94. Bölüm
Binnur Tombaş / Vatanaşk (Askerî Kurgu) / 93. Bölüm

93. Bölüm

Binnur Tombaş
yikim2024

&&&

Yanan kırmızı ışıkta durdum. Aracın saat göstergesi 20.05'i gösteriyordu. Derin bir nefes alıp başımı koltuğa vururcasına yasladım. Camdan içeriye giren rüzgarla gözlerimi kapattım. Direksiyonu sıkıp Hazan'ı bir kez daha aramayı düşünsem de eve az bir mesafe kaldığı için vazgeçtim. Bana kızgındı. Ne kadar ararsam arayayım o siktiğim telefonu açmayacaktı. Sabah koynuma girip o öldüğüm tatlı sesiyle uyandırmıştı beni. İçine almasa da kadınlığını elletip öptürmüştü. Kahvaltı hazırlamıştı. Adak kurbanlarının kesimi için Hamit'lere gitmiştik. Ömer ağalarla birlikte orada yemek yemiştik. Payımıza düşen eti alıp eve dönmüştük, geri kalanını Hamit'le Sado dağıtacaktı. Birlikte duş alıp sevişmiştik. Yine zevkten kafayı yedirtmişti bana. Üzerimi değiştirip askeriyeye gitmek için hazırlanırken cilveli cilveli yanıma gelmişti. Küçücük boyuyla dudaklarıma uzanmıştı. Kocam, aşkım, sevgilim diye diye aklımı sikip atmış sonra da benden o...Yağız picini görmek için izin istemişti. Neymiş amınakoyayım ben fazla sinirliymişim, o ibneyi yok yere dövmüşüm, ona karşı herhangi bir yanlışı olmamış, çok yardımı dokunmuş, madem bu kadar rahatsızmışım neden daha önce sesimi çıkarmamışım?!

Sabahtan beri üzerimden atamadığım öfkem gırtlağıma çöküp nefesimi keserken gözlerimi açıp direksiyona vurdum. Ulan sanki bir şey diyince duyuyordu beni?! O itten uzak dur diye kaç kere söylemiştim lan?! Bahar'ın yediği haltın faturasını bana kesip, bensiz dinlenirsin belki, diyerek beni yerle bir edip gidişinden, gündüz oruç tutup akşamları keşler gibi içip onsuzluktan çıldırmanın eşiğinde gezerken kafayı çekişlerimden, kokusunu duyamadığım için çürüyen ruhumu sigara dumanıyla boğuşlarımdan haberi yoktu. Yüzümdeki yaraları Yağız itinden aldığımı sanarken Sado'nun lafla sözle beni ondan vazgeçiremedikçe delirip yüzüme iki tane yumruk salladığını bilmiyordu. Sırf ondan haber alabilmek için Çekik'le iletişime geçmiştim, kaç gece kapısında yatmıştım, albaydan kaç kez azar yemiştim, bu sefer canımı nasıl yakmıştı; tüm bunlar umrunda bile değildi. Eyvallah, bu olanları ona anlatmamıştım, anlatamazdım da. Gitmesin, bir daha beni bırakmasın diye yeterince gururumu, onurumu neyim var neyim yoksa karışısında küçültebildiğim kadar küçültüp ayaklarımın altına almıştım. Kendimi yok saymak konusunda sınırlarımı aşalı çok olmuştu. Bahar'ın ona yaptığı şeyin altında ezilirken, VASÖ'nün ona yaptıklarını ve yapmaya çalıştıklarını çözüp Hazan'ın yanında olmak isterken, Ali'nin bir terörist olmadığı, aksine VASÖ'nün ajanı olduğu gerçeği, Mehmet beyin katilinin VASÖ oluşu Hazan'la birlikte beni de darmadağın ederken, karım tüm bunlara karşı nasıl yaptığını anlamadığım bir şekilde, gram korku duymadan dimdik ayakta durup Bahar'ı affedip yine benim canıma okurken kendime onun için yaptığım hiçbir şeyden gocunmuyordum.

Sarı ışık yeşile döndüğünde yola koyuldum.

Mesele benim için hiçbir zaman Hazan'ın bana yaptıkları olmamıştı. Sorun kendine yaptıklarıydı. Ona kıyamıyordum. Ruhuna açılan her bir yarayı öpüp sarmak istiyordum, ama nasılıdır ki bilinmez güçsüz yanlarını en iyi ben bilirken yine bana göstermiyordu. Bir yuva isteyip ona yuva olmak için yanıp tutuşan adamdan kaçıyordu. Neyin beni kızdıracağını çok iyi biliyor ama yine de o iti görmeye gitmek istiyordu. Tamam, iyi niyetinden yapıyordu, benim bebeğim bir melekten farksızdı. Sado, bana yokluğumda yaptığı her şeyi anlatmıştı. Ayşe hanımın kızı Zeynep'in fizik tedavi masraflarını onun karşıladığını da en başından beri biliyordum. O şerefsiz dedesinin kaldığı evin kirasını ve geriye kalan her şeyini ödediğinden de haberim vardı. Tek başına gözünün gördüğü bütün kötülüklere kafa tutmaya çalışıyordu. Etrafında olup biten onca pisliğe, ona yaşatılan onca şeye rağmen o kadar masum, öyle güzel, öyle temizdi ki bazen bana ona lâyık olmadığımı düşündürüyordu. Aksi gibi böyle hissetdikçe de ona daha fazla sahip olmak istiyordum.

Yetmiyordu. Ne sevişmek, ne sarılmak, ne öpüşmek...hiçbiri, hiçbir şey yetmiyordu. Sado kafayı yediğimi söylüyordu. Hazan'ın bana iyi gelmediğini, yerimde bir başkası olsa çoktan vazgeçeceğini, sonumun hiç iyiye gitmediğini düşünüyordu. Abartıyordu. Hazan'la ne yaşadığımızı bilmiyordu. Onun baktığı yerden zırt pırt ayrılıyorduk. Ama öyle değildi. Hazan'ın her zaman mantıklı ya da mantıksız bir sebebi vardı. Biz ayrılmıyorduk, Hazan beni terk ediyordu. Bu sefer yok yere gitmemişti. Böyle kolay harcanmayı beklemiyordum ama Bahar'ın yaptığı...benim kardeşim birini öldürmüştü...

Sado belki tüm bunları bilse yine aynı şeyleri düşünüp söylerdi, hatta belki daha fazlasını. Hazan'a duyduğum sevginin normal olmadığını biliyordum. Canımı yaktıkça, beni bırakıp gittikçe ona daha çok bağlanıyordum. O güzel kalbinde bir yerim olduğunu, beni sevdiğini biliyordum. Ve ihtiyacım olan tek şey de buydu; Hazan tarafından sevilmek. Geriye kalan herkesi yok sayabilirdim ama onu asla.

O da öğrenecekti. Beni bırakıp gitmemeyi, yanımda kalmayı, başka herifleri, niyeti her ne olursa olsun umursamamayı, benden başka bir adam için endişelenmemeyi öğrenecekti. Sınırlarımı zorlamamayı, bana karşı gelip diklenmemeyi öğrenecekti. Çok seviyordum, ölüp bitiyordum ona ama suyuna gittikçe tepeme çıkıyordu. Hazan'ı daha az sevemezdim, fakat öfkemin ya da kıskançlığımın da bir sınırı yoktu.

Anayoldan ayrılıp eve giden toprak yola döndüm. İçimde Hazan'ı göreceğim, sesini duyup kokusunu soluyabileceğim için sabırsızlanan bir yan vardı. Bahçe kapısının önünde durup uzaktan kumandayla açtım. Aracı bahçeye sokup park ettim. İnip kapıları kilitleyerek iki basamaklı merdiveni çıkıp zili çaldım. Kendime sakin ol, dedim. Ortada büyütülecek bir şey yok.

O sırada kapı açıldı. Hazan karşımda sırılsıklam yüzü, kıpkırmızı kesilen teni, ateş saçan gözleri ve sağ elinde sıktığı astım spreyiyle duruyordu. Fındık hemen ayaklarının dibindeyken hızla ayakkabılarımı çıkarıp, "Hazan," diyerek içeriye girdim. Avuçlarımda kaybolan yüzünü ellerimin arasına aldım. "Noldu?" Teni çok sıcaktı. Kapıyı sertçe itip benden uzaklaştı. "Dokunma bana!" diye bağırdığında sorunun az çok ne olduğunu anladım.

Yine de emin olmak için, "yavrum noldu?" diye sordum tekrar.

Küçücük çıplak ayağını yere vurup, "biliyorsun sen ne olduğunu!" derken sesi kısılıp çatladı. Yüzüme bakmak için geriye attığı başıyla gözlerimin önüne serilen boynundaki ince damarlar şişip gerilmişti. Üzerine giydiği uzun, kolsuz bir kazağı andıran gri elbisesi dizlerinin iki karış üstünde bitiyordu. Elbisesiyle aynı renk olan hırkası tek omzundan düşmüştü. Sabah babasının 10. yaş gününde aldığını söylediği hilal şeklindeki gümüş kolyesi sıklaşan nefesleriyle yükselip alçalan göğsünde parlıyordu. Kokusu burnuma dolarken ona doğru bir adım attım. Eş zamanlı olarak geriledi. Arkasını dönüp orta sehpaya doğru hızlı adımlarla ilerledi. Savrulan saçları neredeyse kısacık elbisesiyle aynı uzunluktaydı. Gidip sarılmak istesem de yapmadım. Çok kızgındı ve ben bunun böyle olacağını biliyordum.

Sehpadan telefonunu alıp yanıma geldi. Karşımda dururken sendeledi.

"Hazan..."

Onu tutmaya çalıştığımda, "dokunma!" diye bağırdı yine.

Ellerimi çekip, "tamam," dedim. "Tamam dokunmuyorum, ama gel oturup konuşalım..."

Telefonunun ekranındaki banka mesajlarını gösterdi.

"Ne bu?!"

"Hazan..."

"Bana cevap ver Fırat! Ne bu?!"

Nefesleri çok düzensizdi. Sinirlendiğinde hep kızarırdı böyle ama bu sefer korkutuyordu beni.

"Bebeğim sakinleş, oturup öyle konuşalım. "

"İstemiyorum!!" derken telefonu yere fırlattı. Fındık havlayarak Hazan'ın arkasına geçti. "Niye yaptın bunu?!! Senden böyle bir şey isteyen mi oldu?!" Üzerime yürüyüp başı göğsümün altına gelirken yeşile çalan ateş parçası gözleri, kan kırmızısına boyanan şişmiş dolgun dudakları ve ucu kızarmış minik burnuyla içimi acıtıp kendimden nefret etmeme sebep olacak kadar güzeldi. Hafif etli, masum bir pembeliği olan yanaklarından süzülen boncuk boncuk yaşlarda boğuldum. Tatlı sesinin çatlayıp kısılarak aldığı hâl göğsümü daralttı.

"Gülüm..."

"Yaklaşma bana," dediğinde bu sefer uzaklaşmasına izin vermeden belini tutup kucağıma aldım. Çırpınıp durdu. Onu bırakmanı söyledi. Yüzümü boynuna gömdüm. Cayır cayır yanıp terlediği için nemli olan tenini öpüp kokusunu içime çektim. Saçlarını sevip koltuğa oturdum. Sıkıca sarıp çırpınmasına engel oldum. Dudak dudağayken hızla alıp verdiği nefesleriyle nefeslendim. Minik elleriyle göğsüme vurdu. "Bırak!"

Tek kolumla kucağıma sabitleyip yüzüne dökülen saçlarını geriye ittim. Şakaklarında beliren, ince derisinin altındaki yeşilimsi damarları öptüm. "Ya bırak!!"

Islak yanağını severek uzun kıvrımlı kirpiklerinin çevrelediği kocaman gözlerinden dökülen yaşları silerken alnımı alnına dayadım. "Şşş, sakinleş...sakinleş öyle konuşalım," dedim. Çenesi titrerken hıçkırıp, "i-istemiyorum!" dedi. Elleri üzerimdeki deri ceketin yakalarına yapışmıştı. Yüreğimdeki yanardağ temelinden sarsılıp göğsümün ortasında lavlar saçarak çökerken elimi yanağından çekip saçlarına daldırdım. Boynunu öptüm. "Sesine ölürüm senin."

Küçük bedeni kasılıp sarsılıyordu. Hıçkırıkları kulaklarımı dağlarken bu hâli mahvediyordu beni. Sımsıkı sarıp kendime bastırdım. "Ah." Acı dolu iniltisiyle geri çekilip gözlerine baktım. "Noldu?" diye sordum. Kızgın bakışlarının boynu büküktü. Kaşları çatık, saçları hırçın ve asiydi. Bana böyle bakmasından hoşlanmıyordum, diğer yandan ise hak ettiğimi biliyordum. Ama yaptığım şeyden pişman değildim. Ben onun kocasıydım.

Aramızda sıkışan göğüslerinin acıdığını anlamıştım. Daha nazik sarıldım. Şu kadınsal hastalığı yüzünden memeleri iyice büyüyüp şişmiş, fazlasıyla da hassaslaşmıştı. Dudaklarını öpmek için can atarken göğsüme çektim onu. Dirense de bana gücü yetmediğinden nihayet başını göğsüme koydu. Sırtını sıvazlayıp yumuşacık, gül kokulu saçlarını sevdim. Dudaklarımı alnına bastırdım. Kokumu solurken aradan geçen birkaç dakikanın ardından biraz olsun sakinleşti. Nefesleri düzene girdi.

"İyi miyiz?"

Burnunu çekti.

"Niye yaptın bunu?" diye sordu durgun ve kırgın sesiyle. Ağır ağır hareket eden kirpiklerini izlerken, "cevabı biliyorsun," dedim.

"Senden böyle bir şey istemedim," dedi. "Niye sürekli beni üzüyorsun?"

Onu üzmek bu dünyada isteyeceğim son şey bile olamazdı. Ben, onun saçının teline kıyamazdım. Üzmek ne demekti lan? Sadece karımı mutlu etmek, ona dayanak olmak istiyordum. Böyle sevilmeyi bilmiyordu ama öğrenmek gibi bir derdi de yoktu. Aylardır bana çektirdiği eziyeti gözü görmüyordu da ben bir kredi ve sigorta borcunu ödedim diye onu üzmüş oluyordum. Bu tavırları zoruma gidiyordu artık.

"O borcu ödeyemezdin," dedim.

"Bu beni ilgilendirir," dedi.

"Ben senin kocanım. "

Başını göğsümden kaldırıp gözlerime baktı. "Ama borç benim borcumdu."

Dişlerimi istemsizce sıkarken yutkundum.

"Biz evliyiz, sen ben diye bir şey yok."

"Konuşmuştuk bunu," dedi. "Sana ben halledeceğim, demiştim."

Sertçe soludum. Vücudum yay gibi gerildi.

"Hangi parayla?" diye sordum. Gözleri yuvalarında huzursuzca hareket ederken kirpikleri titredi.

"Benim maaşım var."

"550 bin liralık borcu 75 binlik savcı maaşınla mı ödeyecektin?"

İnsanlara yardım ederken eli fazla boldu. Dahası aracının modeli eskidiği için arıza yapmış iki hafta sanayide kalmıştı. Benden ayrılıp ev tuttum, tadilat yaptırdım, eşya aldım, evin elektriğini suyunu açtırdım derken kartlara borçlanmıştı. Kira, depozito gibi ıvır zıvırları saymıyordum bile. Ama hâlâ burnu düşse eğilip almıyordu.

Çenesini dikleştirip, "b-bu seni ilgilendirmez," dedi.

"Öyle mi?! Peki kimi ilgilendirir?! İşine gelince kocanım da işine gelmeyince kimim Hazan?!"

"Hâlâ kocamsın ama bu benim sorumluluğum."

"Sen de benim sorumluluğumsun. Neresinden tutarsan tut bu böyle. Neyin öfkesini kimden çıkartıyorsun sen?"

Gözlerini kaçırıp başını önüne eğdi.

"Çok masraf oluyorum sana," dedi. "Dün o kadar şey aldın bana, şimdi de bu. Utanıyorum. Kötü hissettiriyor."

Titreyen sesiyle yanaklarına süzülen yaşlar canımı yaktı. Kendime çekip göğüslerine dikkat ederek sıkıca sarıldım. Hırkasından açıkta kalan omzunu öpüp tenini kokladım.

"Saçma sapan konuşma," dedim. "Karşılığı sensen ödediğim hiçbir bedel koymaz bana. Çok seviyorum lan ben seni."

"Ama...ben sana sürekli acı çektiriyorum, sorun oluyorum, üzüyorum seni. Sonra da böyle gelip paranı yiyormuşum, seni kullanıyormuşum gibi..."

"Hazan kendi kafanda kurduğun senaryolara inanmayı bırak artık. Sen benim karımsın. Ben senin parada pulda gözün olmadığını bilmiyor muyum? Olsa nolacak? Paranın ne önemi var lan? Benim ne önemim var Hazan? Ye paramı, kullan beni, üz, acı çektir, sorun ol, mesele değil. Yanımda kalacaksan hiçbiri sikimde bile değil. Kaldı ki ben paranın lafını yapacak kadar şerefsiz bir adam mıyım senin gözünde? Bu kadar mı uzaksın bana?"

Göğsümde duran elleri çekilip boynuma dolandı. Yumuşacık ıslak dudaklarıyla tenimi öptüğünde aldığım hazla gözlerim kapandı. "Değilsin," dedi. "Biliyorum, ama ben baş edemiyorum bununla. Parayı sevmiyorum, aramıza girsin istemiyorum."

"Parayı aramıza sokan sensin. Hiçbir şey olmamış gibi de davranabilirdik."

Borcu evden çıkıp askeriyeye gitmeden önce ödemiştim. Hazan'ın yüzünü görene kadar da aklımdan çıkmıştı. Bu kız için canımdan bile vazgeçebilecekken üç beş kuruşun esamesi bile okunmazdı. Benden önce çokça para sıkıntısı çektiği, o dedesi olacak itin onu parasızlıkla cezalandırmaya kalkıştığı, ailesine bakmak için onca işte gece gündüz demeden çalıştığı için para konusunda bu kadar hassas ve kırılgan olduğunu biliyordum, ama ben, defalarca kez söylemekten dilimde tüy bittiği üzere onun kocasıydım. Madem bir yuva kuracaktık her şeyden önce bunu kabullenmesi gerekiyordu.

Yüzünü omzuma bırakıp kendini vücuduma bastırarak bana sokuldu. Saçlarını öpüp sevmeye devam ederken iki yanıma gelen bacakları dikkatimi çekti. Elbisesi yukarıya sıyrılmıştı. Süt beyazı teni ışığın altında parlarken el kadar bile olmayan ayakları onu istememe neden oluyordu. Çoğu zaman bunun için bir sebebe ihtiyaç duymuyordum. Nefes alışverişleri bile yeterliydi. Onu altıma almak, içine girmek, en mahrem, en ulaşılmaz yerlerine dokunmak, o küçük kadınlığının kadınsı kokusunu duyup sıcaklığında eriyip biterken sarıp sarmalanmak, iniltilerini, çığlıklarını duymak, istemiyorum derken bile benim için ıslanışlarını hissetmek, o ıslaklığa bulanmak, sıvımı içine akıtmak beni düşünürken bile kendimden geçiriyordu.

Sertleştiğimi hissettim. Kadınlığı hemen aletimin üstündeydi. Ona sürekli böyle yaklaşmak istemiyor olsam da bedenimin Hazan'a karşı verdiği tepkileri kontrol edemiyordum. Ensesini öpüp geri çekildim. "Bak bana." Başını kaldırdığında o kocaman gözleri gözlerime dokundu. Minik burnu burnuma değerken, "hallettik mi?" dedim. Elleriyle gözlerini silip, "hı hı," dedi. Parmaklarımın tersiyle dudaklarını sevdim. "O zaman getir bakayım şu dudaklarını."

Kolları yeniden boynuma sarıldı. Dudaklarına kapandım. Başı geriye düştü. Alt dudağımı dudaklarının arasına alıp karşılık verirken beni deli ediyordu. Isıra ısıra, yemek istercesine öptüm. Küçük bedeni kucağımda kıvranıyordu. İniltileri ruhumdaki pisliği arındırıyor, kulaklarımın pasını siliyordu. Kıvrandıkça penisime sürtünen kadınlığı bedenimi ateşe veriyordu. Karşılık vermeyi bırakıp benden kurtulmak için çabalarken daha fazla tahrik olmama neden oluyordu. Hazan'a dokunduğum an aklımı yitiriyordum. Bu dünyada hiç kimsenin hiçbir şeyi sevip arzulamadığı kadar sevip arzuluyorum onu. Aklım da, fikrim de, zikrim de oydu.

Yüzümü avuçlarının arasına aldı. Tenimi okşarken durmamı istediğinin farkındayım. Dün akşam sevişmemiştik. Bütün gün yorulduğu için dokunmamıştım karıma. Birlikte kıyafetlerini dolaba yerleştirmiştik. Koynuma girerken giymek için aldığı gecelikleri, her ne kadar benden saklamaya çalışsa da görmüştüm. Hele kırmızı olanı aklımdan çıkmıyordu. Hazan'ı onun içinde hayal etmekten kendimi alamıyordum. Bugün eve döndükten sonra birlikte olmuştuk. Yavaş ol, yavaş ol diyip dururken bugün de yeterince doyamamıştım ona. Arkadan istiyordum. O güzel kalçalarını kasıklarımda hissetmek istiyordum, ama korkuyordu. Zorlamamaya çalışsam da bu gibi meselelerden oldukça uzak olan Hazan'la başka türlü nasıl olacaktı, bilmiyordum.

O an kalçalarını düşünürken aklıma gelen şeyle dudaklarını bıraktım. Nefes nefese yüzünü göğsüme gömdü. "Yavrum."

"Hı?"

Oturduğum yerden kalkıp merdivenlere doğru ilerlerken, "İğneni unuttuk bebeğim," dedim. "Üstünü değiştirip hastaneye gidelim. "

"Ta-tamam."

********

Hastaneden dönüp yemek yemiştik. Hazan'ın eli çok lezzetliydi. Üç tabak yediğim etli kuru fasulye pilavdan tencerede hiçbir şey kalmamıştı. Hazan şaşkın gözlerle beni izlerken o kadar tatlıydı ki sadece yemek yerken bile olsa ondan uzak durmaya katlanamıyordum. Bugün eli hafif olan bir kadın hemşireye denk gelmiştik. En azından ben öyle olmasını sağlamıştım. Bu konuda çok katı bir tuttumum olmasa da Hazan'a benden başka bir erkeğin dokunmasını, kalçalarını görmesini istemiyordum.

Ocakta pişirdiği kahveleri fincanlara dökerken sufle dediği keke benzeyen bir tatlıyı tabaklara koyuyordum. Ne tatlı ne de kahveden haz etmememe rağmen hevesle yanıma gelip kahve yapayım mı, sufle yaptım, yeriz di mi, diyince onu reddedemiyordum. Psikiyatri doktoru Deniz beyden Hazan'ın gittiği psikoloğun numarasını almıştım. Hasta gizliliği diyerek bazı bilgileri paylaşmaya yaklaşmasa da karımın tatlı olan şeylerle arasındaki problemin çözümünde ona yardımcı olmamı söylemişti. Doğum günü pastasını bu yüzden almış, Ömer ağalara haber vermiştim. Yıllar sonra kutladığı ilk doğum günü olduğu için abartmamaya çalışmış, daha sade ve basit olmasını sağlamıştım. Yine de ağlayıp üzülmesine engel olamamıştım, ama gözlerindeki mutluluğu görmek yetmişti. Gelecek sene daha güzelini yapacaktım ona.

Kahveyi, kekleri koyduğum tepsiye yerleştirdi.

"Çalışma odasına çıkalım," dedi. Sesi bu söylediğine gönülsüz gibiydi.

"Niye?" diye sordum.

Tedirgin gözleri gözlerimi buldu.

"Çantayı açmak istiyorum," dedi hafifçe titreyen sesiyle. "Dün Bahar bir flash bellek vermişti. Bugün konuşacaktık ama Elif hastaymış gelemedi. Tek başıma bakmaya cesaret edemedim, birlikte bakalım, olur mu?"

"Ne belleği?"

"Aslı ölmeden önce..."

"Bahar onu öldürmeden önce..."

"Fırat!"

"Ne? Görmezden geldiğin şeyin büyüklüğünün farkına var Hazan. Affedeceksen yine affet ama yok saymaya çalışma. "

Bazen bu kadar iyi olmasına katlanamıyordum. Bahar'ı affetmekten ziyade ona acıyıp üzüldüğü, hamile oluşuna kıyamadığı için o kadının ölümünü unutup görmezden gelmeye çalışıyordu. Kendini kandırınca beni de kandırabildiğini zannediyordu. Beni sürekli Bahar'ı affetmem için ikna etmeye çalışırken yanına yandaş arıyordu. Bahar'ı benim yerime affediyordu. Bu yaptığı belki Bahar'a iyilikti ama kendine kötülüktü. Başkalarının duygularını önemserken kendini hiçe sayıyordu. Buna tahammül edemiyordum, mesele benim kardeşim bile olsa edemezdim.

Eyvallah, Bahar o kadını bile isteye öldürmemiş, tehdit edilmişti, Elif için yapmıştı ama bana ya da Harun'a haber vermeyi denememişti. Doğrudan söyleyemese dahi ipin ucunu gösterebilirdi. Bahar'dan herhangi bir tehlike durumunda soğuk kanlı olmasını bekleyemezdim. Ocakta çay taşsa korkardı. Ama bu sefer mesele bir candı. Aylarca şerefsizlerin elinde işkence görmüş, vatanı için her şeyini gözden çıkarmış bir kadının canıydı. Bu kadar çabuk teslim olması, bir asker ve bir abi olarak ağrıma gidiyordu. Hazan'ın o kadını kurtarmak için verdiği çabayı, karşısına aldığı şeyleri düşündükçe ben emeklerim boşa gitmiş, yenilgiye uğramışım, sırtımdan bıçaklanmışım gibi hissediyordum.

"Yok saymıyorum. Bahar...bile isteye yapmadı. "

"Ama sonuçta yaptı. Eğer Bahar'ı gerçekten affetmek istiyorsan bu gerçekle daha fazla yüz göz olmak zorundasın. Çünkü insanlar affettikleri şeyleri unutmaya çalışmazlar. İnsan kabullenemediği şeyleri unutmak ister. Senin daha duymaya cesaretin yok."

Yüzüme kızgın ve küskün bir ifadeyle baktı. "Neden böyle yapıyorsun?" dedi. "O senin kardeşin. "

"Konuştuk bunu, sebebini biliyorsun."

"Ama bu çok fazla. Ondan bir yabancıymış gibi bahsediyorsun. "

"Benim adalet terazim senin gibi herkese çalışmaz," dedim. Sesim ister istemez sert ve duygusuzdu. "Ama çalıştığı zaman da kardeşimi bile tanımam. Muhtemelen işlediği suçun bedelini ödemesi için bir şeyler yapsaydın sana engel olmaya bile kalkışmazdım. Ama geçip karışına yap da demem."

"O zaman neden "dedemden" intikam almaktan vazgeçtin? Bahar benim kardeşimi öldürdü, benim dedem de senin kardeşini. İkisi de bile isteye yapmadı, ikisi de birilerini korumaya çalışıyordu..."

Kaşlarımın çatılıp yüzümün gerilmesine neden olan öfkem onu susturdu. Hep bunu yapıyordu; hedefte olduğunu fark edince ne yapıp edip beni oraya koyuyor, ağzından çıkanı da kulağı duymuyordu. İyi bir savcıydı. Neyi neyle kıyaslayıp karışısındakini nasıl sinirlendireceğini çok iyi biliyordu. Bana gelince kendini savunmaya geçmek konusunda fazla atikti, ama karşısında bir başkası olsa bunu yapacağını sanmıyordum.

Sertçe soluyup sakin olmaya çalıştım. Olduğu yerde sendeleyip bana bir adım yaklaşırken söylediği şeylerden çoktan pişman olmuş, gözleri dolmuştu.

"Senin deden benim kardeşimi öldürmedi," dedim üstüne basa basa. "Kardeşimin katili benim babamdı. Deden kardeşimin ölümüne sebep olan kardeşini korudu. Dahası o itin tüm bunları bile isteye yapmadığından senin kadar emin değilim. Ve sana adalet terazimin herkes için çalışmadığını söyledim, senin benim için bu dünyadaki herhangi bir şeyden daha değerli olduğunu da. Bir şeyleri kıyaslamak istiyorsan kendini seçenekler arasına koyma."

Belime sarıldı.

"Özür dilerim. "

Bir salise bile beklemeden kollarımı incecik beline doladım. Eğilip saçlarını öptüm.

"İlla gün içinde şu cümleyi senin ağzından duyacağım di mi?" dedim. "Ne yapıp edip beni kızdıracaksın?"

Çenesini zar zor yetiştiği göğsümün altına dayadı. Güzelliğini seyre dalarken, "sen de benden özür diliyorsun," dedi. "Ve neredeyse her gün."

"Çünkü senden özür dileyişim seni mutlu ediyor. Ben özür dilerken bile yaptığım şeyin arkasında duruyorum, duramayacaksam da özür diledikten sonra onu bir daha tekrarlamam. Senin, haklı ya da haksız ol, benden özür dilemem için benim sinirlenmem yeterli."

"Sen sinirlenince kendimi kötü hissediyordum çünkü. "

Alnını öptüm.

"Ben de seni üzünce kendimi kötü hissediyorum. "

Gülümsedi. Birbirine kavuşturamadığı elleri sırtımda gezinirken, "çalışma odasına çıkalım," dedi.

Ondan ayrılıp tepsiyi aldım. Elini tuttuğumda ışığı kapatarak mutfaktan çıktık. Bugün bahçeyi ilaçladıkları için Fındık salonda uyuyordu. Merdivenleri tırmanıp çalışma odasına girdik. Hazan karanlıkta bana sokulurken elini bırakıp duvardaki tuşa bastım. Bir de bu karanlık korkusu çıkmıştı. Benden her ayrıldığında ya bedenine ya da ruhuna bir şey oluyordu. Sıkıntıyla içimi çektim.

Kasadan çıkardığımız çanta masanın üzerinde duruyordu. Üstünde de siyah bir flash bellek vardı. Kapıyı kapatıp tepsiyi masaya koydum. Hazan koltuğa otururken masanın önündeki koltuklardan birini alıp yanına yerleştim. Tepsideki kahvelerden birini bana verdi. Tatlıyı da uzattığında aldım. Bir an duraksayıp sırtını dikleştirerek başı omzuma bile gelmiyorken bana baktı.

"Noldu?"

"Benim koltuğum seninkinden yüksek ama ben yine senden kısa duruyorum," dedi. Mızmız sesi, çocuksu bir edayla çatılan kaşları ve büzülen dudaklarıyla gülümsemeden edemedim. Biz ancak ben onun önünde diz çöktüğümde aynı boya gelebiliyorduk. Çıtı pıtı küçücük bir şeydi benim karım.

Ellerimi beline uzatarak, "kucağıma alayım seni," dedim. Hırkasını çıkarıp arkasına koydu. Zorla giydirdiğim beyaz çoraplı ayaklarını, siyah deri koltuğun çıkardığı gıcır gıcır sesler eşliğinde altında topladı. Gözlerim bacaklarındayken, "istemez," dedi nazlı bir sesle. Saçlarını omzundan geriye attı. Kahvesinden önce koklayıp sonra da bir yudum içti. Zaten ne yiyip içse önce bir kokluyordu. Kitapları bile koklayarak seçiyordu. Tatlı kaşığını eline aldı. Biraz parlayıp biraz buğulanan gözleriyle öyle tapılası görünüyordu ki elim saçlarına gitti. Hüzün bile onda bir başka güzeldi. Gözleri bana döndü. Gülümsedi. Alt dudağının sol köşesindeki çukur tam ölüp gömülmelikti.

Kaşığı tatlıya daldırdı. Ortasından fışkıran çikolatayla gözlerindeki hareler hareketlendi. Kaşığa aldığı parçayı ağzına götürüp yedi. Uzun kıvrımlı kirpikleri ateş parçası gözlerinin üzerine örtüldü. Bu zifiri bir karanlığın gece tüm kasvetiyle yeryüzüne çökerken güneşi yutması gibi can sıkıcıydı. Fakat hemen ardından beyaz teninde ay doğdu, kirpiklerinin ucuna yıldızlar kondu. Kaşığın sapını aşağı çevirip yavaşça dudaklarından çekerken başını koltuğa yasladı. Hilal motifli kolyesinin süslediği gerdanı, askısız elbisesinden taşan göğüsleriyle bir gün batımı kadar eşsizdi. Yaşlarla ışıl ışıl olan gözlerini yavaşça açtı. Kaşığı tabağın kenarına bıraktı. Dudakları hüzünle kıvrıldı. Yanağının içini ısırdığında tekerlekli koltuğu kendime çevirip dudağının kenarında kalan küçük çikolata parçasının üzerini öpüp emdim. Ağlamasını istemiyordum, niyetim aklını dağıtmaktı.

Sıkıca sarıldım. Kolları boynuma kenetlenirken yanağımı öptü. İnce uzun parmakları saçlarıma dolandı. Bütün benliğim parmak uçlarına aktı. Ondan önce ben dağıldım. En son ne zaman yekpare bir suretle bir bütün olabildiğimi hatırlamıyordum. Altı yıldır aklım da kalbim de ruhum da bu kızdaydı. Geriye elle tutulur pek bir şey de kalmıyordu. Kendime olan nefretimin yerine bile Hazan'a duyduğum sevgiyi koyuyordum. Tüm yorgunluklarımı ve kırgınlıklarımı onda yaşayıp yine onunla unutuyordum. Tükenmekle derdim yoktu, sadece nefes aldığım her saniye Hazan'a karışmak istiyordum.

Kollarımdan çıkmak istediğinde tamamen olmasa da birkaç santim uzaklaşmasına izin verdim. Omuzlarıma tutundu. Alnımı öpüp, "sen de ye," dedi. Masaya döndü. "Kahveni de içmemişsin." Yanağını öpüp hafifçe ısırdım. "Önce seni yesem olmaz mı?"

Ellerini göğsüme koyup itti. "Olmaz," dedi. Benden sevgi gördükçe şımarıyordu. Boynunu öptüm. "O zaman kucağıma gel."

"Ya Fıraaat."

Yüzümü göğüslerine gömüp kokusunu soludum. "Hı?"

"Biz ne yapalım biliyor musun?"

Kollarımı sıkılaştırıp aramızda açılan o birkaç santimlik mesafeyi yok ettim. Dudaklarım boynunun altını bulurken, "Ne yapalım bebeğim?" dedim. Yumuşacık gül kokulu tenine gömülmek, her bir zerresini hissetmek istiyordum. İki şişe sek rakıya sarhoş olmazdım ama burnuma dolan bir tutam gül kokusuyla kendimden geçiyordum.

"Evdeki fazla koltukları satalım, ben hep senin kucağındayım zaten, gerek yok. Her odada birer tane olsa yeter."

Küçük çenesini emip, "olur," dedim. "Yatağı da tek kişilik yaparız. Üstümde uyursun. Gerektiğinde altıma alırım seni." Burnumu burnuna sürttüm. "Sevdim bu fikri."

"Ben sevmedim ama. Bırak beni, tatlının tadına bak. Kahveni iç, sonra da flash belleği açalım. Tamam mı?"

Alnımı alnına dayadım.

"Kucağıma gel," dedim. Ondan uzakken yapamıyordum. Bir şeyler eksikmiş gibi rahatsız edici bir his içimi sıkıyordu. Kollarım karıncalanıp uyuşuyor, huzursuz oluyordum. Onsuz bir yere gittiğimde çok önemli bir şeyi yanıma almayı unutmuşum gibi hissediyordum. Mühimmatsız operasyona gitmekle eşdeğerdi.

Alt dudağını sarkıtıp masum bir sitemle gözlerime baktı. "Tamam," dedi istemeye istemeye. "Ama bu koltukta oturalım."

Onu hızla kucağıma alıp oturduğum yerden kalkarak tekerlekli koltuğa geçtim. Yan duran koltuğu masaya çevirirken dudaklarına peş peşe öpücükler kondurdum. "Of ulan of! Çok seviyorum seni!"

İçimdeki sevgi fırtınalı bir denizin dalgaları gibi köpürüp kabarıyordu. Bu coşkulu halim Hazan'ı çoğu zaman olduğu üzre yine şaşırtırken kollarımda sıkışan küçük bedeniyle ürkek ve bir parça da irileşen gözbebekleri bir kedi yavrusu gibi gözlerime baktı. Dudaklarını birbirine bastırıp, "ben de seni çok seviyorum," dedi. Mıknatısların birbirini çekmesi misali yine dudaklarına çekilirken kendime engel oldum. Bunalıyordu. Benimle sürekli sevişip öpüşmek istemiyordu. Bu konularda biraz üzerine gidiyordum, çünkü başka türlü Hazan'ın kendiliğinden bana geleceği yoktu. Bazen kantarın topuzunu kaçırıyordum, ama güzelliği bütün irademi sikip atıyordu. Azalıp durulacağına her geçen gün uzayıp büyüyen zehirli bir sarmaşık gibi ona duyduğum sevgi ruhumu sarıyor, zehri beni öldürmek yerine daha da yaşatıp zevke boğuyordu. Ben ateştim, o ise beni söndüren fakat aynı zamanda aksi gibi harladıkça harlayan suydu.

Bana koyduğu tatlıyı alıp, "ama suflenin tadına bak artık," dedi. Kaşığı tatlıya daldırıp ağzıma uzattı. Yedim. Hafif acı bir çikolatası vardı. Keki ağızda dağılıyor, çikolatası damağıma yayılıyordu. Derinlerden gelen, ağır bir tat vermekten ziyade hoş bir kokusu olan tereyağı yutarken hissediliyordu. Güzeldi. Hazan'ın o öpülesi elleriyle yaptığı herhangi bir şey kötü olamazdı.

"Nasıl?" diye sordu heyecanla.

Gözlerime böyle baktığında onu içime sokasım geliyordu. Heyecanına karışan, ya kötü olduysa, ya beğenmezse, gibi ihtimalsiz şeyleri düşünürken duyduğu korkuyla içimde öyle bir merhamet uyandırıyordu ki ölsem kıyamazdım ona.

"Çok güzel," dedim. Bunu hem tatlıya hem de ona söylemiştim.

"Ya?" dedi çocuksu sesiyle cıvıl cıvıl.

Dudaklarına son bir öpücük kondurup onu göğsüme sararken, "ya," dedim.

Tişörtün üstünden bağrımı öpüp, "kahveni de iç," dedi. Dudaklarının değdiği yer ılık ılık yanıyordu. Fincanı alıp bir yudum içtim. Sütlü yaptığı kahve sadesine göre daha içilebilirdi. Tabağı masaya bırakıp, "beğendin mi?" dedi. Fincanı altlığın üzerine koydum. "Beğendim," dedim. "Ellerine sağlık. "

O güzel dişlerini göstererek güldü. "Afiyet olsun," dediğinde şakağını öptüm. İstediğim bundan fazlası değildi. Yanımda kucağımda olsun, bana gülsün, kokusu burnuma dolsun, gece yatarken koynumda olsun, beni içine alıp sarıp sarmalasın, o tatlı sesi kulaklarımdan silinmesin istiyordum. Bugün adak kurbanı kesilirken de tek duam buydu; Hazan'la bir ömür geçirmek. Rabbim onu hep koruyup kollasın, bir ömür bana bağışlasın istiyordum.

" Tamam artık, masaya çevir beni. "

Kucağımda havalandırıp ayaklarını bacaklarımın arasına sokarak dizime oturttum. Çok hafif ve fazla küçüktü. Cebime koysam sığardı sanki. Eğilip dizlerini öptüm. Çantayı kenara itti. Belleği alıp, "bilgisayarı açsana," dedi. Masanın altındaki kasanın tuşuna bastım. Kahvesini içerken bilgisayarın açılmasını bekledi. Tatlısından bir kaşık daha aldı. Bir gözü bendeyken üzülmesin diye kahveyi içip tatlıdan yedim. O an o Yağız picinin de Hazan'ın yaptığı yemeklerden yemiş olabileceği ihtimali aklıma düştü. Gözlerim yeniden göğüslerine ve bacaklarına takılırken onu böyle görmüş olabileceği olasılığı sinirlerimi gerdi. Çekik'in yanında nasıl giyindiğini de defalarca kez düşünmüştüm, ama o bir parça daha katlanılabilirdi. Yağız denilen ibnenin...benim karımda gözü vardı. İliklerim çekildi. Kafamın içi cayır cayır yanarken beynim karıncalanıyordu. Kulaklarım uğuldadı. Kaşığı tutan elimin kaskatı kesilip uyuştuğunu hissettim. Dişlerim birbirine geçti. Kalp atışlarım hızlandı. Sakinleşmek için kontrollü nefesler alıp vermeye çalıştım. Pasif bir öfke nöbeti geçiriyordum.

Hazan belleği bilgisayarın USB girişne takıp bana döndü. Yüzümde gezinen gözleri endişeli bir hâl aldı. Başıma aniden saplanan ağrıyla yutkundum. Ellerimi yumruk yaptım.

"Fı-Fırat?"

Yüzümü avuçlarının arasına aldı. Gözlerine kilitlendim. Sakince sormalıydım, yoksa kendi kendime kafayı yer, öfkemle Hazan'ı yakardım. Yüzümü yüzüne yaklaştırdım. Gözlerimin içine bakmaktan kaçınıyordu. "Bir kere soracağım," dedim. Sesim fazla sert ve tehditkardı. Elleri yüzümden ayrıldı. Yutkunup geri çekilebildiği kadar uzaklaştı. Bu halim onu korkutuyordu. "Fırat...noldu birden?" dedi ürkek sesiyle.

"O herif...seni böyle gördü mü?"

"Na-nasıl?"

Elimdeki kaşığı masaya fırlattım. Ahşap masada tok bir ses çıkarttı. Hazan kucağımda irkildi. "Böyle lan işte! Benim gördüğüm gibi gördü mü?!"

Dolan gözleriyle başını sağa sola sallayıp, "görmedi," dedi. "Kim Chin'in yanında bile senin yanında giyindiğim gibi giyinmedim. Ben hiç kimsenin yanında senin yanında giyindiğim gibi giyinmedim."

"Yalan söyleme bana!" derken elimi masaya vurdum. Çıkan sesle sıçradı. "Ben biliyorum senin benden önce nasıl giyindiğini!"

"Ben ev halinden bahsetmiştim. Herhangi bir erkek..."

"Kes sesini! Erkek merkek deme bana! Delirtme beni!"

Gözünden bir damla yaş süzülürken boynuma sarılıp benden korkarken bana sığındı. Vücudu bir kuş gibi titriyordu. Kafamın içinde sakin olmamı söyleyen sesi duymakta zorlanıyordum.

Hıçkırırken, "Fırat..." dedi. Bir yanım onu üzüp korkutup ağlamasına neden olduğum için paramparça olurken diğer yanımın öfkeden gözü dönmüştü. Tenini koklayıp, "yemek yaptın mı ona?!" dedim.

"Ne?"

"Ona yemek yaptın mı?! Senin elinden bir şey yedi mi?! Tek bir lokma...tek bir lokma Hazan...katil olurum!!"

"Hayır," dedi. Bu halim karşısında dürüstlüğü konusunda şüphe edebilirdim ama yalan söylediğinde, en azından bana söylerken kendini fazla belli ediyordu. "Birlikte yemek yedik...yani Kim Chin, o ve ben. Birinde Kim Chin yaptı, diğerinde Cemile teyze getirmişti, öbüründe de dışarıdan söyledik ama ben yapmadım. Yemin ederim."

Biraz biraz sakinlerken ona güveniyordum. Yapmadım, diyorsa yapmamıştır. Yapmış olsaydı eğer zaten, ayrıydık, sen yoktun, diyerek üste çıkmaya çalışırdı. Benim karım bana yalan söylemezdi. Ben ona söylüyordum. Annesine para yolladığımı, daha üç gün önce bir milyon tl'lik kumar borcunu ödediğimi bilmiyordu. Bugün onun borcunu ödedim diye geldiği hâl beni iyice korkutmuştu. Bir türlü ağzımı açıp diyemiyorum anasını satayım.

Koltuğun kolçaklarında duran kollarımı sırtına sardım. İçime sokarcasına bastırdım. Boynuna gömülüp, "tamam," dedim. "Tamam, ama bir daha yok. Benden ayrılmak, gitmek, başka birinin evinde kalmak yok. O herifi görmeyeceksin bir daha. Adını ağzına almayacak, almayı geçtim aklından bile geçirmeyeceksin. Sen benimsin, hep benim kalacaksın."

"Tamam," dedi. "Seninim. Ama...onunla görüşmem lazım Fırat. İş için..."

Benden korkuyor oluşu canımı sıkıyordu. Daha makul olmayı denedim. "Yanında ben olurum," dedim. "Bensiz olmaz."

"Tamam...kocam."

Kocam deyişi bütün öfkemi yerle bir etti. Ensesini öptüm.

O gün sınır ötesindeki çatışmada Yağız itini yıllar önce nerede gördüğümü hatırlamıştım. İki yıl önce Şam'da Ali'yi ele geçirmek için gittiğimiz operasyonda son anda onu elimizden kaçırmıştık. Kaçarken ona yardım eden biri vardı. İzbe binanın içinde peşinden koşarken yüzünü görmüştüm. Saniyelik bir şeydi ama çok netti. Üzerimize sis bombası atıp kaçmıştı. İki gündür düşünüp duruyordum; madem Ali VASÖ'nün ajanıydı o zaman neden devlet bizi onu yakalamak üzere görevlendirirken buna engel olmamışlardı? Ali'nin elimizde fazlasıyla kabarık bir suç dosyası vardı. Ülke için tek başına koca bir tehditti. Ben ve timim üç yıldır onu yakalamak için oldukça kapsamlı planlar yapıyor, stratejiler yürütüyorduk. Ya yakalayıp öldürseydik, o zaman ne olacaktı? Belki de istedikleri buydu.

En başından beri o Cihan itinin de VASÖ'nün de sağlam papuç olmadığını biliyordum. Hazan benim dışımda kimseye güvenmemeliydi. Yağız iti, Çekik, o infazcı olan kadın, Ali, Çolak ve geriye kalan hiç kimseye güvenmemeliydi. Bu iş çözülene kadar onu yalnız bırakmayacaktım. Gerekirse operasyona bile gitmez, askeriyeden izin alır karımın dibinden ayrılmazdım.

Sırtını okşayıp saçlarını severken, "canımın içi," dedim. "Kurban olurum sana. "

Boynumdan ayrılıp gözlerime baktı.

"Geçti mi öfken?" diye sordu masum sesiyle.

"Geçti, korkma."

"Belleği açalım mı artık?"

Başımı sallayıp, "açalım yavrum," dedim. Bilgisayara döndü. Dosyalara girip, "01/01/2014 Mehmet Türkoğlu" adlı dosyayı açtı. Ekrana bir video çıktı. Hazan videoyu açmak konusunda tereddüt yaşayıp gerilirken ona daha sıkı sarılıp fareyi tutan elini tuttum. Birlikte videoyu açtık. Ekranda kırklı yaşlarında bir adam belirdi. Siyaha çalan kahverengi saçları, karımdan oldukça tanıdık olan gözleriyle Mehmet Türkoğlu olduğu belliydi. Güven veren, ciddî, biraz sert ama sağlam bir duruşu vardı. Hazan babasına çok benziyordu. Ben benzemezdim. Ömer ağaya benzediğimi söylerlerdi.

Hazan ellerini masaya koyup ekrana yaklaştı. Küçük bir kız çocuğunun özlem duyduğu büyülü bir şeye bakarken gözlerini saran hayranlık dolu bakışları yüreğimi titretti. Karnını okşayıp omzunu öptüm. Mehmet bey konuşmadan Hazan videoyu durdurup bana döndü. Dolu dolu olan gözleri bilgisayarın ışığında parlarken, "babam," dedi. Sesinin tınısı gözlerimi doldurdu. Dilimin ucunu ısırıp yanağını sevdim. Alnını öptüm. Ne diyeceğimi bilmiyordum. Tek bildiğim onun yerine bütün dünyaya nefret duyduğumdu.

Ekrana dönüp videoyu yeniden oynattı. Mehmet beyin oturduğu çalışma masasından sesi duyuldu.

"Tarih 1 ocak, yıl 2014. Bugün benim, on bini aşkın insanın ve belki de bu ülkenin miladı sayılabilecek bir gün. Öncesi veya sonrası fark etmez, iyi ya da kötü, milatlar hep yaşanır, tarih yazılır, çizilir ve unutulur. Ben de yaşadım, gördüm, geçirdim; yazıldım, çizildim ve elbet bir gün unutulacağım."

Derin bir nefes aldı. Elindeki kalemi önündeki defterin üzerine bıraktı. Ellerini birbirine kenetleyip yutkundu. Kederli, sıkıntılı ve gergin bir yüzü vardı. Kameraya, tam olarak Hazan'ın olduğu yere baktı.

"Bu videoyu beni daima hatırlayacak olan kızım Hilâl...Hilal'im için çekiyorum. Olur da bir başkasının eline geçerse videonun bundan sonrasını izlemeden ona ulaştırsın. Zira bazı yükleri yalnızca yük taşımanın erbabı olan insanlar sırtlarına almalıdır. Bir babanın, bir savcının ve bir insanın taşıdığı yükü herkes kaldıramaz. Hilâl...cennet kokulu kızım, prensesim..."

Hazan hıçkırdı. Saçlarını öpüp yüzündeki yaşları sildim.

"Eğer oradaysan ve iyiysen seni çok sevdiğimi bil. Bu yükü senin o küçük, körpe omuzlarına bıraktığım için beni affet. İyi bir baba olamadığımı, sana hak ettiğin sevgiyi veremediğimi biliyorum. Seni annenden ve ablandan koruyamadığım, saatlerce uykundan mahrum edip pencerelerde beklettiğim, çikolatalar ve masallarla kandırdığım, veli toplantılarına gelemediğim, seni lunaparka götüremediğim ve...bana kötü bir baba olduğumu söylediğinde sana attığım tokat için özür dilerim."

Gözbebekleri yağmurla dolu, taşıdığı yükün ağırlığından sebep ışık geçirmeyen bir bulut gibi kararırken yanakları damlaların yapışıp usul usul aktığı bir cam gibi sırılsıklamdı. Babasına duyduğu özlemi hissetmek için gözlerine bakmak yeterliydi. Bense Mehmet beyin Hazan'a tokat attığını söylediği yerde takılı kalmış, karımın babası olduğu için ona duyduğum saygının bir kısmını kaybetmiştim.

"Bu videonun eline ne zaman geçeceğini kestiremiyorum. Muhtemelen birçok şey için geç kaldığım bir günde eline ulaşacak. İki ay 21 gün sonra doğum günün. 14 yaşına gireceksin. İçimde tuhaf bir his var. Belki de bir histen fazlası. Büyüdüğünü göremeyeceğimi biliyorum. Bu sene liseye başlayacaksın, sanırım yanında olamayacağım. Üniversite sınavında kapıda bekleyemeyeceğim, mezuniyetine gelemeyeceğim. Sonra ilk iş gününü, ilk aşkını, evliliğini, bir çocuğun olduğunu göremeyeceğim. Dediğim gibi bu video seni hayatın neresinde yakalar bilmiyorum, nasıl bir hayatın var bilmiyorum, senin yanında olabildiğim...olabileceğim zamanları da biliyor sayılmam. Seni hep ihmal ettim, ama...şu an olduğun yerde olabilseydim eğer daha farklı bir baba olabilirdim. Ama insanın aklı başına hep sonradan gelir ve artık her şey için çok geçtir. "

Hazan ellerini yüzüne kapatıp ağlarken, "ba-ba," dedi. Videoyu durdurup göğsüme çektim onu. Sarıp sarmalayıp sevdim. Öpüp kokladım. Göğsüme sokulup saklandı. Mehmet bey aylar öncesinden öleceğini biliyordu. Gözlerindeki keder, yüzündeki ağırlık bu yüzdendi. Hazan gibi bir kız çocuğuna sahip bir babanın öleceğini bilerek kızı için duyduğu pişmanlık, korku ve hüznü omuzlarında taşımanın nasıl bir acı verdiğini tahayyül edebiliyordum. Yaşadığı çaresizlik, ekranda donup kalan yüzünden anlaşılabiliyordu. Hazan'a duyduğu sevgi gözlerinden taşıyordu. Mehmet beyi kim, neden öldürmüştü? Hazan VASÖ'nün yaptığını söylüyordu, peki bu sikik örgütün bundan çıkarı neydi?
Videonun devamında ya da çantadan çıkan belgelerde bu soruların cevabı olduğuna emindim. Ama o cevap her neyse Hazan'ın kaldırabileceğinden emin değildim.

Alnını öpüp, "bebeğim," dedim. "Biraz hava aldırayım mı sana? Devamını sonra izleriz. Olur mu?"

Başını göğsümden ayırmadan sağa sola salladı. "Ha-hayır," dedi. "Her şeyi bu gece öğrenmek istiyorum. "

"Tamam, ama biraz balkona çıkarayım seni. "

"İ-istemiyorum."

"Astım spreyini alıp gelelim o zaman, olur mu?"

Sessiz kaldı. Bir kolumu kalçalarının altına sarıp ayağa kalktım. Kapıyı açıp odadan çıktım. Yatak odasına geçip çekmeceden ilacını alıp çalışma odasına döndüm. Balkon kapısını açıp koltuğa oturdum. Hazan bacaklarımın arasına yerleşti. Videoyu oynattı.

"Bu video bir günah çıkarma değil. Öyle bile olsa vaktim yetmeyecek. Asıl konuya geçmeliyim. Hilâl, beş yıldır üzerinde çalıştığım, ülkem, halkım ve devletim için hayırlı olacağını düşündüğüm bir örgüt projem vardı. Adı VASÖ (Vatan ve Adalet Savunma Örgütü). Yıllarca bunun için çalışıp çabaladım. Devletin üst merciîleriyle görüştüm. Açıkçası sıcak bakmadılar. Niyetim CIA benzeri bir yapı kurmaktı, VASÖ'de CIA'dan farklı olmasını istediğim şey ise hem kendi ülkemi hem de yardıma muhtaç diğer ülkeleri kalkındırmak, batıya özenmektense kendi coğrafyamı yüceltmekti. Bunun için kendi sermayemize ve inancımıza ihtiyacımız vardı. Her şeyi hallettim. Fakat VASÖ bir türlü devlet nazarında kabul görmüş bir örgüt olamadı. Ülkemizin gururu MİT'in halihazırda zaten VASÖ'nün yapacaklarını yaptığını söylediler. Oysa ki MİT devleti korur, büyük işlerle ilgilenir; ben sorunu arayan, suçu bulan değil gören, sokaklardaki adaletsizliğin, cennet ülkemin her köşesinde yaşanan pisliğin, ihtiyacı olan her ülkenin sesi olan bir örgüt kurmak istedim. Elbette bunun için mahkemelerimiz, polis ve jandarmalarımız var. Ama herkes görüyor ki yetmiyor. Adaleti adaletsizliği bilen insanlar sağlamalıdır. Sokaklarda sokağı tanıyanlar olmalıdır. Tarafsızlık önemlidir fakat tarafsız olmak herkese aynı uzaklıkta olmak değil herkesi aynı oranda anlamaktır. Dünyayı sevgi kurtaracak, fakat aynı safta olanların birbirine duyduğu değil, farklı görüşlere, dinlere, ırklara ve renklere sahip olanların birbirlerine duyduğu sevgi barışı sağlayacaktır. Bunun bir hayal olduğunu biliyorum. İnsanlar Adem'le Havva'dan beri ayrışıp kavga edecek illaki bir şey bulurlar. Bu insanın doğasında vardır. İnsan kıskanç, açgözlü, bencil, korkak ve en zekisi bile aptal olan bir varlıktır. Bizi ulvi kılan ise tüm bu kötülükleri benliğimizde taşıyıp yine de içimizde iyi bir yan barındırabilmemizdir. Merhamet duyabilmemiz, sevip aşık olabilmemiz, düşünebilmemizdir.
Bazen boşa çabaladığımı fark edip vazgeçmek istiyorum. Sonra bakıyorum ardıma koca bir yol kat etmişim. Buradan dönemem. Canımdan olacak olsam bile. "

Derin bir nefes alıp bir müddet kameraya baktı. Hazan'ın kime çektiği belliydi. Kaşı gözü gibi o güzel yüreği de babasından mirastı.

"Konumuza dönelim. Stratejik açıdan da ülkemizin CIA gibi bir yapıya ihtiyacı yoktu. Amerika koca bir kıtaydı. Orada güçler ayırabilir fakat burada tek bir merkez altında toplanırdı. Dahası burada devlet düşerse millet de düşer, fakat Amerika'da millet devletten bağımsız da var olabilirdi. Bu da dolaylı da olsa CIA'nın kurulması için bir zemin oluşturdu. Kısaca VASÖ'nün devletten bağımsız bir sermayeye ve varlığa sahip olması merkezin otoritesini sarsacaktı. Halk VASÖ'den aldığı maddi ve manevi destekle devlete ihtiyaç duymamaya başlayabilirdi. Velhasılkelam önüme bir anlaşma sunuldu. VASÖ'nün gelecekte yapacağı iyi yönde etkili olan faaliyetler devlet tarafından yapılmış gibi gösterilecek, halk VASÖ'nün varlığını bilmeyecekti. Edindiğimiz bütün bilgiler, yürüttüğümüz basit veyahut kapsamlı operasyonlar merkeze bildirilecek, adalet adı altında kült olan hukuk kuralları değiştirilmeyecek, VASÖ gerektiğinde merkezi otorite için çalışacaktı. Kabul etmek durumunda kaldım. Eğer etmeseydim ben ve beraberimdeki on bin kişi devlete karşı örgütlenme suçundan hapse atılacaktı. Sözleşmeden sonra Ankara'da devlete ait bir arazide büyük bir yapı kuruldu. İnşaat iki yılda son buldu. Sıra, bu gibi büyük ve daha da büyüme ihtimali olan kurumlarda hep olduğu, olacağı üzre bir üst seçmeye geldi. VASÖ projesi A'dan Z'ye bana aitti fakat emek yarışında on bin tane rakibim vardı. Birçok doğu ülkesinden ve birkaç batı medeniyetinden sermayeleriyle birlikte gelen insanlardı bunlar. Devlet iç işlerimize karışmadı. Sadece aramıza herhangi bir anlaşmazlık durumunda müdahale etmesi için bir arabulucu gönderdiler. Bense bir köşeye çekildim. Dava arkadaşlarımı gözlemledim. Birkaçı üst düzey bilgili, birikimli ve zengin sayılabilecek insanlardı. Bir kısmı orta düzey, bir bölümü ise yoksuldu. Kimilerinin kimlikleri, isimleri bile yoktu. Kimi henüz annesini babasını bile tanımıyordu. Bazılarının bir ülkesi dahi yoktu. Kimi siyah, kimi beyaz, kimi esmer, kimi kumral, biri sarı, diğeri buğday tenliydi. Çoğunun farklı görüş ve fikirleri vardı; kimilerinin fikri bile yoktu. Bu kadar birbirinden farklı insanla giriştiğim bu proje..." Güldü. "Biliyorum, fazla deli işi. Ama dünya böyle bir yer değil mi? Bu on bin insan sence de dünyanın özeti değil mi? Birinin çöpe attığı ekmeği diğeri alıp yemiyor mu? Birinin ayakkabılarını sokup içinde tepinip oynadığı suyu diğeri içmiyor mu? Birinin küfürler yağdırdığı ülkesine bir diğerinin ihtiyacı yok mu? Birinin beğenmediği kimliğine bir diğeri hasret duymuyor mu? Üç yıl beraber yaşadık. Kimliği olmayanlara kimlik çıkardık, ülkesi olmayana bir ülke, fikri olmayana bilgi verdik. Birbirimizden çok şey öğrendik. Ama niyet güzel diye sonuçta her zaman güzel olmaz. Bu üç yılın sonunda bir baş seçme süreci bir türlü sonuca bağlanmadı. Hiçbir zaman kendimi ortaya atıp ben olmalıyım, demedim. Büyük tartışmalar çıktı. Kavgalar oldu, silahlar çekildi. Sonunda olaya müdahale etmek durumunda kaldım. Yüze bölünelim, dedim. Yüz üst olsun. Kıdemler ve yetki alanlarına bölünelim. Ajanlar gösterdikleri başarılara göre terfi alsınlar. Ülkenin bölgelerini ve şehirlerini paylaşalım. Bölge üstü ve şehir üstü gibi rütbeler koyalım. Bu fikirleri ortaya atarken bile bu işin sonunun iyiye gitmediğini anlamıştım. Ortada devletin bize özel açtığı banka hesabına yatırılmış trilyon dolarlık bir sermaye vardı. Bütün para örgütün başındaki kişinin yönetiminde olacaktı. Ortada koca bir güç vardı. Ve binlerce de talip. Herkes parayı görünce halkının, ülkesinin, ailesinin yaşadığı acıları unutmuştu. Neden burada olduğumuzu ve bu yola çıkarken verdiğimiz sözü bir kenara atmışlardı. Yine de gücü ve yönetimi bölme fikrim kabul edilince sağduyumu susturup yola devam ettim. Kurallar koyduk. İdam ve infaz konularını ayrıştırdık. Dış ve iç işlere nasıl bir yaklaşımda bulunacağımızı tartıştık. Üst yetkilerini bölüştük. Sıra paraya geldi. Her üstün kendi görev alanı için harcayacağı bir bütçesi olacaktı. Şehir üstleri haliyle bölge üstlerinden az para ve vergi alacaktı. Bölge üstleri bir fazlasını ve yüz üstten oluşan ana yönetim de biraz daha fazlasını. Sermayeyi kendi içimizde döndürüp çoğaltarak VASÖ'nün ve devletin merkez bankalarında biriktirecek, biriken parayı savaşlar, hastalıklar, doğal afetler ve geriye kalan daha küçük problemler ve insanlar için kullanacaktık. Bu aslında bütün dünyanın ve insanlığın parasıydı."

Gözlerini kameradan ayırdı. Yüzündeki dehşet ve acı fazla gerçekti. Hazan göğsüme yaşlanmış öylece babasını izliyor, sözlerini can kulağıyla dinliyordu. Göz yaşları durulmuş fakat yüzünü babasınkine benzer bir keder sarmıştı. Evet, Mehmet bey bir nokta da haklıydı; bu on bin kişi bugün sekiz milyarı aşmış dünyaya çok benziyordu. O on bin kişi gibi sekiz milyar kişi de aynı sebeplerden ötürü koca dünyayı paylaşamıyordu. Parası olan bölüşmek istemiyordu, olmayan çalıp çırpıyordu; güçlü güçsüzü eziyordu; bilgili cahili. Bu iş tek taraflı değildi tabii. Güçsüz ezildi diye kenara çekilmiyordu, hırslanıyor, başka güçlerin arkasına saklanıyor, herkese düşman oluyordu; cahil bilginin karşısında kendinin farkına varmıyor, bilgiyi hakir görüp cahilliğini bir aile kurarak büyütüyor, çocukları da çoğunlukla bu cahilliği gelecek nesillere aktarıyordu. Ülkesi olmayan ona ülke olanlara kıskançlık duyuyor, nefret besliyor; insanlar kendi ülkesinden olmayana bir vebalı gözüyle bakıyor, yaşadığı bütün toplumsal, politik, ekonomik ve siyasi sorunları onlara bağlıyordu. Bilgi, mülkiyetleştiriliyor, profesörler bir ortaçağ köylüsünden farksız davranıyordu. Sağla sol birbirine karışıyor, liberalizm illaki bir yerde faşistleşiyor, sekülerlerin muhafazakârlardan hiçbir farkı kalmıyordu. Yeryüzünde adalet diye bir şey yoktur. Devrimler her daim başarısız olur. Eninde sonunda savaştığın şeye benzersin. Hiçbir insan iradesi yoktur ki eline sınırsız bir güç ve para verildiğinde bütün erdemlerinden vazgeçmesin. Hiçbir şey, hiçbir insan çabası veya kuruluş ya da sevgi başta olmak üzere diğer duygular bu dünyayı değiştiremez. İnsan bir yere kadar ulvi bir varlık olabilir fakat aynı zamanda hastalıklı ve zehirlidir. Her şeyi işine geldiği gibi yorumlar, Mehmet beyin de dediği gibi bencildir, kıskanç, açgözlü ve canidir. Onunla aynı görüşte olmayanlara tahammül edemez. İstisnalar elbette ki vardır ve hep olur fakat kaideleri bozamazlar. Erki kimin eline verirsen ver sonuçta bir insanın eline verdiğin sürece hep aynı yerde sayıp durursun. Hayat devasa bir oyundur ve güçlüler kazanır. Kötülükler yok olmaz, yalnızca biçim değiştirir. Hiçbir fikir uğruna ölünecek kadar değerli değildir. Hiçbir insan tapınmayı hak etmez. Hiçbir savaş yakıp yıktıklarının bedelini ödemez. İnsan olmak yok olmaktan fazlası değildir. Bir umut bekliyorsanız olabilecek en rahat yerde bekleyin, zira beklenen çok uzaklardadır.

Dünyaya bundan başka türlü bakamadım. Hiçbir insan tapınmayı hak etmez derken Hazan'a duyduğum sevgiyle çeliştiğimin farkındayım. Ama Hazan benim dünyam, el değmemiş umudum, ilk kez bana açmış çiçeğimdi. Benim derdim devrimler ya da adalet değil. Davam para, rotam güç değil. Herhangi bir koltukta, evde ya da şehirde de yaşayabilirim, meselem büyük kumarlar, sarayarlar, yüksek surlu binalar değil. Yüzyıllık dünya tek bir insanla bu hâle gelmedi ki, acıyı ilk tadan ben değilim, ilk savaşı ben görmedim, adaletsizlik benimle doğmadı, barış için ilk bayrağı ben çekmedim, bir tahtadan taht için ilk kardeşini öldüren ben değilim, ilk suçsuz yere hapse giren, idam sehpasına çıkarılan bugünün insanları değil, giyotin sehpası hep orada. Biraz bile tarih okuduysanız bilirsiniz; insanlık koca bir dünya tarihi boyunca hep aynı acılar için tartışıp savaşarak öldü. Tarih tekerrürden ibarettir.

"Ve yine tartışmalar başladı. Devletin gönderdiği arabulucu meseleyi merkeze taşımak istedi. Kavga çok büyüktü. Bazıları parasını alıp gitmek istedi. Yoksullar kendilerine ait olmayan parayı çalmaya kalkıştı, taraf tutmayanlar tehdit edildi. Bu sorunun tek bir çözümü vardı; parayı ortadan kaldırmak. Ve ben de bunu yaptım. Parayı çok güvendiğim birine verdim. 100. üstün rütbesini parayı emanet ettiğim kişiye atfettim. Devlete bu kişinin kim olduğunu bildirdim. Bu bilgi gizli kaldı. 100. üst kimse tarafından bilinmedi. Örgütün bir ayağını tamamen devlete bağladım çünkü diğer türlü artık benden nefret eden dava arkadaşlarımı kontrol altında tutamayacaktım. Onlara bir korku otoritesi gerekiyordu. Yoksa bir katliama sebep olacaktım. 100. üstün bilinmezliği ve devlet rejimi ajanları yatıştırdı. Para tarafsız birindeydi, nihayet kuralları koymaya ve örgütü sağlam temeller üzerine oturtup sistemi kurmaya başladık. Ajan alımları, eğitimler, yardımlar ve operasyonlar başladı. Fakat birilerinin aklı hâlâ paradaydı. Örgüt içinde benim paranın üzerine yattığım gibi söylentiler dönüyordu. Bir kesim gizliden paranın peşine düştü. Güçlü batı ülkelerinden gelen ajanlar devleti tehdit etmeye başladı. Bu kişiler MİT tarafından sessizce infaz edildi. Yine bir sükûnet oldu. Devlet onlardan yana olduğumu bildiği için bana dokunmasa da kendi ellerimle yarattığım canavarın karışısında ne yapacağımı bilemez haldeydim. Yıllarımı verdiğim proje ülkemin ortasına koyduğum bir Truva atına dönüşmüştü. Mekrez, örgütü bir sebepten tamamen yok etmek istemiyordu. Bir yıkım projesi oluşturmam istendi. Örgütün başına devlet tarafından atandım. 100. üstle birlikte diğer ajanların bilmediği beş yıllık VASÖ datasını yok edecek bir virüs ve ajanları tehdit etmek üzere kişisel bilgilerinden oluşan bir dosya oluşturdum. Sahte suç dosyaları tasarladım. Hepsinin ailelerini gözetleyen örgütten bağımsız ajanlar yetiştirdim. Virüsü ve suç dosyalarını yıkım projesi için örgütten bağımsız yetişirdiğim diğer ajanlara ve 100. üste emanet ettim."

Duraksayıp ekrana bir müddet uzunca baktı.

"Çok hata yaptım," dedi. "Bunlardan biri istemediği hâlde sırf sevdiğim için anneni benimle evlenmeye mecbur etmekti. Bir diğeri yine istemediği hâlde onu sana hamile bırakmamdı."

Hazan burada nefesini tutup kaskatı kesildi. Benim acılarım yaşanıp bitmiş, geçmişte kalmıştı. Sadece ruhumda bıraktıkları yaralar hâlâ kanıyordu, fakat Hazan'ınkiler her geçen gün katlanıyor, bir lanet gibi büyüyüp duruyordu. Elimden onun için hiçbir şey gelmiyorken çıldıracak gibi hissediyordum.

Videoyu durdurup yüzündeki saçları geriye çektim. "Hazan...canım içi tutma şu nefesini, astımın tutacak, yapma bir tanem hadi."

Balkon kapısından esen rüzgarla bana sığındı. Beline sarılı olan kollarıma tutundu. Dudaklarını aralayıp, "Fırat," dedi.

"Bebeğim."

"A-anneme...tecavüz etmiş. Ben..."

"Şşş, bu seninle ilgili bir şey değil. Sakın bunun suçunu da kendine yüklemeye kalkışma." Yanağını öptüm. "Ara verelim Hazan," dedim. "Bahçeye çıkartayım seni, ister misin?"

Gözlerini kapattı. İki damla yaş aynı anda yanaklarına doğru süzüldü. "Hayır," dedi. "Devam edelim. "

Mehmet bey yeniden konuşmaya başladı.

"İlk defa bir hatam sonucu çok güzel bir şeye sahip oldum. Dünyalar güzeli bir kızım oldu. Her yandan kapana kısılmışken hep sana sığındım. Geceleri seni uyurken izledim, kokunla nefes aldım. Senin gibi güzel bir kız çocuğuna böylesine berbat bir hayat sunduğum için yüzüne bakmaya utandığım anlar oldu. Sense ufacık bir sevgi kırıntısıyla mutlu olabilen, bir çikolatayla hemen beni affeden küçük meleğimdin benim. Ben VASÖ'yü bile bir yerde senin için kurdum. Ama elime yüzüme bulaştırdım her şeyi. Geri dönmek için çok geç kaldım. Hilal...VASÖ 100. üstün kim olduğunu öğrenmek istiyor. Sanıyorlar ki 100. üst çok büyük ve makamlı biri. Onlara kim olduğunu söylemem mümkün değil. Senden isteğim bu videoyu izlerken hâlâ VASÖ'den haberin yoksa 100. üstü bul. O ne yapman gerektiğini söyleyecektir. Sana burada adını veremem. Eğer video senden önce VASÖ'den birinin eline geçerse onu tehlikeye atmış olurum. Sana anlatmak isteğim birçok şey var. Ama vaktim yok. Üzgünüm Hilâl. Çok üzgünüm. Seni çok seviyorum."

Video burada sona erdi. Hazan, "ben de seni çok seviyorum baba..." diye mırıldandı. Gözlerinden süzülen yaşlarla bir müddet öylece ekrana baktı.

VASÖ Mehmet beyi 100. üst için öldürmüş gibi duruyordu. Kimdi bu adam? Niye şimdiye kadar ortaya çıkıp bu örgütü yok etmemiş ya da yaptıkları yolsuzluğa ses çıkarmamıştı? Devlet neden bu örgütü durdurmuyordu? Her şey git gide sikik bir hâl alıyordu. Bu işi çözmek sandığımızdan da zor olacak gibiydi.

Hazan belleği bilgisayardan çıkarıp masaya bıraktı. Çantayı önüne çekti. Kilidini açıp kapağını yavaşça kaldırdı. Çantada iki adet dosya vardı. Hazan dosyalardan birini aldı. Üzerinde "Mehmet Türkoğlu İnfaz Dosyası" yazıyordu. Dosyayı tutan minik elinin titrediğini fark ettim. Kolunu öptüm. Diğer dosyayı da çıkardı. "VASÖ Yıkım Projesi."

İnfaz dosyasını bırakıp Yıkım projesinin olduğu dosyayı açtı. İlk sayfada "Yıkım Projesi Ajanları" diye bir başlık vardı. Sayfayı çevirdi. Bekir Karaman isimli bir adamın iletişim bilgileri vardı. Diğer sayfada bir başka kişinin bilgileri bulunuyordu. Bu şekilde on kişi mevcuttu. On birinci sayfada Ali Türkoğlu için ayrılmış Yıkım Projesi Ajanlarından bağımsız bir kısım göze çarpıyordu. Ali'nin ajan bilgileri, sağlık ve DNA raporları yazılıydı. Diğer dosyayı açtı. Babasının infaz öncesi verdiği ifadeler sıralanmıştı. Elle tutulur bir şey yoktu. Sadece altı çizili olan tek bir cümle dikkatimi çekmişti; eğer Hazan'a ya da Ali'ye dokunursanız Yıkım Projesi kendini gerçekleştirecektir. Ailem 100. üstün koruması altındadır.

Hazan dosyaları çantaya yerleştirip kapağını kapattı.

"Cihan abiye gitmemiz lazım," dedi.

"Saçmalama."

Hâlâ o ite, abi, diyip güvenmesi ya da ondan yardım istemeyi düşünmesi beni öfkelendiriyordu.

Bana döndü. Gözlerinde, bir gökkuşağı gibi bütün duyguların renkleri birbirine girmişti. Teni solmuş, masum yüzüne sokakları sessizleştiren, herkesi evine tıkıp perdelerini çektirip kapılarını kilitlettiren bir karanlık çökmüştü. Nefesi ağır, kollarımın arasındaki varlığı buz gibi sert ve soğuktu. Bu hali hoşuma gitmemişti.

"Onunla görüşmem lazım," dedi. "Bana yalan söyledi. Hem de defalarca. Yalanı söyleyen doğruyu da bilendir. Boşlukları o doldurabilir. "

Yanlış anlamıştım. O ite güvendiği falan yoktu. Sadece yüzleşmek istiyordu ama bu böyle olacak iş değildi. Babasının anlattıkları ağır gelmişti. Bunca şeyle ne yapacağını bilmiyordu. Sakin kafayla düşünse bulurdu. Hazan gerektiğinde strateji yürütebilen, zekasıyla karşısındakini alt edebilen bir kızdı. Şu an çektiği acıya ve öfkesine odaklanmıştı, büyük resme bakamıyordu.

Onu bacaklarımın arasından yukarıya çekip dizime oturttum. Yüzüne dağılan saçlarını kulağının arkasına sıkıştırıp gözlerimde gezinen gözlerine baktım. "Sakin ol," dedim. "O herife güvenemezsin. Bir şeyler bildiğini anlarsa VASÖ'ye haber verebilir. Önünü arkasını düşünmeden hareket edemezsin. Zaten kodun sende olduğunu sanıyorlar, başına daha büyük bela açarsın. Bir plan kurup ona göre hareket edelim, tamam?"

Birer iri yaş tanesi kirpiklerinin arasına sıkıştı. Gözleri elmas gibi parlarken çenesi titredi. Dudağının içini ısırıp, "bana yalan söyledi," dedi. Sesi hayalkırıklığı doluydu. "VASÖ'ye girmemi babamın istediğini söyledi, Ali'nin terörist olmadığını bildiği halde tek kelime etmedi. Ya o gün...o mağarada vursaydım onu? Ya tüm bunları kardeşimin kanı ellerimdeyken öğrenseydim? Ali...ölmüş olsaydı Fırat, o zaman ne olacaktı? Ben...ben anlamıyorum, mesele hâlâ para mı? Neyi bu kadar kaybetmekten korkuyorlar? " Yüzü dehşet ve korku içindeydi. "Aslı'yı öldürdüler, Ali'yi de öldürmek istiyorlar. Niye yapıyorlar bunu?"

Başını tutup göğsüme koydum. Saçlarını sevip alnını öptüm. Yine ateşi çıkmıştı. Zamanında Hazan'ı yanıma almadığım için durup durup içimde yeniden alevlenen öfkem genzime dolup midemi yaktı. VASÖ'nün derdinin şu an sadece para olduğunu sanmıyordum. Dertleri bir bakıma makam savaşıydı belki ama hâlâ devletin karşısında ayakta durabildiklerine göre yeterince makama sahiplerdi. Onları domine eden başka bir şey olmalıydı. Kaybetmekten korktukları ve Mehmet beyin geliştirdiği virüsle yok olacak olan datanın aradaki bağı kurduğu büyük bir şey paçalarını tutuşturmuş olmalıydı.

Şu an bulmamız gereken dertlerinin ne olduğundan ziyade bu on yıkım ajanının kim olduğuydu. Onları bulursak virüsü ve 100. üstü de bulabilirdik. Bu ajanlar muhtemelen VASÖ'nün içindeydi. Hazan fotoğraflarına bakarken hiçbirini tanıdığına dair bir tepki vermemişti. Videonun çekildiği günle Mehmet beyin ölüm tarihinin arasında 2 ay 20 gün vardı. Bu süre zarfında değişen bir şeyler olmuş olmalıydı. İnfaz öncesi ifadesinde yalnızca 100. üstün kim olduğu, paranın hepsinin onda olup olmadığına dair sorular ve Mehmet beyin verdiği, bilmiyorum, cevabından başka bir şey yoktu. İkinci dosya yalnızca yıkım ajanlarını ve Ali'nin VASÖ ajanı olduğunu gösteren belgeleri kapsıyordu. Mehmet beyi para için öldürmek paranın nerede ve kimde olduğunu bilen tek kişiyi yok etmek demekti. On yıldır 100. üstü bulamadıklarına göre de büyük bir aptallık yaptıklarının farkında olmalılardı.

Aklıma yatmayan bir şeyler vardı. VASÖ gibi bir örgüt içlerinde onları kontrol eden devlet tarafından gönderilmiş bir arabulucu varken Mehmet beyi öldürecek kadar cesur olamazdı. Mehmet bey her şeyden önce İstanbul adliyesinde bir başsavcıydı. VASÖ konusunda devletle aynı saftaydı. Eğer böyle bir infaz söz konusuysa devlet bunu VASÖ'nün yanına bırakmazdı. Başka bir şey olmalıydı. Aradaki 2 ay 20 günlük sürede VASÖ'nün içinde neler döndüğünü bilen birine ulaşmalıydık. Ama bu kişi Cihan olamazdı. Yağız. O gün Ali'nin yanındaydı. Onu koruyordu. Bir şeyler biliyor olabilirdi. Yarın Hazan'ı bir şekilde kandırıp hastaneye yanına gidecektim. Hazan'a olan...hisleri canımı sıksa da bazı ayrımları keskin bir şekilde yapmak gerekirdi. Mesele Hazan'sa her şeyi bir kenara atabilirdim.

Hazan'a söyleyip söylememek konusunda tereddüt ettiğim bir şey vardı. Sağlam temeller üzerine oturtmak için elimde delil yoktu ama içten içe bundan emindim. TKÖ diye bir örgüt yapılanmasının var olduğunu sanmıyordum. Her örgütün kendine göre bir strateji ve ideolojisi vardır. Örneğin PKK marksist - Leninist temelli bir örgüttür. Daha sonra demokratik konfederalizm fikrine evrilir. Lâik ve seküler bir ideolojiye sahiptir. Fakat IŞİD radikal Selefi-Cihadi bir yapıdır. Şeriat temelli bir hilâfet devleti kurmak ister. Bu iki örgüt ideolojisi birbirine alabildiğine zıttır ve her ikisi de bir diğerinin yok olması gerektiğini söyler. Aralarında yer yer çatışmalar çıkar. Dolayısıyla bu iki örgütün TKÖ gibi bir yapının altında birleşmesi imkansızdır. Diğer örgütler arasında da buna benzer ideoloji çatışmaları mevcuttur fakat bir yerde kısa süreliğine de olsa birleşebilirler. Ancak bu güç birliği uzun vadede mümkün değildir; çünkü her biri pastadan büyük olan payı almayı hedefler. Zaferi paylaşamazlar. Kısaca TKÖ'nün VASÖ'nün uydurduğu bir yapı olduğunu düşünüyordum. Cengiz Han stratejisini kullanıyor olabilirlerdi; fethetmek istediğin yere önce korku sal, sonra kahraman ol.

VASÖ melez ideolojilere sahip bir örgüttü. Tam olarak niyetlerinin ne olduğunu anlamak güçtü. Düşman ya da dost olduklarını radikal bir dille söylemek mümkün değildi. Bu yüzden dikkatli olmak gerekiyordu. TKÖ hakkında da araştırma yapmalıydım. MİT'en birileriyle iletişime geçmem lazımdı. Muhakkak MİT'in VASÖ'nün içine sızmış istihbaratçıları da vardı. Devlet VASÖ tarafından tehdit ediliyor olabilirdi fakat yine de tedbiri elden bırakmazdı. Bu işin bir incir ağacı gibi toprağın altında köklerinin iyice dallanıp budaklandığı belliydi. Mesele Hazan'a duyduğum sevdanın yanı sıra vatanıma duyduğum sevdam ve devletime duyduğum saygıyla da ilgili bir hâl almıştı. Ne Mehmet beyin ne de o kadının kanı yerde kalmayacaktı.

İçimi çektim. Göğsümde öylece duran karımın yanaklarından akan yaşlar eşliğinde kapalı olan gözlerinin süslediği yüzünü tepeden izlerken, "Hazan," dedim. Elim yumuşacık tenini bulup ıslaklığı silmeye başladı. "Bugünlük bu kadar yeter. Yatıp uyuyalım, biraz dinlen. Yarın ne yapacağımızı konuşuruz, tamam?"

Elimi tutup avcumu öptü. Göğsüne koyup sarılırken bacaklarını kucağımda topladı. Eteği sıyrıldığında kırmızı dantelli külodu gözüme ilişti. Çıplak ayakları bacağımın üstüne basıyordu. Yutkunup yüzüne baktım. Bu gece olmazdı. Üzgündü, babasını düşünüyor olmalıydı. Sevgiye ve sığınacağı birine ihtiyacı vardı. Onu sevişirken de sevebilirdim, altıma alıp o küçük varlığına gölge olabilirdim ama Hazan'ın bunu isteyeceğini sanmıyordum.

"İstemiyorum," dedi. "Saat daha çok erken."

Göğsüne koyduğu elimin altındaki memeleri ve atan kalbi aklımı dağıtırken, "ne istiyorsun, söyle onu yapalım," dedim. Gözlerini açıp puslu bir camekânın ardında yanan ateşin kızıl ışıkları gözlerime yansıdığında sertleşen rüzgarın itiği balkon kapısı gıcırdayarak ses çıkardı. Hazan bana sokulup, "film izleyelim," dedi. "Ama sonuna kadar."

Arkamda duran hırkasını alıp üzerine örttüm. Kolumu bacaklarının altından geçirip belini kavrayarak ayağa kalktım. Yatak odasına geçip yatağa yatırdım. Yorganı bacaklarına örtüp bilgisayarı kucağına verdim. "Mısır patlatayım mı sana?" Gülümsedi. Sırtını başlıktan ayırıp, "olur, ama birlikte yapalım," dedi.

"Ben hallederim, sen filmi seç. "

Alt dudağını sarkıttı.

"Yalnız kalmak istemiyorum," dedi. "Hem ne izleyeceğimizi biliyorum."

Sıkıntıyla içimi çekip yeniden karımı kucağıma aldım. Boynunu öpüp odadan çıkarken, "ne izleyeceğiz bakalım?" dedim. Çalışma odasına girdim. "Yüzüklerin Efendisi," dedi. Bardakları ve kek tabaklarını tepsiye yerleştirip balkon kapısını kapatıp perdeyi çektim. Tepsiyi alıp ışığı söndürdüm. Mutfağa indik.

"İzledin mi daha önce?" diye sordu. Fındık uyanıp yanımıza gelmişti. Tepsiyi tezgaha bıraktım. "İzlemedim," dedim. Dolaptan bir tencere çıkardım. Mısır kavanozunu aşağı indirip ocağı yaktım.

"Yaa?"

Tencereyi koyup yağı döktüm. Kızmasını beklerken Hazan'ı masaya oturttum.

**********

Baş ucumuzdaki gece lambasını yakmıştık. Hazan mavi kumaş şortu ve yarım atletiyle sırtını göğsüme yaslayarak yanıma uzanmıştı. Mısır kasesi ve bilgisayar önündeydi. Dirseğini yatağa dayamış, elini başına destek yapmıştı. Beline sardığım kolumu sıkılaştırıp atletinden açıkta kalan sırtını öptüm. Ağzına bir tane mısır atıp bir tane de bana uzattı. Az önce yemiyorum diye kızdığı için bir şey demeden yedim.

Etrafı yeşilliklerle dolu bir yoldan geçen at arabasında bir çocuk ve yaşlı bir adam oturuyordu. Şakalaşıp gülüşürlerken kasaba halkı onları selamlıyordu.

"Fırat, bak bu Gandalf, büyücü. Çok tatlı, di mi?" dedi. Saçı sakalı birbirine girmiş yaşlıca bir adamdı işte.

Film milm gibi şeylerden pek anlamazdım. Müzik dinlemez, gezip tozmaz, ne bileyim lan işte diğer insanların eğlenmek için yaptığı herhangi bir şeyle ilgilenmezdim. Arada bir kitap okurdum, O da genelde savaş üzerine olurdu. Hazan'dan önce birkaç kadeh bir şey içmek, operasyonda değilsem bayramda seyranda Urfa'ya gidip gelmek, bana ait olan restoranlarda ya da tarım arazilerinde bir problem çıkarsa ilgilenmek, Ömer ağa isterse İstanbul'daki inşaat şirketine uğramak dışında askeriyeden çıkmazdım. Bazen annemin evlen artık söylemleri üzerine gönlü olsun diye birileriyle görüşür, içilen çayın parasını öder çıkar giderdim. Annem biter babaannem başlardı. Fotoğraflar gönderir, eğer oradaysam kızları elinden tutup eve getirirdi. Elinden bir kebap ye gör, bir çay koysun bak, diye başımın etini yerdi.

Ankara Harp okulunda da benimle iletişim kurmaya çalışan tüm kızları reddederdim. Sebebini anlamadığım bir şekilde kimse ilgimi çekmiyor, çekici gelmiyordu. Arkadaşlar pavyona gider, beni de çağırırlardı. Bazen giderdim. Yarısında sıkılır, bir bira alıp eve dönerdim. Bende bir problem olduğunu düşündüğüm anlar bile olmuştu. Ama Hazan'ın sesini duyduğum o ilk an kalbimdeki mühür çözülmüştü. Mesela bir kadın değil Hazan'dı. Adını sanını, dünyada böyle güzel bir şeyin var olduğunu bile bilmezken onu bekliyordum. Ve şimdi onu ne VASÖ'ye ne de...ölüme kaptırmaya niyetim yoktu.

Mehmet bey ailesini koruma altına almak için 100. üstün onları koruduğunu ve eğer Hazan'la Ali'ye bir şey yaparlarsa yıkım projesinin gerçekleşeceğini söylemişti. VASÖ Hazan'ın ya da Ali'nin 100. üstün kim olduğunu bildiğini sanıyor olmalıydı. Ali'yle Hazan'ı örgüte almalarının sebebi belki de buydu. Ali, Hazan'dan önce örgüte alınmıştı. Mahsun iti Hazan'a Ali'nin terör örgütlerine katıldığını söylemişti. VASÖ bu yalanı devam ettirip iki kardeşi birbirine düşman etmiş, Ali'yi ülke için bir tehlike hâline getirmişti. Her şey planlıydı. Peki Mahsun şerefsizi bu işin neresindeydi?
Ali...kilit nokta Ali'ydi. Yağız itiyle konuşmak şart olmuştu.

Hazan başını yastığa koymuş, yarı açık yarı kapalı olan gözleriyle ekrana bakıyordu. Bir eli mısır kasesinin içindeyken nefesleri ağırlaşmıştı. Uyumak üzereydi. Dokunmadım. Uykusu çok çabuk dağılıyordu. Sessizce izledim onu. Yüzünün yarısını kapatan saçlarını, beyaz teninde kalemle çizilmiş gibi duran kaşlarını, minik burnunu, hafif etli yanaklarını, dolgun dudaklarını, boynunu, gerdanını, atletinden taşan sütyensiz büyük göğüslerini sanki hiç aklımdan çıkıyormuş gibi bir kez daha zihnime kazıdım.

Belli belirsiz titreşen göz kapakları tamamen kapandı. Dudakları hafifçe aralandı. Düzenli bir hâl alan nefesleri ruhumu okşarken derin bir nefes aldım. Su gibiydi. Öyle duru, öyle masum bir güzelliği vardı ki bakmaya doyamıyordum. Kokusu mest ediyordu beni.

Bir süre uykusunun derinleşmesini bekledim. Yavaşça yanından kalkıp bilgisayarı kapatıp yerine koydum. Ellerini gül kokulu ıslak mendille yavaşça silip mısır kasesini mutfağa bıraktım. Odaya dönüp üstümü çıkardım. Işığı kapatıp yanına uzandım. Eğilip boynunu öptüm. Kıpırdadı. "Fırat," diyerek mırıldandı.

"Şşş."

Bana dönüp kollarımın arasına girdi. Boynuma sarılıp bir bacağını üzerime attı. Yorganı omuzlarına kadar çektim. Memeleri göğsüme yapışmıştı. Kasılıp sertleşirken yutkundum. Adem elmamı öptü. Tenime vuran nefesi aklımı bulandırıyordu. "Kocam," dedi. Sayıklıyor gibiydi. "Kurban olduğum," dedim. Küçük yüzünü iyice boynumun altına saklayıp, "seni çok seviyorum," dedi. Benim kadar sevemezdi.

Saçlarını sevip öperken, "ölürüm sana," dedim. Yeryüzünde sahip olabileceği en büyük ve en güzel şeye sahip bir adamdım ben. Onu korumak için asla yıkılmamalı, ölmemeliydim. Bu savaş bizim zaferimiz olmalıydı ve öyle olacaktı.

💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦

Bölüm : 29.05.2025 13:51 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...