak için gözlerimi kaçırdığımda beni daha sıkı sarmıştı.
"Anlattı," derken sesi hâlâ sertti. "Doğru, sen benim namusumsun. Altı yıldır bu böyle. Ben bir kere bile şüphe etmedim senden. Sado bilmiyor benim seni nasıl sevdiğimi. Biraz ileri gitmiş, fark ettim, ama idare et. Bizim seninle aramıza senden başka kimse giremez, tamam?"
Bana böyle benim ona güvendiğim gibi sınırsızca güvenmesi içimde bir yeri okşadı. Gülümsedim. Son cümlesinde yaptığı imayı fark etsem de görmezden geldim. Haklıydı. Bizi ayıran sadece bendim. Boynuna sarılıp yanağını sıkıca öptüm.
Ensemi öpüp kokumu içine çekerken, "inelim," dedi. "Yoksa ben daha fazla dayanamayacağım sana."
Bahçede kahvaltı masasındaydık. Hava çok güzeldi. Herkes sohbet muhabbet edip yemeklerini yiyordu. Fırat yanımda otururken sürekli tabağıma bir şeyler doldurup duruyordu. İnsanların içinde benimle böyle ilgilenmesinden hoşlanmıyordum. Daha az önce sofrayı kurarken bana yardım etti diye Saadettin abinin annesi Zeliha yengeden lâf yemiştim. Doğrudan bana söylememiş olsa da Canan teyzeye, "senin gelin oğlanı oyuncak etmiş elinde, hayırlı olsun," derken duymuştum. Ömer dedeyle Heja babaanne Fırat'ın bu hâlini taktir ederken Volkan, Ayla ve Nazım amca da garipsemişti. Canan teyze, Zeliha yengeye sadece, "sağ ol," demekle yetinmişti. Ondan pek hoşlanmadığı belliydi.1
Onu sevmeyen tek kişi Canan teyze değildi. Zehra, bana mutfakta, "çok şanslısın, Canan yengem gibi bir kayınvaliden var, benimkini gör de haline şükret," demişti. Zeliha yengeyi o da sevmiyordu. En son masaya ekmek sepetini koyarken Zeliha yenge yaka kısmı ve kolları tenimi gösteren tülden oluşan elbisemden taşan göğüslerime bakıp, "maşallah," dedi. "Daha ustuplu bir şeyler giyemedin mi?"
Ne diyeceğimi bilememiş ve utanmıştım. Fırat araya girecekken Ayla, "ayh çok sıcak oldu," diyerek elbisesinin üstüne giydiği hırkasını çıkarıp sandalyesinin arkasına asmıştı. Kare yaka elbisesinden gerdanı ve benimkilere nazaran oldukça küçük olan göğüslerinin çok az bir kısmı görünmüştü. Zeliha yenge kendi gelininin de benden halice giyindiğini görünce, ki benim elbisem gayet usturupluydu, bozulmuştu. Ayla'nın bunu beni korumak için yaptığını anlamıştım. Ona gülümsediğim de karşılık vermişti.2
Bu gibi şeylere çok uzaktım. Asla neyin neden problem olabileceğini anlamıyordum. Ne vardı Fırat sofraya iki tabak koymuşsa? Azıcık göğsüm göründü diye ahlaksız mı olmuştum? Fırat bile o kadar kıskanç olmasına rağmen elbiseme tek kelime etmemişken ona neydi? Neden Zeliha yenge kendi gelinleriyle beni, oğullarıyla da Fırat'ı kıyaslama ihityacı duyuyordu? Hayatımda sadece bakışlarıyla bile bu kadar kötü enerji saçan bir insan görmemiştim.
Mutfak kapısının önünde mamasını yiyen Fındık'a baktım. Yemeğini bitirip güneşin vurduğu betonun üstüne yattı. Keyfî yerindeydi. Göz göze gelince gülümsedim. Dilini dışarıya çıkarıp başını eşiğe koydu.
Neredeyse koca gövdesiyle dibime kadar girmiş olan Fırat'a döndüm. Beni masanın geri kalanından gizleyen vücudundan yayılan ateşi hissedebiliyordum. Zeliha yengenin bana olan tavırlarından dolayı biraz gerilmişti. "Doydum," dedim. Gözlerime sertçe baktı.
"Ne yedin de doydun?"
Bahar'ın gözleri sürekli üstümdeyken yiyemiyordum ki. Öyle üzgün, öylesine pişman ve içe dokunan bir ifadesi vardı ki bütün neşesi silinip gitmişti. Gözleri dolu doluydu. Arada bir, bir damla yaş elinde olmadan yanağından süzüldüğünde hızla siliyordu. Ağzına tek lokma koymamıştı. Yanakları çökmüş, göz altları morarmıştı. Her zaman süsüne püsüne dikkat eden Bahar alelade giyinmiş, en ufak bir makyaj bile yapmamıştı. Harun kucağındaki Elif'e yemek yedirirken ara ara Bahar'a da bir şeyler yemesini söylüyordu. Canan teyze, Heja babaanne, Ömer dede herkes üzerine titriyor, onunla konuşmaya çalışıyordu, ama Bahar kısaca geçiştirip bir ölü gibi oturmaya devam ediyordu. Fırat'ın onu görmezden gelmesi de canını yakıyor olmalıydı.1
Fırındaki böreğe bakmak için oturduğum yerden kalktım. Biraz daha burada durursam ağlardım. Fırat elimi tutup, "nereye?" dedi.
Herkesin gözü yine bize döndü. İnadına yapıyordu. Yerin dibine girecektim artık.
" Ben bakarım Fırat, bırak lütfen. "
Sandalyesini geri itip, "birlikte bakalım," dedi. Tuttuğu elimi iyice kavrayıp beni mutfağa doğru yürüttü. Üstümüzde gezinen bakışlar eşliğinde içeriye girdik. Dolan gözlerimi kırpıştırıp ona bakmadan elimi elinden çektim. Tezgahın üzerinden fırın eldivenini alıp böreğe baktım. Kızarmıştı. Tepsiyi çıkartırken Fırat yanıma gelip, "ver bana," dedi. Eldiveni çıkarıp itiraz etmeden ona verdim. Tezgaha dönüp çekmeceden bıçak aldım. Gözümden bir damla yaş süzüldü. Bahar'la böyle olmak istemiyordum. Onu böyle görmek canımı acıtıyordu. Ona kızgın ya da kırgın değildim. Neyi neden yaptığını anlayabiliyordum. Hatta sanırım onu bir tek ben anlıyordum. Aslı'ya bir düşmanlığı yoktu, bana zarar vermek de istememişti. Tek derdi kızını korumaktı.
Fırat yanıma gelip tepsiyi tezgaha koydu. Bıçağı elimden aldı. Bir kolunu belime sarıp dudaklarımı öptü. Göğsüne çekti beni.
"Noldu canımın içi?" dedi. "Niye ağlıyorsun?"
Dudaklarımdan bir hıçkırık koparken ona sarılıp yüzümü bağırına gömdüm. Diğer kolunu da belime sardı. Sırtımı sıvazlayıp saçlarımı severken, "şşş," dedi. "Ağlama."
Başımı kaldırıp gözlerine baktım. Alnımı öptü. Neden ağladığımı anlıyordu. "İstersen gitmelerini söyleyeyim," dedi. Bu cümlesi kalbimi kırdı. Benim için Bahar'ı kovacaktı. Hiç mi vicdanı sızlamıyordu? Tamam, Bahar ona göre suçlu olabilirdi, beni çok seviyordu, canımı yaktığı için ona kızgındı ama bu tavrı çok fazlaydı.
Ona şaşkın, kızgın, kırgın...karmakarışık bir ruh haliyle bakıp kollarının arasından çıktım. Eldiveni elime geçirip bıçağı aldım. Böreği kare kare keserken Fırat'a, "bana servis tabağı verir misin?" dedim. Boyum yetişse kendim alırdım ama yetişmiyordu.
"Veririz," dedi. Mutfak dolabından beyaz bir tabak aldı. "Bu olur mu?"
Tabağı tezgaha koydu. Arkama geçip belime sarıldı. Saçlarımı koklayarak öpüp, "Ne yaptım yine?" diye sordu. "Neye kızdın?"
"Sen biliyorsun neye kızdığımı."
Saçlarımı önümden çekip kolunu belime sıkıca geri sararken boynumu öptü. "Ne yapayım Hazan?" dedi. "Üzülüyorsun, kıyamıyorum sana."
"Ama Bahar'a kıyıyorsun."
"Konuştuk bunu."
"Evet konuştuk. Ama biz genelde bir şeyleri konuşunca sonuç hep senin istediğin şeye bağlanıyor. Ben de ona uymak zorunda kalıyorum ve bunu istemiyorum."
Sıkıntılı bir nefesi alıp verdi. Söylediklerimden hoşlanmamıştı. Ben de onun bu katı tavırlarından hoşlanmıyordum. Kestiğim kıymalı börekleri tabağa yerleştirmeye başladım. Çok iştah açıcı kokuyordu. Bahar çok severdi. Ama yemeyecekti şimdi. Hamileydi bir de.
"Tamam, prensesim," dedi. "Sen söyle onu yapalım."
Prensesim deyişi midemin kasılmasına neden oldu. Daha önce bir kere daha böyle hitap etmişti bana. Ona babamın ölümünü anlatmıştım. Baş ucuma sevdiğim çikolatayı bırakıp gidişlerinden, bana, prensesim, deyişlerinden bahsetmiştim. Dün birçok şeyi konuşsak da babamı konuşamamıştık. Yarım kalan şeyler olmuştu. Her şey üst üste geliyor, Fırat varken de o kadar canımı acıtmıyordu. Bazı şeyleri unutuyordum. Bazı şeyleri ise konuşasım yoktu. Ama ona Yaren'in anlattıklarını anlatacaktım. Özellikle de Ali'yi bilmesi gerekiyordu.
"Bahar'a mesafeli davranma," dedim. "Hamile zaten, üzülüyor. "
Bir müddet sessiz kalıp, "deneriz," dedi.
"Bu tabağın küçüğünden versene bir tane."
"Emrin olur," diyerek kollarını çözdü. Dolaptan pembe bir tabak alıp verdi. Böreğin orta kısmından dört dilim koydum. Fırat'a dönüp, "onu sen al," dedim. Börek dolu beyaz tabağı aldı. Çıkmasını beklerken, "geç önüme," dedi. Çekmeden maşa çıkarıp bahçeye geçtim. Fındık böreğin kokusuna gelirken Fırat'a ona iki tane vermesini söyledim. Verdi. Maşayı ona uzattım. Uzun masada herkesin tabağına ikişer dilim koyarken elimdeki tabağı Bahar'ın önüne bıraktım. İrkildi. Gözleri beni buldu. Dolan gözlerimi yok saymaya çalışıp alt dudağımı ısırdım.
Dudaklarımda küçük bir tebessümle "afiyet olsun," dedim. Gözlerinden iplik gibi yaşlar süzülmeye başladı.
"Hazan..." dedi kısık bir sesle. Sesi pişman, üzgün, umut dolu ve yaralıydı. Onu affetmek istiyordum. Aramızda Aslı'nın ölüsü olsa da...bunu yapabilirdim. Hem bugün bayramdı. Bayramda küslük olmazdı.
Gülüşümü büyütüp, "Bahar," dedim. Dudaklarından bir hıçkırık dökülürken ayağa fırlayıp boynuma sarıldı. Kollarımı beline sardım. Tüm gözler bize çevrilmişti. Bahar'ın uzun boyu sebebiyle yüzüm göğsüne gömülmüş olsa da bunu hissedebiliyordum. Bahar hıçkıra hıçkıra ağlarken aksi mümkün değildi zaten.
"Özür dilerim," dedi. "Hazan...çok özür dilerim. "
Gözlerimi kapattım. Yaşlar birer ikişer yanaklarıma doğru hücum etti. Bir elimle sırtını sıvazlayıp uzanabildiğim kadar saçlarını sevdim. Şişkin karnı sebebiyle birbirimize çok fazla yaklaşamazken ne diyeceğimi bilemedim. Kelimeler rüzgarın önüne kattığı kar taneleri gibi savrulup tam evin içine girecekken cama yapıştı. En mantıklı ve şu durumda söylenebilecek olanları seçtim.
"Ağlama," dedim. "Hamilesin. Sonra konuşuruz, otur, yemeğini ye, olur mu?"
Başını omzumdan kaldırıp gözlerime baktı.
"Affet," dedi. "İstersen ayakkalarına kapanayım...ama affet. "2
Yere doğru eğilirken gerçekten ayaklarıma kapanmaya yelteneceğini anladım. Kollarını sıkıca kavrayıp onu yukarıya çektim.
"Saçmalama," dedim. "Olur mu öyle şey? Affetmesem konuşur muydum seninle? Ağlama."
Yüzünü ellerimin arasına alıp gözyaşlarını sildim. Böyle bir tepki vereceğini düşünmemiştim. Keşke başka bir yerde, yalnızken konuşsaydık. Elleri ellerimi buldu. Avucumu öptü.
"Sen beni tecavüze uğramaktan kurtardın ama ben..."
"Bahar, sonra konuşalım, lütfen. Otur hadi."
Canan teyzenin sorusuyla ona döndüm. Durumu nasıl açıklayacağımı bilmiyordum. Gözlerim Fırat'ı aradı. Elindeki börek tabağını masaya bırakmış yanıma geliyordu. Bahar öne atılıp, "anne," dediğinde elini tutup onu yanıma çektim. Her şeyi anlatacağını hissetmiştim. Bunu yapamazdı, yapmamalıydı. Fırat yanımıza geldi. Gözlerine baktım. Bakışları oldukça yoğundu. Eğer yalnız olsaydık bu bakışların bizi nerelere götüreceğini biliyordum.
Canan teyzeye baktım. Herkes gibi bir cevap bekliyordu. Büyütülecek bir şey yoktu. Gerçeği yalnızca biz biliyorduk. Uydurduğumuz herhangi bir yalana inanmak zorundalardı. Sonuçta gerçekte ne olduğunu asla tahmin edemezlerdi. Fırat'ın yanımda oluşunun ve eğer bocalarsam müdehale edeceğini bilmenin verdiği rahatlıkla konuştum.
"Benim...babamdan kalma bir kolyem vardı," dedim. "Bahar onu kırdı. Babamdan kalan son doğum günü hediyem olduğu için Bahar'a çok kızdım. Tartıştık. Bir haftadır küstük..."
Devamını nasıl getireceğimi bilemediğimden sustum.
Canan teyze Bahar'a kızarcasına, "ah be kızım," dedi. "Dikkat etseydin ya biraz."
"Aman canım ne olacak, alt tarafı bir kolye. Sanki elmas bana. Gebe kızı ne diye üzersin?"
Zeliha yengenin bu sözlerini umursamadım. İşin aslı bu değildi. Gerçekten böyle bir şey yaşanmış olsaydı elbette ki Bahar'ı üzmezdim. Herkes inanmış gibi göründü. Bahar'ın onlara göre abartı tepkilerini hamilelik hormonlarına yordular. Tecavüz meselesini de duymazdan geldiler. Belli ki herkes o olayı biliyordu.
Canan teyze, "kızım sen günlerdir bunun için mi harap ettin kendini?" dedi. Bahar bana baktı. Sonra elini tutan elimi sıkıp diğer elinin tersiyle yüzündeki yaşları sildi. "E-evet anne," dedi. Gözleri gözlerime değdi. Öyle derin, öyle içtendi ki onu affedip Aslı'nın ölüsünü yok saydığıma bir an bile pişman olmadım. "Hazan'ı nasıl sevip değer verdiğimi biliyorsun. Onu üzünce...ölmek istedim."1
"Doğru konuş kızım, o nasıl söz? Tövbe estağfirullah."
Canan teyze kulağını çekiştirip kapı tıklatır gibi elini masaya vurdu. Bahar'a sarıldım. Yine bir şeyler söylemek istedim ama sanırım böyle anlarda kelimelerin pek bir anlamı olmuyordu. Bir süre öylece durduktan sonra ayrıldık. Yerlerimize oturduk. Bahar böreğini iştahla yerken Fırat yanıma oturdu. Bir kolunu belime sarıp kendine çekti.
Ondan uzaklaşmaya çalışırken kızgın bir sesle, "Fırat," dedim. Daha sıkı sarıldı. Şakağımı öpüp, "kurban olurum sana," dedi.
Herkes kendi halinde sohbet muhabet etmeye devam ediyor olsa da bu halimizden hoşnut değildim. "Tamam, bırak," dedim. Neyse ki bu sefer bıraktı. Tabakta kalan son dört dilimin üçünü bana, birini kendine aldı. Böreklerden birini onun tabağına koydum. Böylece herkes gibi bizim de ikişer dilim böreğimiz oldu. Çatalımı alıp Bahar'a baktım. Yemeğini yiyordu. Ağzıma patates kızartması attım. O sırada Ömer dede konuştu.
"Eee Fırat düğünü ne zaman yapıyoruz?"
Fırat, masanın başında oturan Ömer dedeye döndü. Bizim düğünümüzden bahsediyordu heralde. Ağzımdaki patatesi çiğnemeyi bırakıp onlara odaklandım.
"Düğüne karar vermedik," dedi. "Ama nikâhı iki hafta içinde kıyacağız."
"İki bayram arası düğün olmaz ağam, düğünü kurbadan sonra yaparız o zaman."
Heja babaannenin sözünden sonra Saadettin abi araya girdi. "Kurban demişken senin adakları Ruhi'den aldım, uygunsa iki güne keseriz."
"Olmaz," diyerek araya girdim. Fırat'la birlikte herkesin odak noktası olmuştum. Bir utanç dalgası vücudumu ateşe verirken yutkunup Fırat'a baktım. "Evimin önünde kan görmek istemiyorum," dedim. Evim, deyişimle gözleri parladı. Dudağının kenarı hafifçe kıvrılırken Zeliha yenge, "adak kanı berekettir," dedi. "Ne olacak aksın kapının önüne? Örfümüzü adetimizi yekten unutacaksınız."
"Karım istemiyorsa başka yerde keseriz yenge," dedi. "Bizim örfümüz adetimiz adak kanından ibaret değildir heralde."
Zeliha yenge biraz bozuldu. Fırat'ın sözlerinde pek bir şey olmasa da kaba ve sert ses tonu kalın sesiyle birleşince ne söylerse söylesin insanı tokat gibi çarpıyordu. Bacağının üstünde duran elini tuttum. Sıkıca kavradı. Zeliha yenge, "değildir ama o da bir parçasıdır," dedi. "Evinizin bereketini düşündüğümden, seni oğlum olarak gördüğümden derim. Gerçi bu kızla zor. Belli, avucuna almış seni. Ata, ana tanımaz olmuşsun. "
"Bir dakika Ömer ağa. Velevki öyle, bu seni niye rahatsız etti yenge?"
"Niye etmesin? Berfin dururken bu kızı gelin diye almışsın! Bir de kardeşinin katillerinin torunu! Berfin Urfa'da ne haldedir bilir misin?! Seninle evlenecek diye bütün taliplerini reddetti, kaç yaşına geldi evde oturuyor! Gül gibi kızı bırakıp düşman kızını çatımızın altına sokarsın! Siz de ses etmeyin baba! Gelinim, gelinim diye göklere çıkartın. Bir de bir şeye benzese bari!"
"Yuh anne! Çarpılacaksın vallaha. Dondurma bebek gibi kız. Geldim geleli gözümü alamıyorum, maşallah."
Ayla'nın bu abartılı övgüsü, Zeliha yengenin sözlerinin ağırlığını hafifletmedi. Dolan gözlerimi gizlemek için başımı yere eğdim. Elimi Fırat'ın elinden çekmek istediğimde bırakmadı. Zeliha yengeye cevap vermek üzereyken Ömer dede sert sesiyle konuştu.
"Zeliha haddini bil! O kızın babası benim çok yakın bir ahbabımdır! Dedesi kimse kim! O kardeşine de kızına da söyle Hazan benim gelinimden öte kızımdır! Onu üzen, başını yere eğdiren bu saatten sonra bilsin ki karşısında beni bulur! Düşman durduğu yerde dursun, biz dostumuzu iyi biliriz!"
Ömer dedenin beni koruyuşu yüreğimi yaktı. Boğazıma bir yumru oturdu. Dilim damağım kurudu. Dizlerimin bağı çözüldüğünde kendimi boşluğa düşmek üzereymiş gibi hissettim. Ellerim uyuştu, parmak uçlarım karıncalandı. Sarı bir kelebek önümden uçup gitti. Rüzgar hafifçe saçlarımı okşadı. Güneş, küçükken çizdiğimiz resimlerdeki gibi kocaman gülümsedi. Bahçeyi süsleyen rengârenk ağaçlardaki kuşlar en güzel şarkılarını söylemek için cıvıldadı. Her şeye rağmen bugünü sevdim. Zeliha yengenin az önceki sözlerinin anlamları silindi. Hüznüm dağıldı. Göz pınarlarım kurudu. Fırat'ın elini daha sıkı tuttum. Gülümsemedim ama. Şımarmayacaktım. Bir tek Fırat'a naz yapıp mızmızlanacaktım. Buna sadece sevinebilirdim.
Zeliha yenge önüne döndü. Heja babaanne ortamı yumuşatmak için, "biraz düğünü konuşalım ağam," dedi. "Nerede yaparız? Gelinimin özel bir isteği var mıdır?"
Ömer dede ve Heja babaanne sevecen gözlerle bana bakarken ne demem gerektiğini bilmiyordum. Daha önce bunun üzerine hiç düşünmemiştim. Elim ayağıma dolandı.
"Yok," deyiverdim. "Siz karar verin."
Gözlerim, kucağındaki Ela'yı Saadettin abiye verirken, "burada araya girmem lazım elticiğim," diyen Zehra'yı buldu. "Ne demek siz karar verin? Veremezler...yani vermeseler iyi olur. Bu senin en özel günün. En ince ayrıntısına kadar organize etmen lazım. Sonra pişman olursun, demedi deme."
"Pek hoşuma gitmese de Zehra'ya katılıyorum tatlım. Bence de bunun üzerine biraz düşün. "
Fırat'a baktım. Gözleriyle severcesine beni izliyordu. Biraz da kızgın gibiydi ama bu kızgınlık sevgisinin gölgesinde kalmıştı. Tuttuğu elimin üstünü okşarken, "tamam," dedim. "Ben biraz düşüneyim, olur mu?"
"Olur kızım, olur. Ne de olsa daha var."
"Sen yine de o kadar rahat olma elticiğim. Düğün telâşı zamanı yutar."
"Katılıyorum Hazan'cığım, şimdiden gelinliğini seçmeye başla mesela."
Ayla'yla Zehra birbirlerini sevmiyor gibi görünseler de çok iyi tamamlıyorlardı. Normal bir insan gibi düğün telaşına kapılıp kapılamayacağımı düşündüm. Böyle bir hayali kurabilecek kadar hayal gücüm olup olmadığını sorguladım. Sanırım yoktu. Yine de deneyecektim. Düğün çok umrumda değildi ama en azından güzel bir gelinlik seçebilirdim. Bunu hayal etmeye gücüm yeterdi.
Kahvaltının bundan sonrası havadan sudan konuşmalarla geçti. Zeliha yenge bir daha ağzını açmadı. Anladığım kadarıyla Fırat'ı evlendirmek istedikleri kuzeni Berfin, Zeliha yengenin kardeşi Huriye hanımın kızıydı. Zeliha yenge benimle yeğeni Berfin'in tarafını tuttuğu için öyle nefretle konuşmuştu. İki kız kardeşin, iki erkek kardeşle evlenmesi tuhaf geldi. Belli ki her ikisi de aşk evliliği değildi. Sevgisizlik kalbini çürütürmüş insanın, bu da böyle bir şeydi. Bahar, telefonundan bulduğu gelinlik fotoğraflarını gösterdi. Zehra ve Ayla da ona katıldılar. Eskisi gibi olmak zordu ama imkansız değildi.1
Gelinliklerin çoğunu beğenmemiştim. Hepsi çok kabarık ve abartılıydı. Ben sade bir şeyler istiyordum. En sonunda pes ettiler. Sofrayı topladık. Ömer dede benden kahve istedi. Çocuklar Fındık'la top oynarken Zehra, Bahar, Alya ve ben mutfağa geçtik. Bahar sürekli bana sarılıp durdu. Ben kahveyi yaparken kuş lokumunu, bayram şekerlerini ve sabah kat kat yapmaya vaktim olmadığı için büzme şeklinde yaptığım baklavayı tabaklara koydular. Alya birkaç dilim yiyip neredeyse kendinden geçti. Kahveleri fincanlara doldurdum. Tepsiyi alıp dışarıya çıktım. Kahveleri dağıtırken Alya baklavaları, Bahar kuş lokumu kaselerini, Zehra da bayram şekerlerini misafirlerin önüne koydu.
Tepsileri içeriye bırakıp Fırat'ın yanındaki yerime oturdum. Çocuklar bayram şekeri almak için masaya koştu. Fındık havlarken, "gel oğlum," dedim. Yanıma geldi. Çikolatalı şekerlerden birini açıp ona uzattım. Yedi. "Başka yok, tamam mı? Sana zararlı." Kuyruğunu sallayıp ayaklarımın dibine uzandı.
"Gelinim."
Ömer dedenin sesiyle ona döndüm. Bana seslenip seslenmediğini kontrol edip, "efendim?" dedim.
Baklavasını yerken, "ellerine sağlık, pek güzel olmuş," dedi.
"Ayh ben de bayıldım vallaha," diyen Ayla'ya gülümseyip, "afiyet olsun," dedim.
"Ne zaman yaptın kızım bunu? Çok taze, çıtır çıtır. "
"Sabah yaptım," dedim. "Kat kat yapmaya vaktim yoktu, ben de büzme yaptım. "
Heja babaanne gözlerini şaşırmış gibi büyüttü. "Böreği de kendin açtın he mi?" dedi.
Başımı sallayıp, "evet," dedim.
"Maşallah de anne nazar değmesin," diyen Canan teyzenin göğsü kabarmış gibiydi. O an tuhaf hissettim. Bir yandan VASÖ gibi dost mu düşman mı anlayamadığım, koltuk sevdaları uğruna babamı öldüren, beni kardeşime hasım eden bir örgütle mücadele ederken bir yandan da Fırat'ın karısı ve ailesinin geliniydim. Bir yerde mesele güç ve iktidarken diğer yanda mesele iki saat gibi kısa bir sürede baklavayla börek hamuru açmaktı. Canımı ortaya koyup yaranamadığım bir noktadan birkaç tabak yemekle göklere çıkarıldığım bir yere geçiş yapmıştım. Hayatın bir kısmı oldukça basit, diğer kısmı ise fazla çetrefilliydi. Ve ben basit kısmını seviyordum.
"Sana böyle hamur açmayı kim ögretti kızım? Elin pek çabuk maşallah. "
Biraz babaannemin katkısı vardı ama işin büyük kısmını kendi kendime ve çalıştığım yerlerde öğrenmiştim. İstanbul'daki komşumuz Fatma teyze de arada beni yanına çağırır aklım dağılsın diye mutfağa sokardı. Onu da hayli zamandır aramamış halini hatrını sormamıştım. Bugün bayramdı, arasam iyi olurdu.
Düşüncelerimden sıyrılıp Heja babaanneye cevap verdim.
"Bir ara yufkacıda çalışmıştım," dedim. "Aşcı yardımcılığı yaptığım da oldu. Oralardan kalma bir el çabukluğum var."
Ayla, "vallaha maşallah," dedi. "Şu an ne iş yapıyorsun?"
İnsanlara savcı olduğumu söylemekten hoşlanmıyordum. Fırat bu yüzden dün bana kızmıştı. Ona göre eğer Cemile teyzelere savcı olduğumu söyleseymişim bana o şekilde yaklaşmaya cesaret edemezlermiş. Haklı olabilirdi. Ama savcı olduğumu söylediğimde kimse bana gerçek bir samimiyet ya da nefretle yaklaşmıyordu. Herkes bir maske takıyor, saygılı bir şekilde karşımda tiyatro oynuyordu. Bundan rahatsız oluyordum. Yine de bir aile olma yolunda ilerlediğim bu insanlara elbette ki asıl mesleğimi söyleyecektim. Ben söylemesem bile bu masadaki bir başkası söylerdi zaten.
Ayla ağzındaki baklavayı çiğnemeyi bırakıp gözlerini büyüttü. Zeliha yengenin ağaçlarda açan çiçekleri izleyen gözleri beni buldu. Volkan abi de bana dönmüştü. Nazım amca biliyor gibiydi. Sessiz sakin, işinde gücünde bir adama benziyordu. Zeliha yengenin tavırlarıyla pek ilgilenmiyor, sadece Ömer dedeyle İstanbul'daki inşaat şirketleri hakknda konuşuyordu. Kasti olarak ona bakmadıkça varlığını hissetmiyordunuz.
"Terörle mücadale," dedim. Sohbeti açıp savcı oluşumun yarattığı bu saçma sapan atmosferi dağıtmak için, "sen peki, ne işle uğraşıyorsun?" diye sordum.
"Tahmin edebilir misin?" dedi. Neden böyle bir şey söylediğini anlamadım. Bunu yüz ifademden fark edip, "bence ne işle uğraştığımı dış görünüşümden deliller toplayarak bulabilirsin?" diye ekledi.
Bir çeşit oyun oynamak istiyordu. Oyununa dahil oldum. Bakımlı bir kadındı. Sarı saçlarına balyaj atılmıştı. Doğal ve hoş bir makyajı vardı. Kuaför ya da güzellik merkezinde çalışıyor olabilirdi fakat tırnakları kısaydı. Tatlı bir ses tonu vardı. Naifti. Ve hamileydi.
"Tek attın vallaha," dedi şaşkın bir yüz ifadesiyle. "Nereden anladın?"
"Dış görünüşünde en bariz olan şey karnındı," dedim.
"Sen bana sorsan ben asla sana bir hukukçu demezdim," dedi.
"Ya? Ne derdin peki?" Merak etmiştim, dışarıdan bakılınca nasıl görünüyordum?
Dikkatle yüzümü inceledi. Kahvemden bir yudum içtim. Çatalımı alıp baklavamdan bir parça yedim. Masada bir sessizlik vardı. Ayla'yla aramızdaki diyalog herkesin dikkatini çekmiş ya da üst üstte konuşmamak için susmuşlardı. Fırat cebinden çıkardığı telefonla ilgilenirken Ayla, "fantastik kitaplardaki şifacılara benziyorsun," dedi. Bunu beklemiyordum. "Ya da böyle etraflarında bir ışık hâlesiyle dolaşan elflere. Bakarken içini açıyorsun insanın. Rahatlatıcı dingin bir enerjin var. Işık saçıyorsun sanki. Konuştuğunda insanın dinleyesi geliyor. Sesinin tınısı çok hoş. İlla gerçek hayattan bir meslek söylemek gerekirse...psikolog belki. Ama emin değilim."
Söylediği şeylerle çok utanmıştım. Sadece sofrayı kurup toplarken ve mutfakta kahve yaparken biraz sohbet etmiştik. Böyle derin ve abartılı bir çıkarıma nereden vardığını bilmiyordum. Aksine kötü bir enerjim olduğunu düşünürdüm. Var oluşumun bile insanları rahatsız etmeye yettiği kanısındaydım.
"Hazan gerçekten de öyledir," dedi Bahar. Sesinde eski neşesi, o özgüveni yoktu. Barışmıştık ama o yine de birini öldürdüğünü biliyordu. "Bir de ondan ninni dinleme şansına nail olsaydın kim bilir neler söylerdin?"
Nemli gözleri, karşımda oturduğu sandalyeden gözlerime dokundu. Yüzünde hüzünlü bir tebessüm vardı. Karşılık verdim. Keşke zamanı onun için geriye alabilseydim, hafızasını silmek mümkün olsaydı.
O sırada evin ön cephesinden gelen, daha önce görmediğim iki adam bahçeye girdi. Birinin elinde büyük sayılabilecek bir kutu diğerinde ise bir sürü rengarenk paket vardı. Kutuyu tutan adam masaya yaklaştığında Fırat ayağa kalktı. Masadaki herkes ayaklanırken öylece izliyordum.
Fırat'ın Hamit dediği adam kutuyu masanın ortasına bıraktı. Ömer dede, Canan teyze, Bahar, Alya...herkes renkli poşetlerden birini alırken Hamit Fırat'ın, sağol, diyerek onunla bayramlaşıp annesine selam söylemesi üzerine gitti. Diğer adam ise sanırım Ömer dedenin şoförüydü.
Zehra elindeki kırmızı poşeti bir kenara bıraktı. Masadaki kutuyu açtı. İçinden üç katlı meyveli bir pasta çıktı. Kutudaki mumları üzerine dikti. Saadettin abiden aldığı çakmakla yaktı. Uzun çubuk şeklindeki ışıklı mumları pastaya saplayıp çakmakla tutuşturmadan önce duraksadı.
Elif ve Yiğit Zehra'nın yanına doluşmuş heyecanlı gözlerle pastayı izlerken Fırat yanıma geldi. Elimi tutup beni ayağa kaldırdı. Zehra'nın yanına götürdü. Zehra ışıklı mumları tutuşturdu. Sağa sola kıvılcımlar saçarak yanan mumlarla çocuklar gülerek el çırparken herkes birden, "iyi ki doğdun Hazan," diye şarkı söylemeye başladı. Zeliha yenge yerinde taş gibi oturuyordu. Ömer dedeyle Heja babaanne çok tatlıydı. Nazım amca el çırpmakla yetiniyordu. Elimde olmadan gülümsedim.
" Hazan dilek tutup üfle hadi. Mumlar sönecek."
Rüyadaymışım gibi hissediyordum. Çok şaşkındım. Gözlerim doldu. Yine de Zehra'yı dinleyip bir dilek tuttum. Fırat'la ve buradaki bütün insanlarla birlikte bir ömür geçirmek, mutlu olmak, bir şekilde adaleti sağlayabilmek istiyordum. Fırat'ın elini sıkıp mumlara doğru eğilerek üfledim. On bir yıl sonra bu benim ilk dileğim, ilk doğum günü pastam ve ilk ailemdi. Mumlar sönünce şarkı sona erdi. Onca yılın ağırlığı içimde bir nefes darbesiyle yıkıldı. Mumlardan yükselip havaya karışan dumanlarda görüntüler belirdi. Pencerenin önünde babamın sallanan sandalyesinde oturmuş, üstümde bir önceki doğum günümde almış olduğu kırmızı elbisemle onu bekleyişim, televizyondan yükselen kadın spikerin sesi, yanan aracın görüntüsü, cenaze arabası, evin hemen yanındaki camiden yükselen sela sesi, o gri bulutlarla kapalı gün, nasıl bilirdiniz, sorusuna "iyi bilirdik" diyen insanlar, tabutun açılışı, beyaz kefene sarılı olan, babam sandığım adamın mezara indirilişi, üzerine konulan tahtalar, kürek kürek atılan toprak, imamın okuduğu tüyleri diken diken eden Yasin süresi, eve eksik ve kimsesiz kalarak dönüşüm, babamın çok sevdiği saçlarıma attığım ilk makas darbesi... Birden hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladığımda yüzümü Fırat'ın göğsüne sakladım. Sıkıca sardı beni. Saçlarımı öptü. Sırtımı okşadı.
"Ayh noldu şimdi?" diyen Ayla'yı duydum. Birkaç saniye sonra sırtımda ve saçlarımda başka birilerine ait eller hissettim.
"Kuzum noldu?" Heja babaannenin sorusuyla Fırat'a daha da sokuldum.
Canan teyze "ayh katıldı kız, Bahar su getir," dedi. Fırat'ın bir kolu belimden ayrıldı.
Bir el yüzümdeki saçları geri çekti. Sıcak sıcak terlerken kasılıp duran midem ve göğüs kafesimle kendimi toparlamaya çalışsam da olmuyordu. Sinirlerim boşalmıştı.
"Hazan..." Bahar'ın sesini duydum.
"Gelinim?" diyen Ömer dedeyle Fırat'ın içine girmek ister gibi kendimi ona bastırdım. Böyle, onlara göre durduk yere ağladığım için çok utanıyordum, ama durduramıyordum da. Nefesimi tuttum. Bu ciğerlerimi acıttı. Sonra Fırat kucağına aldı beni. Yürüdü. Nefesimi haykırışa benzeyen bir hıçkırıkla dışarıya verdim. Sesim sevdiğim adamın koca göğsünde boğuklaştı.
Bir süre sonra serin bir yere geçtik. Kulaklarıma dolan su sesiyle Fırat beni kucağında zıplatıp kolunu kalçalarımın altından sardı. Banyodaydık. Alnımı Fırat'ın başına yasladım. Sabah yıkadığım banyo mis gibi çiçek kokuyordu. Bu iyi geldi. Ama aynadaki aksim hiç öyle durmuyordu. Burnum kızarmış, yanaklarım al al olmuş, boncuk boncuk yaşlar gözlerimden boşalırken kehribar rengi gözlerim beyaz ışığın altında yeşile çalmış, dudaklarım şişmişti. Hıçkırıklarım duvarlara çarpıp yankılanıyor, olduğundan daha yüksek duyuluyordu.
Fırat'a baktım. Kaşları çatık, yüzü gergindi. Dişlerini sıkıyordu. Alnına dökülen kömür karası saçlarıyla fazla yakışıklı ve karizmatik görünüyordu. Siyah gömleği geniş omuzlarında gerilmişti. Elindeki astım spreyini dudaklarıma uzattığında geri çekildim. Dudaklarımı aralayıp spreyi ağzıma sıkmasına izin verdim. Benim için yanında astım spreyi taşıyor oluşu kalbime dokundu.
Üç kere sıktığı spreyi geri çekip nefeslerimi düzene sokmamı bekledi. Sonra ilacı cebine soktu. Elini akan suyun altına tutup yüzümü yıkadı. Boynuma su sürdü. Daha iyiydim. En azından hıçkırıklarım durulmuştu. Fırat suyu kapatıp sıkıntılı bir ifadeyle gözlerime baktı. Yanağımı seven elli uzun kirpiklerimin altında gezindi. Burnumu çektim. Utanıp gözlerimi kaçırdım.
"Rezil oldum," dedim, son bir hıçkırıkla çatlayan sesimle.
Omuzlarındaki ellerimle kasılıp gerilen vücudunu hissettim.
"Saçma sapan konuşma," dedi. Sesi sertti.
Omzumu aşağı yukarı hareket ettirip alt dudağımı sarkıttım.
"Hazan!" Uyarıcı sesi içimi titretti. Lavabonun altındaki dolaptan mor bir el havlusu alıp yüzümü sildi. Akan rimelimi temizlerken, "mahvettiğin bir şey yok, " dedi. "Ben bu hâle geleceğini düşünemedim. Baş başa da kutlayabilirdik." Kendine kızıyordu. Hiçbir suçu yoktu ama yine kendini kömürlüğe kilitliyor, kemer yine onun sırtında şaklıyordu. Birbirimize benziyorduk. Ve ben bu benzerliği hiç sevmemiştim.
"Hayır," dedim. "Çok güzeldi. Kalabalık olmasını sevdim. Ama tutamadım kendimi işte."
Kolunu belime sarıp dudaklarımı öptü.
"Daha güzellerini de yapacağım sana," dedi. "Bu sefer ki biraz alelade oldu ama bundan sonrakiler daha güzel olacak."
"Bu zaten en güzeli. Kırk yılımı doğum günü kutlamamı düşünmeye ayırsam daha güzelini hayal edemezdim." Elimi yanağını koyup tenini okşadım. "Her şeyden önce sen varsın."
Dudaklarıma kapandı. Öyle yoğun, öyle derin, öyle sevgili dolu ve öyle güzel öptü ki içim, ruhum, kalbim her şeyim dudaklarımdan onun dudaklarına aktı. Sonra ayrıldık. Alnını alnıma dayadı. Gözleri gözlerime derin ve sonsuz bir aşkla baktı. Onun karanlığı benim gökyüzümdü.
"İyi ki doğdun meleğim," dediğinde göğsümde depremler oldu. Yağmurlar yağdı, dolular çiçekleri vurdu. Ardından bir güneş açtı. Gökkuşağı bütün renkleriyle beydah oldu. Ölen çiçeklerin yerine yenileri açtı. Cesetler hâlâ oradaydı ama buna aldırış edemeyecek kadar çok yenisi doğmuştu. Beyazlığım Fırat'ın siyahlığına karıştı. İlk kez iyi ki doğmuşum gibi hissettim.
Bahçeye geçtik. Herkesle sarıldım. Zeliha yenge bu herkesin içinde yoktu tabii. Ayla'yla Zehra bana pastayı kestirdi. Fırat hep yanımdaydı. Hatta pastayı keserken Ayla fotoğraf çekmek istedi ve kocam belime sarılıp bıçağı benimle birlikte tuttu. Dolaptan kola şişeleri geldi. Tabaklara pastalar kondu. Fırat yemedi. Ama kendi çatalımla ona bir parça verdiğimde geri çevirmedi. Bir sürü hediye aldım. Heja babaannenin verdiği yeşil fistan çok güzeldi. Ömer dede bir gerdanlık hediye etti. Saadettin abi ve Zehra değerli olduğu belli olan bir kolye almıştı. Volkan abiyle Alya altından bir bileklik, Canan teyze Urfa'da ceviz ağacından yapılan, "Gül Sandığı" adında küçük bir sandık hediye etmişti. Kapağında ve gövdesine gül desenli oymalar olan sandık kilitliydi. Canan teyze anahtarını verip yalnızken açmamı söyledi.
Bahar bir hatıra albümü yapmıştı. Kapağına sonbahar yaprakları yapıştırılmış defterin içinde üniversitede çekildiğimiz fotoğraflar vardı. O dönem kullandığım taksinin önünde elimde tespih, sırtımda kahverengi bir deri ceketle durduğum fotoğrafla gülümsemeden edemedim. Ev arkadaşımız Cansu tiyatro bölümünde okuyordu. Bir gün eve bir sürü kostüm getirmişti. Albümde evin salonunda üstümde kırmızı bir dansöz kıyafetiyle bir resmim vardı. Palyaço kostümü, mavi bir prenses elbisesi ve daha niceleri. Barda şarkı söylerken çekilen fotoğrafım, apartmanın önünde komşularla halı yıkarken giydiğim şalvar, elimde gitarla bağıra çağıra parkta şarkı söyleyişim, taksi durağının önünde koltuk altıma sıkıştırılan tavla, yağmurun altında ıslanışım, kocaman bir kangal köpeğine sarılışım, adını sanını bilmediğimiz bir futbol takımının maçında tribünde bağrışlarımız, huzurevindeki amca ve teyzelerle gülüşlerimiz...ne çok şey yaşayıp unutmuşuz. Gözlerim yaşardı. Albümün sonuna yapıştırılmış bir CD vardı, bir de mektup. içinde gül suyu olan küçük bir şişe, yine birkaç hazan yaprağı.
"Teşekkür ederim," dedim. Kendi elleriyle yapmıştı ve aldığım en değerli hediyeydi.
Sesi titrerken, "ben teşekkür ederim," dedi. Geri çekilip cebinden bir flash bellek çıkardı. Avucuma sıkıştırdı.
Boynuma geri sarılıp, "o kadın verdi," dedi.
"Aslı. Ölmeden önce uyanmıştı. Sana anlatmam gerekenler var ama burada olmaz. Yarın konuşalım, olur mu?"
"Ta-tamam."
Ayrıldık. Elimdeki belleğe baktım. Yerlerimize oturduk. Belleği avucumda sıktım. Bir sonbahar rüzgarı esti. Bulutlar güneşin önüne geçti. Deliller artıkça korkum da artıyordu. Aslı'nın bildikleri bu belleğin içinde miydi? Avcumda ateş tutuyordum sanki.
"Hazan abla."
Yanıma gelen Elif'le gülümsedim.
Elleri arkasında, pembe tütülü elbisesiyle sallanıp dururken, "biz dün okulda bahçedeki papatyalardan taç yaptık," dedi.
Yanağını okşayıp, "aferin size," dedim.
Küçük dişlerini göstererek güldü. Arkasındaki ellerini çıkardı. Elinde papatyadan yapılma bir taç vardı.
"Ben bunu sana doğum günü hediyesi olarak vereceğim. Eğil. "
Kabul etmekle etmemek arasında kaldım. Ama reddedersem kırılırdı. Başımdaki tacı çıkarıp saçlarımı düzelterek eğildim. Tacı saçlarıma taktı. Teşekkür edip yanağını öptüm. Yiğit de bana en sevdiği arabalardan birini verdi. Bir tek Fırat hediye almamıştı. Biraz kırılsam da üzerinde durmadım. Pasta almıştı, ailesine doğum günüm olduğunu haber vermişti. Her şeyden önce varlığı yeterdi. Ona bakıp gülümsedim. Kolunu belime sarıp alnımı öptü. Masanın en sonunda oturmanın ve Fırat'ın koca gövdesinin verdiği avantajla göğsüne sokuldum. Yüzümde tatlı bir tebessüm vardı.
Kapıyı kapattığımda kendimi saniyeleri bile bulmayan bir zaman içerisinde Fırat'ın kucağında buldum. Küçük bir çığlıkla kollarımı boynuna sardım. Dudakları yanağımı bulurken elleri bacaklarımı kavradı. Beline sarmak için ayırdığı bacaklarımı ellerinden kurtarmak için çabaladım. "Fırat eteğim," dedim. Elbisem çok güzeldi ve yırtılırsa üzülürdüm.
"Eteğini yesinler senin."
Ayaklarımı yere basmamı sağlayıp eteğimi yukarıya çekerek belimde topladı. Beyaz kumaş şortumun sardığı kalçalarımı okşarken çıplak bacaklarımı beline sarıp beni yeniden kucağına aldı. Dudaklarıma yöneldi. Merdivenlere doğru adımladı. Başımı çevirip dudaklarıma ulaşmasına izin vermedim.
"Mutfağı toplayacağım, bırak."
Tülün üzerinden boynumu öpüp, "eve dönünce hallederiz," dedi.
Üst kata çıkarken çenemi emdi.
"Ben de seni sen bu kadar güzelken öpüp koklamadan bırakamam," dedi.
"Fırat sakın benimle sevişmeye kalkma. Daha sabah birlikte olduk."
Burnumla dudağımın arasına minik minik öpücükler kondururken, "olduk da noldu" dedi. "Yordum mu seni?"
"Ben sürekli yavaş olmanı söylemeseydim yoracaktın. "
Gece içimden çıkmadan uyumuştu. Sabah uyandığımda ateş saçan gözleriyle beni izliyordu. Acıdan kaskatı kesilmişti. Tek kelime etmeden dudaklarıma yapışıp beni altına aldığında git gel yapmaya başlamıştı. Yine canımı çıkartacağını hissettiğimde sürekli yavaş olmasını söyleyip durmuştum. Neyse ki dinlemişti beni. Böyle daha çok zevk almıştım, ama Fırat çok zorlanmıştı.
Yanağımı dudaklarıyla severken, "tamam," dedi. Nefesleri sıklaşmıştı. Yatak odasına girdik. Bir eli kalçalarımda diğeri bacağımdaydı. Beni yatağa yatırıp altına aldı. "Yine yavaş oluruz," diyerek dudaklarıma kapandı. Bir eli şortumun üstünden kadınlığımı buldu. Başımı sağa sola sallayarak dudaklarımızı ayırdım. Boynuma gömüldü. "Fırat istemiyorum," dedim.
Bacaklarımın arasındaki elini tuttum. Islanıyordum ama istemiyordum işte. Çekmeye çalıştığımda direnmedi. Elini yatağa koyup yavaşça ağırlığını vermeden üzerime uzandı. Parmakları saçlarımda gezinirken yüzümün her yerini öpüp yalayarak emiyordu. Bacaklarımı birbirine bastırdım. Yüzünü ellerimin arasına alıp, "Fırat...dur," dedim. Ellerimden birini tuttu. Yüzünden çekip avucumu öptü. Ardından gömleğinin düğmelerine götürdü. Gözlerime gözlerinde harıl harıl yanan bir ateşle, gözbebekleri iyice koyulaşmış bir hâlde baktı.
Dudaklarıma yaklaşıp, "soy beni," dedi.
Yanağımı avcuna aldı. Dudağımın kenarını öpüp dudaklarını tenime sürterken, "çok güzelsin," dedi. "Kokun, ellerin, saçların, tenin, o sıcacık, daracık kadınlığın..." Yüzünü göğsüme gömüp kalbimin üzerini öptü. "Kalbin...içim gidiyor sana. Ne yapsam ne etsem doyamıyorum." Alnını alnıma dayadı. Burnumu öptü. "Bir türlü istediğim kadar yakın olamıyorum sana." Dudaklarımı kokladı. Yüzümdeki eli çenemi seviyordu. "Bir ömür içinden bir saniye olsun çıkmadan siksem seni yine de doyamam." Kapatmamak için direndiğim gözlerime baktı. "Bırak dokunayım," dedi. "Cayır cayır yanıyorum, söndür beni."
Kıyamıyordum ama mutfakta bulaşıklar duruyordu, masalar bahçedeydi. Hava yavaş yavaş bozuyordu, her an yağmur yağabilirdi. Söz vermişti bana, dışarıya çıkacaktık.
"Akşam yaparız, dışarıya çıkacaktık."
Elini yüzümden çekti. Bir fermuarın açılma sesini duydum. Elimi tuttu. Pantolonunun içine sokup boxserının üzerinden aletini avucuma almamı sağlarken dişlerini sıkarak inledi. "Yapamam," dedi. "Akşama kadar dayanamam."1
Elimdeki sert şeyle ne yapacağımı bilemedim. Avcumda nabız gibi atıyordu. Sıcaklığını hissedebiliyordum. Yüzü acıdan ürkütücü bir hâl almıştı. Yutkundum.
Gözlerindeki ateş parlarken, "tamam," dedi. Hızla üzerimden kalkıp yataktan indi. Kemerini çözüp pantolonunu çıkardı. Gözleri bacaklarımda gezinip duruyordu. Boxserını indirdi. Oldukça büyük olan, göbek deliğine doğru uzanmış penisi gözlerimin önündeydi. Gömleğinin düğmelerini açıp yere atarak yatağa çıktı. Hiç vakit kaybetmeden şortumu küldodumla birlikte kalçalarımdan sıyırdı. Başını bacaklarımın arasına sokup kadınlığımı kokladı. "Of!" dedi. Sıcak nefesiyle inledim. Öptü. Dil darbeleriyle dudaklarını sevdi. Kilotrisimin tepesini emdi.
Bacaklarımı aralayıp aniden içime girdiğinde çığlık attım. Ellerini başımın iki yanına koydu. Yavaş yavaş git gel yaparken küçük küçük iniltiler çıkardığım dudaklarımı ağzına aldı. "Yavaş seviyorsun," dedi. Dilini ağzıma soktu. Damağımı yalayıp geri çekildi. "Sen...sevmiyorsun," dedim. Üstümde usul usul sallanırken çeneme dudaklarıyla dokunup, "yetmiyor," dedi. Boynundan sarkan künyesini parmaklarımın arasına aldım. Belimi tutup kaldırdı. Yatağa oturdu. Dudakları yanağımda gezinirken elbisemin fermuarını açtı. Omuzlarımdan sıyırıp boynumda soluklandı. "Hareket et," dedi.
Belimi kavrayıp vücudumu aşağı yukarı hareket ettirdi. "Böyle, hadi."
Utansam da omuzlarına tutunarak dediğini yapmaya çalıştım. Saçlarımı koklarken inledi. Ellerimi omzundan çekip elbisemin tülden kollarından kollarımı kurtardı. Balkon kapısından esen yel tenimde dolaşıyordu. Beyaz sütyenimin kopçasını açtı. "Hızlan biraz," dedi. Elimden geldiğince ayaklarımı yatağa bastırıp hızlandım. Sütyenimi çıkardı. Bir eli kalçalarıma giderken eğilip sol göğsümdeki şişliği ve hilâl şeklindeki doğum lekemi öptü. Ona sokulup "o-oluyor mu?" dedim. Meme ucumu ağzına aldı. Eli göğsümdeki şişliği nazikçe severken, "sen zevk alıyorsan sorun yok," dedi.
O almıyor muydu? Sert sevdiğini biliyordum. Az önce bunun ona yetmediğini söylemişti. Ama yine de içimdeydi. Sevişmeyi o istiyor diye kabul etmiştim. Göğsümü severcesine emerken biraz daha hızlanmaya çalıştım. Zevk alsın istiyordum. Sıkıca sarıldı bana. Saçlarımı okşadı. Mememden ayrılıp alınlarımızı birleştirdi. "Yavaş ol," dedi. "Yorma kendini. İçinde olmak bile tatmin etmeye yeter beni. Mesele bu, sana yakın olmak."
Kucağında yukarı aşağı hareket etmeyi sürdürdüm. Kolları hızımı yavaşlatmıştı. Kalçalarım sıcacık kasıklarındayken bir sobanın üzerine oturmuşum gibi içim yanıyor, kanım kaynıyordu.
"Ama ben seni..mutlu etmek istiyorum. "
Dudaklarını dudaklarıma bastırdı.
"Sen varken, bu kadar yakınımdayken ben nasıl mutsuz olurum?" dedi. "Bu yeryüzündeki en güzel şeye sahibim ben."
Yutkunup boynuna sarıldım. "Abartma," dedim. "Neden herkes böyle abartılı abartılı övgülerde bulunuyor bana? Doğum günüm diye mi?"
"Çok güzelsin çünkü," dedi. "İnsanın baktıkça içine sokup sevesi geliyor seni."
Boşalmak üzereyken biraz daha hızlandım. Cümlemi yarıda kesmek zorunda kalmıştım. Fırat, "geliyor musun?" dediğinde başımı salladım. Altına aldı. Kısa ve hızlı birkaç git gelle boşalmamı sağladı.
Bir çift kara göz boşalırken verdiğim tepkileri izliyordu. Gözlerimi kaçırıp küçük küçük iniltiler eşliğinde nefeslerimi düzene sokmaya çalıştım. Ellerim Fırat'ın göğsünü buldu. Kasılıp duran kadınlığımla tırnaklarımı etine geçirdim. Alnımı öptü. "Ne güzelsin sen öyle," dedi. Dudaklarımı dudaklarına hapsetti. " Kurban olurum sana."
Bir süre sonra o da boşaldı. İçimden çıkıp kendisiyle birlikte duşa soktu beni. Vücudumu yıkarken yine yoldan çıktı. Ama içime girmesine izin vermedim. Sevdiğim adamın koca gövdesiyle küçücük kalan kabinin içinde kaçmak zor olsa da başardım. Tabii Fırat zorlasa ona gücüm yetmezdi. İstemediğimi görünce sadece elleyip öptü. Benimle arkadan birlikte olmak istiyordu. Birkaç kez beni duvara yaslayıp denedi bunu. Boy farkından dolayı ayakta yapması imkansıza yakın olsa da engel oldum. Ama nereye kadar olabilirdim ki, o benim kocamdı. Her gece koynuna giriyordum ve girmek zorundaydım. Aslında istemiyor değildim ama canımın ne kadar yanacağını düşündükçe korkuyordum.
Giyindikten sonra beni kucağına alıp alt kata indirdi. Koltuğa yatırıp battaniyeyi bacaklarıma örttü. Yerimden kalkmamamı söyledi. Masaları ve sandalyeleri içeriye aldı. Yerlerine yerleştirdi. Tabak çanak sesleri duydum. Dakikalar sonra salona girdi. Portmantodan deri ceketini ve beyaz montumu alıp yanıma geldi. Ceketini koltuğa atıp önüme çöktü. Battaniyeyi açıp ayaklarımı aşağı indirdim. Gözlerim pencereden gökyüzünü buldu.
"Yağmur yağacak," dedim. "İstersen sonra gidelim."
"Dışarıda bir işimiz yok," dedi.
"Alışveriş merkezine mi gideceğiz?"
Elleri bacaklarımın iki yanında duruyordu. Yaklaşıp boynumu kokladı. Dudaklarıyla tenime dokunup, "sen nereye istersen oraya gideriz," dedi. Kolları belime sarıldı. Bir saniye bile yüz yüze bakamıyorduk. Sarılıp dokunmadan, öpüp koklamadan duramıyordu. Kucağına alıp beni kaldırdığı yere oturdu.
Gözlerime bakıp saçlarımı severken, "yarın olmaz," dedi.
"Hamit'lerin bahçesinde adakları keseceğiz ya bebeğim. Seni de götüreceğim. Sonra askeriyeye uğramam lazım. Çok boşladım."
"Benim yüzümden," dedim. İtiraz etmedi.
"Sen olmayınca her şey altüst oluyor," dedi. "Dengem şaşıyor. Sen yokken hiçbir şeyi görmüyor gözüm. Bahçedeki ağaçların çiçek açtığını bile sen gelince fark ettim. Burası sen varsan bir ev. Ben sen yanımdaysan adamım. " Dolan gözlerimle boynuna sarılıp göğsüne sokuldum. Saçlarımı öpüp kokumu soludu. "Benim bayramım senin kokunu duyabildiğim her gün."
"Sok kollarını, gidelim hadi. "
Hiçbir işe yaramayan özür dileyişimi duymazdan geldi. Ona kızmadım. Canını çok yakmıştım ve böylesine basit bir sözle telafi edemeyeceğimi biliyordum. Evden çıkmak üzere olduğumuz için konuyu kapatışına uyum sağladım.
Boynundan ayrılıp montu giydim. Siyah bol paça pamtolonum ve siyah beyaz çizgili kazağımla güzel olmuştu. Fırat ise yine simsiyah giyinmişti. Beni kucağından indirmeden deri ceketini sırtına geçirdi. Öne doğru gelince alnını öpmüştüm. Dudağımı öpüp karışlık vermişti.
Gülümseyip ayağa kalkmak için belimi tutarken onu durdurup, "Fındık ne olacak?" dedim. "Bahçeyi ilaçlamaya geleceklerdi. "
"Bugün bayram yavrum, yarın biz adakları keserken ilaçlayacaklar. Köpeği içeri alırız istersen. Yanımızda götüremeyiz, bunu isteme benden."
"Niye? Eğer yağmur yağar da gök gürlerse Fındık korkar ama."
Beni gözleriyle severcesine bakıp, "benim fındığımın da astımı var," dedi. "Dün eve gelene kadar mahvoldun yolda. Bu hayvan iyi gelmiyor sana. Sahiplendirelim desem kabul etmeyeceğini bildiğimden sesimi çıkartmıyorum ama sürekli dip dibe olmana izin veremem."
"Şşş, konu kapandı. Saatlerce arabada kalması ona da eziyet. Söz dinle."
Dudaklarımı büzüp, "peki," dedim. Haklıydı. "Aferin sana."
Ayağa kalktı. Beni yere indirip Fındık'ı eve aldı. Pencereleri kilitledi. Mutfaktan bulaşık makinesinin vızırtıları duyuluyordu. Fındık'a mama ve su koydu. Fırat'ı çok seviyordum. Saate baktım. Bire geliyordu. Ayakkabılarımı giydiğimde evden çıktık. Fırat'ın aracına binmiştik.
Bir kıyafet mağazasındaydık. Fırat kapıda adamın biriyle konuşuyordu. Bense rengarenk kıyafetlerle dolu reyonların arasında dolaşıyordum. Cüzdanımı almayı unuttuğum için biraz gergindim. Yolda Fırat'a geri dönmesini söylesem de ters ters yüzüme bakıp arabayı sürmeye devam etmek dışında bir tepki vermemişti. Param olmadığı için gönlümce beğenme ihtimalim olabilecek elbiselere bakamıyordum. Önümde bağladığım ellerimle başım yerde, aynı reyonun önünden bilmem kaçıncı kez geçerken görüş açıma giren siyah kaba botlarla adımlarımı durdurdum. Başımı yerden kaldırdığımda karşımda Fırat vardı.
Çatık kaşlarıyla bana tepeden bakarken, "napıyorsun?" dedi.
"Kıyafetleri yere mi sermişler?"
Alt dudağımı ısırıp bir adım geriledim. Gözlerimi gözlerinden çekip küçük bir kız çocuğu gibi hafifçe sallanırken, "yanımda param yok," dedim. Cümleme devam edecekken üzerime yürüyüp elimi tuttu. Dibime girip, "kocan var," dedi. "Ne istiyorsan al, sinirlerimle oynama benim."
"Yok ama mama, yürü, düş önüme. "
Az önce tek başıma gezdiğim reyonları Fırat'la el ele baştan tavaf etmeye başladık. Çok güzel yazlık elbiseler vardı. Çiçekli, pileli, dökümlü kumaşlar hoştu. Yaz alışverişi yapmayı her zaman sevmiştim. Gözüme ne güzel gelirse onu alırdım. Ne kadar açık olduğu umrumda olmazdı, ama bugün ilk kez bir erkekle alışverişe gelmiş olmak bir yana kendi param olmamasıyla birlikte kıskanç kocamın gözetimi altında usturuplu kıyafetler seçmek zorundaydım.
Mağazaya birkaç kişi daha girmişti. Çalışanlar onların peşinde gezinirken bize pek yaklaşmıyorlardı. Köşedeki askılıkta gördüğüm beyaz elbiseyle adımlarım yavaşladı. O kadar güzeldi ki büyülü bir rüya görür gibi tutulup kaldım.
Çekingen gözlerle Fırat'a baktım. İşaret parmağımı elbiseye doğru uzatıp, "bana...onu alır mısın?" dedim.
Dudağı hafifçe kıvrılırken, "alırız, hangisi?" dedi.
Elini çekip onu elbisenin yanına götürdüm. Viktorya tarzı beyaz uzun elbiseyi askıdan aldım. Fırfırlı etekleri, kare yaka göğüs dekoltesi, üst kısmı korse görünümlü, kabarık kısa kollu, dizin oldukça yukarısında derin bir yırtmacı olan elbiseye hayran gözlerle baktım. Fırat'a gösterip, "alabilir miyim?" dedim. Elbiseye hoşnutsuz gözlerle bakıyordu. Ona göre fazla açıktı. Yüzüm düştü. Kendi param olsaydı sormadan alırdım ama ücretini o ödeyeceği için almama izin vermezse ısrar etmezdim.
Dilinin ucunu ısırıp yutkundu. Elimi sıkıca kavrayıp, "al," dedi. "Ne istiyorsan, neyi beğeniyorsan sormadan al."
Elbisenin bedenine baktım. S bedendi. Bana olurdu. Yine de denemek istedim.
Tereddüt ederek, "bunu kabinde denesem olur mu?" diye sordum.
"Yüzü verdik astarını isteme," dedi.
"Ama ya evde deneyince olmazsa?"
"Gelir olanını alırız."
"Fırat..."
Kaşlarını uyarıcı bir şekilde kaldırıp, "şşş," dedi.
Ona sinirli bir ifadeyle bakıp elbiseyi uzattım.
"Tut bunu," dedim.
İtiraz etmeden elbiseyi alıp, "tutarız," dedi.
Fırat'ın öyle basit erkeklik egoları yoktu. Sofra kurar, yemek yapar, ev temizler, misafir varken bile bana sofrayı kurarken yardım ederdi. Daha öncesinde beni hastaneye götürdüğünde çantamı da taşımıştı. Benim karşımda ağlamaktan çekinmezdi. Duygularını açmaktan gocunmaz, sevgisini gösterirken, benim gibi cimri davranmazdı. Sadece bazı sınırları vardı ve o sınırları aşınca ya da buna cüret ettiğim de bambaşka birine dönüşüyordu.
Birkaç çiçekli elbise daha aldım. Bazıları yine beyaz ve uzun, bazıları da renkli ve kısaydı. Göğüs kısmında kedi figürü olan mini, gece yatarken bile giyinilebilecek toz pembe, ince kumaşlı bir elbise beğendim. Onu da Fırat'ın kucağındaki küçük yığının tepesine koydum. Yine mini etekli, üstü büstiyer tarzı pembe ve beyaz çiçekli bir takım aldım. Bunu sevgilime gösterip öyle almalıydım. Görüyordu zaten ama yine de sorsam iyi olurdu.
Askıyı hafifçe sallayıp, "Fıraaat," dedim.
Sertçe soluyup, "al," dedi. "Al ama bunu ev dışında herhangi bir yerde giyemezsin."
"Tamam aşkım," derken kıyafeti kucağına koydum. Onun da hoşuna gidebilecek birkaç parça daha aldım. Hatta iki tanesini o seçti. Kasada öderken içimden keşke fiyatlarına baksaydım diye geçirdim. Fırat bir an olsun duraksamadan kartını uzatırken kendimi kötü hissetmiştim.
Poşetlerin hepsini o aldı. Bana da vermesi için ısrar etsem de atelle askıyı evde unuttuğumuz için halihazırda gerginken on adet poşeti tek eline alıp, beni insanlardan sakınarak mağazadan çıkardı. Diğer mağazaların önünde yürürken, "nereye gidiyoruz şimdi?" dedi.
"Yeter bu kadar," dedim. "Fazla bile aldım. "
Gösterdiği mağazaya bakarken, "eve dönelim," dedim. Az önce ödediği 30 bin içime oturmuştu. O ilk beğendiğim beyaz elbise on bindi. Sonrasında da biraz fütursuzca elime ne geçtiyse almıştım. Eskiden olsa yapamazdım. Fırat'ı sahiplendiğimi, ondan çekinip utanmamaya başladığımı hissettim. Ama ya yanlış anlarsa, bu kadar masraflı oluşumdan rahatsız olursa, ya içten içe kızıyorsa bana?
İki mağaza arasındaki kolonun önünde durduk. "Eve falan dönmüyoruz," dedi. "Bugün seninim. Param, vaktim, canım her şeyim senin. Çekinme benden."
Sadece bugün değil Fırat her zaman tüm bunları önüme sermeye hazırdı. Biliyordum ama içimdeki o tedirginliği atamıyordum.
"Ama aldıklarım çok pahalı, ben..."
"Kaç gündür sana hediye olarak ne alsam diye düşünüyorum," dedi. "Bir türlü bulamadım. Doğum gününde yanında yoktum, geç kaldım. Anlamıyorum böyle şeylerden. Bahar'a almak kolaya ama sana zor. O yüzden bugün ne istersen yapacağım. Beğendiğin her şeyi alacağım sana. Kızdırma beni, tamam?"
Ne diyeceğimi bilemedim. İstediğim bir sürü şey vardı, doğum günü hediyesi diyordu, o benim kocamdı, bir daha onu ardımda bırakıp gitmek istemiyordum. Ona alışmak, onun beni sahiplendiği gibi Fırat'ı sahiplenmek istiyordum. Beline sarılıp, "tamam," dedim. Saçlarımı öpüp, "hadi," dedi.
Gösterdiği mağazaya girdik. Sonbaharda giyilebilecek tarzda birkaç kıyafet ve takım elbise aldım. Fırat kapıda beklerken iç giyim mağazasına girdim. Bana kartını vermişti. Arkası dönük mağazanın önünde bekliyordu. İki tane, kasaya götürürken bile yüzümü kızartan gecelik aldım. İç çamaşırlarını ve normal pijamaları da kasaya götürüp ödedim. Elimde poşetlerle çıktığımda Fırat poşetleri aldı. Elimi tuttu. Ayakkabıcı, bakıp ürünleri ve takı mağazası derken kitapçıya uğradık. Birkaç tane fantastik kitap aldım. Alya sabah bana öyle benzetmeler yapınca uzun süredir bu tür kitaplar okumadığım aklıma gelmişti. İskandinav mitolojisine ilgi duyan yanımla elim onlara gitti.
Sonra bahçeye oturma grubu, yemek masası ve salıncak aldık. Mağaza sahibi Fırat'ın tanıdığıydı. Aldıklarımızı yarından sonra göndermek üzere bize söz verdi. O an iki gün gözümde büyüdü. Bahçemiz bunlarla çok güzel olacaktı. O kadar heyecanlıydım ki midem kıpır kıpırdı. Bir an önce o güne kavuşmak istedim.
Fırat, alışveriş merkezinden çıkarken karşılaştığı tanıdıklarıyla bayramlaştı. Otoparka indik. Cizre'ye kan tahlillerini almaya gidecektik, oradan da Şırnak merkezdeki özel hastaneye meme kanseri kontrolüne. Sonra da Fırat beni yemeğe çıkaracaktı. Fındık evde yalnızdı. Bu beni huzursuz etse de yağmurların hâlâ kara bulutlardan düşmemek için direnmesi içimi rahatlatıyordu. Çok yoğun bir gündü. Şimdiden yorulmuştum.
Kan tahlilini almıştık; B12 ve uzun zamandır mücadele ettiğim demir eksikliği yani anemi yüzünden başım dönüp midem bulanıyordu. Doktor B12 iğnesi vermişti, her akşam hastaneye gidip vurdurmam gerekiyordu. Anemi içinde ilaç yazıp diyet listesi verdi. Meme kanseri kontrolünden de bir şey çıkmadı. Fırat'ın özel olarak seçtiğini düşündüğüm kadın doktor adet döngüsünde böyle şeyler olabileceğini yine de sürekli olarak kontrol etmekte fayda olduğunu söyledi.
Hastaneden ayrılıp bir restoranta yemek yedik. Anemi için yazılan ilaçları C vitaminiyle emilimi daha kolay olduğu için portakal suyu eşliğinde içtim. Silopi'ye döndük. Saat 19.03'ü gösterirken B12 iğnesini vurdurmak üzere acile giriş yaptık. Raporu doldurduk. Kısa bir bekleyişin ardından enjeksiyon bölümünde gardiyan yüzlü bir hemşire iğneyi popomdan vurdu. Eli o kadar ağırdı ki küçük bir çığlık atmıştım. Allah'tan Fırat dışarıdaydı. İğneyi batırdığı yere kolonyalı pamuk bastırdı.
Üzerimi düzeltip Fırat'ın yanına gittim. Elimdeki ilaç poşetini alıp elimi tuttu. Kalabalığın arasından sıyrılıp acilden çıktık. Yağmur ufak ufak atıştırırken arabaya bindik. Popom yanıp ağrımaya başlamıştı. Kolonyalı pamuğun ıslaklığını tenimde hissettim. Fırat motoru çalıştırmadan önce bana döndü.
Alt dudağımı sarkıtıp ona sokuldum. Kollarımı beline doladım. Vakit kaybetmeden sarıldı. Alnımı öpüp, "noldu?" dedi.
"Yanıyor," dedim ağlamaklı bir sesle.
Bundan hoşlanmamıştı. Bugün kadın bir hemşireye denk gelmiştik ama her zaman böyle olmayacaktı.
Sıkıntıyla içini çekip, "çok mu acıyor?" dedi.
"Tamam bebeğim, eve gidince dokunmayacağım sana, uyursun. "
Şu an bile uyuyabilirdim, ama eve gidince işim gücüm vardı. Kıyafetlerimi ilk kez dolaba yerleştirecektim. Makineyi boşaltıp içindekileri yerlerine koyup diğer bulaşıkları dizecektim. Evi silip süpürmek de gerekiyordu ama onu da yarın yapardım. Aldığım hediyelere bakmak istiyordum. Canan teyzenin ve Bahar'ın hediyeleri en merak ettiklerimdi. Fırat'a flash belleği de göstermem lâzımdı. Arabamınn bagajındaki zeminin altında bulunan gizli bölmede duran, kasada bulduğumuz çantanın ağzını da açmamıştım henüz. Onlara yarın akşam bakardık. Bugün normal bir gün olarak başlamıştı ve öyle bitsin istiyordum.
Göğsünden ayrılıp iğnenin vurulduğu tarafa ağırlığımı vermeden oturdum. Yağmur iyice şiddetlendi. Silecekler ön camdan akan şelalenin içinde yüzerken yola koyulup on dakika içinde eve vardık. Fırat aracı bahçeye soktuğunda ısıtıcıdan yayılan sıcaklıkla uyumak üzereydim. Araba kapıya yaklaşabildiği kadar yaklaştı. Fırat araçtan inip evin kapısını açtı. Fındık dışarıya fırladı. Tuvaleti gelmiş olmalıydı.
Elinde bir şemsiyeyle geri geldi. Kapımı açıp elimi tuttu. Yavaşça inip eve girdim. O bagajdaki poşetleri alırken Fındık yanıma gelip eşikte durdu. Mutfağa gidip ışıkları açtım. Masadan mutfak havlusunu alıp patilerini sildim. İçeriye geçip kucağıma atladı. Islanan tüylerini okşadım.
"Fındık biliyor musun bana iğne vurdular."
"Canım çok yandı. Hâlâ popom ağrıyor. Hatırlıyor musun sana da iğne vurdurmuştuk. Yine ister misin?"
Gözlerimin içine bakıp iki kez havladı. Kıkırdadım.
Fırat bütün poşetleri tek seferde alıp içeriye bıraktı. Bagajı kapatıp arabayı kilitledi. Yanıma gelip kapıyı kapattı. Fındık patilerini göğsümden çekip Fırat'ın kucağına atladı. Kızacağını düşünürken sevdi onu. Fındık ne Kim Chin'e ne de Yağız'a yaklaşmıştı böyle. Yılışık bir köpek değildi ama sanırım Fırat ona birkaç kez yemek verdiği için onu sevmişti. Tek sebep bu olamazdı tabii. Fındık'ı Yağız ve Kim Chin de defalarca kez beslemişti. Fındık'ın Fırat'ı sevmesi içimi sıcacık etti. Sevdiğim adamı ilk kez bir hayvanı severken görüyordum ve bu muazzam bir manzaraydı.
Başını okşayıp karnını ovaladı. Sonra ceketini çıkarıp portmantoya astı. Üstüme baktım. Hastane kokuyordum. Göğsüme ultrason cihazıyla bakıldığı için jel sürülmüştü ve bıraktığı his hiç hoş değildi. Duş almak istiyordum. Ama iğne vurulduğum için bir sorun olup olmayacağını bilemedim.
"Ben duş almak istiyorum ama iğne vuruldum ya bir şey olur mu?"
Lavaboya girip elini yıkarken, "hemşire bir uyarıda bulundu mu?" dedi.
"Hayır."
Elini kuruladı. Sonra ben girdim.
"Odada bir bakayım ben," dedi ciddi ve gergin bir sesle.
Havluyla ellerimi kurulayıp banyodan çıktım. Fırat, Fındık mutfağın önünde yatarken beni kucağına alıp üst kata çıkardı. Odaya girip yatağa bıraktı. Montumu omuzlarımdan sıyırdı. Peşinden de bütün kıyafetlerim bedenimi terk ederken çırılçıplak kaldım. Yatağa yüz üstü uzanmamı sağlayıp iğnenin vurulduğu yere baktı. Hafifçe parmaklarıyla baskı uyguladığında inledim. Eğilip acıttığı yeri öptü. Dairesel hareketlerle okşayıp severken, "bir şey yok," dedi. "Şişmemiş. Kanamış biraz. Ilık bir duş aldırırım sana."
Yutkunup yattığım yerden doğruldum. Vücudumu izleyen gözlerine bakmadan, "ben tek başıma yapsam olmaz mı?" dedim.
"Dokunmayacağım sana bu gece," dedi. "Korkma, yıkayacağım sadece."
Ve öyle yaptı. Bana, hiçbir cinsel yaklaşımda bulunmadan ılık bir duş aldırdı. Saçlarımı tarayıp kuruttu. Mor sweetim ve kumaş şortumu giydirdi. Ayaklarıma da sarı civcivli çoraplarımı geçirmişti. Yatağa yatırıp üstümü örttüğünde gözlerim kapandı. Dudaklarıma kondurulan bir öpücüğün ardından ayak sesleri uzaklaştı. Koca varlığı odayı terk etti.
Bilincim sallantıdaydı. Bu kadar erken bir saatte uyumak istemiyordum. Dün gece geç yatmıştım ve sabah da çok erken kalkmıştım. Ayaklarım ağrıyordu. Göz kapaklarıma tonlarca yük binmişti. Popom hâlâ hafif de olsa ağrıyordu. Duş vücudumu rahatlatmış ve mayışmama neden olmuştu. Kolumu kaldıracak halim yoktu. Yataktan kalkmamak için bir sürü sebep sayabilirdim, ama kalkıp kıyafetlerimi dolaba yerleştirmek, aldıklarıma tekrar bakmak, Canan teyze ve Bahar'ın hediyelerini açmak istiyordum.
Aklıma gelen bir diğer şeyle gözlerimi araladım; Fatma teyzeyi arayacaktım. Kendimi yataktan sökercesine ayırdım. Yorganı bir kenara atıp yataktan kalktım. Ayaklarımı sürüyerek aynalı masadan telefonumu aldım. O sırada Fırat elindeki poşetlerle odaya girdi. Yatağa oturdum. Üzerimdeki gözler eşliğinde Fatma teyzenin numarasını bulup aradım. İkinci çalışta açıldı.
"Beni hepten unuttun sandım kız," diye sesi aylar sonra ilk kez kulaklarıma dolduğunda gözlerim doldu. Onu aramayı sürekli ertelediğim için kendime kızdım. Sesi neşeli ve sağlıklı geliyordu, bu içimi huzurla doldurdu. "Biraz daha aramasaydın ben arayacaktım. "
"Özür dilerim," dedim. "Hep aklımdaydın ama ya unuttum ya da erteledim. Hayırlı bayramlar Fatma teyze."
Fırat gelip yanıma oturdu. Saçlarımı öpüp bacaklarının arasına aldı beni. Kollarını belime sarıp yorganı bacaklarıma örttü. Sırtım sert göğsüne yaslandı. Burnuma dolan ferah kokusuyla içimi çektim.
"Olsun yavrum, koskoca savcısın sen. İşin gücün vardır. Fatma teyzen hiç gönül koyar mı pamuğuna? Senin de bayramın mübarek olsun. Nicelerine kavuş inşallah."
Saçlarım ve tenim çok yumuşak olduğu için beni her zaman pamuğum diye severdi. Uzun zamandır o sevecen sesinden bu kelimeyi duymadığım için şimdi duyunca içim bir garip olmuştu. Yanında olmak, dizlerine yatmak istemiştim.
"Hep beraber inşallah," dedim. "Nasılsın? Sağlığın iyi mi?"
Arkadan yağ cızırtısı gibi sesler gelirken, "iyiyim kızım," dedi. "İki hafta önce umreye gittim, bir iyi geldi ki sorma."
Gözlerim şaşkınlıkla büyüdü. Yüzümde beliren gülüşle, "yaaa," dedim. Sesim fazla heyecanlı çıkmıştı. "Kaçtır gitmek istiyordun. Nasıl geçti?"
Yağa attığı bir şeyin foşur foşur sesi duyuldu. Tavaya vuran kaşığın tıkırtıları kulaklarıma doldu.
"Güzel geçti. Ramazan olduğu için çok kalabalıktı, iğne atsan yere düşmez derler ya aynen öyleydi. Tavafta ezilmemek için baya cebelleştim. Teyzeni bilirsin atom karınca gibi kadındır. "
"Amin, sana da nasip etsin inşallah."
Omzumun üzerinden Fırat'a döndüm. Kara gözleri üzerime yıldızlar yağdırırken alnımı öptü. O sırada gök gürledi. Şimşeklerin ışığı gece lambasıyla aydınlanan odaya vurdu. Kocama sokulup önüme döndüm.
"Ben...ben evlendim Fatma teyze."
Kısa bir sessizliğin ardından, "ne?!" dedi çığlık atar gibi.
Fırat yanağımı öperken, "öyle oldu," dedim. "Sana söylemeye fırsatım olmadı, özür dilerim. "
Bir şeyin yere sürtünme sesi telefonun diğer ucundan duyuldu. Mutfaktaki ahşap sandalyeye oturmuş olmalıydı.
Boştaki elimi karnıma sarılı olan kolun üzerine koydum.
"Hani apartmanın önünde vedalaşırken bir adam vardı ya..."
"Ayh o çocuk pek yakışıklıydı," dedi. "Yayla gibi sırtı vardı mübarek. Bir boy ki iki metre. Benim rahmetli de öyleydi." Sesine karışan hüzünle kahkaha attı. "Ee nasıl evlendin beni düğüne çağırmadan? Nasıl tanışıp kaynaştınız?"
Fırat başını boynuma gömmüş öylece bizi dinliyordu. Fatma teyzenin onun hakkında söyledikleriyle yanaklarım kızardı. "Düğünümüz daha olmadı," dedim. "İmam nikahıyla evlendik..."
"Ne işi olacak? Girdin mi adamın koynuna?"
"Sus kız! Kırarım o süt gibi bacaklarını. İmam nikahına güven mi olur hiç? Nikah masasına oturtmadan erkek adama kendini elletmeyeceksin. Kaç kere anlattım. "
Benim ki elletmekten fazlası olmuştu. Fatma teyzenin, "Erkekler 101" dersinden kalmıştım. Alt dudağımı ısırıp sessizliğe gömüldüm.
Fatma teyze bu konularda fazla açık sözlüydü. Yüzüm al al mor mor olurken uyarıcı bir sesle, "Fatma teyze yaaa," dedim. Fenalık geçiriyormuş gibi sesler çıkartıyordu. Fırat'ın kollarından kurtulmaya çalışsam da bırakmadı. Beni kendine iyice bastırıp mor sweettimden açıkta kalan omzumu öptü.
"Ne Fatma teyzesi kız?! Azıcık ağırdan satamadın mı kendini? Adam buldu tabii senin gibi kızı hemen yatağa atma derdine düştü. Sen de hemen girmişsin. Ayh başımı nerelere vuram! Ne iş yapıyor bu adam?"
Sarkıttığım dudaklarımla utançtan yerin dibine girerken, "asker," dedim.
"Ayh bir de en fenası! Benim herif de denizciydi, pek çapkındı. "
"Fırat öyle değil ama. Çok seviyor beni."
"Sever tabii. Sen sevilmeyecek kız mısın? Güzellik desen var, endam desen var, boy...boy yok ama işin gücün, zekân her şeyinin maşallahı var. Melek gibi kızsın. Ama safsın da biraz. Bu işlerde temkinli olmak lazım yavrum. Bu daha ilk senin. Hemen evlenmişsin. Daha kaç ay oldu sen oraya gideli. Bu işler aceleye gelmez. Başında bir büyüğün de yok, yaşın küçük, devir kötü. Neler görüyoruz televizyonlarda. "
Beni düşünüyordu ama Fırat'ı tanımıyordu ki. O çok seviyordu beni. Kocam da büyüğüm de oydu benim.
"Ama Fırat öyle değil ki. Hem iki hafta içinde nikah kıyacağız biz. Kurbandan sonra Urfa'da düğün yapacağız. Ailesiyle de tanıştım. Bu sabah kahvaltıda bize geldiler. Çok tatlı insanlar. Benim burada çok güzel bir ailem var Fatma teyze. Bir bu kadar daha yaşayıp bütün zamanımı bir benzerini bulmaya adasam bulamayacağım kadar güzel bir ailem var."
Gözlerim doldu. Sesimin titremesine son anda engel oldum. Fırat daha sıkı sardı beni. Ensemi öptü.
" Sen gerçekten mutlusun kızım," dedi.
"Oy kuzum senin ağzından şu kelimeyi duydum ya ölsem de gam yemem. Umrede hep dua ettim sana. Rabbim gönlüne göre birini versin, dedim. Vermiş çok şükür."
"Verdi," dedim. "Düğünüme gelir misin?"
"Gelirim tabii, o nasıl soru? O damada söyle üzmesin seni. Benim pamuğum sahipsiz değil."
Biraz daha sohbet ettikten sonra telefonu kapattık. Fırat aniden dudaklarıma kapanıp altına aldı beni. Önce şaşırsam da kollarımı boynuna dolayıp karşılık verdim. Bir süre öpüştükten sonra saçlarımı severken, "ne yapayım ben seni?" dedi. "Hı? Nasıl daha fazla seveyim? Nasıl sönecek bu yangın? Ben nasıl doyacağım sana?" Alınlarımızı birleştirdi. "Ölüyorum...ölüyorum lan." Nefes nefeseydi. Bana duyduğu sevgiyi içine sığdıramayan sesi çaresiz ve acı doluydu. Yüzyıllardır hiç sönmeden yanan bir dağ gibi gözlerindeki alevler içime işledi. Kıyamadım ona. Bu gece olmayacaktı ama yine de dudaklarını öpüp, "dokun istersen," dedim.
Yüzünü boynuma gömdü. Kulağıma doğru, "istiyorum," diye fısıldadı. "Her an, her saniye istiyorum, ama bu gece dokunmayacağım sana dedim, dokunmayacağım. " Yanıma yatıp göğsüne çekti beni. Bir eliyle çıplak belimi okşayıp diğer eliyle saçlarımı sevdi. "Çok yoruldun bugün," dedi. Alnımı öptü. O sırada bir kez daha gök gürledi. Perdesi yarı açık olan balkon camından çakan şimşeğin ışıkları mor yorganı elektirik mavisine boyadı. Yaren'le karşılaştığımız gece zihnimde canlandı. O gelmeden önce elektriklerin kesilişi, açılan camın gürültüsü, Zümrüt'ün hayaleti derken tüylerim diken diken oldu. Göğsümün ortasında etleri çoktan çürüyüp yok olmuş ürkütücü bir iskelet kemiklerimi, bir zindanın demir parmaklıkları gibi tutup iki yana doğru açtı. Başını o boşluktan uzatıp boğazıma doğru yükseldi. Gökyüzüyle birlikte kükreyip, kemiklerinin tıkırtıları kulaklarıma ulaşırken boğazıma demirden elleriyle sarıldı. Boğuluyormuş gibi derin bir nefes alıp bu hayali gözümün önünden yok etmeye çalıştım. Fırat'a sıkıca sarılıp göğsüne sığındım.
Yorganı omuzlarıma kadar çekip kollarını sıkılaştırdı. Saçlarımı öpüp, "noldu?" dedi.
"Ürperip duruyorsun," dedi. "Dün gece de böyleydin. Uyurken de irkilip durdun sürekli. Bana yalan söyleme."
Yutkundum. Kollarından çıkıp yatağa oturdum. Doğrulup sırtını yatak başlığına dayadığı yastığa yasladı. Çatık kaşları ve ciddi yüz ifadesiyle dikkati benim üzerimdeydi. Elini tutup, "hayaletlerden korkuyorum," dedim. Elimin üzerini okşarken güleceğini düşünsem de aynı ifadeyle gözlerime bakıp, "hayalet diye bir şey yok yavrum," dedi.
Ona sokulup, "biliyorum, ama korkuyorum işte," dedim. Elini elimden çekip belime sarıldı. Dudaklarımı öpüp, "nereden çıktı şimdi bu?" diye sordu.
Ellerimi göğsüne koyup tişörtüne tutundum. Biraz çekinerek, "o ev var ya," dedim.
Kafasının içindeki derin kuyunun dibinde yüzyıllardır yaşayan öfkenin karanlık ve yakıcı ruhu yavaşça uykusundan uyanırken Fırat'ın gözlerinde onun ateş kırmızısı gözlerini gördüm. İçimdeki su perisi yüzünü nehire gömdü. O ruhun karanlığı ve yakıcılığı onu korkutmuştu.
"O evin eski sahibi bir askermiş..."
"Seyit," dedi. "O evde yaşananlar mı korkuttu seni?"
Belli ki Seyit'i tanıyordu. Bunu tahmin etmiştim. Başımı sallayıp, "Cemile teyze Zümrüt'ün tavandan sarkan cesedini görmüş," dedim. "Bana da anlattı. Zümrüt'ün intihar ettiği odada kaldım. Tavandaki demir hâlâ orada. Yaren'in geldiği akşam elektirikler gitmişti. Yine böyle gök gürlüyordu. O demirde onu görür gibi oldum. Sonra birden cam açıldı. Aynı anda kapı çaldı, çok korktum. Zihnim sanırım gök gürültüsüyle o anı bağdaştırmış. Ne zaman gök gürlese onu görüyorum. Bir önceki günlerde de buna benzer şeyler yaşamıştım ama ilk defa bu kadar korktum."
Kuyudaki canavarın silueti gözlerinin karasında belirginleşti. Öfkeyle soluduğunda nefesindeki alevler yüzümü yalayıp geçti. Ona korkularımı anlatmak istiyordum. Kızacağını biliyordum ama içim rahatlıyordu. Belimdeki kolu kasıldı. Alt dudağımı sarkıtıp kollarımı boynuna sardım. Bir bacağımı üzerine atıp yüzümü boynuna sakladım. Diğer kolunu da belime doladı. Saniyeleri geçen sessizliği gözlerimin önünde bir kum saatini ters çevirdi. Burnu saçlarımın arasında öylece dururken kokumu sert nefesleriyle soluyor ama konuşmuyordu.
"Fırat...bir şey söylemeyecek misin?"
"Ne diyeyim?"
"Bi-bilmem. Kızdığın şey her neyse onu söyleyebilirsin."
"Kızmıyorum," dedi. "Ben artık sana kızamıyorum. "
Ses tonu kum tanelerini hızlandırdı, zaman sona eriyordu. Kalbimden bir damar söküldü. Fırat'a daha sıkı sarıldım.
"Bu...bu kadar abartman gereken bir şey yok ki," dedim. "Alt tarafı korktum sadece."
"Benim için yeterli bir sebep,' dedi "Saçının teli düşse benim için mesele. Bu olaya alt tarafı diyemezsin. Tavana saplanan kurşunu gördüm. Kapının içinde kalan kurşunu da. O kadın...öldürecekti seni..."
"Ama..."
"Sakın bana öldürmedi ama falan deme, çıldırtma beni. Her seferinde beni bırakıp gidiyorsun. Yanımdan ayrıldığın an savunmasız kalacağını bile bile gidiyorsun. Hadi önceden VASÖ vardı, şimdi onlar için bile hedeftesin. Sürekli başına yeni belalar alıp duruyorsun. Tamam, eyvallah koca örgütün karışında gram korku duymadan duruşun, adaleti hiçbir şeye değişmeyişin beni deli ediyor sana. Ama ne yapacağımı bilemiyorum da. Bu saatten sonra, dur, vazgeç diyemem sana. Tek yapabileceğim yanında olmak. Ben olurum dert değil, peki ya sen? Yanımda kalır mısın?"
"Kalırım, dün de konuştuk ya bunu. "
"Biz birlikte olduğumuz günden beri bunu konuşuyoruz," dedi. "Ve sen her seferinde söz verdin bana. Her söz verdiğinde de gitmek istedin. Seni öldürmek isteyen kadına sarılıyorsun, Bahar'ı her şeye rağmen affediyorsun, o Cemile denilen kadını bile savundun bana. Koca bir dünyayı içine alabilecek kadar güzel bir kalbin var ama bazen orada bir bana yer yokmuş gibi hissettiriyorsun. Ben gelmesem bana geri dönmeyecektin. Yüzüğümü parmağında taşıyıp künyemi göğsünde saklarken bile benim senin gözünde şansım yok. Fındık'ın bile gök gürültüsünden korkabileceğini düşünürken sensizliğin beni ne hâle getireceğini düşünmüyorsun. Peki ben ne yapıyorum sana? Seni sevmekten, zarar görme, canın yanmasın, mutlu ol diye kulun kölen olmak dışında napıyorum da her seferinde beni gözden çıkartıyorsun?"
Ruhumda tüm gün boyunca şırıl şırıl akan nehir gözlerimden boşalmaya başladı. Omzundaki ellerimi yüzüyle boynu arasında bir yere koyup tenini sevdim. Belimi sıkıca saran kolları sebebiyle dudak dudağaydık. Gözlerindeki kırıklar, tenini geren öfkesi, sesindeki isyan beni yerin yedi kat dibine gömdü. Yine bu noktaya gelmiştik. Yokluğumda çok canı yanmıştı. Hâlâ o bir haftayı kendine yediremiyor gibiydi. Beni Fındık'tan bile kıskanacak hâle gelmişti. Uzanıp dudaklarını dudaklarımla okşadım.
Küçük, sakin ve kısa öpücüklerle öpüşürken, "beklediğim şey özür değil," dedi. Dudaklarım dudaklarında alev alıyordu. Bir elimi saçlarına daldırdım. Çenemi öptüğünde, "ne?" dedim. Üst dudağımı tüy kadar hafif bir dokunuşla emdi. Geri çekildim. "Ne dersem diyeyim inanmayacaksın ki bana. Özür diliyorum, söz veriyorum, istediğin her an seninle sevişiyorum, iki hafta içinde resmî nikah kıyacağız, dedin sesimi bile çıkarmadım. Bana yardım etme isteğini kabul ettim. Bunlar senin benim için yaptıklarının yanında bir hiç biliyorum..."
Ağzımı ağzına alıp burnum ve çenemle birlikte emerken sözmü kesti. "Bilmiyorsun," dedi. "Senin bu evin içinde var olman bile benim senin için yaptığım her şeyi hiç eder." Bir eli yanağımı bulup saçlarımı severek geriye iterken tenimi okşadı. "Senin kokun, gülüşün, o güzel gözlerinle bana bakışın, öpüşün, beni içine alışın, ters ters konuşmaların bile benim için her şey demek." Alnımı öptü. Burnumu hafifçe ısırdı. Dudaklarımı koklayıp, "Bu sabah çok güzeldin," dedi. "İçim gitti sana. Tutulup kaldım. Ömer ağa sana her gelinim dediğinde cayır cayır yandım. Bahar'a sarıldığında, daha fazla sevemem dedikçe daha fazla sevdim seni. Bir gün önce beton kesen ev sen gelince yuva oldu." Boynuma gömülüp canımı acıtacak kadar sıkı sarıldı. "Yanımda kal," dedi. "Söz verme, özür dileme sadece yanımda kal. Zarar görme, korkma, burada, koynumda olduğun sürece kimse dokunamaz sana. Sadece gitme Hazan."
Benimle böyle yalvarırcasına konuştukça kendimi berbat hissediyordum. Benden nefret eden, bana zarar veren insanlara bile kalbimi açarken Fırat'ı beni sevdiği için cezalandırıyordum sanki. O iyi olsun, mutlu olsun diyerek giderken elle tutulur hiçbir sebebim yoktu. Bana bir kez olsun zarar vermemiş, sadece sevmiş olan bu koca adamı bu hâle getirmeye ne hakkım vardı? Kaç aydır ona aittim ve hâlâ bensiz yapamayacağını, bütün yollarımın Fırat tarafından çevrili olduğunu neden anlamıyordum ki? Benim kalbim, bedenim, ruhum her şeyim onundu. Bir daha gitmeyecektim. Bu adam da bu ev de artık benimdi.
Gözlerimi kapattım. Yumuşacık kömür karası saçlarını parmaklarıma cennet sayarken, "ama ben çok kıskanç biriyimdir," dedim. "İçimdeki Hilal'i uyandırırsan seni sevgimle boğarım. Dayanabilir misin ki bana?"
Yanağımı çökertircesine öptü. Dişlerini sıkarak, "ben kurban olurum senin içindeki Hilal'e" dedi. "Buradayım lan, seninim! Her hâline, her şeyine razıyım! Nasıl istiyorsan öyle sev, öyle oku canıma, nefes aldırma bana! Sesini çıkartanı siksinler!"
Dudaklarını dudaklarıma bastırıp, "Ne lan ne?!" dedi. "Sesine öldüğüm. "
Gıdımı emerken başım geriye düştü. "Emredersin." Yavaş yavaş aşağı kayıp beni yatağın içine sokmaya başladığnda bir eli bacağımı bulmuş okşayıp sıkıyordu. "Sevişecek miyiz?" diye sordum. Şu an istemiyordum. Kıyafetlerimi dolaba yerleştirecektim.
Yorganı üzerimize çekti. "Hayır," dedi. "Söz verdim, dokunmayacağım sana. Seveceğim biraz. Sürekli dillendirip aklımla oynama benim. "
"Tamam kocam."3
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
133.23k Okunma |
7.94k Oy |
0 Takip |
93 Bölümlü Kitap |