95. Bölüm
Binnur Tombaş / Vatanaşk (Askerî Kurgu) / 94. Bölüm

94. Bölüm

Binnur Tombaş
yikim2024

 

*********

Hastaneden ayrılıp Çekik'in evinde kalmaya başlayan Yağız itiyle konuşmak için sabah Hazan uyurken evden çıkmıştım. Seher vaktinin puslu serinliği yavaş yavaş dağılırken apartmanın önünde durup araçtan indim. Zili çalıp kapının açılmasını bekledim.

Burası binaların tekdüze gri renklerle boyandığı dar bir sokaktı. Sokaktaki renksizliği bozan tek şey evlerin kuzeye bakan cephelerinde bulunan balkonlardaki iplerden sarkan kıyafetlerdi. Az ötedeki konteynerın tek başına yayamayacağı lağım ve sulu çamur kokusunun birbirine karıştığı hava, kaşlarımın çatılmasına neden oldu. Kaldırım taşları kırık ve çatlak, yol çukurlarla bezeliydi. Binaların duvarları yarıklarla doluydu. Doğan güneşin, neredeyse birbirleriyle iç içe geçmek üzere olan çatılardan kendine bir yol bulup sağda solda göze çarpan eski model araçların ön camlarına vurması bir mucizeydi.

Sefil ve yıkılmaya yüz tutmuş olan bu sokağa ilk defa geliyordum. Apartmanın batıya bakan arka yüzündeki çıkmaz sokağın diğer tarafının koca bir çöp yığınıyla dolu olduğunu sokağa girerken görmüştüm. Sado'yla bu sokak hakkında konuşmayı aklıma yazdım. Bu binaların temelden yıkılıp yeniden inşa edilmesi gerekiyordu. En ufak bir sarsıntıda şu an burada yaşayan insanlara iyi kötü yuva olan bu yer taşsız bir mezara dönüşürdü. Ve günün sonunda kimse düşünmezdi; bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı. Düşün altında binlerce kefensiz yatanı.

Çelik demir kapının kilidi açıldı. Apartmana girdim. Kırmızı çamurlu bisikletin yanından geçip bodrum katta indim. Zile basmadan kapı açıldı. Karşımda Çekik vardı. Geri çekilip, "buyur," dedi. Ayağımdaki botları çıkarıp içeriye girdim. Kapıyı kapatıp Yağız itinin mutfakta olduğunu söyledi. Mutfağa geçtim. Kahvaltı masasında oturan ibnenin gözleri beni buldu. Yara bere içindeki yüzü öfkeyle karardı. Kırdığım eli askıdaydı. Eyvallah, hak etmişti, ama bu yaptığımla gurur duymuyordum. Öfkem babam olacak şerefsize benzeyen yanlarımı ortaya çıkartıyor, Hazan'ın benden korkup uzaklaşmasına neden oluyordu. O gün Çekik orada olmasaydı harbi harbi katil olabilirdim. Bir kere öfkem gözümü karartınca sonunu göremiyordum.

Yutkunup gözlerimi rutubetli tavanda gezdirirken masaya yaklaştım. Karşısındaki sandalyeye oturdum. Bütün gece koynumda uyutup sevip öptüğüm karımı düşündüm. Dakikalar önce yanından kalkarken soluduğum kokusunu duyumsadım. O benimdi. Bizim yatağımızda, bizim evimizdeydi. Kalbinde ben vardım. Bir başkası olamazdı. Boğazıma çöküp aklımın derinlerini bulandırıp ellerimi uyuşturan canavarın burada yeri yoktu. O olmadan da var olabilirdim, çünkü Hazan vardı.

"Geçmiş olsun," dedim.
Onu bu hâle getiren benken muhtemelen bu cümleyi duymak isteyeceği son kişi bile değildim.

"Dalga mı geçiyorsun?"

"Hayır."

"Bu daha kötü," dedi. "Neredeyse öldürüyordun beni. Hangi yüzle geçmiş olsun diyebiliryorsun?"

"Sana Hazan'dan uzak durmanı söylemiştim. Eğer durmazsan ne olacağını da. Sınırlarımı zorlamamalıydın."

Çekik dolaptan çıkardığı bardağa çay doldurup önüme koydu. Yanıma otururken Yağız iti güldü.

"Ayrılmıştınız," dedi. "Senin sınırların dışındaydı..."

"Sakın karımın adını ağzına alma! Buraya oturup doğru düzgün konuşmaya geldim, sabrımı zorlama benim."

"Bence de sözlerine dikkat et birader. Evimde kavga da kan da görmek istemiyorum."

Gözlerini devirdi. Karıncalanan parmak uçlarımı bacaklarıma bastırdım. Boyun ve sırt bölgemdeki gerginlikle arkama yaslandım.

"Konuş ne konuşacaksan."

Göğsümdeki çarpıntıyı yok saymaya çalışıp, "lafı uzatmayacağım," dedim. "Seni daha önce gördüm."

"Eee?"

"Şam'da." Yüzü gerildi. Ama yine de istifini bozmadı. "Ali'nin yanındaydın. Onu koruyup kaçmasına yardım ettin."

"Ne?"

"Yanlış hatırlıyorsun. Hayatımda hiç Şam'da bulunmadım. Biriyle karıştırıyor olmalısın."

"Karıştırmıyorum. Ali'nin de senin de kim olduğunu biliyorum. Eğer bu bildiklerimi Hazan'a anlatmamı istemiyorsan bana doğruları söyle."

Bu ite güvenmiyordum. Ali'nin yanında olup aynı zamanda VASÖ'ye köstebeklik yapıyor olabilirdi. Tam anlamıyla Ali'nin terörist olmadığı bilgisine de güveniyor sayılmazdım. Hazan'ın elindeki belgelerden ve bildiklerinden ona bahsetmeyecektim. Bu onu tehlikeye atmak olurdu.

"Sen bir vatan hainiyle işbirliği mi yapıyorsun?! VASÖ bunu yanına bırakmaz!"

Çekik'e dönmeden gözlerini yüzüme sabitledi.

"Nereden bileceğim gerçekleri bildiğini? Neden güveneyim sana? Ağzımdan laf alamazsın."

Gözümün önü kararırken nefesim daralıyordu. Şakalarıma saplanan ağrıyla gözlerim sulandı.

"Ali'yle aranda bir bağlantı olduğu belli. Ben alacağımı aldım. Gerisini sen söylemesen de bulurum. Eyvallah," derken masadan kalktım. Başım dönse de sendelemeden kapıya ulaştım. Önce evden ardından apartmandan çıkıp derin bir nefes aldım. Noluyordu lan bana böyle?

Üzerimdeki ceketi çıkararak arabaya binip yan koltuğa attım. Motoru çalıştırıp sokaktan çıkarken Feyzullah'ı aradım.

"Ooo tertip sen beni arar mıydın ya?" diyen sesi aracın içini doldurduğunda torpido gözünden sigara paketini ve çakmağı çıkarıp bir dal yaktım. Kavruk ve isli dumanı içime çekerken rahatladığımı hissettim. Halbuki Hazan'ın üstüme sinen kokusuna ihanet ediyordum. İyi değildim. Öfke nöbetlerim geri dönüyordu. Hazan'sız geçirdiğim bir hafta boyunca deliliğin sınırlarında dolanırken dibini gördüğüm şişeler, bitirdiğim sigara paketleri beni yavaş yavaş eski Fırat'a dönüştürüyordu.

"Fırat?"

Sigarayı parmaklarımın arasına sıkıştırdığım elimin titrediğini fark ettim. Arabanın içini saran dumanı izledim. Dikiz aynasında kızaran gözlerimle göz göze geldiğimde sertçe yutkundum. Bir an aynada babam olacak şerefsizi görür gibi olurken gözlerimi kaçırdım. Camı açıp sigarayı dışarıya fırlattım. Ben bu kadar iradesiz ve sinirleri gevşek bir adam değildim. Dahası Hazan artık, hiç gitmemek üzere yanımdaydı. İhtiyaç duyduğum tek şey onun kokusuydu. Bir an önce eve varmalıydım.

"Lan oğlum orada mısın?"

Anayola girerken, "buradayım," dedim.

"Niye ses vermiyorsun lan o zaman?"

"Senden bir şey isteyecektim, müsait misin?"

"Sen iyi misin?"

"İyiyim."

"Yengeyle nasıl gidiyor?"

Sertçe soludum.

"Sado mu bir şey dedi?"

"Yok oğlum, nedesin? Canın sıkkın gibi geldi de, öyle sorayım dedim."

"Neyi sorayım dedin Feyzullah?! Karı gibi benim dedikodumu mu yapıyorsunuz aranızda?!"

"Sakin ol lan. Ne dedikodusu? Geçende yengeyi Cemal abinin emlak dükkanında gördüm. Ev arıyordu. Ondan sordum."

"Sorma Feyzullah! Seni ne ilgilendirir benim karım?!"

"Fırat tamam, sormadım say. Sakin ol."

Işıklarda durup elimi saçlarımın arasından geçirip çekiştirdim. Vücudum kasılıyordu. Terleyen ensemi ovuşturup direksiyonu sıkarken, "kusura bakma," dedim. "Gerginim biraz."

"Baban yüzünden mi? O günden sonra yine gördün mü onu?"

"Görmedim. O gün de görüp görmediğimden emin değilim zaten. Saniyelik bir şeydi."

"Kamera görüntülerindeki kimdi peki?"

Trafikten ayrılıp aracı otoyolun sağına çekip telefonu alarak araçtan çıktım. Göğsüm sıkışıyordu. Demir bariyerin üzerine oturup, "21 yıldır görmüyorum ben o adamı," dedim. "Görüntüler net değildi. Doğru teşhis edememiş olabilirim. Sarhoştum Feyzullah."

"Senin en sarhoş halin bile herhangi bir insanın en ayık halinden daha dikkatlidir. Bence ne gördüğünden eminsin tertip. Yoksa bu kadar dağılmazdın. "

Bu ilk değildi. Operasyondan döndüğüm gün o iti hastanede de gördüğümü sanmıştım. Etrafa adam yerleştirip kameraları incelemiştim. Yüzü görünmüyordu. Aradan geçen diğer günlerde bir daha karşıma çıkmayınca yanıldığımı düşünsem de ister istemez gergindim. Bu gerginliğim Hazan'a da yansımıştı. İkinci kez ise Hazan'ın gidişinin üçüncü günü görmüştüm onu. Elimdeki rakı şişesiyle arabaya doğru ilerlerken kaldırımın karşısındaydı. Saat akşam sekiz sularıydı. Bir gölge gibi görünüp kaybolmuştu. Tek endişem Hazan'dı. Çekik'e yanından ayrılmamasını söylemiştim. Peşine adam takmıştım. O herifin gerçekten buralarda olup olmadığından emin olana kadar Hazan'a yaklaşmayacaktım. Ama yapamadım.

İnfazcı kadının evine geldiği gün yanımda Sado vardı. Hazan'dan vazgeçmem konusunda başımın etini yerken ona bir şey diyemedikçe birayla tekilayı art arda içip kafayı bulmuştum. Vücudum çarpılmış sızıp kalmıştım. Sabaha karşı albay arayıp askeriyeye çağırırken zar zor ayılıp gitmiştim. Hazan'ı görünce de dayanamamıştım. Onu yaşadığı onca şeyle bir başına savunmasız bırakamazdım. Ne kadar kızıp kırılsam da hiçbir şey bana ondan uzak durmayı ögretemezdi.

Otoyoldan araçlar vızır vızır geçerken, "sonra konuşalım Feyzullah," dedim. "Ben seni başka bir şey için aradım. "

"Emret tertip."

"Yağız Karaman diye birini takip ettirmeni istiyorum. Özel kuvvetlerden birilerini ayarla. Gizli bir durum."

"Kim olduğunu sorayım mı?"

"Sorma. "

"Tamam. "

"Adresini ve telefon numarasını mesaj atarım. Görüşürüz. "

"Dur. Aklımdayken söyleyeyim. Bizim Memduh'un düğünü var yarın akşam. Sana ulaşamamış. Görürsen söyle, dedi. Haberin olsun. "

"Eyvallah."

Telefonu kapatıp Sado'yu aradım. Aramız biraz kötüydü. Açılan telefonda Zerî mahallesinin ve Gürşat sokağının durumundan bahsettim. Bakarız, diyip telefonu yüzüme kapattı. Bariyerden kalkıp araca geçerek Feyzullah'a adresi ve telefon numarasını gönderdim. Yola girerken telefon çaldı. Ekranda gördüğüm isimle içim ferahladı. Güneş olmasına rağmen ruhsuz görünen gökyüzü canlı bir hâl aldı; açık camdan içeriye dolan tozlu egzoz kokusu yerini bir tutam gül kokusuna bıraktı. Derin bir nefes alıp telefonu açtım.

"Fırat?" diyen sesi uykuluydu. Yeni uyanmış, uyanır uyanmaz da beni aramış olmalıydı. Bu hoşuma gitti. Sesini ve nefeslerini ruhuma sindirirken, "yavrum," dedim. Vücudumdaki gerginlik dağılmış, bu sesime de yansımıştı. Sanki Hazan'ın yanından ayrıldığımdan beri nefesimi tutuyordum da bu ilk soluğumdu.

"Neredesin?"

Evde olmayışımdan rahatsız olmuş gibiydi. Bensiz uyanmak onu mutsuz etmişti. Çocuksu mızmız sesi kızgın ve küskündü.

"Yoldayım, geliyorum bebeğim. Bir şey ister misin? Ne alayım sana?"

Sesi bile başka bir adama dönüştürüyordu beni. Eve en yakın olan fırının önünde dururken yatağın içinde tepinişlerinin yorganda çıkardığı hışırtıları dinliyordum.

"Ekmek al," dedi.

Torpido gözünden cüzdanla sigara paketini alıp, "başka?" dedim.

"Simitle poğaça da al. Bir de..."

"Ne?"

"Fıstıklı çikolata al bana. Regl oldum, canım tatlı istiyor. "

Kadınsal hastalığının başlaması canımı sıkmıştı. Zaten sürekli karşı koyup duruyordu, şimdi hiç kendine dokundurmazdı. Bitene kadar sabredecektik artık.

"Tamam, beş on dakikaya evdeyim. "

"Çabuk gel, bir daha da bana haber vermeden gitme bir yere."

Gülümsemeden edemedim. Beni böyle sahiplenmesi gururumu okşuyordu. Sadece Fırat'ken kendimle uzlaşamıyordum, ama Hazan'ın kocasıyken bir şeylere tahammül etmek daha kolaydı. Öfke nöbetinin vücudumdaki bütün etkileri silindi. Hazan'a sahip olmanın verdiği haz bütün dünyayı önemsizleştirdi.

"Gitmem," dedim.

Araçtan inip sigara paketini fırının önündeki çöp kutusuna attım.

*********

" Fıraaaat!"

Banyodan çıkıp saçımı kuruttuğum havluyu yatağın üzerine atarken Hazan elinde çalan telefonla odaya girdi. Minicik, önden düğmeli kot elbisesi bacaklarını ortaya serip göğüslerini fazlasıyla açık olan yakasından taşırıyordu. Sarı terlikleri, küçük kulaklarından sarkan limonlu küpeleriyle çok güzel ve bakılasıydı.

Yanıma gelip telefonu uzattı. Bileğini tutup bakmaya çekindiği çıplak gövdeme yasladım. Belini sıkıca sarıp telefonu elinden aldım. Rasim abi arıyordu. Bahçe için aldığımız eşyaların bulunduğu mağazanın sahibiydi.

"Alo?"

"Alo Fırat'ım evde misin?"

"Evdeyiz abi."

"Bizim çocuklar eşyaları kamyona koydular, geliyorlar. Bir sorun var mı?"

Hazan eşyaların geleceğini duyup heyecanla parlayan gözleriyle gözlerime bakarken, "yok abi, gelsinler," dedim.

Kapanan telefonu komodinin üzerine koyduğumda Hazan, "eşyalar mı geliyor?" dedi.

Başımı salladım.

Yüzündeki gülüşü büyüdü.

"Kahvaltıyı bahçede yaparız o zaman," dedi. Mutlu oluşunu izlemek o kadar güzeldi ki büyülüyordu beni.

Üzerine eğilip dudaklarını öptüm. Kısacık boyu beni bir gün fıtık edecekti.
Kucağıma alsam kızardı şimdi. Eve geldiğimde biraz fazla sevip ısırmıştım. Canı yanınca sinirlenmişti. O sırada dışarıdan gelen korna sesiyle kollarımdan kurtulmaya çalışıp, "geldiler," dedi.

"Burada kalıyorsun," dedim.

"Ama..."

"Yok ama mama. Bu halde dışarıya çıkamazsın."

Kaşları çatıldı. Az önce heyecanla parlayan gözleri sislenip dudakları büzülerek düğme kadar kaldı.

"Ben eşyaları görmek istiyorum," derken inatla ayağını yere vurdu.

"Adamlar gidince görürsün," dedim. "Şimdi bırakacağım seni, sakın ters bir hareket yapmaya kalkma."

Başını iyice geriye atıp çenesini dikleştirdi. Hilal motifli kolyesi hâlâ boynundaydı. Gece rüyasında babasını görmüş, adını sayıklarken ağlamıştı. Birkaç kez irkilerek uyanmış, hemen kollarımın arasında olmasına rağmen yatakta beni arayıp göğsüme sokulmuştu. Eve geldiğimde daha zili çalmadan bahçeye girdiğim an kapıda belirmiş, araçtan indiğim gibi boynuma atlamıştı. Üzülüp kırıldıkça daha da çocuklaştığını fark etmiştim. İçindeki hüznü yok sayıp bana nazlanmalarını anlayabiliyordum. Sınırlarımı aşmadığı sürece istediği gibi davranabilirdi. Ama bu kıyafetle değil dışarıya cama bile çıkamazdı.

"Suçlu muyum ben, ters bir hareket yapma ne demek?" dedi. "İstersen bir de kelepçe tak kollarıma."

Dudaklarını izlerken, "sen istersen bir gün onu da yaparız," dedim. Gözlerime boş gözlerle bakarken neyi ima ettiğimi anlamamıştı. Bu saf halleri beni tahrik ediyordu. Dışarıda adamlar beklemese daha da üstüne giderdim ama giyinip çıkmam lâzımdı. Hazan'ı belinden tutup yatağın üzerine bıraktım. Dolaptan kıyafetleri çıkarıp belime sarılı olan havluyu açtım. Erekte olmuş olan aletim gözünün önüne serilirken gözlerini kaçırdı. Boxerımı giyip pantolonu bacaklarıma geçirdim. Tişörtü alıp başımdan sokarak merdivenleri inip bahçeye çıktım. Fındık kapının önünde havlarken başını okşayıp, "sakin ol oğlum," dedim. "Kulübüne geç. "

Bacağıma yaslanıp yanımdan ayrılmadı. Demir kapının şifresini girdim. Gürültüyle açılırken büyük beyaz kamyon bahçeye girdi. Bekir araçtan inip elimi sıktı.

"Selamünaleyküm."

"Ve aleyküm selâm."

Cengiz abiyle de tokalaştım. Kamyonun kasasını açtılar. Cengiz abinin kızı kasadan indi. Gözleri beni bulduğunda rahatsız oldum. Evin camlarında gözlerimi gezdirdim. Sözlü olarak beyan etmemiş olsam bile Hazan'ın cama çıkmayacağını biliyordum ama yine de gerilmiştim. Bu kız bir dönem annemin zoruyla görüştüğüm kızlardan biriydi. Hatta birkaç gün telefon üzerinden konuşmuştuk. Ortada bundan fazlası olmasa da Hazan'ın bu durumu bir şekilde öğrenip yanlış anlamasından korkuyordum.

"Merhaba Fırat."

Gözlerimi evden çekip ona döndüm. Başımla kısa bir selam verdim. Fındık ayağımın dibinde hırlayıp duruyordu. Gerildiğimi hissettim.

"Fırat bunları nereye koyalım?"

Cengiz abiye doğru ilerleyip yemek masasının hasır sandalyelerinden iki tane alıp, "bahçeye abi," dedim.

Çardakla evin arasındaki tek basamaklı yükseltiyi çıkıp mutfak kapısının önüne geldik. Kapının önündeki geniş beton alana iki ucundan tuttukları üstü camla kaplı masayı koydular. Elimdeki sandalyeleri yan yana bıraktım. Üstümde gezinen gözlerle başımı yukarıya kaldırdım. Hazan yatak odasının balkonundan bizi izliyordu. Göz göze gelince geri çekildi.

Kamyondan iki sandalye daha getiren Cengiz abinin kızı, "bunları nereye koyayım Fırat?" diye sordu. Hazan uzaklaştığı balkon duvarına ellerini koyup kıza baktı. Yutkunup, "bırak şöyle," dedim. Kamyona dönüp geriye kalan iki sandalyeyi daha aldım. Açık ahşap tonlarındaki oturma grubunu, yuvarlak üstü camlı sehpasını ve beyaz minderlerini de çimlerin üzerine yerleştirdik. Büyük, yuvarlak salıncak akasya ağacının sarı çiçekleriyle, erguvan ağacının mora çalan pembe çiçeklerinin arasında yer aldı. Ahşap ayakları, demirden ipleri, sarı - pembe çiçekleri olan yuvarlak minderi, yaslanma yerine yerleştirilen çiçekli yastıklarıyla güzel olmuştu.

Cengiz abinin kızı elindeki pembe yastığı da salıncağa bırakıp, "çok güzel oldu," dedi. "Eşin nerede?"

Hâlâ balkonda durup kıpkırmızı olan yüzüyle bana bakan karıma kısa bir bakış atıp, "uyuyor," dedim.

"Bu saatte?" dedi.

"Çiçek gel kızım, gidiyoruz. "

"Umarım bir gün tanışırız."

Bir şey söylemedim. Cengiz abiyle Bekir'e teşekkür edip yolcu ettim. Kamyon bahçeden çıkarken Hazan evin kapısını açtı. Sarı terliklerini çıkarıp pembe terliklerini giyerek yanımdan rüzgar gibi geçti. Çardakta yatan Fındık peşinden koşarken eşyalara bakmaya gitti. Takip ettim. Bahçe kapısının kapanırken çıkardığı gıcırtılar durulduğunda Hazan'ın birkaç adım gerisindeydim. Eşyaları izliyordu. Hemen hemen elbisesiyle aynı uzunlukta olan ışıl ışıl, ince telli ama gür saçları rüzgarda hafif hafif salınıyordu. Elbisesinin sıkıca sardığı dolgun kalçaları, bacaklarının arkadan görünüşü pantolonun içinde giderek şişen penisimi zorlarken aramızdaki mesafeyi kapattım. Arkasındaki varlığımı hissedince ileriye doğru bir adım atıp benden uzaklaştı. Bu canımı sıksa da kızgın olduğu ve aynı şeyi ben yaşamış olsaydım delireceğim için anlayışlı olmayı denedim.

Mutfak kapısının önündeki yemek masasının yanına gitti. Etrafında dolanıp ellerini sandalyelerde gezdirdi.

İlk adımı atmak üzre, "beğendin mi?" diye sordum. Ona kalsa bütün gün tek kelime etmez sessizliğiyle canıma okurdu.

Ateş parçası gözleri irileşen gözbebekleriyle siyaha dönerken yüzüme baktı. "Beğenmedim," dedi. İnadına yapıyordu. Mağazada iki saat bütün masaları, koltukları ve salıncakları oturup elleyerek deneye deneye seçmişti.

"Nesini beğenmedin? Söyle değiştirelim. "

Kirpiklerini kırpıştırıp, "durduğu yeri sevmedim," dedi. "Neden burada duruyor? Kapıdan nasıl çıkacağız? Duvara yaklaştır bunu."

Şımarık bir çocuk gibi sinirle konuşup bana emir verirken boynu, gerdanı ve göğüsleri iyice pembeleşip kızarmıştı. Yanakları al aldı. Öyle öpülesi duruyordu ki güzelliği dışında hiçbir şeye odaklanamıyordum.

"Tamam," dedim.

Yanına gidip masayı mutfağın duvarından daha ileride olan salonun duvarına yaklaştırdım. Sandalyeleri yeniden dizip, "oldu mu?" diye sordum.

Kaşlarını iyice çatıp beton zeminden çimlere inerek benden uzaklaştı. Oturma grubuna bakıp, "bu neden duvara bu kadar yakın?" dedi. "Kötü duruyor. Benim olduğum yere koy bunu."

Bahane üretiyordu. Beni uğraştırmak yerine bağırıp çağıradabilirdi. Yine de, "koyarız," diyerek suyuna gittim.

İki adet ikili koltuğu Hazan'ın olduğu yere görürdüm. Tekli koltukları da alıp yerleştirdikten sonra sehpayı ortalarına koydum.

"Tamam mı?"

Omuzlarını aşağı yukarı hareket ettirip salıncağa doğru ilerledi. Oturduğunda ayakları yerden kesilmişti. Yastıklardan pembe olanı bana fırlattı. Havada tutup ona doğru ilerledim. Terliklerini çıkarıp ayaklarını salıncakta topladı. Sırtını arkaya yaslayıp başını geriye atarak ağaçları izlerken yanına oturdum. Yastığı yerine koyup, "noldu?" dedim. "Neye kızdın?"

"Yok bir şey."

"Hazan..."

Gözleri gözlerime değerken, "ne?" dedi. Dolan gözleri beni bozguna uğrattı. Titreyen sesi canımı yakarken Fındık ayağımın dibine uzandı.

Belini tutup kendime çektim. Karşı koymadı. Alnını öpüp, "sen beni o kızdan mı kıskandın?" diye sordum. Açık açık konuşmamız lazımdı. Böyle kendi kendine üzülüp kırılmasına dayanamıyordum.

Belime sarıldı.

"Sen benimsin," dedi.

"Aksini söyleyen mi oldu?"

"Ama baktı sana. Dokundu. Eşyalarımızı elledi..."

"Nerede dokundu Hazan? Benim niye haberim yok?"

"Az kalsın değiyordu sana."

"Değdi mi peki?"

Geri çekilip, "değiyordu," dedi. "Ayrıca tanıyor seni. Adını söyledi. Konuştun onunla. Eşyalarımızı benimle değil onunla dizdin."

"Hazan..."

"Konuşma benimle! Bütün Şırnak sana aşık! Ama bir adam yüzünden benim canıma okuyorsun! Git! Dokunma bana! Çek kolunu!"

Çırpınıp kollarımı itmeye çalışırken beni kıskanması hoşuma gitse de yok yere bu hâle gelmesi istediğim bir şey değildi. O kız işletme mezunuydu. Babasının yanında çalışıyor, nakliyatla ilgileniyordu. Bana karşı biraz fazla yakın davrandığının farkındaydım ama o herkese karşı böyleydi. Temas etmeden konuşamazdı. Annemin zoruyla ilk görüştüğümüzde de bundan rahatsız olmuştum. Yerli yersiz temaslardan hoşlanmıyordum. Ama şimdi ufacık bir dokunuşuna bile muhtaç olduğum bir karım vardı.

Benden uzaklaşmasına izin vermeden kucağıma aldım. Dudaklarını öptüğümde yüzünü çevirdi. Tenini koklarken, "ama ben seni seviyorum," dedim. "Başkalarının bana karşı ne hissettiği umrumda değil..."

"Ben de seni seviyorum, benim de umrumda değil ama sen beni kapıya bile çıkarmıyorsun."

Boynunda nefeslenirken, "kıskanıyorum," dedim.

"Benim çok hoşuma gidiyor başka kadınların sana bakması!"

"Yavrum anlamıyorsun. Bir kadının bir erkeğe bakışıyla bir erkeğin bir kadına bakışı aynı şey değil. "

Yüz yüze gelmemizi sağlayıp, "ne farkı var?" dedi.

Nasıl anlatılırdı ki? Aslında biliyor olmalıydı. Yokluğumda uğradığı...tacizler, uğramak üzere olduğu...tecavüz meselesinden sonra az çok bir erkeğin ne kadar hayvani ve kirli bir zihni olabileceğini bilmesi gerekiyordu. Her zaman eyleme dökmesine lüzum yoktu. Kontrol edilemeyen dürtüler ve düşünceler insanın kafasının içinde cirit atardı. Hazan'ı tanıdığımdan beri ondan başka birini düşleyemeyen zihnim onunla temizlenmişti. Benim nefsim de gözüm de gönlümde ondan başkasına yanmazdı, ama bir başka...erkeğin aklında bir saniye bile yer edinmesine katlanamazdım.

" Neden bahsettiğimi biliyorsun," dedim.

"Bilmiyorum," dedi. "Açıkla. "

"Hazan tamam, yeter. Kapat şu konuyu. "

"O zaman bırak beni!"

"Sabrımı zorluyorsun!"

"Öyle mi?"

"Öyle. "

"Tamam, bağır o zaman bana! Kız hadi! Sesini yükselt! Abarttığımı söyle! Bir daha kıskanmayayım seni! Sen de başka kadınlarla konuş gözümün önünde! Olur mu böyle?!"

Sol gözünden düşen bir damla yaşla sinirlerim iyice gerildi. Ne yapacağımı bilemedim. Bağırsam kırılıyor, alttan alsam daha da üstüme geliyordu.

"Ne istiyorsun Hazan? Söyle ona göre hareket edeyim."

Bir müddet gözlerimin içine baktı. Üstümdeki tişörtü sıkıca tutan elleri gevşedi. Kollarını boynuma sarıp dudaklarımı öptü. Gözlerimin kapanmasına engel olamadım. Yanağını yanağıma yaslayıp, "sadece beni sev," dedi. "Başka birine bakma, görme. Beni bırakıp hiçbir yere gitme, tamam mı?"

Saçlarını severken ensesini öptüm.

"Söylemene gerek var mı? Şimdiye kadar aksini mi yaptım? Sen gitme Hazan. Ben zaten hep buradayım. "

Başını omzuma koydu. Arkaya yaslanıp yere sabitlediğim ayaklarımla salıncağı ileri geri hareket ettirdim. Hazan'ın beni kıskanmasını istemediğimi fark ettim. Benim kıskançlığımın da yıkıcı etkileri vardı fakat ben Hazan'ı asla asıl hedef haline getirmiyordum. Öfkem hep karşı tarafa oluyordu. O ise direkt olarak beni hedef alıyor, dahası kıskanmaktan ziyade üzülüyor, kırılıp ağlıyordu.

Derin bir nefes aldı.

"Fırat. "

"Yavrum."

"Bahçemiz çok güzel oldu di mi?"

Güzel olmuştu. Eskiye nazaran daha dolu ve süslü bir "bahçemiz" vardı. Hazan'ı andırıyordu. Cıvıl cıvıl, sıcacık, neşeli ve biraz da ciddi.

"Güzel oldu. "

"Ben bu gece burada uyuyacağım. "

"Nerede?" derken kaşlarım çatıldı.

Kollarımdan çıkıp salıncağa uzanırken ayaklarını bacaklarımın üzerine koydu. Yüksek bahçe duvarının ve ağaçların gölgesi güneşin ışıklarını engellemeye yetmezken çiçeklerin siluetleri teninde oynaşıyordu. Yastıklardan birini alıp sarıldı.

"Çok güzel kokuyor," dedi.

Mağazada kala kala tozlandıkları için Rasim abiden yıkatıp getirmelerini istemiştim. Kimin elinin değdiği, üzerine kaç kişinin oturduğu belli değildi. Kendim için olsa umursamazdım, ama Hazan'ın astımı vardı. Tozlu şeylere dokunmaktan hoşlanmıyordu. Bağışıklığı iyice zayıflayıp düşmüştü. Hasta olmasından korkuyordum.

"Az önce ne dedin sen?"

"Gece burada uyuyacağım, dedim."

" Saçmalama, uyunur mu burada?"

"Neden uyunmasın? Hem denemeden bilemem. "

Kucağımdaki ayaklarını okşarken, "ikimiz buraya sığamayız," dedim.

"Ben de tek yatarım o zaman," dedi.

"Sence ben buna müsade eder miyim?"

Sesim sert ve gergin çıkmıştı. Hazan'dan ayrı uyuyamazdım. Onun olmadığı bir yatağa giremez, dışarıda kalmasına izin vermezdim. Beni kızdırmak için yapıyordu. Aklı hâlâ o kız meselesindeydi.

"Senden müsade isteyen olmadı zaten."

İmalı ve ters ses tonu damarıma basıyordu. Üstüne gidersem daha fazla inada bindireceğini anlayıp tepkisizce "tamam," dedim. Salıncaktan kalkıp eve doğru yürüdüm.

"Ya nereye?"

"Kahvaltı hazırlayacağım."

"Bekle!"

*********

Üniformamı giydiğim lojmandan çıkıp karargâh binasına geçtim. Albaya askeriyede olduğumu rapor etmek üzere üçüncü kata çıkarken aklım Hazan'daydı. Kahvaltıda bana sabah nereye gittiğimi sormuştu. Yağız'la görüştüğümü söylediğimde onu yanımda götürmediğim için kızmıştı. Ufak bir tartışmanın ardından o iti daha önce Şam'da gördüğümü, Ali'yi koruduğunu, aralarında bir bağ olduğunu ve Ali hakkında bir şeyler bildiğini söylemiştim. O herifle kendisi konuşmak istemiş, bizi bu yüzden yine bir tartışmanın içine sürüklemişti.

Bir şekilde sakinleşmeyi başardığımızda Dilek'ten ve Ali'nin Fatih Aydın'la ilgili gönderdiği fotoğrafın arkasındaki nottan bahsetti. Dilek için babası Cevdet beyle konuşmak istediğini söyledi. Cevdet bey iyi bir savcı ve vatanını seven biri olmasına rağmen kızına çok düşkündü. Adaleti Dilek'e tercih edeceğini sanmıyordum. Kalbinde pil vardı. Kızı hakkında öğreneceklerini kaldıramayabilirdi. Hazan'a bu işi bana bırakmasını söyledim. Sinirlenip beni Dilek'ten kıskansa da kabul etti.

Oğuz'un durumu onu çok üzüyordu. Kendini suçluyor, arada bir gözü kararıyordu. Başına iş almak konusunda cinayi bir eğilimi vardı. Her ne kadar VASÖ'den nefret etse de illegal işler çevirip sonrasında hiçbir ceza veyahut uyarı almamaya alışmıştı. Dilek'i kaçırıp zorla konuşturma fikrini benimle paylaşırken ne tepki vermemi beklediğini merak ediyordum, çünkü karşı çıktığımda, onu anlamadığımı, sürekli ona bir şeyler için engel olduğumu söylemişti. Yanında olmak istemiyorsam bu kendi bileceğim işmiş, Çekik ona yardım edermiş.

Fatih Aydın meselesine de bulaşmamasını söylemiştim. Mahsun itiyle ne gibi bir bağlantısı olduğunu kestirememekle birlikte o şerefsizin VASÖ'yle de bir ilişkisi olduğu kanatindeydim. Ortada dönen oyun sandığımızdan daha büyüktü ve Hazan'ın mümkün olduğunca tüm bunların dışında kalmasını istiyordum. Bu da bizi ekseriyetle bir tartışmanın içine sürüklüyordu. Sessiz sakin bir günümüz geçmiyordu ki anasını satayım! Deli ediyordu beni.

Albayın kapısının önünde durdum. Titreyen elimi yumruk yapıp kapıyı çaldım.

"Gir!"

Kapıyı açıp içeriye girdim. Hazır ola geçip selam verdim.

"Rahat yüzbaşım. Geç otur."

"Emredersiniz komutanım."

Masanın önündeki koltuklardan yakınımda olana oturup ellerimi birbirine sardım. Albay dosyalardan başını kaldırıp bana baktı.

"Güzel," dedi. "Bugün leş gibi içki korkmuyorsun."

"Kusura bakmayın komutanım. "

"Ben bakmam, ama bu vatan bakar asker. Sivil hayatında ne yaptığın seni ilgilendirir. Benim derdim o kışlanın kapısından girdikten sonrası. Sen bizim en iyi timimizin komutanısın. Senin astlarına örnek olman gerekir. Üniformanı bile doğru düzgün giyemeyip kafayı çekerek nizamiyeye girerek mi örnek olacaksın? Seni gözümüzde fazla mı büyüttük?"

"Emredersiniz komutanım."

Elini masaya vurdu.

"Rahat asker!" dedi.

Yerdeki gözlerimi ona çevirdim.

"Diyecek bir şeyim yok komutanım. Haklısınız. "

"Bir daha görmeyeceğim! Tuğgeneralle konuştum, bu seferlik soruşturma açılmayacak! Bütün askeriye seni konuşuyor zaten! Bu ceza olarak yeter sana!"

"Emredersiniz komutanım. "

Önümdeki sehpanın üzerine bir dosya fırlattı.

"Al! Dilek teğmenin yerine timine gelen yeni askerin. Bunlar da yeni gelen erler. Eğitimleri sende. Çık şimdi."

Dosyaları alıp albayın bana karşı olan bu tavrı ağrıma giderken şakaklarımdaki ağrı geri döndü. Sırtım kaskatı kesildi. Hak ettiğimden fazlasını yaşamadığımı biliyordum. Rütbemin düşürülmediğine şükür etmeliydim.

"Komutanım..."

"Söyle. "

"Dilek üsteğmen hakkında konuşmak istiyordum."

"Konuş."

Elimde bir yaprak gibi titreyen dosyaları rulo haline getirip, "durumu biliyorsunuz," dedim. "Oğuz'un davası..."

"Hazan hanım bu konuyla ilgilenecekti. "

"İşler biraz karıştı komutanım. VASÖ Hazan hanımın Dilek üsteğmen hakkında elde ettiği delilleri kullanmasına izin vermiyor. Kenan Karadağlı'nın ifadesini akli dengesi yerinde yok raporu çıkararak geçersiz hâle getirdiler."

"Vardır bir bildikleri."

"Komutanım VASÖ sandığımız gibi bir örgüt değil. Hazan hanımın babası Mehmet Türkoğlu bu örgütün kurucularından biriymiş ve Mehmet beyi onların öldürdüğüne dair şüphelerim var. TKÖ'nün kurmaca bir örgüt olduğunu düşünüyorum."

"Sen ne dediğinin farkında mısın asker? Ülkenin bütün verileri bu adamların ellerinde. Eğer dediğin gibiyse bu ülkemiz için büyük bir tehlike demektir."

"Farkındayım. İzin verirseniz timimle birlikte bu durumla özel olarak ilgilenmek istiyorum komutanım."

Yüzü düşünceli bir ifadeyle karardı. Çehresindeki yorgun ve yıllanmış çizgiler daha da belirgin bir hâl aldı.

"Hazan hanım ne diyor bu duruma?" diye sordu.

"VASÖ'yle karşı karşıyalar komutanım. Hazan hanım bizim tarafımızda. "

"Durumu onunla istişare etmeden bir şey söyleyemem. Çıkabilirsin."

Kısa bir baş selamı verip oturduğum yerden kalkarak odadan çıktım. İşin içine Hazan'ın karışmasını istemiyor olsam da askeriye sınırları içerisinde emre karşı gelecek konumda değildim. İkinci kata inip odama girdim. Fatih masama bıraktığı dosyaları düzenlerken beni görünce hazır ola geçti.

"Emir eriniz Fatih Akar! Emir ve görüşlerinize hazırdır komutanım!"

"Rahat," diyerek masama geçtim. Dün askeriyeden ayrıldığım saatten bu zamana kadar askeriyede olup biten her şeyin içinde bulunduğu rapor dosyasını kenara itip elimdekileri üstüne bıraktım. Açık olan camdan görünen Türk bayrağı rüzgarda savrulurken arkama yaslandım. Ellerimi yumruk yapıp titremesinin geçmesini bekledim.

"Komutanım."

"Söyle. "

"İyi misiniz? Bir emriniz var mı?"

"Yok, çıkabilirsin."

"Komutanım. "

Ona döndüm. Göz göze geldiğimizde gerildi. Sarışın mavi gözlü yirmilerinde gençten bir çocuktu. İki yıldır emir erim olarak altımda görev yapıyordu. İyi çocuktu ama biraz çenesi düşüktü. Disipline en ters özelliklerden biri olan merakı bazen tepemin tasını attırıyordu. Disiplin...son bir haftadır bundan bahsedecek son insan bile değildim.

"Söyle."

"E-elleriniz titriyor da...eğer gerginseniz size papatya çayı yapabilirim."

Koltuğun kolçaklarındaki ellerime baktım. Kapı çaldı.

"Gir!"

Ertuğrul yüzbaşının emir eri Recep içeriye girdi. Selam verip masama yaklaştı.

"Ertuğrul komutanım beni nöbet çizelgesini imzalatmak üzere gönderdi komutanım."

Kalemlikten kalem alıp, "ver," dedim. Çizelgede kısaca göz gezdirip imzaladım.

"Sağ olun komutanım. "

Odadan çıkıp kapıyı çekti. Fatih öylece elleri arkada bağlı rahat pozisyonunda dururken, "git getir ne getiriyorsan," dedim. Titreyen elim yüzünden neredeyse kâğıda attığım imzanın anası sikiliyordu.

"Emredersiniz komutanım," diyip odadan ayrıldı. Teğmenin yerine gelecek olan askerin dosyasını bir kenara koyup eğitilecek erlerin dosyasını inceledim. Saat ikide acemi birliğinde eğitimde olmam gerekiyordu. Kolumdaki saate baktım.

13. 23

Rapor dosyasını açıp sayfalarını çevirdim. Acemi birliğinde birkaç ufak tefek tartışma olmuştu. Bunun dışında her şey nizami bir şekilde olağan düzen içerisindeydi. Dosyayı kapatıp elimi cebime attım. Telefonu bulamayınca lojmanda unuttuğumu hatırladım. Hazan'ı aramayı düşünüyordum, evden çıkarken yüzüme bile bakmamıştı. Aklım ondaydı. Bir arasam, sesini duysam içim biraz olsun rahatlardı belki ama şimdi lojmana gidip gelecek takatim yoktu. Oflayarak oturduğum yerden kalktım. Cama doğru ilerleyip ellerimi pervaza dayadım.

Kışlanın karşısındaki sarp kayalıkları, toprakta açan çiçekleri izledim. Helikopter pistini çevreleyen duvarın yanındaki ormanda yaprak açan ağaçların tepelerinde uçuşan kuşlar masmavi gökyüzüne doğru süzülüyordu. Bahçede sağa sola koşturan askerlerde, kantinin önündeki bankta çay içenlerde ve nöbet kulübesinin orada muhabbet edenlerde gözlerimi gezdirdim.

Yine kapı tıklatıldı.

"Gir!"

"Çayınızı getirdim komutanım."

"Masaya bırak."

Masadan çıkan tok sesi duydum.

"Başka bir emriniz var mı komutanım?"

Telefonu getirmesini isteyip istememek konusunda bocaladım. Arasam bile o telefonu açacağını sanmıyordum. Ve bunun beni daha da öfkelendirip gereceğinden emindim. Biraz işimle ilgilenip kafamı dağıtsam iyi olurdu.

"Çık."

"Emredersiniz komutanım. "

*********

"Kaç oldu asker?!"

"Bir komutanım!"

Güneşin altında eğitim parkurunda erlerle birlikte şınav çekiyordum. Kolları titremeye, alınlarından akan terler yere dökülmeye başlamıştı. Henüz 150. şınavdaydık. Üç yüz demiştim ama askeriyenin yanındaki ormanda gidiş geliş 10 km engebeli arazi koşusu yaptıktan sonra fazla zorlamamaya karar verdim.

" 150 mekik! Pozisyon al!"

"Emredersiniz komutanım!"

Onlarla birlikte sırt üstü uzanıp ellerimi başımın altında birleştirdim. Ayaklarımı yere sabitleyip karın kaslarımı sıkıp gevşeterek mekik çekmeye başladım.

"Yoruldun mu asker?!"

"Hayır komutanım!"

Güneşin yakıcı ışıkları gözlerimi alıyordu. Üzerimdeki tişört terden sırılsıklam olmuştu. Kızgın beton zemindeki taşlar sırtıma batıyor fakat bundan bir acı duymuyordum. Antrenman yapmayalı uzun zaman olmuştu. Zihnimin açıldığını, ağrıyıp sızlayan kaslarımın enerjiyle dolduğunu hissediyordum. Bu eğitimlerden zevk aldığımı dahi unutmuştum.

"Komutanım."

Albayın emir eri Hasan'la mekik çekmeyi bırakıp, "noldu?" diye sordum.

"Savcı geldi, komutanım sizi odasında bekliyor."

"Hangi savcı?"

"Hazan hanım komutanım. "

Ne işi vardı burada? Daha izninin bitmesine bir hafta vardı. Albay çağırmış olabilir miydi?

Yerden kalktım
"Üstümü değiştirip geliyorum," dedim.

"Komutanım, komutanım hemen gelsin dedi."

"Tamam."

Arkasını dönüp giderken üstümü sirkeleyip düzelttim. Sıcak havanın ağırlaştırdığı bedenlerinde güç namına bir şey kalmayan 14 ere bakıp, "ben gelene kadar dinlenin biraz," dedim.

"Emredersiniz komutanım!" derken sesleri daha gürdü. Hepsi çakı gibiydi. Bir önceki eğittiğim acemi birliğinde bulundukları yerin ciddiyetini kavrayamamış birkaç tane asalak vardı. Bir eli yağda bir eli balda büyüyen zengin, burnu havada tipler kendilerini protein tozuyla şişirip onuncu şınavda tıkanıp dökülmeye başlıyordu. Asker olmanın karizmatik ve havalı bir şey olduğunu, bacaklarının arasında, hedefte olsalar akılları gidecek silahlarla fotoğraf çekip sağa sola atabilecekleri bir yer sanıyorlardı burayı. Elbette yeri geldiğinde eğlenmeyi biz de bilirdik ama burada asıl mesele savaşmayı bilmekti. Her şeyden evla kendi nefsinle harp etmekti mesele. İnsanoğlunun gözünü bürüyen hayatı, yaşamı ve rahatı elinin tersiyle itebilenlerin meskeniydi burası. Bu çocuklardan en iyileri olacaktı.

Spor tesisinin yanından geçip lojman binasını ardımda bırakarak nizamiyenin avlusundan karargaha girdim. Merdivenleri çıkıp üçüncü kata ulaştım. Hazan'ı görmek için deli gibi atan kalbimi yok sayıp kapıyı çaldım.

"Gir!"

İçeriye girdiğimde selam verdim.

"Rahat!"

Hazan karşımdaki koltukta kırmızı takım elbisesinin içine giydiği siyah, gerdanını açıkta bırakıp göğüslerinin bir kısmını gözler önüne seren atlet mi tişört mü olduğunu anlayamadığım bir şeyle oturuyordu. Savcım olarak onunda emrini bekledim. Karım olarak ise öfkemi körüklemek için hiçbir fırsatı kaçırmıyor oluşu sınırlarımı canımı yakacak kadar zorluyordu. En azından askıyla ateli takmıştı, bu içimdeki ateşi biraz olsun yatıştırdı.

Bana bakmıyormuş gibi görünmeye çalışarak baştan aşağı süzüp yutkundu. Dudağının içini hafifçe ısırıp elleriyle oynarken, "rahat," dedi. Yumuşacık tatlı sesiyle ellerimi arkamda bağlayıp bacaklarımı omuz genişliğinde açtım.

"Geç, otur asker."

"Emredersiniz komutanım."

Karşısına oturdum. Yerinde huzursuca kıpırdadı. Kısa ceketinin yakalarını çekiştirip kollarını göğsünde bağladı. Gözlerine sürmeleri çekmiş, dudaklarını kırmızıya boyayıp saçlarını düzleştirmişti. Usul usul hareket eden uzun kıvrımlı kirpikleri içimdeki özlemi tetikliyordu. Ateş parçası gözleri bana hâlâ kırgındı. Bense ona hâlâ kızgın.

"Sabah söylediğin şeyi Hazan hanıma ilettim. Bu durumu onaylamıyor."

Terden ıslanıp alnıma dökülen saçları geriye ittim. Elimi çektiğim an alnıma geri dökülürken kontrol altında tutmaya çalıştığım sesimle, "neden savcım?" diye sordum.

Gözlerimden dudaklarıma kayıp boynumda gezinerek tişörtün üzerinden sarkan künyeme bakarken, "çünkü bu sizi ya da timizini ilgilendiren bir durum değil," dedi.

"Sebep?"

"Asker!"

Albayın sesiyle ona döndüm.

Hazan araya girip, "sorun değil albayım," dedi. "Sebep bu durumun resmi bir kaydının olmaması. Devletle VASÖ arasında belli ki bir anlaşma var. VASÖ'nün o anlaşma her neyse sadık kaldığını söylemek zor, ama devlet VASÖ'ye güveniyor. Dilek teğmen hakkında ne isterseniz, bana rapor etmek şartıyla, yapabilirsiniz, fakat VASÖ'nün yaptığı yolsuzluklar, TKÖ'nün gerçekten var olup olmadığı gibi adli soruşturma, delil ve araştırma gerektiren mevzular benim işim. Bunu burada söylemek ne kadar doğru bilmiyorum ancak aramızdaki ilişkiyi işimize karıştırdığınız gibi işlerimizi de birbirine karıştırmayın yüzbaşım. "

Gözlerine kilitlendim. Yüzüme sert bir tokat yemişim gibi hissederken aramıza çektiği set aniden gerçekleşen bir güneş tutulmasıyla kararan gökyüzü gibi içimdeki öfkeyi söndürdü. Geriye adını koyamadığım buz gibi bir şey kaldı. Güzelliğin karşısında alçalan bir çirkinlik gibi ne yaparsam yapayım ona tam anlamıyla ulaşıp sahip olamayacağımı fark ettim. Tek derdim onu korumaktı. Ama ben Hazan'ı bir şeylerden sakındıkça o savaşı bana açıyordu. Üstüne üstlük bunu böylesine yersiz ve hadsiz bir yerdeyken yapıyordu.

Böyle bir şeyi Hazan'dan beklemediğim için toparlanmam birkaç saniye aldı.
Sadece, "emredersiniz savcım," diyebildim.

Kirpikleri titreşti. Aramızdaki sehpanın üzerindeki kırmızı çantasını alıp ayağa kalktı. Çantasını askıdaki eline alıp oturduğu yerden kalkan albayla el sıkıştı.

"Haber verdiğiniz için teşekkür ederim," dedi. "İyi günler."

"İyi günler savcım. "

Bol paça pantolonunun yarısını kapattığı beyaz spor ayakkabılarıyla kokusu burnuma dolarken yanımdan geçip gitti. Kapıyı açıp odadan çıktığında albay, "başka bir şey yoksa çıkabilirsin asker," dedi.

"Emredersiniz komutanım," diyerek ayaklandım. Selam verip odadan ayrıldım. Kapının önündeki Hasan selam dururken Hazan merdivenlerin başına henüz yeni ulaşmıştı. Adımlarımı hızlandırıp peşinden gittim. Basamakların bitişindeki pencerenin önünde etrafın ıssızlığını fırsat bilerek kolunu tuttum.

Çatık kaşlarının altındaki gözleri ürkek ve şaşkın bir ifadeyle gözlerimi buldu. "Ne yapıyorsun?"

"Şşş! Odama geliyorsun, konuşacağız. Sakın çırpınıp bağırmaya kalkma. Daha fazla delirtme beni."

Az önce söylediği sözlerin utancını yaşarken, "tamam," dedi. Kolunu bırakıp elimle merdivenleri gösterdim. "Buyrun savcım," dedim. Dudaklarını birbirine bastırıp duvara tutunarak inmeye başladı. Düz saçları ceketini geçip kalçalarının üzerinde salınırken dikkatimi dağıtıyordu. Öylesine küçük, narin ve zarifti ki merdivenleri minicik ayaklarıyla bir kuş gibi hafif adımlarla iniyordu. Ayaklarının altına paspas olurdum onun. Ömrümü yoluna sererdim.

İkinci kata indiğimizde odaların önündeki emir erleri dışında kimse yoktu. Koridorun sonundaki odamın önünde durduk. Fatih hazır ol pozisyonuna geçip sağ elini şakağına götürüp, "Emir eriniz Fatih Akar! Emir ve görüşlerinize hazırdır komutanım!" dedi. Hazan gür sesinden irkilirken, "rahat," dedim. Ardından da gitmesini söyledim.

"Nereye gideyim komutanım?"

"Nereye gidersen git. Uzaklaş kapıdan."

"Emredersiniz komutanım. "

Kapıyı açıp Hazan'ı içeriye soktum. Fatih giderken kapıyı kapattım.

"O..."

Duvara dayalı olan dosyalarla dolu kahverengi dolabın yanında bana bakan Hazan göz göze geldiğimizde lafını yarıda kesip sustu. Üzerine doğru bir adım atıp, "ne?" dedim.

"Yok bir şey," diyerek geriledi.

Pencerelerden vuran ışık yüzüne vurup beni kendimi unutacak hale getirirken dudakları aklımı başımdan alıyordu. Gözlerinin o kadar canlı ve parlak bir rengi vardı ki tek kelime etmeden saatlerce izleyebilir, geriye kalan hiçbir şeyin yokluğunu hissetmezdim.

Kendimi zar zor beline dolanıp dudaklarına yapışmaktan alıkoyarken "napıyorsun sen?" dedim. "Hı? Biz ne konuştuk seninle? Senin garezin mi var lan bana?"

Yutkunup bana doğru tereddüt ederek bir adım attı. Başı yüzüme bakmak için geriye düştü.

"Benim değil senin bana garezin var," dedi. "Ayrıca biz seninle konuşamıyoruz ki, sen bana emir veriyorsun. Ben senin bilmeme izin verdiğin kadarını biliyorum. Her şeyi elimden alıp kendin ilgilenmek istiyorsun. Ben öyle sabahtan akşama kadar evde oturup senin yolunu gözleyeyim, senin istediğin bu. "

"Benim istediğim tek şey seni korumak."

"Böyle mi koruyacaksın? TKÖ hakkındaki şüphelerini bana anlatmadan mı? Hani birlikte bir plan yapıp ona göre hareket edecektik? Hani yanımda olacaktın? "

"Olmuyor muyum?"

"Olmuyorsun. Çünkü senin olduğun yerde ben yokum. Yağız hakkında bildik..."

"Hazan!"

"Ne?!" derken aramızdaki mesafeyi yok etti. "Bana hiçbir şey anlatma, duygularımı görmezden gelip hayatımın bütün iplerini kendi eline almaya çalış, borcumu sen öde, sorunlarımı sen çöz, benim mesleğimi bile sen yap ve ben de tüm bunlara göz yumayım. Bu benim meselem. Öldürülen benim babam. Ali benim kardeşim. Bir plan yaparken herkesten önce benimle konuşman gerekmez mi? Zoruna giden ne? VASÖ'yle olan sorunlarımı albaya anlatırken bana sordun mu ki sana haddini bildirdim diye bana kızıyorsun?"

"Had bildirmek?" dedim. "Derdin gerçekten bu muydu?"

Dolan gözleri yüzümde gezinirken, "onca şey söyledim, senin için önemli olan tek şey bu mu?" dedi.

"Benim derdim sensin Hazan. Asıl olup biten onca şeye rağmen beni anlamayan sensin. Ne had bildirmesi lan? Değil albayın bütün askeriyenin önünde ağzıma sıçsan sikimde olmaz. Benim zoruma giden seni nasıl sevip önemsediğimi, bir damla gözyaşın için ne hâle geldiğimi görmüyor oluşun. "

Onun yüzünden bütün askeriyenin dilindeydim zaten. Albayın gözünde yeterince disiplinsiz, askerlerin gözünde ise savcısına aşık olan ayyaşın tekiydim. Sado aklımı kaçırdığımı düşünüyordu, kendim için zaten bir hiçtim. Hazan varsa vardım yoksa yok. Karşıma geçip hâlâ egomu zedeleyip otoritemi sarstığını zannedebilecek kadar tanımıyordu beni.

"Ben böyle sevilmek istemiyorum ama! Beni hiçbir şey yerine koymuyorsun. Albay için bir savcıyım ama senin için karın olmaktan fazlası değilim. "

"Ağlama!"

Çantasının uzun sapını tuttuğu elinin tersiyle yanağına doğru akan yaşları silip yanımdan geçerek kapıya doğru ilerledi. Belini tutup kendime çektim. Kapının arkasındaki anahtarı çevirip kilitledim.

"Bırak!"

Hafifçe kaldırıp ayaklarının ayaklarımın üzerine basmasını sağlayarak dudaklarına kapandım. Bir kolum sıkıca belini kavrarken diğer elimle saçlarını sevdim. Kırmızı rujunun meyvemsi tadı, çilek kokusu, teninde gezinen gülün ezgisine karışırken her şeyi bırakıp karımla eve gitmek istiyordum. Kollarımın arasındaki varlığını, beni kül eden sıcaklığını deli gibi özlemiştim.

Direnip ayaklarımın üzerinde tepinerek benden kurtulamaya çalıştı. Başaramayıp aniden alt dudağımı ısırdığında kanın metalik tadı dilime bulaşırken bütün bedenim uyarıldı. Geri çekilip gözlerine baktım. Yüzüme inen tokatla dudaklarında dinen öfkem yeniden alevlendi.

Kanayan dudağıma bakarken, "bı-bırak!" dedi. Konuşmaya devam edersek bu işin hiç iyi yerlere gitmeyeceğini biliyordum. Sabrımı zorluyordu ve buna devam etmesi için ona alan açarsam elimden bir kaza çıkabilir, beni pişmanlıktan ölmeyi dileyecek hâle getirebilirdi. Yavaşça bıraktım. Yüzüme tokat attığı elini tutup avcunu öptüm. Yere düşen çantasını eline verip ceketinin düğmesini ilikledim. Çekingen ve korkak bakışları üzerimde geziniyordu. Yüzünü avuçlarımın içine alıp yanaklarındaki ıslaklığı sildim.

"Buradan doğru eve. Dikkatli git. Ben iki üç saate gelirim, tamam?"

"Ta-tamam."

Alnını öpüp kilidi açtım. Kapıyı aralayıp dudağımdan akan kanı silerken onunla beraber odadan çıkıp bahçeye indim. Nizamiyenin demir sürgülü kapısını, bahçedeki herkes bizi izlerken açıp arabasına binene kadar gözlerimi üzerinden ayırmadım. Çok seviyordum. Ne yaparsa yapsın aksi mümkün olmayacaktı. Az önce söylediklerinde haklı olduğu noktalar vardı. Biraz sakinleşip akşam eve gidince oturur konuşurduk.

**********

Günlük görev raporunu hazırlayıp albaya teslim ettikten sonra askeriyeden çıktım. Arabaya binip telofonu şarja taktım. Eve gitmek üzere yola koyulduğumda hava kararmaya yüz tutmuştu. Ağaçların arasından görünen ay sanki beni takip ediyordu.

Küçükken okul dönüşlerinde güneşin beni izlediğini sanırdım. Babam olacak it yüzünden köyde adımız çıkmış, Harran'ın sahibi Ömer ağanın bizi reddedişi de tüyü dikmişti. Deli Feyyaz'ın oğlu diye benimle alay eden çocuklar beni aralarına almazdı. Ben de kendime ayla güneşi arkadaş edinirdim. Eğer o herif evde yoksa ödevlerimi evin çatısında yapardım. Saatlerce güneşin altında kitap okur, elma ağacının dalından kendime kılıç yapar düşmanlarla savaşırken yerdeki gölgemi izlerdim. O gölge sanki aynadaki benden daha çok bendi. Yüzü gözü, ağzı dili yoktu. Üzerine basıp geçseler canı yanmazdı. Ben o gölgeydim. Şimdiyse yerdeki gölgenin büyüyüp ayaklandığı bir canavara dönüşmüştüm. Ben buydum. Daha fazlası ya da azı olamazdım.

Hazan'a o gün ablamın ölümünü de, öncesinde ve sonrasında başımızdan geçenleri de olabildiğine yüzeysel anlatmıştım. Onun için mevzunun ne kadar derin olduğunun bir önemi yoktu, ortada üzülecek tek bir kelime bile varsa gözleri hemen doluyordu. Bu huyunu sevmiyordum. İnadını, başına buyruk oluşunu, sinirlendiğinde ağzından çıkanı kulağının duymayışını, bana olan körlüğünü sevmiyordum. Hazan'da sevdiğim şeylerin hiçbiri bana değildi. İyiliği, adaleti, sevgisi...

Asla uyuşup uzlaşamıyorduk. Onu korumak istediğimi görmüyordu. Eğer bir gün onu kaybedersem ne hâle geleceğimi bilmiyordu. Askeriyeden ayrılmadan evvel eve gitmesini söylemiştim. Az önce aradığımda ise Fındık'la parkta dondurma yiyordu. Babam olacak iblis buralarda olabilir, Hazan'ı biliyorsa ona zarar verebilirdi. Yumuşak bir dille eve gitmesini tekrarladığımda, hayır, benim işim var, diyerek telefonu yüzüme kapatmıştı. Geri aramıştım ancak telefonu kapalıydı.

Beni cezalandırıyordu. Onu umursamayıp kâleye almadığımı düşünüp canıma okuyordu. Titreyen ellerim, uyuşan kollarım, bir türlü dinmeyen baş ağrım derken Hazan için ya kendimi yakacaktım ya dünyayı. Sürekli diken üstünde olmaktan sinirlerim yay gibiydi. O kadar yorulmuştum ki sabrım tükenmek üzereydi. Hem Hazan'ı görmek istiyor hem de yüz yüze gelirsek olacaklardan korkuyordum. Nasıl düzeleceğimizi düşünüp durmaktan beynim sikilmişti.

Toprak yolda ilerlerken şarjdaki telefonumu alıp bir kere daha aradım. Hâlâ kapalıydı. Telefonu yan koltuğa fırlatıp camı açtım. Gazı kökleyip yirmi dakika sonra benzinliğe vardım. Depoyu fulletirken araçtan inip bir su aldım. Ödemeyi yapıp arabaya bindiğimde telefon çalıyordu. Yere düşmüş olan telefonu hızla aldım. Hazan değildi. Gizli bir numaraydı.

Geri geri benzinlikten çıkıp yola girerken açtım.

"Alo?"

Nefes sesleri rüzgar seslerine karışırken gaza iyice yüklendim. Aklımda onlarca şey dönüp dururken, "kimsin?" diye sordum.

"Ben...Ensar El Mahmudi."

"Ali?"

"Öyle de denebilir. "

Ne diyeceğimi bilemeyip onun konuşmasını bekledim.

"Yağız benim hakkımda ondan bilgi almaya çalıştığını söyledi. Benim kim olduğumu biliyormuşsun. "

"Aşağı yukarı. "

"Çok uzun konuşamayacağım. Malûm buralar can pazarı. Yarın sabah sekizde İdil'in güneydoğusundaki Mağara köyünde ol. Yanında Hazan da dahil kimse olmasın."

Arama sona erdiğinde direksiyonu eve giden kavşağa kırdım. Hazan'a yine yalan söylemek zorunda kalacak, aramıza biraz daha mesafe açılmasına neden olacaktım. Bir an Hazan'a bu telefon görüşmesinden bahsetmeyi düşündüm. Benimle gelmek isterdi. İdil, özellıkle de o köy tekin bir yer değildi. Ali'ye güvenmiyordum. Hazan'ı tehlikeye atamazdım. Belki şu an bile tehlikedeydi. Yüreğim ağzımda atıyordu. Evde mi değil mi bilmiyordum ama bu saatte dışarıda olacak kadar beni karşısına almaya cesaret edemezdi, etmemeliydi.

Nihayet eve ulaştım. Aracı bahçeye sokmadan geldiğim yöne çevirip dar giriş kapısının şifresini girdim. Demir kapıyı ittirdiğimde bahçede Hazan'ın aracı yoktu. Göğsüm daralıyor, nefesim kesiliyordu. Birkaç adım sendeleyerek geriledim. Kapı gürültüyle kapandı. Şakaklarımdaki ağrıyı bastırmak için başımı ellerimin arasına alıp sıkışırdım. Açık bıraktığım arabanın kapısına doğru hızlı adımlarla yürüdüm. O sırada yola giren aracın farları üzerime vurdu. Hazan'ın aracıydı. Korkum öfkeye dönüştü. Omuzlarımdan parmak uçlarıma kadar karıncalanıyordum.

Karşımda arabayı durdurup indi. Üstünde hâlâ sabahki takım elbisesi vardı. Yanıma gelip ağladığının belli olduğu kırmızı gözleriyle gözlerime dokundu. Öyle halsiz ve cansız bir bakıştı bu. Öfkem endişeye dönüştü. Ona doğru bir adım atmaya yeltendiğim saniye koşup belime sarıldı. Kafatasımın içindeki canavar yuvasına çekilip kapıyı kapattı. Kollarım belini buldu.

"Hazan..."

Hıçkırdı.

"Noldu?"

"Fı-Fırat..."

Sertçe soludum. Noluyordu, nolmuştu amınakoyayım?! Biri bir şey mi yapmıştı? Babam olacak itle alakalı mıydı? Oğuz muydu mesele? Kafayı yiyecektim artık!

Kucağıma alıp dar kapının şifresini yeniden girdim.

"Fı-Fındık..."

Fındık'ı araçtan indirdim. Yüzünü boynuma gömdü. Benimle bir bütün olmak istercesine sarılıp sokulurken bahçeye girip çardağa oturdum. Saçlarını koklayıp sakinleşmeye çalışırken, "Hazan...noldu?" dedim. "Bak anlat, sabahtan beri seni arıyorum, telefonun kapalı. Canım ağzımda zaten, yorma beni."

"Te-telefonum kırıldı."

"Nasıl?"

Boynumdan ayrılıp gözlerime baktı. Akşamın karanlığında yaşlarla parlayan gözleri dayanılması zor bir ateşböceği mezarlığı gibiydi.

"Seninle ko-konuştuktan sonra telefonu kapattım. Fındık'la dondurmalarımızı yedikten sonra...alışveriş merkezine gittim. Pe-peşimde biri vardı Fırat..."

"Kim?!"

Ceketin yakalarına sıkıca tutunup, "bilmiyorum," dedi. "Evden çıktığımdan beri peşimdeydi..."

"Bana niye söylemedin?!!"

"Askeriyeye dönen yola girince diğer yola sapmıştı ben...beni takip ettiğinden şüphelendim ama yollarımız ayrılınca sandım ki..."

"Ne sandın?! Ulan...lan biz normal bir hayat mı yaşıyoruz?! Bir şeyden şüphelendiysen şüphelenmişsindir! Niye beni aramıyorsun?! Niye sözümü dinlemek yerine telefonu yüzüme kapatıyorsun?! Delireyim mi istiyorsun lan?! Ne istiyorsun benden?!"

Bir kez daha hıçkırıp alnını alnıma dayadı. Zangır zangır titriyordu. Onu bu hâle getiren şey sadece takip ediliyor olmak olamazdı. Başka bir şey vardı. Sinirden patlayacak raddedeydim. Ulan bir şey olsa, bir yerde bir şey gelse başına haberim bile olmayacaktı. Peşindeki ya VASÖ ya da o şerefsizdi. Aklımı yitirecektim.

"Devam et!" dedim.

"Ben...sadece Fındık'la biraz gezmek istemiştim..." Yüzünü omzuma gömüp ağlarken daha sıkı sardım. Buna bir şey diyemezdim, gezmek isteyebilirdi ama dediğim gibi bizim normal bir hayatımız yoktu. Babam olacak itin buralarda olduğunu bilmediği için ona da bir şey diyemiyordum ama kocası olarak sözümü dinlemediği için kızabilirdim. Ben saçının teline kıyamazken benim karımı kim korkutup bu hâle getirmişti? Cinnetin eşiğindeydim. Kafamın içi savaş alanıydı. Atlı süvariler sağa sola koşuşuyor, oklar yaylardan fırlıyor, her yer kana bulanırken bir toz bulutu etrafı sarıyor, göz gözü görmüyordu.

"Şşş, ağlama tamam. Buradayım ben, korkma."

Burnunu çekti. Göğsümde onu daha derinlere saklayacak bir sığnak ararken, "bir...bir adam," dedi. "Beni otoparkta kıstırdı." Hayli zamandır gökyüzünde dönen bombardıman uçakları mühimmatlarını üzerime yağdırdı. Kıstırmak ne demekti lan? Yine bir...taciz senaryosu mu dinleyecektim? Yine Hazan'ı bir türlü koruyamamış olmanın acizliğiyle mi yüzleşecektim? Bütün hücrelerimi saran bir sancı nefes almayı giderek zorlaştırırken durduğum yerde duramayacak haldeydim.

"Kim? Ne adamı?" dedim. Sesimdeki tehlike savaş boruları çalıyordu.

"Bilmiyorum. Uzun boylu...ço-çok zayıf bir adamdı. Akli dengesi yerinde yok gibiydi. Üzerime yürüdü..."

Vereceğim tepkiden korkarak susmuştu. Bu beni gerçeği bilmekten daha fazla sinirlendirdi. Hassas tetikli bir silah gibi namlumdaki mermiyi ufacık bir dokunuşla ateşleyecek kadar sınırdaydım.

"Ne yaptı sana?" Zihnimdeki canavarın sesiyle konuşuyordum. Gırtlağım yanıyor, ses tellerim parçalanıyordu. Tarif ettiği kişi babamı andırıyordu. "Dokundu mu?"

"Dokunacaktı..."

"Lan!!" Önümüzdeki masaya geçirdiğim yumrukla boynuma daha sıkı sarıldı. Artçılar kesilmiş asıl deprem benliğimi ele geçirmişti. Öfkem boğazıma yapışırken ellerini gözlerimden ve ağzımdan dışarıya uzattı. Ateşten bir girdap içimi sardı. Yalçın alevler vücudumu dolanıp çürümüş bir iskelet gibi kaburgalarımı çatır çatır yaktı.

Kollarını tuttum. Boynumdan çekip onu kendimden sökerken direndi.
"Fırat..."

"Bırak!"

"Sakin ol, nolur?"

Belini kavradım. Kucağımdan inmesi gerekiyordu. Ona zarar vermek istemiyordum.

"Fırat lütfen."

"Hazan bırak! İyi değilim, bırak!"

Kucağımda yükselip yüzümü boynuna bastırdı. Beni benden korumak ister gibiydi. Oysa ki ben karısına söz geçiremeyen, onu koruyup kolayamayan işe yaramaz herifin tekiydim. O itin babam olduğundan adım kadar emindim. Ve bu eminlik içimde yakıp kül ettiği şeylerin yerini kızıl bir kan gölüyle doldurmadan huzura kavuşmama engeldi. Hazan için gerekirse baba katili de olurdum, kendi celladım da.

Saç diplerime masaj yaparken şakağımı öptü.

"Dokunamadı ama," dedi. "Telefonumu üzerine fırlattım. Sonra birden otoparka bir araç girdi. O da kaçıp gitti. Polise haber verdim. Verdiğim eşgal Feyzullah'ın aradığı bir adama çok benziyormuş. Onlar ilgilenecek. Sakin ol Fırat'ım, lütfen."

Kesin babamdı. Feyzullah böyle bir şeyi nasıl arayıp haber vermezdi?! El birliğiyle kafayı yedireceklerdi bana!

Tenini koklarken, "bir şey dedi mi sana?" diye sordum. Kendimi sıktığım için sesim titriyordu.

"Kim?"

"Feyzullah ya da o it! Herhangi biri bir şey dedi mi?!"

Sessiz kaldı. Aldığım nefes ciğerlerimde bir kükremeye dönüşürken, " Hazan!" dedim. Sıçradı. Yüzünü saçlarıma gömüp, "o adam...seni tanıyordu," dedi.

"Ne dedi?!"

"Şey..."

"Ney Hazan, ney?! Lâfı geveleyip durma!"

"Fı-Fırat ağzının tadını bi-biliyormuş, dedi."

Ulan...lan nasıl bir adamdı lan bu?! Hasmı da olsam...oğluydum lan ben onun?! Nasıl oğlunun karısına yan gözle bakardı bir insan?! Aklım almıyordu anasını satayım! Ya o araç gelmeseydi...ne yapacaktı Hazan'a?! Hapse girerken demişti, bir gün en değerli şeyini elinden alacağım, demişti!

Kendimi geri çektim.

"Kalk...kalk kucağımdan!"

"Fırat..."

"Ne?! İyi oldu mu böyle?! Sözümü dinleme, fırsatını bulduğun her an oku canıma! Sonra bir şey olunca da Fırat! Amınakoyayım, lan! Senin de Fırat'ının da amınakoyayım! "

Gözlerinden boncuk boncuk akan yaşlarla kollarını boynumdan çözerken hıçkırdı. Tuttuğum belinden kucağımdan indirip yana bıraktım. Çardaktan inip bahçeden çıktım. Hangi cehennemin dibine gideceğimi bilmiyordum ama burada duramazdım. Araca binip Hazan'ın arabası önümde dururken biraz geri gidip yandaki tarlaya girdim.

*********

Karakolda Feyzullah'la kavga etmiştim. Bana haber vermemesini Hazan söylemiş. Çekilecek bir adam değilmişim. Tertip olmasak yüzüme bile bakmazmış. Bunlar gerçek düşünceleri değildi, yüzüne yumruğu yiyince biraz hırslanmıştı. Otoparkın güvenlik kameralarına bakmıştım. Üzerindeki paltodan ve başındaki şapkadan dolayı yüzü görünmüyordu. Ama oydu. Hazan kıstırdı diyordu ama...neredeyse dokunuyormuş. Kokusunu duyacak kadar yakınına girmiş. Sado'ya bahsetmemiştim bu durumdan. Feyzullah anlatmış. Her şey altüst olmuş, tam dibinde durduğum uçurumun aşağısında ışıkları yanan şehir bile. İçim dışım darmadağın. Bir tahta kurusu gibi beynimi kemiren düşünceler ruhumu delik deşik etmiş. Ağzımda bir ceset kadar acılı ekşili bir elmanın tadı. Nerede yanlış yaptım, bilmiyorum. Birçok şeyi beceremiyorum, en başta yaşamayı, sonra sevmeyi belki. Saat gece yarısını geçmek üzere. Gökyüzü zifiri karanlık. Her şey gibi yıldılar bile durmuyor durduğu yerde. Az önce baktım evin bahçesindeki, telefona bağlı kameradan, Hazan çardakta oturmuş beni bekliyor. Gitmek istiyorum aslında. Ama gücüm yetmiyor üzerimdeki ağırlığa. Daha inşaatı bitmemiş bir cehennem tepesinde oturmak iyi geliyor. Öfkem yüzünden herkesi uzaklaştırmışım kendimden. Korkuyorum. Kaybedecek tek bir şeyim var ama sanki koca bir dünyayı yitirecek kadar zenginim. Tek istediğim Hazan'la bir yuva. Bitip gitmesini istiyorum birçok şeyin. Elimde kapağı henüz açılmamış bir içki şişesiyle oturuyorum. Hazan yüzünden aldığım şişenin yine Hazan yüzünden kapağını açamıyorum, açamam da. Şişeyi boynundan tutup uçurumdan fırlattım. Sırtımı yaslayıp önünde oturduğum arabaya başımı dayadım. Kırılan cam parçalarının sesi kulaklarımda yankılandı. Hazan olmasa yaşamak için bile bir sebebim yoktu. O şişe gibi parçalara ayrılmam onsuz geçirdiğim tek bir güne bakardı.

Cebimdeki telefon titredi. Uyuşuk ve ağır hareketlerle çıkardım. Ekranda bir numara vardı. Açıp kulağıma görürdüm. Alo, dememe fırsat kalmadan Hazan'ın telaşla, "Fırat," diyen sesini duydum. Adımı söyleyişi beni kendime getirirken doğruldum.

"Neredesin?" dedim.

Telefonun diğer ucundan araba ve erkek sesleri geliyordu.

"Asıl sen neredesin? Niye gelmiyorsun eve? Telefonumun kırıldığını biliyorsun, hiç mi demiyorsun korkar, benim için endişelenir diye?"

"Geleceğim, her neredeysen eve dön."

"İyi misin?"

Oturduğum yerden kalktım. "İyiyim, eve dön."

Araca binip motoru çalıştırırken, "yengem tabure getireyim?" diyen İrfan'ın sesini duydum. Evin üç kilometre ötesindeki benzinlikteydi. İçim rahatladı. Oradakiler Hazan'ın benim karım olduğunu biliyordu, herhangi bir ters durumda canları pahasına Hazan'ı korurlardı.

"Yok İrfan abi, sağ ol."

"Çay getireyim?"

"İstemiyorum. "

"Hazan."

"Efendim?"

"İrfan'a söyle seni eve bıraksın, tek başına gitme. Ben bir saate gelirim. "

"Gel ama."

"Geleceğim."

"Tamam."

Bir saatin sonunda eve vardım. Hazan salıncakta uyuya kalmıştı. Fındık başında nöbet bekliyordu. Beni görünce hırlayıp havlamıştı. Bu havlayış Hazan'ı uyandırdı. Kirpiklerini yavaşça açıp göz göze gelince ayağa fırlayıp bana doğru koştu. Belime sarıldı.

"Fırat," dedi uykulu ve rahatlamış sesiyle.

Gevşekçe sarılışına karşılık verdim. Çok özlemiştim ama bu sefer öyle kolay affetmeyecektim. Burnu sürtecek, benim de bir sınırım olduğunu anlayacaktı.

"İçeri geç, üşümüşsün. "

"Neredeydin?"

"Dolandım öyle, yürü. "

Elini tutup açık olan mutfak kapısından içeriye girdim. Kapıyı kapattığımda midem ağzıma geldi. Yutkunup yürümeye devam ederken, "aç mısın? Yemek koyayım mı sana?" diye soran sesiyle kısaca ona bakıp ışığı söndürerek mutfaktan çıktım. Elini bırakıp, "ilaçlarını içtin mi?" dedim.

"İçtim. "

"İyi."

Merdivenleri tırmandım. Peşimden geliyordu. Odaya geçip dolaptan birkaç parça kıyafet alıp banyoya girdim. Kafatasıma birileri balyozla çivi çakıyordu sanki. İkinci kez ağzıma gelen midemle klozetin önüne çöküp kustum. Hazan kapıyı çalıp bana seslendi. Bir cevap alamayınca içeriye girdi. Yanıma koşup, "Fırat," derken elimle onu yavaşça ittim. Zar zor, "çık dışarı," dedim. Dinlemedi. Elimden kurtulup alnımı tuttu. Bir eli sırtımı sıvazlıyordu. Birkaç kez daha öğürdükten sonra duruldum.

"Fırat iyi misin?"

"İyiyim, tamam, çık hadi. "

Elimi tuttu.

"Gel, yüzünü yıkayalım."

Ayağa kalkıp sifonu çektim.

"Duş alacağım. "

"Ben aldırayım. "

O dünyalar güzeli kocaman gözleriyle gözlerimin içine içine bakıyordu. Kırmızı şortlu geceliğiyle baş döndürücüydü. Bu sefer hatasının gerçekten farkındaydı ve kendini haklı görmüyordu. Bu bile bir şeydi. Ama yine de kabul etmek için can attığım teklifini reddetmeme engel değildi.

"İstemez, çık dışarı. "

Yüzü asıldı. Gözleri buğulanırken elimi bırakıp, "peki," dedi. "Ama bir şey olursa seslenen bana, tamam mı?"

Bu hâline tav olmamak için kendimle savaşırken başımı sallamakla yetindim. Yanımdan ayrılığında duşa girdim. Bir süre sonra duştan çıkıp üstümü giyinerek yatağa uzandım. O sırada Hazan elinde dumanı üstünde tüten tavuk çorbasının üzerinde bulunduğu tepsiyle geldi. Abajurun aydınlattığı odada tepsiyi baş ucumuzdaki masaya bırakıp yatağa oturdu. Üzerime eğilip alnımı öptü. Bir iki saniye öylece durup geri çekilirken, "ateşin var," dedi. Yüzüme vuran nefesiyle gözlerim kapandı. Dudaklarına kavuşma isteğimi dizginledim.

Başımın altındaki yastığı tuttu. Kaldırmaya çalışıp beceremeyince, "biraz doğrul, çorba içireyim sana," dedi. Gözlerimi açıp yüzünü izlerken, "aç değilim," dedim. "Başım ağrıyor, uyuyacağım. "

"Tamam, çorbanı iç, sonra bir ağrı kesici içer uyursun."

"İlaçlık bur durum yok. Rahat bırak beni. "

Diğer tarafa dönüp onu arkamda bıraktım.

"Hastasın ama," dedi. Üzgün ve kırgın sesi nefesimi tekletti. Hasta falan değildim. Öfke nöbetlerinin etkisi altındayım sadece. Biraz sakinlersem geçerdi. Hazan'ı gördüğümden beri daha iyiydim zaten.

"İyiyim ben, yat uyu. "

Yanağımı öptü. Kolu belime dolandı. Göğüslerini sırtımda hissettim. Kokusu ruhumda güller açtırdı. Tenimdeki dudaklarının yumuşacık ıslaklığı ölünesiydi.

"Fırat özür dilerim, lütfen."

Ağlamak üzereydi. Bağrım cayır cayır yanıyordu. Yutkundum. Ellerimi yumruk yaparken gözlerimi yumdum. Hazan'a karşı koymak ondan çok benim canımı acıtıyordu. İllaki sarılıp öpecek, koynuma alacaktım onu, ama birkaç saat için bile onu üzüp kırmaya dayanamıyordum. Ne oluyorsa tam da bu yüzden oluyordu. Ne yaparsa yapsın onu affedeceğimi, bir hata yaptıysa bunun bir bedeli olmayacağını biliyordu. Ona doğrudan doğruya bir sınır çizmiyordum. Bana ters düşen herhangi bir şey yaptığında beni kaybetme ihtimali yoktu. Olmayacaktı da. Bu anı biraz daha sürdürüp sona erdirecektim.

"Sabah konuşuruz Hazan, uyu."

Yanağını yanağıma koyup, "ama ben şimdi konuşmak istiyorum," dedi.

"Ben istemiyorum ama."

"O zaman biraz çorba iç. "

Bıkkınca içimi çektim.

"İstemiyorum. "

Bir müddet öylece durup, "peki," dedi. Yataktan kalktı. Çıkan seslerden anladığım kadarıyla tepsiyi alıp odadan çıktı. Geri dönmesini beklerken dakikalar geçti. Yataktan kalkıp misafir odasına baktım, yoktu. Merdivenleri inip salona geçtim. Işıklar kapalı, köşe koltuk boştu. Kesin bahçedeydi. Salıncakta yatıyor olmalıydı. Hava buz gibiydi. Deli edecekti beni.

Mutfaktaki pencereden dışarıya baktım. Oradaydı. Kapıyı açıp ayakkabıları giyerek yanına gittim. Battaniyeye sarılmış uyuyor numarası yapıyordu. Yavaşça kucağıma aldım. Dudaklarımı alnına bastırıp eve girdim. Odaya ulaşıp karımı yatağa yatırdım. Yanına uzandığımda hemen boynuma sarılıp göğsüme sokuldu. Bir bacağını üzerime attı.

"Özür dilerim," dedi.

Yorganı üzerimize çektim. Sıkıca sarılıp boynuna gömüldüm.

"Özür dileme," dedim. "Söz dinle. Bizi bu hâle getirme. Yapamıyorum, sana mesafe koymayı beceremiyorum. Sen de böyle anla beni."

"Ben böyle olacağını bilemedim ki. Sadece biraz gezip geri dönecektim. "

"Telefonu niye kapatıyorsun yüzüme? Hadi yüzüme kapattın niye tamamen kapatıyorsun? Mesele böyle olup olmayacağını bilememen değil ki Hazan. Sen gezmeye değil beni cezalandırmaya çıktın bu evden."

Gözlerime baktı.

"Çünkü kızdırdın beni. Benim hayatımla ilgili olan kararları başkalarıyla alıp planları onlarla yapıyorsun. Ben öylece bir kenarda durayım istiyorsun, ama yapamam. Sürekli beni kontrol altında tutmaya çalışırsan bu hâle gelmeye devam ederiz. Hep benden sınırlarımı genişletmemi bekliyorsun ama sen bunu hiç yapmıyorsun Fırat."

"Ben de tam aksini düşünüyorum," dedim. "Asıl ben sana sınır koymadığım için bu hâle geliyoruz. Ne yaparsan yap kaybedeceğin bir Fırat olmadığı için harcayıp duruyorsun beni."

"Hayır, öyle değil. Ben..."

"Sen bugün sırf seni öptü diye kocana tokat attın. Gıkımı çıkarmadım. Olup biten her şeyin hıncını benden alıyorsun. Ben bir şey yapıyorsam öyle olsun diye değil, öyle olması gerektiği için yapıyorumdur. Keyfimden ya da seni kısıtlamak istediğimden değil. İki dakika durduğun yerde durmuyorsun ki. Biraz sabretsen gelip konuşacağım zaten seninle. Bir sakin olsan, beni düşmanın olarak görmekten bir vazgeçsen biz zaten gelmeyeceğiz bu hâle."

Tokat attığı yanağımı okşayıp öptü.
"Özür dilerim," dedi yine. "Bilerek yapmadım, birden oldu. Ama sen de her şeyi en son bana söylemek yerine ilk önce bana söyle. Bu benim hayatım Fırat. Öpüp susturmak yerine otur konuş benimle. Ben seni düşmanım olarak görmüyorum, tam tersine sana çok güvendiğim için bu kadar kızıp kırılıyorum. Beni böyle koruyamazsın."

Nasıl koruyacaktım peki? Babam olacak itten bahsedebilirdim belki ama Ali'den nasıl bahsedecektim? Annesine para yollamaya devam ettiğimi nasıl söyleyecektim? Her şeyi anlattığımda durduğu yerde durmayacağını biliyordum. Ali'yle görüşmeye benimle gelmek isteyecekti. Annesine para yolladığımı öğrenince belki beni yine terk etmeye kalkacaktı. Onu...taciz edenin babam olduğunu söylemeyi ise kendime yediremiyor, bu durumu kabullenemiyordum. Zihnimden geçirmek bile bir işkenceyken nasıl dile dökerdim?

Dudakları dudaklarıma dokundu.

"Fırat, noldu?"

"Bir şey yok. Başım ağrıyor biraz."

"Çorbayı ısıtıp getireyim mi? İlaç içersin sonra."

Gözlerim kırmızı atletinden taşan göğüslerini buldu.

"Şurada biraz uyusam geçer aslında."

Saçlarını omzundan geriye itip, "gel," dedi. Yatakta aşağı kayıp başımı göğsüne koydum. Kokusu, teninin yumuşaklığı, uğruna her şeyi feda edebileceğim kalp atışlarıyla parmakları saçlarımda dolanırken huzura kavuşan zihnimle dakikalar içinde uyuya kaldım.

💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦

Bölüm : 20.06.2025 17:05 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...