96. Bölüm
Binnur Tombaş / Vatanaşk (Askerî Kurgu) / 95. Bölüm

95. Bölüm

Binnur Tombaş
yikim2024

Ellerimi Hazan'ın yumuşacık teninde ve saçlarında gezdirirken dışarıda şarıl şarıl yağan yağmurun sesi kulaklarıma doluyordu. Odanın içinde perdelerin kapalı olmasından ziyade sabahın erken saatlerine ait olan donuk, grimsi bir karanlık vardı. Gece boyunca gördüğüm saçma sapan rüyalar yüzünden kafatasıma tonlarca beton dökülmüş gibi hissediyordum. Göz kapaklarıma meşum bir ağırlık hücum etmişti. Vücudumda çetin bir savaştan çıkmışım gibi peltek bir halsizlik hakimdi. Hazan'dan kopup ne Ali'nin yanına gitmek istiyordum, ne de hayatın bundan sonrasına karışmaya takatim kalmıştı. Bu yaşıma kadar her şeye öfke duyarak yaşamıştım. Öfke, nefretin bir uzantısıdır. Bir diğer deyişle her şeyden nefret ederek yaşadım da diyebilirdim. Neden nefret ettim? Neydi beni öfkeden yaratılmış bir canavara dönüştüren? Birçok sebep sayılabilir, ama o sebepler bir yönüyle de bahanedir. Sevgisizlik...buna bir bahane bulamam. Hatırlıyorum...babam beni o şerefsizlere vermek istediğinde eğer karşı çıkmaz da kabul edersem beni sever mi diye düşündüm. Onun gibi olursam, anneme ve kardeşlerime onun gibi davranırsam beni sahiplenir mi diye düşündüm. Çünkü annem sevmiyordu, beni babama benzemeye iterken o bok çukuruna düşmekten ablam sayesinde kurtuldum.

Okuyacaktım. Annemi ve kardeşlerimi o itin elinden kurtaracaktım. İstanbul'da bir evimiz olacaktı. Ne zaman yediğim dayaklar yüzünden yataklık olsam ablam hep aynı masalı anlatırdı. Hem o kadar uzak hem de o kadar yakın bir hayaldi ki acılarım önemsizleşirdi. Ne için acı çektiğimi ve sonunda alacağım ödülü o berrak sesiyle sakince mırıldanırdı. Bir zaman sonra uyuya kalırdım.
O zamanlarda da öfkeliydim, o herife nefret duyardım. Anneme nefret duyardım, bazen...Bahar'a bile. Okuldaki çocuklara, öğretmenlere, köydeki komşulara. İnsan canı yanınca bütün dünyanın buna engel olmaya gücü varken bilerek seyre durduklarını sanırdı. Biri düşünce kim utanıp kendini kötü hissetmesin diye ya da düşenin acısını anlamak için kendini yere atar ki? Herkes gülenin ve alay edenin arkasında toplaşırdı. Düşen takıldığı taştan değil, açısından bir eğlence çıkaranlara nefret duyardı.

Benim hiç topum olmadı, bu yüzden futboldan nefret ettim; babamın duvarda asılı duran, ne zaman eline alıp gitse akşamına kömürlüğe kapatılıp posta posta dayak yiyeceğimi bildiğim tüfeğinden sebep hiç silahlara özenmedim. Ne zaman beyaz bir kamyon görsem yüreğimde bir yer inceden inceden sızlar. Bu evi buraya yaptırırken asırılık bir elma ağacını köklerinden ettim. Şimdi kimseye minnetim yok. Biri tersime gelecek tek bir kelime etse öfkemi ortaya kusmaktan çekinmem, ben bir askerim, silahın korkularıma hükmetmesine müsade etmem. Yıllarca ablamla kurduğumuz hayalleri katleden o itin şimdi karıma dokunmasına izin vermem.

Ne için yaşıyoruz ki lan sanki? Sahip olduğum her şeyin en iyisi olsam ne olacak? Kaç yıldız alır bir kefen? Mezarının baş ucuna dikerler ayyıldızlı bayrağı, önce her gün gelir seni sevenler, sonra bayramlara aksar, ardından bu bayram da gitmeyelim, derler. Her asker kendi kafasındaki vatanı savunur; hayal eder ki o sonsuza denk gönüllerde bir kahraman olarak yaşayacak, bu bir hayal. Bir yerlerde kendi memleketinin askerine laf eden dangalaklar var. Aldığın nefesin, attığın kurşunun seninle aynı kaderi paylaşanlar dışında hiç kimse için bir önemi yok.

Anlıyorsun, savaşırken değil, o savaştan arta kalanlara bakarken anlıyorsun. Yaşarken değil, bir kenara geçip hayatı seyre dalınca anlıyorsun. Öyle kolay değil kahraman olmak, insan kalmaya bile mecalin kalmadığında anlıyorsun. Herkes kendi kafasında bir kahraman, şeytanların da kendilerini melek sandıklarını görünce anlıyorsun. Ve sonra anlamaktan yoruluyorsun. Koca bir halkı katleden it ayaklarının dibinde cansızca yatarken yoruluyorsun; onlarca madalyası olan komutanını hiçbir şeyi hatırlamaz bir hâlde bir huzurevinde görünce yoruluyorsun, beraber aynı mataradan su içtiğin silah arkadaşını toprağa verirken yoruluyorsun. Çünkü herkes zaferi görürken sen o zaferin ardındaki katliamı görürsün.

Ne bekliyoruz hayattan? Dünyadan, insanlıktan ne bekliyoruz? Benim bir beklentim kalmamış. Sadece seviyorum. Hazan'ı köpek gibi seviyorum. Çünkü biliyorum, yıllar önce ablamla kurduğum hayalleri bir tek onunla yaşatabilirim, onun yaşlarındayken benim de beynimi siken düşüncelerin cirit attığı kalbini bir tek ben anlayabilirim. Beni şimdiye kadar sadece o gerçekten sevdi. Bir gün geberip gitsem bir o unutmaz beni. Onun için yaptığım şeylerin değerini bilir, acı çekersem görür, kapının ardından bir hayalet gibi geçip gitmez, beni kendi çıkarları için kullanmaz. Hazan için kim olduğumun bir önemi yok. Ettiğim küfürlerin, öfkemle yakıp yıktığım şeylerin, düşünmeden fakat hissederek kurduğum cümlelerin ağırlığının günün sonunda affedileceğini biliyorum. Nereye giderse gitsin, gel, dediğim anda kollarıma koşacağını biliyorum. Çünkü tüm bunları ona ben de yaparım. Her haline tahammül eder, nazını niyazını, öfkesini çeker, ona tek bir gün bile gönül koymam. Neyin gururu lan? Gerçek hayatı görmüş bir adamım ben. Böylesine güzel, saf ve masum bir kızı, bana duyduğu sevgiyi öyle saçma sapan şeylere harcayacak değilim. Daha doğru düzgün, bırak baba olmayı, adam dahi olamamış birine, aldığım nefesi bile adadığım kızı feda etmeye niyetim yok. Ali, VASÖ, varsa TKÖ ve Hazan'ın annesi Serpil hanım, hiç kimseye, Hazan'a ablamın yaşadığı kaderi yaşattırmayacağım. Dünyada uğruna savaşılacak bir şey varsa, benim için o da bu.

Hazan göğsümde hafifçe hareketlendi. Dudakları boynuma değip sıcak nefesi tenime vururken göğsümdeki elleri tişörtün üzerinde gezindi. Birkaç küçük mırıltı çıkarıp bana iyice sokulduğunda daha sıkı sarılıp omzunu öptüm.

"Fırat."

Uyku mahmuru sesi soğuk yeller esen içimi ısıtırken derin bir nefes aldım. Kokusu ciğerlerime doldu.

"Kurban olduğum."

Dudaklarının değdiği yeri öptü. Kolları boynuma dolandı. Elleri saçlarımı severken, "daha iyi misin?" dedi. "Başın ağrıyor mu hâlâ?"

Gülümsedim. Uyanır uyanmaz aklındaki ilk şey olmak ona duyduğum sevgiyi harladı. Belini okşayıp boynunu öptüm. Yavaşça üzerine eğilip karımı altıma alırken, "ağrmıyor, iyiyim," dedim.

"Fıraaat."

Dudaklarımı yanağına bastırıp ağırlığımı vermeden üzerine uzanırken, "ne?" dedim. Elleri boynuma dokundu.

"Regl olduğumu biliyorsun," dedi.

Geri çekilip gözlerine baktım. Burnunun ucunu hafifçe emip, "biliyorum, ama umrumda değil," derken ellerim şortunu buldu. Kaşları çatıldı. Yeni uyandığı için kısık ve buğulu olan gözleri solgundu. Süt beyazı teninde tatlı bir pembelik ve parlaklık vardı. Küçük ama dolgun gül kurusu dudakları beni kendine çekiyordu. Etli boynu, atletinden taşan memeleri ve pürüzsüz teninde kaybolmak istiyordum.

Elleri aceleyle ellerimi tuttu.
"Fırat hayır," dedi.

"Çok özledim ama seni."

Cümlemin sonunda dudaklarım dudaklarıyla buluştu. Yüzünü yana çevirip, "üç gün daha dayan," dedi. Teninde gezinerek boynuna indim. Küçük küçük emip öperken yumuşaklığı beynimi uyuşturuyor, kokusu nefsimi yoldan çıkartıyordu.

"Nasıl dayanayım?"

Bu gibi konularda üzerine gitmek hoşuma gidiyordu. Böyle çekingen çekingen konuşup beni durdurmaya çalışmaları, ürkek ve masum halleri içimi eritiyordu. Karıma, elimden geldiğince en güzel şekilde yaklaşabilmek için adet dönemlerini, kadın bedenini ara ara araştırıyordum. Kanaması varken ilişkiye girmenin hijyen açısından uygun olmadığını, adet döngüsü düzensiz olan kadınlarda, ki Hazan'ınki düzensizdi, bu dönemlerde hamile kalabilme riski olduğunu biliyordum. O yüzden izin verse bile ona dokunmazdım. Sadece dün yaşananların aramızda bir mesele olmadığını, onu hâlâ çok sevdiğimi hissettirmek, yeniden eskisi gibi olduğumuzu göstermek için ona bildiğim tek yolla yaklaşıyordum.

"Bilmiyorum, dayan işte bir şekilde. Böyle yapamam, lütfen."

Ben ciddi değildim de o ciddi algılyordu. Sesindeki tedirginlik canımı sıktı.

"Şşş, tamam." Ellerimi şortundan çekip yatağa koydum. "Biraz sevdir bana kendini, dokunmayacağım."

Boynuma sarıldı tekrar. Beni kendine çekerken, "affettin mi beni?" dedi. Bunu konuşmak istemiyordum. O kamera görüntülerini hatırlamak, Hazan'ın o korkmuş hâlinin bana çektirdiklerini yeniden hissetmek, Feyzullah'la yaşadığım tartışma, o herif...bir süreliğine de olsa unutmak istediğim şeylerdi.

Alnımı alnına dayayıp o güzel gözlerini seyrederken, "affedilecek bir şey yok," dedim. "canımsın sen benim. Konuşmayalım bunu, tamam?"

Dudaklarımı öptü. Öylece durup kollarını boynumdan çözdü. Atletinin askılarını aşağı indirip göğüslerini açtı. Başını yastığa bırakıp belini kavislendirirken iki yanında duran ellerimi tuttu. Gözlerimin içine bakarak avuçlarımı memelerine bastırdı. Yutkundum. Gözlerindeki davetkar tavır aklımla oynuyordu.

"Bak, şişkinlik yavaş yavaş azalıyor. Sana regl olduğum için olduğunu söylemiştim. "

Dilimin ucunu ısırdım. Elleri yüzümü buldu. Yeniden dudaklarımı öpüp çenemi emdi. Avuçılarımdaki büyük ve dolgun memelerini usul usul okşayıp yoğurmaya başladım. İlk kez bana böyle geliyordu. Söylediği gibi o gece hissettiğim şişkinlikler inmeye başlamıştı. Dudakları boynumda gezinirken alnını öptüm.

"Ölürüm onlara ben," dedim "Kurban olurum senin her zerrene. "

Güldü. Elleri üzerimdeki tişörtün eteklerini yukarıya doğru sıyırdı. Karın kaslarımda tırnaklarını gezdirirken adem elmamı ısırarak inlememe neden oldu.

"Ben de sana kurban olurum," dedi. Tenimi kokladı. "Çok seviyorum seni."

Kadınsı ve aynı zamanda tatlı sesi beni tahrik ediyordu. Ömrüm yettiğince benim için tek bir fedakarlık dahi yapıp kendini kurban etmesine izin vermeyecek kadar yakınında olup kendimi ona siper edeceğimi bildiğimden sözlerine öfke duymadım. Ona duyduğum sevgiyi gösteriş şeklimi taklit ediyordu, etsindi. Hazan'a bir parça oyun alanı bırakabilirdim, ama bu ilişki her zaman benim hükümdarlığımda olacaktı. Diğer türlü Hazan'ı zaptedemeyeceğimi dünle birlikte daha iyi anlamış, eğer kavga ettiğimizde ona gidecek bir yol bırakırsam kendi isteğiyle geri gelmeyeceğini acıdan içim kavrula kavrula tecrübe etmiş, dahası gözümün önünden ayrıldığı an başına bir şey geleceğini ve defalarca aksini iddia etmesine rağmen kendini koruyamayacağını görmüştüm. Ben de dahil...itin biri ona ci...cinsel bir içgüdüyle yaklaştığında eli ayağı boşalıyor, titremeye başlıyordu. O araba, eğer o an otoparka girmemiş olsaydı ne olacağını düşünmek bile dermanımı kesiyordu.

Ellerimi göğüslerinden çekip beline sarıldım. Boynunu öpüp kokusunu solurken, "seveceksin tabii, kocanım ben senin," dedim.

Tişörtün içindeki minik elleri sırtıma tırmanırken, "kocam değilken de seviyordum," dedi.

Saçlarında nefeslenip tenimde gezinen ellerinin keyfini çıkartmak için gözlerimi kapattım.

"Hı?"

"Hı hı."

"Ne zaman aşık oldun bana?"

Bu sorunun cevabını defalarca kez merak etsem de soramamıştım. Kavga edip Hazan İstanbul'a gittiğinde Tahir'lerin restoranında, eğer sen bana gelmeseydin ben sana hiç gelmeyecektim, kaba saba bir adamdın, işin tuhaf yanı ben aşık oldum sana, dediğinden beri sormaya da niyetli değildim. Yanlış veya doğru bir şey söyler, yine kendi kendime yanıp sönerim diye sesimi çıkarmama taraftarıydım. Hazan'a çok fazla kırılıyordum. Gözlerini devirse, sesinin tonunda bana gıcık olduğunu belli eden en ufak bir tını sezsem, sinirlendiğinde, bana dokunma, deyişini duysam yerle bir oluyor, kendimi itilip kakılan, oyunlara alınmayan, herkesin itinayla görmezden geldiği o güçsüz çocuk olarak buluyordum. İstiyordum ki Hazan beni ilk gördüğü andan beri sevmiş olsun. Ona göre haddim olmayan anlarda onu sahiplenişlerime öfke duymamış, aksine benim onun yanındayken mutlu olduğum her saniye o da mutlu olmuş olsun. Yine de öyle değilse bile şu an bana duyduğu sevgiden emin oluşumla kendimi avutabilirdim.

Başımı öpüp, "sanırım...ilk gördüğüm anda aşık oldum," dedi. Önce duyduğum şeyi kavrayamadım. Sonra damarlarımda dolaşan yakıcı bir gaz göğsümde sıkıştı. Yavaşça geri çekilip gözlerimi aralarken gözlerine baktım. Bir eli alnıma dökülen saçlarımı bulup sevmeye başladı. Yanağımı öptü.

"Na-nasıl?" diyebildim. Kalbimin etrafını ateşten bir halka sarmıştı.

Omzunu silkip, "öyle işte," dedi. "Aşık oldum demek biraz abartılı belki ama...çok yakışıklıydın. Bana olan bakışlarından rahatsız olmam gerekirken güven duymuştum. Ne zaman seni görsem heyecanlanıyordum. Kaba saba oluşun biraz gözümü korkutsa da içten içe...senin olmak istediğimi biliyordum."

Hafif kısık olan sesiyle altan altan öyle cilveli cilveli konuşuyordu ki kadınsal hastalığı sebebiyle ona dokunamayacak oluşumdan aldığı özgüveni hissedebiliyordum. Lafa gelince benim olmak için yanıp tutuşuyor, ama iş icraata gelince benden köşe bucak kaçıyordu. O zamanlar da benden etkilediğinin farkındaydım. Kaçak köçek üzerimde gezinen bakışlarını, özellikle de askeriyede üstümde üniformam varken ara ara yakalıyordum. Ne zaman ona yaklaşsam heyecanlanıp gözlerimin içine bakamıyordu. Bazı bazı bana karşı hisleri olduğu için mi yoksa benden çekindiği için mi öyle davrandığını anlayamıyor, ona açık açık attığım adımları görmezden geldiği her saniye deliriyordum. Benim ona yandığım gibi bana yandığını bilseydim eğer, asla o kadar beklemez, bulduğum ilk yerde Hazan'ı bir köşede kıstırıp kendime ait kılardım.

Dudaklarını öpüp koklarken, "çok mu istiyordun?" dedim. Öpüşüme karşılık verip, "çok," dedi.

Dudaklarından çenesine inip canını yakmadan ısırdım. Dilimi boynunda düz bir çizgi üzerinde ilerletip sol memesine ulaştım. Göğüs ucunu dudaklarımın arasına alıp tadını çıkara çıkara emerken, "niye gelmedin o zaman bana?" dedim. Altımda kıvrandığında kısık bir sesle inledi. Elini enseme sarıp başımı göğsüne bastırdı. Yüzünü saçlarımın arasına gömüp, "çok korkutuyordun beni," dedi. " Hem senden bir sürü şey saklamak zorundaydım...cesaret edemedim. Beni...sevip sevmediğin konusunda da sürekli aklım karışıyordu. Aşık olmak istemiyordum da."

Göğüs ucunu bırakıp yüzüne baktım.

"Nasıl aklın karışıyordu?" diye sordum. Diğer söyledikleri anlaşılabilirdi. Zaten ben de ona isteyerek aşık olmamıştım, ki zaten bu işler isteyerek olmuyordu. Benden saklamak zorunda olduğu şeyleri şu an biliyordum ve o zamanlardaki hislerini anlayabilirdim. Benden korkuşu ona duyduğum sevgiyi gösteremedikçe içimde git gide büyüyen öfkemin dışa vurumundan sebepti. Şimdi de korkuyordu benden, ama aynı zamanda onu ne kadar çok sevdiğimi de biliyordu. Öte yandan onu zaptedebilmem için o korkuya ihtiyacım vardı. Hazan'ı benden korkmaması için ikna etmek gibi bir niyetim yoktu. Ama ona karşı olan hislerimin muğlak olduğunu düşünmesi hoşuma gitmemişti. Tek bir an bile hislerimi göstermekten çekinmemiş, ondan uzak durmak gibi bir girişimde bulunmamıştım. Bu tamamen kendi kendine düştüğü saçma sapan bir yanılgıydı.

"Bilmem, bana sert sert baktığında kalbim kırılıyordu. Beni sevmekten ziyade bana sinir olduğunu düşünüyordum. "

Gerçekten saçmalıyordu anasını satayım. Yeğeninin ölüdüğünü öğrenip astım atağı geçirdiğinde hastaneye varana kadar öpülüp sevilmedik tek bir zerresini dahi bırakmamıştım. O kamyon olayından sonra asansörde bana biraz cesaret verse dudaklarına yapışacak raddedeydim. Yanında olduğum her saniye gözümü kırpmadan onu izliyor, peşinde dolanıyordum. Ve o tüm bunların farkındaydı. Sinir olmak ne demekti lan? Ben ona sadece ruhumu sevdasına satabilecek kadar aşıktım.

"Yanında olabildiğim her saniye dibinden ayrılmıyorken sana hissettirdiğim tek şey bu muydu?"

Sesim fazla ciddi ve sorgulayıcıydı. Belki biraz abartıyordum da, ama Hazan'a neyi nasıl hissettirdiğim benim için bu dünyadaki en önemli şeydi.

"Hayır, ama ne bileyim Fırat, ilk defa böyle şeyler hissediyordum, ilk defa Ali, Oğuz ve babam dışında bir adamla duygusal bir bağ kuruyordum. Daha kendi hislerimi bile anlamıyordum ki senin hislerini anlayabileyim."

Yavaşça alınlarımızı birleştirdim. Hazan'ın hayatındaki ilk ve son adam olduğumu ve olacağımı bilmek göğsümün ortasından boğazıma yükselerek dilimden taşmak üzere olan lavları dizginledi. Beni sevmişti, seviyordu ve hep beni sevecekti. Bana duyduğu güveni, kendini bana bırakışını, herkesi silmek zorunda kaldığı hayatında bir bana yer ayrışını bilmenin omuzlarıma bindirdiği yüke yıllar önceden razı olsam da Hazan'ın bu kadar yalnızlaşması, ateş parçası gözlerinin derinliklerinde bir yerde, ücra bir köşeye kıvrılıp, yüzünü dizlerine saklamış olan küçük kız çocuğunu gördükçe içimi eziyordu. O kız çocuğu yıllar önce de oradaydı. Fakat her şeye rağmen bir şeylere tutunup ayakta kalmayı başarabiliyordu. Yalnızlığını ait olmadığı kalabalıklara saklıyordu. Bunu, Hazan'ı takip ettiğim zamanlarda asla uyuşup anlaşamadığı, bir iki saatlik kafe oturmalarında buluştuğu arkadaşlarının yanında onu izlerken görebiliyordum. Masada dönen kıyafet değiştirir gibi değiştirilen sevgili muhabbetlerinden, alışveriş, bakım, tatil gibi şeyleri konuşurken sıkılsa da asla kalkıp gitmiyordu. Bazen parkta oturup kitap okurken gördüğü bir kedinin peşinde dakikalarca geziyordu. Kadıköy'deki sahaflar çarşısında Edip abinin sahaf dükkanında saatlerce oturuyor, bazen Edip abiden izin alıp rafları düzenliyordu. Kitaplardan yayılan tozlar yüzünden sürekli astım atağı geçirişlerini izlerken kafayı yiyordum.
Nereye gitse kendini sevdirecek birilerini buluyordu. Ben operasyondayken kaldığı sitenin olduğu mahalledeki bakkal Hamit dayıyla satranç oynayıp dükkana gelen malları taşımasına yardımcı olduğunu Sado'dan öğrenmiştim. Şeytan tüyü var derler ya, tam olarak öyleydi.

Defalarca kez apartmana gitmemesini söylememe rağmen Mahsun itinin olmadığı bir gün o eve gidip, babaannesini görüp eşyalarını aldığını da biliyordum. Bana bunları, o güzel ağzını açıp anlatmıyordu. Tartışıp kavga edeceğimizi biliyordu. Sürekli göğsüme sokulup kendini sevdirmekti derdi. Ben de bazen çileden çıksam da bazı şeylerin üzerini örtmesine izin veriyordum. Öyle savunmasız, öylesine küçücüktü ki gözümde onu incitip üzmek bir uğurböceğini öldürmek kadar uğursuz, saf, temiz bir beyazlığın masumiyetini kirletmek kadar cani, verdiğim bir sözü tutmamak kadar aşağılık hissettiriyordu. Onu bir kere üzsem, ben bin kere ölüyordum.

Alt kattan duyulan zil sesiyle boynuna gömülmek üzereyken durdum. Saat henüz altıya yeni yeni geliyorken kimdi bu? Çatılan kaşlarımla Hazan'ın üzerinden kalktım.

"Kim ki bu saatte?"

Yataktan çıkıp ellerinden destek alarak doğrulan karıma baktım.

"Bilmiyorum, burada kal."

"Tamam."

Kapıyı açıp merdivenleri indim. Diyafondan baktığımda evin önünde Çekik vardı. Sıkıntılı bir nefesi alıp dışarıya çıktım. Fındık havlayarak yanıma geldiğinde yağmurun dindiğini fark ettim. Demir sürgülü kapının şifresini girip açtım. Yüz yüze geldik.

"Ne işin var lan senin burada sabah sabah?"

"Savcıyla konuşmaya geldim. "

"Bu saati mi buldun?"

Gözlerime ters ters bakıp, "saat sekize kadar konuşmam gerekiyordu," dedi imalı bir sesle. "Telefonuna ulaşamadım."

Saat 8...Ali'yle buluşacağım saatti. Nereden biliyordu amınakoyayım? Bilse bile bunu Hazan'a söylemek onun üzerine vazife miydi?

Sertçe yakasını tutup geriye doğru iterken sırtını arkasındaki araca yaslayıp bahçe kapısını çektim.

"Siktir git," dedim. "Belanı benden bulma. "

"Hiçbir yere gitmiyorum. Ne Yağız ne de sen savcıya yaptığınız kötülüğün farkında değilsiniz. Ondan bir şeyleri saklayarak onu korumuş olmuyorsunuz. Yaptığınız şey..."

"Yaptığım şey seni ilgilendirmez. O benim karım. Onun için neyin doğru neyin yanlış olduğunu ben bilirim. Şimdi elimden bir kaza çıkmadan defol git buradan. "

Güldü.

"Kardeşiyle buluşmaya gittiğini savcıdan saklarken doğru olanı mı yapmış oluyorsun? Evet, o senin karın, sen bir askersin, o bir savcı. Ali bir terör zanlısı. Bu iş VASÖ'nün ya da üstlerinin kulağına giderse ne olacağını düşündün mü? Ali bir terörist olmasa bile bunu sen ben biliyoruz. Başına iş alıyorsun yüzbaşı ve ben bu işten savcının zararlı çıkmasını istemiyorum."

Haklıydı, işin bu kısmını ben de düşünmüştüm. Dikkatli olmak dışında ise bir çözümüm yoktu. Bir şey olacaksa bunun bana olmasını istiyordum. Hazan'ı oraya götüremezdim. Tamam, eğer olur da tuzağa düşersem, biri beni ya da Ali'yi takip eder de mevzu devletin ya da VASÖ'nün kulağına giderse benimle birlikte Hazan da zarar görürdü. VASÖ duruma nasıl bir yaklaşımda bulunur bilmiyordum ama devlet beni vatan hanini ilan ederdi, Hazan'sa bir vatan hainin karısı diğerinin ise kardeşi olarak arada kalırdı. Bir şekilde Ali'yle buluşmak zorundaydım. Bu mesele fazla uzamıştı. Dediğim gibi dikkatli olursam tehlikeyi yok edemesem bile en aza indirebilirdim.

"Sanane lan bundan?! Sana mı dert oldu?!"

"Savcı benim kardeşim. Kim olursan ol, ne yaparsan yap, kimseyi ona tercih etmem. Ya kendin söylersin ya da ben. Seç birini."

Diğer elim de yakasını buldu. Gırtlağına çöküp, "kimi tehdit ediyorsun lan sen?!" dedim. Bir yandan da sesimin yüksekliğine dikkat etmeye çalışıyordum. Ancak arkamda kalan kapının açılma sesiyle her şey için çok geç olduğunu anlamam fazla vakit almadı.

"Fırat."

Omzumun üzerinden ona döndüm. Üstünü değiştirmiş olması şu an iyi olan tek şeydi.

"Kim Chin, noluyor burada?"

Gözlerindeki ifadeden bir şeyler duyduğu belliydi.

"Bir şey olduğu yok, içeriye geç," dedim.

Dinlemeyip yanıma geldi. Çekik'in yakasındaki ellerimi tutup çekmeye çalıştı.

"Bırak," dedi.

"Sana içeri geç, dedim!"

"Ben de sana bırak, dedim!"

"Hazan!"

"Ne?!"

Yakasını sertçe bıraktım. Çekik öne doğru eğilip birkaç kez öksürürken Hazan omzuna elini koyup, "iyi misin?" diye sordu. Gözümün önü kararıp şakalarıma ağrılar saplandı. Kırık olan kolunu tutup canını yakmak istemediğimden kolumu beline sarıp kendime çektim. Başı göğsümün altına çarptı.

"Ya napıyorsun?!" dedi.

"Asıl sen napıyorsun?!" dedim. Benden başka bir adama dokunmasına katlanamayacağımı biliyordu.

"Yine ne saklıyorsun benden?" diye sorduğunda yutkundum. En olmasını istemediğim şey yine başıma gelmişti. Öfke vücudumu ateşten kollarıyla bir kere daha sararken gözlerim Çekik'i buldu. Eğer Hazan'a gerçeği söylemezsem o sikik çenesini kapalı tutamayacağı ortadaydı. Gerçeği söylersem de Hazan'ın öylece evde durmayacağını biliyordum. Ensem terleyip yanmaya başladı. Dişlerim birbirine geçti. Yüzümün gerilip kulaklarımın uğuldadığını hissettim.

"Fırat bana bak. Ne saklıyorsun benden?"

Sesindeki hayal kırıklığı gözlerimi tutup ona çevirdi. Çekik'ten duyarsa aramıza biraz daha mesafe açılacağını, bir şeylerin telafisinin giderek zorlaşacağını biliyordum.

"İçeriye geç, anlatacağım. "

"Hayır, burada, Kim Chin varken anlat."

Bana güvenmiyordu. Söylediklerimi doğrulayacak biri yokken doğruyu söyleyip söylemeyeceğim konusunda emin değildi. Bu ağrıma gitti.

"Hazan," dedim, fakat devam edemedim.

"Bakma bana öyle," dedi. "Gerçeği söyleyecek olsaydın şimdiye kadar söylerdin."

Gözlerindeki ifade bana girdiği savaşı kaybeden bir komutanın halkın gözünden düşüşündeki acıyı ve utancı yaşatıyordu. Beni yine affederdi, biliyordum, ama mesele affedilmek değil, af bekleyecek hâle düşmekti. Her şeyin ötesinde Hazan'ı hayal kırıklığına uğratmıştım. Az önce gözlerime bakarken parlayan gözleri ardı görünmeyen bir duvar gibi katılaşmış, öpüşleriyle ruhuma şifa olan dudaklarında açan güller, boyunlarını büküp büzülerek, kırmızı yaprakları ölümün karasına bürünürken solup gitmişti.

"Ali," dedim.

Yüzü gerildi. Kirpikleri titreşip gözbebekleri büyüdü.

"Ne olmuş Ali'ye?"

"Bir şey olduğu yok, korkma. Dün beni aradı. Görüşmek istedi. "

Yüzü şaşkınlıkla kasıldı. Çatılan kaşları ateş parçası gözlerine gölgeler düşürdü.

"Se-sen de bunu benden sakladın öyle mi?"

"Öyle."

Hâlâ yaptığım şeyin arkasında oluşum daha da sinirlenmesine neden oldu. Gözleri usul usul dolmaya başladı.

" Neden?" diye sordu.

"Çünkü benimle gelmek isteyecektin."

"Bu benim hakkım!"

"Evde konuşalım."

Ağlamak üzereydi, Çekik'in yanında ağlamasını istemiyordum. Hırsla kendini kollarımdan çekip bahçeye girdi. Karşımda duran ite son bir kez bakıp peşinden gittim. Eve girdik. Merdivenleri koşarak çıkarken savrulan saçlarına, beyazlı mavili zikzakaları olan kazağının eteklerini içine soktuğu bacaklarını sıkıca saran buz mavisi pantolonunun tam oturduğu incecik beline ve küçük fakat dolgun kalçalarına bakmaktan kendimi alamadım. Çok güzeldi. Ahşap basamaklara vurduğu minicik, çıplak ayaklarına kıyamıyordum. Dudaklarından kopan hıçkırıklar bağrımı dağılıyordu.

Odaya girdi. Bana dönüp yaşlarla sırılsıklam olan gözleriyle gözlerime baktı.

"Ben de geleceğim!" dedi.

Ona doğru bir adım atıp, "Hazan," dedim.

"Yok Hazan Mazan! Ben de geleceğim! O benim kardeşim, bu benim meselem!"

"Yavrum..."

"Yaklaşma bana! Çek elini!"

Odanın içinde benden gidebildiği kadar uzağa giderken sabrımı zorluyordu. Gözlerinde parlayan yaşların ardındaki ifade göğsümü delik deşik ederken, "hiçbir yere gelmiyorsun," dedim.

"Buna sen karar veremezsin!"

"Bu benim kararım değil, Ali seni yanımda getirmemi istemedi."

Bocaladı. Göğsü aldığı nefeslerle hızla inip kalkarken yutkundu. Ne diyeceğini bilemedi. Gözlerini sağa sola kaçırdı. Birkaç damla yaş aynı anda yanaklarına doğru süzülüp başı öne eğilince nefesim tekledi.

"Bebeğim."

Yanına doğru yürüdüm. Bu sefer kaçmadı benden. Sıkıca sarılıp göğsüme bastırdım. Saçlarını öpüp, "bekle beni evde," dedim. "Olan biten her şeyi dönünce anlatırım sana, tamam?"

"Niye güveneyim sana? Bana bir şeyleri anlatacak olsaydın Kim Chin gelene kadar anlatırdın zaten."

Sesindeki çocuksu ve kırgın tını yüreğime çiviler çakıyordu. Sırtım kaskatı kesilirken, "gülüm," dedim. Sesim yalvarırcasına çıkmıştı. Benimle böyle güvensizce konuşmasına dayanamıyordum.

Gözlerini yüzüme çıkarıp, "ne?" dedi. "Bu kaçıncı Fırat? Sürekli benden bir şeyler saklıyorsun, sana olan güvenimi zedeliyorsun. Bu hep böyle mi olacak?"

"Seni korumaya çalışıyorum."

"Ama ben korunmak istemiyorum!"

"Hazan anlamıyorsun..."

"Sen de! Sen de beni hiç anlamıyorsun!"

Kollarımdan çıkmak için debelendi.

"Dur, kolunu acıtacaksın!"

"Bırak o zaman!"

Yavaşça bıraktım. Yanımdan geçip dolaptan açık mavi beyaz kabanını ve botlarını aldı. Yatağa oturup botlarını giyerken, "napıyorsun?" dedim.

"Ben de geleceğim," dedi, yüzüme bakmadan.

"Hiçbir yere gelmiyorsun, otur oturduğun yerde."

Sözlerimi umursamadan botlarını giymeye devam etti.

"Hazan söz dinle."

Bağcıklarını bağlayıp kabanını giydi. Saçlarını içinden çıkarıp geriye attı. Aynalı masanın üzerindeki askıyı koluna takarken, "yavrum kendini odaya kilitlettirme bana," dedim. Ateli eline geçirip, "bence öyle bir şey yapmaya cesaret edemezsin," dedi.

"O kadar emin olma, senin için seni bile karşıma alırım."

Kapıya doğru ilerleyip anahtarı arkasından aldım.

"Emin misin?" derken ses tonu beni rahatsız etmişti. Sanki bir şey yapacaktı da bana bunu yapıp yapmamasını isteyip istemediğimi soruyordu. Ona döndüm.

"Eminim, evde kalıyorsun."

Elinin tersiyle yüzündeki yaşları silip burnunu çekti. Başını belli belirsiz sallayıp birden yatağın üzerine çıkıp diğer tarafına geçti. Balkon kapısına doğru hızlı adımlarla ilerleyip kapıyı açtı. Balkona geçtiğinde düşündüğüm şeyle peşinden gittim. Perdeler uçuşurken bir ayağını balkonun üzerine atıp üstüne çıkmaya meyil ettiğinde son anda belini tutup yakaladım onu. Kendime çekip sırtını göğsüme yasladım. Kalbim ağzımda atarken, "napıyorsun lan sen?!!" dedim. "Delirdin mi?!"

"Beni bu odaya kilitleyip gidersen atlarım buradan."

"Hazan!"

Ayağını balkon duvarına vurup, " ne?!" dedi.

Bana dönmesini sağlayıp kucağıma aldım onu. Onunda kalbi benimki gibi küt küt atıyordu. Atlamasına izin vermeyeceğimi bildiği için yapmıştı bunu. Asla gözünü ne kadar karartabileceğini tahmin edemiyordum. Sınırlarımı çok zorluyordu.

İçeriye girip kapıyı kapatarak kilitledim. Perdeyi çekip yatağa oturdum.

"Hazan...bak Ali seni yanımda getirmemi istemedi. Onun hakkındaki gerçekleri sadece benim bildiğimi sanıyor. Gideceğim yer tehlikli bir bölge. Tek gideceğim. Bir şey olur, seni koruyamazsam ölürüm. Söz dinle, evde kal bir tanem, tamam mı?"

"Atla diyorsun yani?"

"Kafayı ye diyorsun yani?!"

"Sen bana söz geçirme hakkını çoktan kaybettin Fırat. Ya beni yanında götürürsün ya da atlarım o balkondan."

"Yapamazsın, yüksekten korkuyorsun."

"Korkuyorum, ama bu daha önce iniş tertibatı ipiyle 25 katlı binanın tepesinden atladığım gerçeğini değiştirmiyor."

Bu VASÖ denilen örgütün saçma sapan eğitim taktikleri canımı sıkıyordu. Bordo bereli asker yetiştiriyorlardı sanki. Küçücük, astım hastası kızı binanın tepesinden atmak neydi anasını satayım?!

" Yavrum, sen bir savcısın, teröristin biriyle..."

"Sen de bir askersin. Benim için geçerli olan şeyler senin için de geçerli. "

"Umrumda değil. "

"Benim de!"

Bıkkınca bir nefesi alıp verdim. İkna edemeyecektim. Balkonu olan bütün kapıları kilitleyip anahtarlarını alıp gitme fikrini aklımda tarttım. Bu sefer de kapıdan çıkıp peşimden gelmeyi deneyebilirdi. Evin anahtarlarını alsam pencerelerden birini kırıp kendine zarar verirdi. O Çekik'in Ali'yle buluşacağımı nereden öğrendiğini tahmin edebiliyor olsam da neyi ne kadar bildiğini bilmiyordum. Buluşacağımız yeri de biliyor olabilirdi. Hazan'a karşı beni içten içe rahatsız eden bir sadakati vardı, odaya çıktığımızdan bu yana duyulmayan motor sesinden anladığım kadarıyla hâlâ gitmemişti, ben gidince Hazan'ı bir şekilde buradan çıkarmaya çalışabilirdi.

Of ulan of! El kadar bebeğe bakarmış gibi her şeyi ince ince düşünmek zorundaydım. Hazan'la konuşarak anlaşmak çoğu zaman mümkün olmuyordu. En iyisi yanımda götürmekti. Hiç değilse gözümün önünde olurdu.

"Tamam."

**********

Hazan ona aldığım poğaçalara elini bile sürmemişti. Ne desem beni duymazdan geliyor, ağzını açıp tek kelime etmiyordu. Pes etmiştim artık. Gökyüzündeki yoğun bulutların gövdesi kararmaya başlamıştı. Yağmur yeniden bastıracak gibi görünüyordu. İlerlediğimiz toprak yolda kahverengi ve yeşil birbirine girmişti. Çiçek açan ağaçlar yol boyunca uzanıyordu. Köye kuş bakışı bakabileceğimiz bir yükseltideydik. Yarısı, çimlerle örtülü toprağın içine gömülmüş gibi duran, kerpiçten yapılmış evlerin arasında karanlık girişleri tekinsiz görünen mağaralar göze çarpıyordu.

Aracı yoldan çıkarıp uçurumun kenarına park ettim. Arkamdan gelen Çekik durdu. Hazan bana dönerken kapıyı açıp indim. Uçurumun uç kısmına doğru ilerleyip köye baktım. Boş görünüyordu. Bir karganın acı çığlığı duyuldu. Köye giriş çıkışları sağlayan yolları tesbit etmeye çalıştım. Yolun sağında ve solunda kümelenen evlere giden, bizim kullandığımız yol dışında üç farklı yol daha mevcuttu. İç içe geçen yerleşim yerleri siper alıp gizlenmek için oldukça elverişliydi. Yolların bağlandığı nokta köyün merkezi gibi görünüyordu. Sadece bir tanesinden çatallı iki patika ayrılıyor, bir dağdan çok, küçük bir tepeyi andıran yükseltinin ardında kayboluyorlardı.

Kısaca, eğer Ali'den şüphelenmekte haklıysam ve tuzağa düşürülüyorsak tek kaçış yolunun üzerinde bulunduğumuz güzergah oluşu bu bölgeyi bizim için tehlikeli, tuzağı kuranlar içinse biçilmiş kaftan kılıyordu. Hazan yanımda olmasa üzerine fazla düşünmeyeceğim şeyler yüzünden sırtımdan terler boşalıyordu.

"Noldu?"

Yanıma gelen Hazan'a döndüm. Hemen arkasında Çekik duruyordu. Uçuruma fazla yaklaştığından elini tutup, "bir şey yok," dedim.

"Bir şey yok diye mi durdun?"

Gözlerimi kapatıp açarken bıkkınca bir nefesi alıp verdim. Birinin burada kalıp etrafı gözetlemesi gerekiyordu. Hazan'ı bırakamazdım. Çekik'e dönüp, "sen burada kalıyorsun," dedim.

"Neden?"

Bunu soran Hazan'dı. Her halta muhalefet olup benimle böyle ters ters konuşması sinirlerimi gerse de onu umursamadan, "etrafı gözetleyip bir şey olursa bize haber vereceksin," diyerek doğrudan Çekik'le konuştum.

"Vereyim vereyim de burada sinyal yok," dedi.

Cebimden, araçtaki telsize bağlı iki adet kulak içi kulaklık çıkardım. 10 kilometreye kadar sinyal alma kapasitesi vardı. Köy bulunduğumuz konuma göre 5 km uzaklıkta kuzeydoğu yönündeydi.

Ona uzatıp, "al birini," dedim.

Alıp kulağına yerleştirirken Hazan'la birlikte aracın arkasına geçip bagajı açtım. Yedek lastik gözünün altından bir dürbün çıkarıp uzattım.

"Bunu da al. Aracı şuradaki ağaçların arkasına sakla. Bir yere gizlen."

"Tamam."

Bagajı kapatıp araca bindikten sonra yola devam ettik. On, on beş dakika sonra köye ulaştık. Terk edilmiş harabe evlerin önündeki bir incir ağacının dibinde durdum. Yolun bundan sonrası fazla dar ve kıvrımlıydı. Arabayla devam edemezdik. Kulaklığı kulağıma yerleştirip aktif hâle getirdim.

"Duyuyor musun beni?"

"Duyuyorum. "

Motoru susturup arabadan çıktım. Gözetleniyormuşuz gibi bir his tedirgin olmama neden oluyordu. Etrafımda bir tur dönüp evleri taradım. Üç dağın ortasındaki bir çukurun içindeydik. Tuzağa çekilmişsek etrafımızın sarılması saniyeleri bile bulmazdı. Belimdeki silahı çıkarıp emniyet kilidini açarak tekrar belime soktum. Deri ceketi üzerine kapatığımda Hazan araçtan inip elimi tuttu. Hem yüzüme bakmayıp benimle konuşmaya bile tenezzül etmiyordu, hem de korkunca gelip bana sığınıyordu. Terk edilmiş, inin cinin top oynadığı, geçmişten bu yana kaç savaş gördüğü belli olmayan, Suriye sınırına 25 kilometrelik uzaklığı bulunan bu bir mezbeleden farksız görünen yerden korkması normaldi. Bir parça da Ali'yi görecek olmanın avucumdaki elinin titremesinde bir payı olabilirdi.

Elini sıkıca kavrayıp ileriye doğru bir adım attım. Ali bizi bir yerlerden izliyorsa Hazan yanımda olduğu için ortaya çıkmayabilirdi. Saat 08.10'u gösteriyordu. Kararlaştırdığımız buluşma saatinin üzerinden on dakika geçmişti.

"Ne yapacağız? Kimse yok burada."

Köyün içine doğru ilerlemek lazımdı. Başka kimsenin olmadığından emin olursa ortaya çıkabilirdi. Çekik'i fark etmiş olmamasını umdum. Allah'ım sen sonumuzu hayır eyle.

"Önüme geç."

Elimi daha sıkı tutup,"niye?" diye sordu. Gözlerimi yoldan çekip bana ürkek gözlerle bakan karımla göz göze geldim. Arkamda ya da yanımda durunca rahat edemiyordum. Biri görecekmiş, bir şey olacakmış paranoyası dengemi bozuyordu.

"Bırakmayacağım elini, korkma. Geç, hadi. "

Başını sallayıp önüme geçti. Sırtını gövdeme yapıştırdığında, "yürü," dedim. Küçük adımlarına uyum sağlayıp ykık dökük kerpiç evlerin arasından geçen yolda ilerlerken silahı çıkardım. Tahmin ettiğim gibi izleniyorsak gözcü karşıdaki tepenin yamacına konuşlanan mağaralardan birinde olmalıydı. Bu iş için en ideal yükseklik orasıydı.

Hazan, gözlerini henüz yeni açmış bir kedi yavrusu gibi çevreyi meraklı, ürkek ve heyecanlı bir şekilde izliyordu. Tuttuğu elimi karnının üzerine bastırdığından vücudundaki gerginliği hissedebiliyordum. Gül kokusu havadaki yağmurla harmanlanan toprak kokusuna karışıyordu. Benim aksime Ali'ye karşı en ufak bir güvensizlik duymuyor gibiydi. Ama bir yandan da elimdeki silahı fark etmesine rağmen tek kelime etmiyordu.

Köyün tam ortasına geldiğimizde durdum. Yamaçtaki mağaralardan birinde bir hareketlilik oldu. Hazan'ı elinden çekip arkama aldım.

"Fırat noluyor?"

Net bir tehlike görmeden silah doğrultmamaya karar verdim. Ortadaki mağaralardan birinden, yüzlerine puşi sarmış iki adam çıktı. Üstlerinde gri üniformalar vardı. Mağaranın üzerindeki taşın arkasında duran nişancı kendini gösterdi. Şimdilik üç kişilerdi. Mağaradan çıkan iki adam ellerindeki silahları tetik kısmından ve namlusundan kavrayarak göğüslerinde çaprazlamasına tutarken yanımıza geldiler. Tam karşımızda durdular. İçlerinden biri, "üzerinizi arayacağız," dedi.

"Sebep?"

"Başkanın emri böyle. "

Elimdeki silahı gösterip, "silahım var," dedim.

"Görüyoruz. Başkan dinleyici olup olmadığına bakmamızı istedi. "

Silâhı belime sokup kulağımdaki kulaklığı çıkarıp gösterdim.

"Dinleyici yok, köyün girişinde bıraktığım adamla iletişime geçmek için telsiz kulaklığı var sadece. Yine de aramak istiyorsanız arayın. Ama karıma dokunamazsınız."

Yüzlerinde yalnızca puşiden açıkta kalan gözleri görünüyordu. Biri üzerindeki yeleğin cebinden telsiz çıkardı. Ağzına götürüp bizden birkaç adım uzaklaşırken, "başkan köyün girişinde biri daha varmış, ne yapalım?" dedi.

"Bir şey yapmayın, üstlerini aradınız mı?"

"Silahı var, bir de köyün girişindeki adamla haberleşemek için telsiz kulaklığı. Kadına dokundurtmuyor. "

"Tamam, gelsinler. "

Adam bize dönüp, "yürüyün," dedi.

Hazan'ı yeniden önüme aldım. Adamların biri arkamızdan diğeri önümüzden ilerlerken Hazan başını arkaya atıp gözlerime baktı. Benden, içinde birbirine girip aklını darmadağın eden şeylerle baş edebilmek için cesaret almak ister gibiydi. Gözlerinde sabahın puslu sisini andıran kararsız bir sonbahar vardı. Ona bu konuda yardımcı olamazdım. Yanımda olmasından hoşnut olmamakla birlikte olan biten ve olup bitecek hiçbir şeye onun kadar duygusal yaklaşamazdım. Ne Ali, ne de onu bu hâle getiren gerekçeleri umrumda değildi. Umrumda olan tek şey Hazan'ın zarar görüp görmemesiydi. Herkesin, kendinden olmayanın ölmesini savunan, savaşı kazanıp ayaklarının altında göz çukurları kanla dolmuş cesetler boylu boyunca uzanırken katliamı yok sayıp zafer naraları atanların bile bir gerekçesi vardır. Din için savaşırlar, vatanlarının bekası için başka vatanların evlatlarını vururlar; üzerinden geçip gittiğimiz toprak iyi bilir bunları. Gerekçesi olanların, gerçekleri yoktur halbuki. Ölüm bir gerçektir ve hiçbir gerekçe bir canı yok etmenin gerçeği olamaz.

Ben bir askerim, askerler katil midir sorusunun defalarca kez gündeme geldiği bir ülkede askerim. Vatanım ve milletim için potansiyel katil sürülerini yok ettiğim için kendimi hiçbir zaman bir katil olarak görmedim. Varsa üzerine bastığım karıncadan, yuvasını dağıttığım yılandan, evladını öldürdüğüm anadan helallik isteyebilirim, ama Ali söz konusuyken nerede duracağım, Hazan'a karşı bile, yıllar önceden belliydi. Ali'ye sıktığım kurşunlar için Hazan'dan özür dileyemezdim. Gözümün önünde bir askerimi şehit etmişken olmazdı, ülkemin sınırlarına kasa kasa zehir sokarken olmazdı, sınırda çobanlık yapan el kadar çocuğu gözünü kırpmadan vurduğunu görmüşken olmazdı. Belki zorladılar, belki yapmak zorundaydı, kimliği deşifre olmasın diyeydi belki, belki o bile pişmandı; eyvallah, ama tamam değil.

Hazan'a anlatamıyordum bunları, çünkü Ali derken gözleri parlıyordu. Öldüğünü sandığı biri yeniden canlanmış gibi hevesliydi onu görmeye. Benim bildiğim kadarını bilmese de ona Ali hakkında birkaç şey anlatmıştım, göğsümde hüngür hüngür ağlamıştı, şimdi her şeyi unutmuş gibiydi. Belki de unutmuştur, bilmiyorum. Ama kızamıyorum ona. Oturup ne hissettiği üzerine hiç konuşmadık. Sürekli çatışıp durmaktan birbirimizi sevmeye bile vaktimiz kalmıyordu bazen. Hayat, ne geçmiş, ne gelecek nefes almaya bile fırsat vermiyordu. Bazen bugünün vasfını bile unutacak hâle geliyordum. Ne için yaşadığımı sorguluyordum, ya da diğer insanların. Ne kadar da gönüllüce, yaşadıkları her saniyeden zevk alarak var olabiliyorlardı. Ben ablam öldüğünden beri beceremiyordum bunu. Bütün dünya karanlık bir kömürlüktü sanki. Hazan, gökyüzünü görebildiğim küçücük bir delik, ama bazen ona bile gece çöküyordu.

Bakışlarına karşılık vermedim, önüne döndü. Dakikalar sonra oldukça dik ve engebeli bir yokuşu tırmanıp Ali'nin bulunduğu mağaranın girişine vardık. Oturduğu taşın üzerinden gözleri Hazan'a kilitlenip kalırken ağır ağır ayağa kalktı. Fazla dermanı yokmuş gibi bir bacağı büküldü. Gözlerindeki özlem canımı sıktı. Yüzündeki ketum ifade içinde yıkılan şeylere direnmeye çalışıyordu. Hazan'a benim gibi bakıyordu. Bendeki sevginin bir benzeriyle. Bundan hoşlanmadım, suçlu ya da suçsuz olsun Hazan'ın onu kolayca affetmesini, birkaç damla yaş ve özürle her şeyin hallolmasını istemiyordum. Belki bencilce bir istekti, ama içimde yerine oturmayan bir şeyler vardı ve ne zaman böyle hissetsem illa ki bazı raylar yolundan çıkardı.

Hazan beklediğimin aksine sorgusuzca Ali'nin yanına gitmek yerine bir adım geri giderek bana yaklaşıp, avucuna bütünüyle sığmayan elimi daha sıkı kavramaya çalıştı. Buraya gelene kadar kendi bildiğini okuyup beni yok saymış olsa da bu noktada ipleri benim elime bırakmıştı. Kendi hislerine ve kararlarına güvenmiyor olmalıydı. Elinin üzerini okşayıp mağaranın içine ilk adımı attım. Adamlar girişte beklerken içeride Ali dışında kimse yoktu.

Karşısında durduğumuzda gözlerini Hazan'dan çekip bana baktı.

"Yalnız gelmeni söylemiştim," dedi. Ancak Hazan'ın burada olmasından rahatsız gibi görünmüyordu.

"Adamın çenesini kapalı tutmayı becerebilseydi gelirdim."

Çekik'in Ali'yle buluşacağımı Yağız itinden öğrendiği ortadaydı.

Kalktığı taşa geri otururken bir eliyle karnını tutup diğer eliyle duvara dayandı. Avucumdaki el kasılırken tırnakları elimin üzerine saplandı.

"Yağız'ı mı diyorsun?" derken başını duvara yasladı. "Bilerek yapmıştır. Uzun zamandır onu görmeyi istediğimi biliyordu."

Halsiz ve yorgun bakışları yeniden Hazan'ı bulmuştu. Hazan ise gözlerini toprak zemine sabitlemiş öylece duruyordu.

"Bana neden yalnız gel dedin o zaman?"

"Sana...Hazan'ı getir demekle getirme demek aynı şeydi. İşler senin kontrolünde olduğu sürece onu buraya istesem de getirmezdin. "

Hazan gövdeme yaslandı. Beni bu kadar iyi tanıması garipti. Belki de değildi, sonuçta yıllardır peşindeydim ve ben de onu en az onun beni tanıdığı kadar iyi tanıyordum.

"Her şeyi planladın yani?"

"Kim Chin, onu tanımıyorum, Yağız planladı."

Öfkem göğsümle midem arasından bir yerde sıkışıp fokur fokur kaynarken, "neden?" diye sordum.

Yutkundu. Alnında ter damlaları birikmişti. Belli ki canı yanıyordu.

"Beklemekten yoruldum," dedi, nefesleri hantal ve kesik kesikti. "Bir sıçan gibi o delikten o deliğe girmekten de. " Hazan'a bakıyordu yine. "Her şeyi açık açık konuşalım...bütün sorulara cevap vermeye hazırım."

Kısa fakat derin bir sessizlik oldu. Ardından, Hazan bir adım öne çıkıp başını yerden kaldırdı. Kabanının sallanan eteklerinden titrediği fark ediliyordu.

"VASÖ ajanı olduğun doğru mu?"

Gözleri Hazan'a bakarken ışıldıyordu. Belli belirsiz gülümsedi.

"Kâğıt üstünde öyleyim. "

"Yani?"

"Bana nasıl yaklaşacağına iyi ya da kötü hangi tarafta olduğuma göre mi karar vereceksin?"

"Başka türlü nasıl yapabilirim? Senden nefret ederek geçirdiğim altı yılın yerine koyabilmem için bana bir şey vermelisin."

Yine bir karganın cıyaklaması doldu kulaklarıma. Mağaranın içi karanlık denebilecek kadar ışıktan yoksundu. Dar girişte duran herifler bu ışıksızlığı bir parça daha artırıyordu. Hazan'ın korkak sesi zihnimde bazı şeylerin yerini değiştirip kimyasını bozarken aramızdaki mesafeyi kapatıp sırtını göğsüme yaslamasını sağladım. Ali'nin, o altı yılın yerine koyacak bir şeyi yoktu. Bunu gözlerine çöken karanlıktan anlamıştım. Hazan içinse istediği her şeyin yerine koyabileceği bir ben vardım. Ali'ye karşı beklediğim kadar duygusal yaklaşmıyor olsa da içindeki fırtınanın, umutla umutsuzluğun sınırındaki dengesiz köprünün ucunda durduğunun farkındaydım.

"Ne bekliyorsun? Elimi asla kana bulamadığımı söylememi mi?" Başını duvardan ayırmadan sağa sola salladı. "Yapmam," dedi. Bu onun da canını yakıyor gibiydi. "Altı yıl...senin tanıdığın Ali olarak kalmak için çok uzun. Keşke aksini söyleyebilsem, ama ben hâlâ senin nefret ettiğin Ali'yim."

Elimi daha sert sıktı.

"Ama...VASÖ ajanı olduğunu söyledin."

Gözlerini yumdu. Bir süre öylece durdu. Ve sonra yavaşça kirpiklerini aralayıp devam etti. "Bilmen gereken ilk şey şu; hiçbir örgüte kendi rızam ya da birilerine duyduğum öfkeyle katılmadım. Mahsun ağa sana ne söylediyse yalan. Yanına, Ankara'ya gelebilmek için canla başla ders çalışıyordum. Gerçek babamın kim olduğu umrumda bile değildi. Çok canım yandı, ama sen vardın ve biliyordum ki babamın kim olduğu benim gibi senin de umrunda olmazdı."

Hazan sırtını göğsüme bastırıp, "o zaman niye arayıp konuşmadın benimle?" dedi. Sesi titriyordu.

"Dedim ya umrumda değildi."

"Gerçekten mi?"

Yarım saniye duraksayıp, "tamam, biraz umrumdaydı," dedi. "Sana söylemeyi hiç düşünmedim."

"Neden?"

"Çünkü bu gerçeği kabullenmeye niyetim yoktu. En kısa zamanda senin yanına gelebilirsem kabullenmeme de gerek kalmayacaktı, ama bir gün VASÖ çıktı karşıma. Gerçek babamdan bahsetti. Mehmet...babamın kurduğu bir örgüt olduğunu söyledi. Öz babamın sana zarar vereceğini, seni korumak istiyorsam onlara katılmam gerektiğini söyledi. Babamın, Mehmet babayla arasındaki husumetten bahsetti. Öz babamın eski bir savcı olduğundan, görevini kötüye kullanarak yaptığı yolsuzluklardan, Mehmet babanın ölümünde parmağı olabileceğinden söz ettiler. Kabul ettim, çünkü içimde uyanan intikam duygusuna karşı koyacak safhayı çoktan geçmiştim. Bir yıl boyunca gece gündüz demeden VASÖ'de, yani Ankara'da eğitim gördüm. Bir iki kez seni uzaktan izledim ama bir gün Istanbul'a döndün. Peşine Yağız'ı taktım, her anından, çektiğin acıdan, bana duyduğun nefretten, annemin sana yaptığı eziyetlerden, uğradığın...tacizlerden tutta, o tecavüz olayına kadar her şeyi biliyordum. İntihar ettiğini duyduğumda artık geri dönmek için çok geçti. Babamın yanına gönderilmiştim. Bir uyuşturucu laboratuvarının başındaydım. Garip giden şeyler vardı, babamın beni çok çabuk kabullenip güvenmesi gibi. Ama VASÖ sorgulamayınca ben de sorgulamadım. Sonra bir gün Yıkımcılar buldu beni."

Burada sözlerini yarıda kesti. Anlattığı şeylerden çıkardığım tek bir şey vardı, o da Fatih Aydın denilen itin bile VASÖ'nün köpeği olduğuydu. Yağız itinin yıllarca benimle birlikte Hazan'ın peşinde gezmiş olmasının üzerine sonra düşebilirdim, ama şu an mesele ablamın ölümündeki suçluların cezasız kalmasına neden olan o itti.

"Yıkım ajanları mı?"

"Evet, onlar. O gün anladım ki bunca yıl inandığımız her şey yalanmış. VASÖ senin de benim de peşime o kod yüzünden düşmüş. Yıkımcıların bana ulaştığını öğrenince de eşkâlimi devlete vermişler. Neden babama öldürtmediler bilmiyorum, ama tahminimce senin Şırnak'a gelişin beni öldürmelerine engel oldu."

"Tarihler tutmuyor," diyerek araya girdim. "Senin eşkâlin bizde üç yıldır var, Hazan buraya geleli daha dün bir, bugün iki."

"Bilmiyorum, ben Yıkım ajanlarını dört yıldır tanıyorum. Neden şimdiye kadar doğrudan öldürmek yerine böyle dolaylı yollar seçtiler bilmiyorum..."

"Yalan söyleme," dedim. "Yıkım ajanlarını tanıyorsan 100. üstün kim olduğunu da biliyorsundur. Onun tarafından korunduğunu söylemene engel olan ne?"

Başını duvardan ayırıp yüzüme baktı. Gerilmişti.

"Mehmet babanın videosunu mu izlediniz?"

Hazan başıyla onayladı.

"Sadece Yaren'in elindeki evraklara ulaştığınızı düşünmüştüm."

"Fark eder mi? İkisi de aynı şeyi söylüyor."

"Na-nasıl?"

"Babamızın infaz edilmeden önceki sorgu raporlarında, ailem 100. üstün koruması altındadır, eğer onlara dokunursanız yıkım projesi kendini gerçekleştirecektir, yazıyor."

"100. üstün kim olduğunu biliyor musunuz?"

O an aniden duyulan bir el silah sesiyle Hazan çığlık attı. Hızla arkama alıp silahın kimin elinde patladığını anlamaya çalışırken belimdeki silahı çıkardım. Girişe doğrultuğum da Ali de silahını çıkarmıştı. Sağdaki itin yere düştüğünü gördüm. Diğer adam bir noktaya bakarken Yağız iti görüş açıma girdi. İçeriye girmeden önce kafasına sıktığı adamın cebinden dinleme cihazını aldı. Yanındaki adama dönüp, "sen de onlardansan beni uğraştırmadan sık kafana," dedi.

"Yo-yok değilim, Ali başkana ihanet etmem ben. "

Yağız iti telefonunu çıkarıp ekranına birkaç kez dokunduktan sonra adamın üzerinde belirli bir mesafede gezdirdi. Ali ayağa kalktı. Hazan arkamdan çıktı.

"Temiz," derken telefonu cebine soktu.

"Noluyor, VASÖ mü yine?"

"Öyle görünüyor, iyi misin?"

Yağız, Ali'nin yanına gidip kalktığı yere oturmasına yardımcı oldu.

"İyiyim."

"Terlemişsin. "

"Sızlıyor biraz. "

Yere çökerken, "dur bir bakayım," dedi.

Ali engel olup, "şimdi sırası değil," dediğinde aralarında sağlam bir bağ olduğunu görmemek mümkün değildi.

"Beni beklemeni söylemiştim. Çok zorluyorsun kendini. "

Hazan'a baktı. "Onu görmem gerekiyordu."

"Değdi mi bari?"

Sesinde imalı bir tını vardı. Hazan'ın Ali'yi anlamayacağı üzerine bir yargıydı sanki bu. Eğer öyleyse bundan haz etmemiştim. Ortada katledilen canlar, koca bir vicdan yüküyle geçmiş 6 yıl, hayatı boyunca yemediği darbe kalmamış bir kız vardı. Bir şeylere değdiyse de değmediyse de bu Hazan'la ilgili olamazdı. İnsanların kendi acılarını yüceltip başkalarının acılarını küçümsemesine tahammül edemiyordum. Hele de mevzu Hazan'sa.

"Yağız. "

"Tamam, demedim bir şey."

Doğrulup duvara yaslandı. Kollarını birbirine kavuşturdu. Kırdığım elindeki askıyı çıkarmış olsa da sargı duruyordu.

"Ne o yüzbaşı? İyileşiyorum, hoşuna gitmedi mi?"

"Şimdilik hoşuma gitmeyen bir şey yok, olursa yine hesaplaşırız."

Güldü.

"Şu konuyu bir netleştirelim artık," dedi. "Karına hiçbir zaman aşık olmadım."

"Anlamadım?"

"Anlaşılamayacak bir şey yok. Hazan'a hiçbir zaman senin sandığın gibi bir gözle bakmadım. Aksine, kardeşimin kardeşi olduğu için onu hep kardeşim olarak gördüm. Sürekli çevresinde gezinmeme bir kılıf uydurmam gerekiyordu, senin ona aşık olduğumu sanman işime geldi." Elini gösterdi. "Yer yer oyun tehlikeli bir hâl alsa da öfkeden deliye dönmelerini izlemek keyifliydi."

Yüzündeki eğlenir ifade asabımı bozsa da Hazan'a karşı bir şeyler hissetmemesi üzerimdeki gerginliği biraz olsun hafiflemişti. İyi bir yalancıydı, bunca zaman gerçekten Hazan'a benim baktığım gözle baktığını düşünürken katil olmanın eşiğinde geziniyordum. Şu an ise maskesini tamamen indirdiği Hazan'a ve Ali'ye olan aynı derinlikteki bakışlarından belli oluyordu.
Ama yine de, "o gün neden elini tuttun lan o zaman?" diye sormaktan kendimi alamadım. Bunun beni çıldırtacağını ve başına gelecekleri bilmesi gerekiyordu.

"Ben istedim," diyen Ali'ydi. "Yağız'ın ilgilenmesi gereken başka işler oluyordu. Hazan'ın savunmasız kalmasını istemedim," derken gözlerinden geçen ifade bana babamdan haberdar olduğunu düşündürdü. "Onu en iyi koruyacak kişinin sen olduğunu biliyordum ve ayrılmanız işime gelmedi. Yağız'a öyle bir şey yap ki yüzbaşı Hazan'dan daha fazla uzak duramasın, dedim. Bana ölüme yürü diyorsun yani, dediğinde neyden bahsettiğini anlamasam da hastanede olduğunu öğrenince bir şeyleri idrak etmem zor olmadı. "

"VASÖ mü yaptı sana bunu?"

Hazan'ın sek bir ciddiyete bürünen sesinde içinde bir şeylerin kırılmaya başladığını belli eden çıtırtılar duyuluyordu. Yağız'ın yüzündeki alaycı ifade dağıldı, Ali kararsızca Hazan'a baktı.

Bense her ne kadar onu her şeyden herkesten korumaya çalışsam da, öylece durmaktan, hep yenilip ezilen tarafta olmaktan, sevdiklerini koruyamamaktan, VASÖ'nün hayatının içinden geçme hakkını teklifsizce kendisinde bulmasından duyduğu nefretin ruhunda yaktığı ateşin kıvılcımlarının gözlerinden fışkırdığını görürken o kıvılcımlardan nasibimi aldım. Ona engel oldukça bana öfke duymalarının, sürekli ağlayıp küçük meydan okumalarla karşımda durmalarının sebebi de buydu. Ama biz ne bir filmin başrolü, ne bir dizinin ölümsüz karakterleri, ne de bir kitabın asla yenilmeyen kahramanlarıydık. En ufak bir hatada, Hazan'a ya da hayata karşı gösterdiğim tek bir zafiyette elimdeki her şeyi kaybedebilirdim. Kim olursan ol, kader asla bir yazar kadar merhametli değildir.

"Sona yaklaştıklarının farkındalar. Ve bir sebepten o sonun bizim elimizde olduğunu düşünüyorlar. Artık mesele kod ya da para değil. Dertleri onlara ayak bağı olan herkesi kılıçtan geçirmek. "

Gözlerindeki hayal kırıklığı, merhamet, öfke ve intikam ateşi iç içe geçip gözlerinin rengini bir kuyunun karasına boyarken, "kodun kimde olduğunu biliyor musun?" diye sordu.

"Bilmiyorum, Yıkımcılarda değil, bildiğim tek şey bu."

"Onlarla konuşmak istiyorum."

"Mümkün değil," diyen Yağız'dı. "On kişilerdi, beşi öldürüldü. Geriye kalanlar saklandıkları yerleri birbirlerinden bile saklıyorlar."

"Ama babam kodun onlarda olduğunu söyledi."

"Kod onlarda değil, muhtemelen 100. üstte."

"Onu tanıyor musun?"

Ali'yle Yağız birbirlerine baktılar. Bir şeyler bildikleri belliydi. Her ne biliyorlarsa söylemekte tereddüt ediyorlardı.

"Araştırıyoruz," dedi Yağız. "Elimizde bazı ipuçları var."

"Biz ona ulaşana kadar ortaya çıkmayacak. Yıkım ajanları böyle söyledi."

"Onlar kim olduğunu biliyor mu?"

"Hayır, kriptolu bir telefon üzerinden gerektiğinde iletişime geçiyorlar, fakat kimse kimseyi tanımıyor."

Hazan sıkıntılı ve yorgun bir nefesi alıp verdi. Aynı duyguları hissediyorduk ama ben Ali'nin, dertleri onlara ayak bağı olan herkesi kılıçtan geçirmek, dediği yerde takılı kalmıştım. Hazan'a dokunmak gibi bir hataya düşmeseler iyi ederlerdi. Kılıçların sadakati yoktur, düşmanın eline geçerlerse sahiplerini de keserler.

"Anlamıyorum, neden? Bunu neden yapıyorlar?"

"Anlaşılamayacak bir şey yok, çünkü anlaşılacak bir şey yok. Aklı başında olan hiç kimse o kadar gücü, parayı ve ayrıcalığı kaybetmek istemez, bundan yararlanan ekabiler de. Tarih kanla yazılır, ve şimdiye kadar yazılan hiçbir tarihte vicdana asla ters düşmeyecek tek bir gerekçe yoktur."

"Güç için yani?"

"6 yıldır buradayım. Neler gördüğümü bir bilsen aklın hayalin durur. Ama sadece şunu söyleyeyim, TKÖ'yü VASÖ yönetiyor. "

"Ne?"

Yağız araya girdi.

"Kısa bir açıklık getireyim; TKÖ diye bir örgüt yok aslında. VASÖ terör yandaşı bir örgüt de değil. Sadece devletin elinde olsa birkaç çıbanbaşı örgütü maziye gömecek bazı deliller VASÖ'nün elinde. Onlar da bu delilleri devlete vermek yerine terör örgütlerini kendi çıkarları için kullanmak üzere kullanıyorlar. Devlet VASÖ'den bu delilleri istiyor. Mesele şu ki VASÖ'nün de devletten istediği bazı şeyler var ve bu yüzden ne müttefik ne de muhalif olabiliyorlar."

"Ama az önce devletin VASÖ'nün gücünden yararlandığını söyledin?"

"Söyledim, doğru. Seçenekler erdemli insanlar için vardır. Ve hâlâ bizi VASÖ'den kurtarabilecek tek kuruluş devlet."

Hazan elini elimden çekti. Sesindeki sıkışmışlığı hissettiğim için bıraktım. Yüzüne dökülen saçlarını itip arkasını döndü. Çıkışa doğru yöneldi. Cebinden astım spreyini çıkardığında peşinden gittim. Yerde cansız bir şekilde yatan itin yanından geçip mağaradan birkaç adım uzaklaşarak durdu. Bir kayaya oturdu. Spreyi dudaklarına götürüp birkaç kez sıktıktan sonra dolan gözlerini kapatıp derin derin nefesler aldı. Önüne çöktüm. Bacaklarının üzerine koyduğu elini tutup öptüm.

Gözlerini açıp gözlerime baktığında yağmur çiselemeye başlamıştı. Saç tellerine hafifçe dokunan bir rüzgar esiyordu. Muhtemelen aynı karga bir kez daha cıyakladı. Yüzü solmuş, gözleri bitkin bir hâle bürünmüştü. Korkuyordu ve ben buna engel olamıyordum.

"Hazan..."

"Ne olacak böyle? Nasıl baş edeceğiz VASÖ'yle? Oğuz hapiste, onlara karşı bir şey yapsam annem, ablam...sen, ailen...çok yoruldum artık. "

Dudaklarından kopan hıçkırıkla başı önüne düşerken askıdaki koluna dikkat ederek sıkıca sarıldım. Saçlarını sevip öptüm.

"Ağlama, halledeceğiz...senin üzerine yemin ederim ki bulacağım bir yolunu."

"Fı-Fırat..."

"Şşş, Fırat kurban olur sana."

Olurdum. Son nefesime kadar aldığım, alacağım bütün solukları feda ederdim ona. Yeter ki mutlu olsun, yanımda kalsındı. O minik ellerini tutarken her derde bir çare bulabilirdim, ama bu hâli toprağımı yağmursuz, yazımı gölgesiz bırakıyordu.

"Hilâl."

Ali'nin sesiyle ayrıldık. Ona Hilâl deyişi Hazan'ı afallatmıştı. İçimdeki kıskançlığın yakıcı esintilerini görmezden gelmeye çalıştım. Önünden doğrulup ayağa kalması için elini tuttum.

"A-Ali. "

Güçsüz ve her an incinmeye müsait narin sesiyle beline sarılıp göğsüme yasladım.

Ali yüzündeki tebessümle yanında duran Yağız'a kısa bir bakış attı. Hazan'ın ona adıyla seslenişinden duyduğu mutluluğu onuna paylaşıyor gibiydi. Yağız elini Ali'nin omzuna koydu.

Ali, yeniden Hazan'a bakıp, "korkma," dedi. "Tek başına değilsin artık. Hiçbir zaman değildin, ama şimdi bunu bilerek ayrılacağız. Ne sana, ne yüzbaşı ve ailesine, ne de annemle ablama bir şey olmasına izin vermeyeceğim..."

"Bunu bize sen yaptın..."

Ali böyle bir şeyi duymayı beklemediği için bocaladı.

"Bakma bana öyle. En başından, Mahsun Türkoğlu'yla konuştuğun an aramalıydın beni. Ya da VASÖ yanına geldiğinde. Neyin, kimin kahramanı olacaktın ki?! Babam öldü, öldürüldü...ne fark ederdi?! İkimiz birlikte yeni bir hayat kurabilirdik!"

"Babamızın katili elini kolunu sallayarak özgürce gezerken mi?"

Kollarımdan çıkıp Ali'ye doğru yürüdü.

"Evet, tam da öyle. Sen altı yıldır buralardasın, ama ben 11 yıldır sokaklarda, iki yıldır da adliye koridorlarındayım. Gerçek şu; adaleti hak edenler için adalet diye bir şey yok."

"Defalarca kez adaleti yerine getiren biri olarak mı söylüyorsun bunu?"

"Bir suçlunun mezara girmesi ya da hapse, adaleti sağlamaya yetmiyor...Ali. Ben mahkeme salonundan çok mezarlık gördüm. Ve içimden bir ses...yine aynı şeylerin olacağını söylüyor. "

"Ne yapalım peki, vaz mı geçelim?"

"Biz çoktan vazgeçtik. Sadece henüz neyden vazgeçtiğimizi bilmiyoruz."

Ali, Hazan'a bir adım attı.

"Eğer...kaybetmekten korktuğun şey bensem...korkma. Ben artık..."

"Biliyorum, sus."

Sonda sesi titreyerek kısılıp duyulmaz bir hâl alırken taşların arasından geçip koşarak yamaçtan inmeye başladı.

"Hazan!"

"Dur, konuşmamız gereken şeyler var."

Kolumu Yağız'ın elinden sertçe çektim.

"Hasta," dedim. "Kolu askıda, tek başına bırakamam."

"İki dakika dur, Kim Chin etrafta bir şey olmaz. Çok vaktimiz yok zaten, VASÖ aramıza adam sızdırdığına göre bu görüşmeden haberi var. Daha güvenli bir görüşme ayarlayana kadar şimdilik bilmen gerekenleri bil."

"Tamam, söyleyin ne söyleyecekseniz."

Ali boş gözlerle Hazan'ın gittiği yöne bakarken Yağız, "lafı uzatmanın alemi yok," dedi. "Babanı VASÖ'nün isteği üzerine TKÖ hapisten kaçırdı. Devletin neden bir şey yapmadığını söylemeye lüzum yok heralde."

Aklım Hazan'daydı. Duyduğum şeylere dikkatimi güç bela verirken kayaların ardında gözden kaybolan yoldan gözlerimi çekip Yağız'a döndüm.

"Ne?"

"Sakin ol. Hazan'ı kontrol altında tutmak için Oğuz'u hapse attılar, bu aynı zamanda Hazan'ı onlara mahkum edip psikolojik tahakküm altında tutacaktı. Binbaşı Kenan Karadağlı ve Dilek Bayram hepsi VASÖ'nün emrindeydi. Hazan Şırnak'a geldiğinden beri gerçekleşen olayların çoğu da öyle. VASÖ istedi, TKÖ yaptı. Çoğu Hazan'ı oyalamak içindi. Hazan Oğuz'u kurtarmak için VASÖ'den bağımsız hareket etmeye başlayınca da işler çığrından çıktı. Babanı seni VASÖ'ye alırken arada bir güven bağı kurmak için dışarıya çıkardılar. Ortak bir amacınız olmalıydı. Ya da sen VASÖ'nün güvenilir olduğuna inanmalıydın. Mehmet beyin ölümünün Fatih Aydın'la bağlantılı olmasının, daha doğrusu sana öyle söylenmesinin sebebi de buydu. Ortak bir bağ kurmak. Böylece seni Hazan'a karşı kullanabileceklerdi. Hazan burnunun dikine gitmek istediği her saniye sen ona engel olacaktın. Hazan'ın senin gibi kontrolcü ve baskıcı bir kocası olacaktı, aranızda sırlar olacaktı. Tüm bunları Hazan Ali'ye ulaşmasın diye planladılar. Uzatmaya gerek yok, sen zeki bir adamsın, boşlukları kendin doldur. Bilmen gereken iki şey var; VASÖ babanı kullanarak bir şeyler planlıyor, ne olduğunu bilmiyorum. İkincisi..."

"Ne?! İkincisi ne?!"

"100. üst...deden olabilir."

Beynime bir havan topu mermisi çarpmış gibi sarsıldım. Gözümün önü sislerle kaplanırken kulaklarım uğuldadı. Bütün sesler, görüntüler birbirine girdi. Omuzlarıma koca bir ağırlık bindi. Bu savaşın başı mı sonu mu anlayamadım, zira her ikisinde de böylesine karanlık ve gürültülü bir sessizlik olurdu.

"Yüzbaşı iyi misin?"

"Ben...anlamadım. Nasıl yani?"

"Tam olarak anladığın şeyleri söyledim. Kesin bilgi değil, gerçek bu demiyorum. Araştırıyoruz. Sakin ol ve bizden haber bekle."

"Hazan'a bir şey söyleme."

Ali'nin ölgün sesinden çıkan bu kelimeler o an sikimde bile değildi. Hazan'a söylemek bir yana dursun daha ne olduğunu kendim bile anlayamamıştım ki. Yer ayaklarımın altında balçık gibi eriyip bir bataklığa dönüşüyordu. Zihnim laçkalaşmış, varlığım bilincimden azade bir hâl almıştı.

Tek kelime daha etmeden ağırlaşan bacaklarımı zorlayıp yamaçtan aşağı inmeye başladım. Ara ara başım dönerken kayalara tutundum. Boşlukları doldurmak için önce aklımı toparlamam gerekiyordu. Bunun içinse Hazan'ı güvence altına almalıydım. Göğsüm daralırken ceketi çıkardım. Adımlarım hızlandı. Yağmur bastırıyordu. Yanından geçtiğim harabe evin önündeki elma ağacından bir karga kanatlanıp uçtu. Sanki lanetli bir şeyin önünden geçiyormuş gibi daha da hızlandım. Elimdeki ceketi sıktım. Bir tabutun içine canlı canlı konulup üzerime kürek kürek toprak atılıyormuş gibi ruhumun derinliklerinde bir yerlerde bir şeyler çırpınıp tabutun kapağına vuruyordu. O şeyin öfkem olduğunu biliyordum. Yakıp yıkmak istediğini, tek bir insanın dahi sahiplenmediği bu yerle bir olmuş köyü bir kez daha yerle bir etmek istediğini, elinde bir kibrit ve benzin dolu bidonla beklediğini biliyordum. Bir prangadır ki boynumdan yıllardır çözülmüyordu. Bir acıdır ki dinmiyordu. Bir gece yarısı elimdeki ekmek bıçağıyla babam olacak şerefsizin yattığı odanın kapısında beklediğim anı hatırladım. İkinci kez aynı yerde, aynı bıçak ve aynı nefretle oradaydım. İlkinde ablam henüz ölmemişti ve ben o itin...ablamı...duş alırken...yapamadım. Dokuz yaşındaydım daha, bir şeylerin yanlış olduğu dışında hiçbir şey bilmiyordum. İkincisinde ablam öleli üç ay olmuştu, o it anneme, bir horoz kes de yiyelim, dediğinde ablamın kanının aktığı yer gözümün önüne gelmişti. Bu sefer birçok şey biliyordum, bir şeylerin yanlış olduğundan daha fazlasını. O gün annem tuttu beni. Ne yaptığımı sordu. Cevap veremedim. On yaşında bir çocuk baba katili olmayı arzuluyorsa ne yaptığının sorulması gereken başkaları olabilirdi.

Yıllarca yanıp tutuştum bu arzuyla. İçimde bir şey kana susamıştı. Aklım ermeye başladıkça geçmişe dair fark ettiğim gerçekler beni hapsolduğum dört duvarın arasında delirtmeye başladı. Kendime hakim olmak için verdiğim çaba nefretle birlikte öfkeye dönüştü. Katil olamazdım...peki ne olacaktım? Okuldaki çocuklarla ettiğim kavgalar, zaten zorla tutuluyormuş gibi okula ayak sürüyerek gelen öğretmenler...herkes öfkemden nasibini alırken artık deli Feyyaz'ın oğlu da delirmişti. Sonra güneşle aram bozuldu ve bir gün fark ettim ki beni takip etmeyi bırakmış. Yerdeki gölgemin elinde artık bir dal değil, ucu keskin bir bıçak var. Düşmanlar değil karşımdakiler, damarlarımda kanının dolaştığı öz babam. İçimdeki mazlumu koruma isteği değil, katıksız bir intikam.

Oğlum ne oluyor sana, Fırat bir sakin ol, Fırat anneni çağır, yarın okula gelsin, abi korkuyorum, anne dayım kime sinirlenmiş, asker kendine gel...Gelemiyorum. Bütün bir dünya ağzıma sıçıyor ve hiç kimse bana konuşup öfkemi kusma hakkı vermiyor. Boşver be oğlum, ne o gözlerin mi doldu, ağlayacak mısın lan, yeter içme bu kadar, ne bu hemen eve kaçmalar, daldın, aşık mısın lan, erkek adam kan kusar, kızılcık şerbeti içtim der, sen bir evlen ben göreceğim seni, kolay mı öyle çenesi sağlam kadına rahat bırak beni demek, çekilir adam değilsin valla...

Gözlerimden süzülen yaşlar yağmura karışırken arabanın önünde bekleyen karımın yanına vardım. Aramızda birkaç adım kala koşup belime sarıldı. Vakit kaybetmeden tek kolumla sıkıca kavrayıp araca doğru yürüdüm. Ceketin cebinden anahtarı çıkarıp kapıları açtım. Hazan'ı araca bindirip sorduğu soruları duymazdan gelirken şoför koltuğuna geçip ceketi arka koltuğa atarak motoru çalıştırdım. Geldiğimiz yöne dönüp bir iki kilometre ilerledim. Hazan artık soru sormuyor, beni izliyordu. Küçük bir tepenin ardına kıvrılan yolda durdum. Nefessiz kalmış bir hasta gibi karımı hızla kucağıma alıp dudaklarına yapıştım. Kollarımdan kurtulmaya çalışırken kendini biraz geri çekmesine izin verdim.

"Fırat..."

"Şşş, öp beni."

Eli yüzümdeki yağmur damlası sandığı ıslaklığı silerken alnıma dökülen saçları geriye doğru itti.

"Bir şey mi oldu? İyi misin?"

Alnımı alnına dayadım. Başımı sağa sola sallarken, "değilim," dedim. "Soru sorma, sadece öp beni. "

Gözlerimin içine baktı. Başını hafifçe yana eğip üst dudağımı yavaşça dudaklarının arasına aldı. Birkaç küçük öpücükle bana istediğimi verdiğini düşünürken nemli saçlarına daldırdığım elimle dudaklarını dudaklarıma mühürleyip bel oyuğuna inlemesine neden olacak kadar sert bir baskı uyguladım. Genelde canını yaktığımda sinirlenip benden uzaklaşmaya çalışırdı ancak bu sefer yüzümdeki elini çekip kolunu boynuma sardı.

*********

Hava yağmurlu olduğu için acemi birliğindeki eğitimi spor salonunda vermiştim. Günlük raporu albaya teslim ettikten sonra eve gitmiş, dün unuttuğumuz B12 iğnesini vurdurmak için Hazan'ı alıp hastaneye götürmüş, evde birlikte hazırladığımız yemeği yedikten sonra koyun koyuna yatmıştık. Bu süre zarfında Yağız ve Ali'nin anlattığı şeyler üzerine uzun uzun düşünmüştüm. Bazı boşlukları doldurmak kolay olsa da bazıları dolmamak için direniyordu.

VASÖ Hazan'la Ali'nin peşine kod için düşmüştü. Bir yandan Hazan'ı izlerken diğer yandan Ali'yi onlara katılması için ikna etmişlerdi. Böylece Mehmet beyin çocuklarını emanet ettiği 100. üst de ortaya çıkacaktı. Hazan intihar etmeye kalkışınca onu yanlarına almışlardı, tesadüf odur ki Ali'nin Yıkım ajanlarıyla tanıştığı tarihle Hazan'ın VASÖ'ye girdiği tarih çakışıyordu. Bir tarafı kaybedince diğer tarafı kontrol altında tutmak istemiş olabilirlerdi. Yıllarca Mahsun Türkoğlu'nun başlatıp VASÖ'nün devam ettirdiği bir yalan sonucu Hazan Ali'nin gerçek bir terörist olduğuna inanmıştı, benim için hâlâ öyleydi, kötü biri olmak için kötülük yapmak yeterliydi. VASÖ Hazan Ali'ye ulaşamasın diye suni gündemler oluşturmuştu. Aslı ve Yaren planlarını bozdukça, Hazan onlara tam olarak itaat etmedikçe, Ali Hazan'a ulaşmaya çalıştıkça da ellerini kirletmekten geri durmamışlardı. Kenan Karadağlı, Dilek, Fatih Aydın, Mahsun Türkoğlu...Ömer ağa herkes iyi ya da kötü bu işin içindeydi. Oğuz'un hapse girişi, babam olacak şerefsizin başımıza musallat oluşu bu boktan oyunun bir parçasıydı. Olan Hazan'a oluyordu, bu işin sonu hiç iyiye işaret değildi, bir çözüm, bir çıkar yol olmalıydı ama nerede?

Komodinin üzerinde çalan telefonla Hazan göğsümde rahatsız mırıltılar çıkartırken uzanıp aldım. Sado arıyordu. Aramayı yanıtladığımda Hazan diğer tarafa döndü.

"Alo?"

"Nerdesin?"

Hâlâ bozuk atıyordu. Oysa ki Hazan'la arama girmeye çalışmamasını defalarca kez söylemiştim.

"Evdeyim."

"Memduh'un düğününe gelmiyor musun?"

Dün sabah Feyzullah söylemişti, ama aklımdan çıkmıştı. Sıkıntılı bir nefes alıp doğruldum. Gitmemek ayıp olurdu şimdi. Aynı birlikte olmasak da tertibim sayılırdı. Dara düşünce birbirimizin yanında olmamız bir telefona bakardı.

"Aklımdan çıkmış," dedim.

"Şaşırmadım."

Sesindeki imayı görmezden gelip, "neredeydi düğün?" diye sordum.

"Mesaj atarım," diyip telefonu kapattı.

Hazan'a döndüm. Onu da götürmek istiyordum ama uykusundan ayrılıp gelmek ister miydi bilmiyordum. Üzerine eğilip saçlarımı öptüm.

"Yavrum."

Yorgana iyice sarılıp yüzünü yastığa gömdü. Dudaklarımı omzuna bastırdım.

"Hazan."

"Hı?"

"Düğüne götüreyim mi seni?"

"Hı?"

"Bir arkadaşın düğünü var, gitmezsem ayıp olur şimdi, gelir misin benimle?"

Sırtüstü uzanıp yavaşça gözlerini açıp ellerinin tersiyle ovalarken "düğün mü?" dedi. Uyku mahmuru çocuksu ve tatlı sesi ilgisini çektiğimi belli ediyordu. Kızarıp şişmiş olan dudaklarını öpüp, "hı hı, düğün," dedim. Boynuna gömülürken, "götüreyim mi seni?" diye sordum.

Yanağımı öpüp sarılırken, "götür," dedi. Belini tutup kucağıma aldım. "Gel bakalım."

Banyoya sokup elini yüzünü yıkadım. Hâlâ çok uykusu vardı ama bir yandan da benimle gelmek istediği için bir şey diyemiyordum. Ona bir şey söylemeden gitseydim eve dönünce yüzüme bakmazdı. Hem belki biraz kafası dağılır, yüzü gülerdi.

Banyodan çıkıp dolaba yönelirken ışığı yaktı. Dolabın kapağını açıp bir süre karşısında durdu. Kırmızı bir elbiseyi askıdan alıp bana gösterdi.

"Bunu giysem kızar mısın?"

Eteği uzun, kolları kapalı bir elbise olsa da gerdanı çok açıktı. Göğüsleri küçük olsa belki bir şey demezdim ama bu elbiseyi giydiğinde ortaya çıkacak olan manzarayı az çok tahmin edebiliyordum. Yanına gidip beline sarıldım. Alnını öpüp elbiseyi elinden alarak yerine koydum. Geçen gün mağazaya gittiğimizde bana seçtirdiği elbiselerden açık mavi, kolları fırfırlı olanı alıp ona uzattım.

"Bunu giy."

"Tamam."

Sabah o dağ başından döndüğümüzden beri aramızda en ufak bir sürtüşme dahi yaşanmamıştı. Ne desem kabul ediyor, onu öptüğümde karşılık verip dokunduğumda geri çevirmiyordu. Yan yan yanayken dibimden ayrılmıyor, ben ona gelmeyince o bana geliyordu. Şu ana kadar ağlamamıştı, fakat durgun ve kendi kafasının içinde bir yerlerdeydi. Bu hali hoşuma gitmiyordu, kavga etsek daha iyiydi.

Elbiseyi elimden alıp yatağın diğer tarafına geçti. Beyaz atletini çıkarıp şortunu bacaklarından sıyırdı. Katlayıp yatağın üzerine koyduktan sonra yanıma gelip beyaz bir sütyen alarak geri gitti. Gözlerim, böyle bir anda bile memelerine takılıp süt beyazı güzel bacaklarında gezinirken sütyenini takıp elbisesini giyene kadar onu izledim. Uzun elbisesi yerlerde sürünüp zaten kısacık olan boyunu iyice kısaltırken incecik beline tam oturup aşağılara doğru açılıyordu. Tekrar yanıma gelip beyaz bir şort ve sivri burun, bağcıklı, topuklu bir ayakkabı aldı. Şortunu giyip ayakkabılarını küçücük ayaklarına geçirdikten sonra saçlarını düzleştirip kulaklarına pırlanta küpeler takıp dudaklarına kahverengi bir boya sürdü. Kirpiklerini kıvırıp aynadan bana baktı.

"Beni izlemeyi bırakıp giyinsen mi acaba?" dedi.

O an odanın ortasına mıhlanıp gözlerimi bir saniye olsun ondan ayırmadığımı fark ettim. Gül kokulu kremini sürünürken yanına gidip beline dolandım. Boynunda derin bir nefes alıp, "çok seviyorum seni," dedim. "Allah belamı versin ki çok seviyorum. "

Kollarımın arasında dönüp ellerini göğsüme koydu.

"Fırat konuşma şöyle," dedi.

Pürüzsüz, bembeyaz tenindeki ateş parçası gözleri, etli, dolgun dudakları, minik burnuyla öyle bir şeydi ki yumuşacık tatlı yüz hatları, masum saflığıyla insanlığın el değmemiş en kadim hazinesini koruyan eşsiz güzellikteki bir peri gibiydi. Bir sanrı, bir seraptı sanki. Ruhumu büyülüyor, beni mest ediyordu. Deli gibi seviyor, sevdikçe de kontrolüm altında olmayan en ufak bir esintiden bile nem kapıyordum. İçimde bir sıkıntı vardı. Sebebini bu sabah olanlara bağlasam da içten içe başka bir şeyden kaynaklı olduğunu biliyordum. Ama o şeyin ne olduğunu anlayamıyordum. Tek bildiğim Hazan'ı gözümün önünden ayırmamam gerektiğiydi.

Dudaklarına uzandığımda kendini geri çekip, "dur, rujumu bozacaksın," dedi. Yüzüne böyle şeyler sürmesinden haz etmesem de bundan hoşlandığını gördüğümden bir süredir sesimi çıkarmıyordum. Zaten onu birçok yönden kısıtlıyordum ve o da ağzını açıp tek kelime etmiyordu. Birkaç ufak tefek şeyden bir şey olmazdı.

Burnumu burnuna sürtüp, "rujunu yesinler senin," dedim.

Güldü. Ömrüme ömür kattı da diyebilirdim. Ulan bir adam bir kadının dişlerine bile yanar mıydı? Ben yanıyordum.

"Yemesinler. Hadi git, değiştir üstünü. Ben de ojemi süreyim."

"Ne ojesi?"

"Oje işte, tırnaklarıma süreceğim."

Beni hipnotize eden kirpiklerinin kenarını öpüp, "fazla mı süslü olmaya başladın sen?" dedim. Göğsüme kıvrılırken, "olmayayım mı?" dedi. Böyle bana sokulup sırnaşırken nasıl olma derdim ki?

Beline dağılan saçlarını severken, "ol, ama ölçüyü kaçırma," dedim.

"Ben sana süsleniyorum," dedi. "O yüzden benim ölçüm sensin. İstemiyorsan sürmem."

İçimi çektim. Kokusu ciğerlerime serin bir bahar yeli bahşediyordu.

"Sür, ne sürüyorsan. Nasıl mutlu olacaksan onu yap. Bana göre değil, kendine göre yaşa, sınırı aşarsan ben gelir alırım seni, tamam?"

"Neyse ki sınır çok uzakta değil," dedi. Müsamaha gösterebileceğim şeylerin fazla sınırlı olduğunu biliyordu. Hazan'ı bunaltıp kısıtlamak, sıkboğaz etmek istemiyordum ama elimden gelen bundan fazlası da değildi. Zihnimdeki bazı setleri aşıp yıkamıyordum.

"Gülüm..."

"Kocam, önemli değil. Ben senin gölgende yaşamayı seviyorum. Sevmediğim bir şey olunca da söylüyorum zaten. Mutlu olmak için senin yanımda olmandan fazlasına ihtiyacım yok. Hadi, değiştir üstünü gidelim."

Göğsümde duran yaralı elini tutup öptüm. "Ölürüm sana."

"Fıraat."

Çenesini emip ısırdım.

'Şşş, tamam."

**********

Memduh Cizre karakolunda görev yaptığı için düğün de oradaydı. Düğün salonunun önüne gelince araçtan inip karımın kapısını açtım. Çantasını ve kabanını alıp inerken elini tuttum. Askı da olan kolu yüzünden rahat hareket edemiyordu. Kapıyı kapattığımda görevli vale gelip anahtarı aldı. Binadan içeriye girdik. Girişte bizi Memduh'un anne babası ve kız kardeşi karşılamıştı. Selâmlaşıp Hazan'la tanışmalarının ardından salona geçtik.

İçeride hafif bir müzik, ilk bakışta göz alan aydınlatmalar vardı. Birkaç çift pistte dans ediyordu. Kadın ve erkeklerin ayrı oturduğunu fark edince biraz canım sıkılsa da her yer asker, jandarma, polis kaynağından fazla mesele etmedim. Bizim tim de buradaydı, Dilek bile.

"Hazan."

"Efendim?"

"Gözümün önünden ayrılmıyorsun, dans etmek falan da yok. Çok durmayız zaten, tamam?"

Başını sallayıp, "tamam," dedi.

"Hazan!"

Bahar'ın sesiyle o tarafa döndük. Duvar dibinde bir masada annem, Zehra, Bahar, birkaç tanıdık kadın yüzü ve...Çiçek vardı. Bahar yanımıza gelip, "hoşgeldiniz," dedi. Eski uçarı kaçarı, neşeli hâlleri yoktu. Ama ısrarla Hazan'a yakın olmaya çalışıyor, böyle kendini daha iyi hissediyordu.

Hazan gülümseyip, "hoş bulduk," dedi.

"Gel bizimle otur."

İzin ister gibi bana baktı.

"Git hadi."

Elini istemeye istemeye bıraktım. Etekleri uçuşup saçları salınırken Bahar'ın yanında küçücük kalan meleğimden sandalyesine yerleşene kadar gözlerimi ayırmadım. Çicek'ten rahatsız olsam da annemin ters bir durumda müdehale edeceğini biliyordum.

"Ooo Fırat bey, sonunda teşrif ettiniz, gözlerimiz yollarda kaldı. "

Memduh'un her zaman güler yüzlü olan sesiyle gözlerim onu buldu. Elimi uzatıp tokalaşırken, "kusura bakma, aklımdan çıkmış, geç mi kaldık, kıyıldı mı nikah?" dedim.

Sırtımı sıvazlayıp, "yok daha kıyılmadı," dedi. "Yasemin'in ailesi gelmedi henüz, Şırnak'ta nerede buldurlarsa trafiğe takılmışlar. Nasıldı yollar?"

"Bizim geldiğimiz yolda bir şey yoktu. Damatlık yakışmış."

"Sağ ol. Darısı senin başına. Zor bu gidişle de, hayırlısı. "

Kısaca Hazan'a bakıp, "yakındır benim düğünüm de," dedim. "Enseyi o kadar da karartma."

Şaşırdı.

"Nasıl lan? Biri mi var?"

"Ohooo, ne birisi tertip? Çoktan imam nikahını kıyıp yüzüğü taktı bile," diyen Feyzullah'tı.

"Vallaha mı? Niye söylemiyorsun be oğlum?"

Feyzullah'ın gözünün kenarındaki morluğa bakarken, "denk gelmedi diyelim," dedim.

"Diyelim, diyelim," derken birkaç kez omzuma vurdu. "Eee nerede? Tanıştırmayacak mısın bizi yengeyle?"

"Bakarız."

"Burada mı?"

Kısaca başımla onayladım. Feyzullah yanımda durup elinin tersiyle karnıma vurdu.

"Sorun yok," dedi. "Kardeşiz biz. "

Ona attığım yumruktan pişman olduğumun farkındaydı.

"Eyvallah. "

"Noldu lan? Kavga mı ettiniz yine? Hadi canım, kim aldı?"

"Kes lan zevzekliği."

Memduh gözlerini kısıp yüzlerimizi incelerken, "bu mor ışıktan da bir şey belli olmuyor ki," dedi. O sırada arkamızdan gelen kadınlı erkekli seslerle koridora baktı. "Yasemin'in ailesi geliyor, ben masaya geçiyorum. Ama konuşacağız," diyerek gitti.

Feyzullah'la birlikte timin ve Sado'nun olduğu masaya geçtim. Bir süre sonra müzik kesildi. Nikahın kıyılacağını bildiren bir anons duyuldu. Feyzullah, "ben şahidim, gidip şu zibidinin başını bağlayalım hayırlısıyla," diyip masaların arasından geçerek gelinle damada doğru ilerledi.

"Nasip olsaydı ben de Oğuz'un nikah şahidi olacaktım, kader işte," diyen Yusuf'la arabada Hazan'la yaptığımız anlaşma içimde parçalara ayrıldı. Bu akşamı hiçbir şey olmamış gibi geçirecektik. Normal ve sıradan dertleri olan, basit bir hatasının bile bir cana mâl olmayacağı insanlar gibi. Bunu benden Hazan istemişti. Gerginliğimi, sürekli olarak sağı solu kontrol edip dikiz aynasından arkamızdan gelen araçları takip ettiğimi fark etmişti. Ve benden sessiz sakin bir gece geçirmek için söz istemişti. Ona göre ben bu isteğini kabul edersem hayat bize göre şekillenirdi, zannediyordu ki onca belayı başımıza benim gerginliğim açıyordu. Keşke öyle olsaydı, Hazan için, tıpkı onun cennet kokulu teni gibi pamuk kadar yumuşak bir adam olabilirdim. Ama anasını satayım olmuyordu işte.

Kadir, Yusuf'u uyarıp bana, "kusura bakmayın komutanım," dedi. Oğuz'un hâlâ hapiste oluşundan Hazan'ı sorumlu tutuyorlar, VASÖ gibi güçlü bir örgütün üyesiyken neden Oğuz için bir şey yapmadığını sorguluyorlardı. Dışarıdan yorum yapıp ahkam kesmek ne kadar kolaydı. Acıların hakkında en ufak bir fikri olmayan insanlar, asla senin bedenin ve senin çerçevenden olayları tecrübe edemeyecek olmalarına rağmen her şeyin gördükleri kadarından ibaret olduğunu sanarak seni yargılama ve bu yargı sonucunda sana nefret ve kızgınlık duyma hakkını kendilerinde görmekte hiçbir sakınca görmüyorlardı. Meselenin derinine inmek kimsenin aklına gelmiyordu. Bazı yaşlarda yapamazsın bunu, fakat bir yaştan sonra hâlâ yapamıyorsan yargılaman gereken kendin olmalısın.

Başımı belli belirsiz olumsuzca sallayıp gözlerimi çaprazımda oturan karıma sabitledim. Annem, saçlarını severken masadaki kadınlardan biriyle bir şeyler konuşup gülümsüyordu. O an ona bakmak bir yanı gri bulutlarla çevrilmiş gökyüzünün güneşin ışıklarıyla yıkanmış parlak ve iç ısıtan diğer tarafına bakmak gibi hissettirdi.

Dakikalar birbirini kovaladı. Nikah kıyıldı, pasta kesildi. Yine bir dans müziği salonu doldururken Hazan'ın Çiçek'le konuştuğunu gördüm. Annemin yüzü telâşlıydı. Hazan'ın ise ne zaman kırılıp kızsa olduğu gibi gözleri buğulu bir hâl almıştı. Ne yapacağımı bilemedim. Feyzullah karısını dansa kaldırmaya giderken omzuma dokundu. Timden birkaç kişi daha ayaklandı. Sado yerinde oturmaya devam ediyordu. Derin bir nefes alıp ayağa kalktım. Üstümdeki siyah takım elbiseye çeki düzen verip karıma doğru yürüdüm. Aslında hiç yapacağım bir şey değildi, kendimden emin adımlar atarken bile ne yaptığımı sorguluyordum. Yine de durmadım. Onu mutlu etmek, biraz olsun iyi hissetmesini sağlamak, geçmişte yaşanan saçma sapan şeylerle canımın içini, başımın tacını, sarayımın prensesini, cehennemimin cennetini, içimdeki şeytanı dizginleyen meleğimi üzmeye çalışanlara, bir karım olduğunu bilmeyen herkese kısa ve öz bir cevap vermek istiyordum.

Gözleri beni buldu. Önce kızgın ve sert fakat sonra şaşkınlıkla baktı. Sandalyesinin yanında durup elimi uzattım. Yüzü ışıldarken gülüşünü bastırmak için dudağını dişledi. Böyle bir durumda ne deneceğini kestiremediğim için gözlerine bakmakla yetindim. Masadaki kadınların hepsinin gözü üstümdeydi. Bu an işkence gibi gelirken annem, "afferin oğluma," dedi nispet yapar gibi. "Diyorum ya Feraye çok aşık karısına, bir değişti sorma."

Bu, Feraye dediği kadın sanırım Çiçek'in annesiydi.

"Hazan hadisene, ağaç oldu çocuk. "

"Ayh maşallah maşallah, pek yakışıyorlar, Allah nazarlardan saklasın."

Bu kadın da annemin ahiretliğim dediği Gülnihal teyzeydi.

Hazan nihayet elimi tutup ayağa kalktı. Piste doğru ilerlerdik. Uygun bir yer bulunca durduk. Kollarımı beline sarıp kendime yasladım. Ayrılalı on beş yirmi dakika anca olmuştu belki ama çok özlemiştim. Bedeni bedenime değince içim sızladı. Üzerimizde gezinen beyaz ışıkta parlayan gözlerine tutuldum. Göğsüme koyduğu narin, masum bir pembelikle iç içe geçmiş beyaz teninin başımı döndürdüğü minik elindeki, beyaz "ojeli" tırnakları ceketi kavradı. Gözlerime küskün ve nazlı bir edayla bakarken onun yönlendirmesiyle hafif hafif sallanıyorduk. Bana göre dünyanın en saçma sapan şeyiydi bu, ama içinde Hazan varken bu saçmalıktan bile zevk alıyordum.

Sırtını okşayıp severken "noldu?" diye sordum.

Alt dudağını sarkıtıp sol omzunu aşağı yukarı hareket ettirerek gözlerini dans eden diğer insanlara çevirdi. Etrafı, buraya geldiğimizden beri defalarca kez yaptığım gibi kolaçan edip elime değen saçlarından, elbisesinin ince kumaşının altında hissettiğim teninden dahi tetiklenirken fazla eğilmeden ve dikkat çekmeden öpebileceğim tek yer olan alnını öptüm. Biraz terlemiş ve ateşi çıkmıştı. Daha sıkı sarılıp dudaklarımı teninden çekmeden, "Hazan," dedim. "Hazan'ım."

Yüreğim titriyordu. Ona her yaklaştığımda bir dünya duruyor, kafamın içinde binlercesi dönüyordu. Kana kana su içmek, zevkle yemek yemek, çok yorgunken uyumak, yakıcı bir yaz günü serin bir gölgeye kaçmak, ne bileyim lan, nasıl anlatılır, neye ihtiyaç duyuyorsa bir insan yaşamak için, Hazan, nefes almak için gererken her şeydi. Yağmur olup üzerime yağsın, soluk olup ciğerlerime dolsun, güneş olup tenimi yaksın istiyordum. Sevmek değil, aşk kadar kısa değil, hoşlantı kadar basit değil, başka bir şeydi ona karşı hissettiklerim. Adını koyamıyordum, koymak da istemiyordum. Zannımca adı konulursa bu his benim olmaktan çıkardı. İlle de bir adı olacaksa, Hazan olsundu. Başkalarına bir mevsim, benim ömrüme dört mevsim yazılsındı.

Göğsümden taşan duygular gözlerimi doldurdu. Yutkunup kendime gelmek için boğazımı temizledim.

"Ne?"

Saçlarında soluklanırken şımarık sesiyle biraz daha toparlandım.

"Gidelim mi?"

Yüzüme baktı. Kaşları çatılmış, bu teklifimden hoşlanmamıştı.

"Ya hayır, ben daha pastamı yemedim ki. Biraz daha kalalım, lütfen. "

"Bizim masaya alayım o zaman seni."

"Neden?"

"Rahat edemiyorum böyle."

"Niye? Sağda solda başka eski sevgililerin de mi var?"

"Hazan," dedim uyarıcı bir sesle.

"Ne?"

"Benim sevgilim sensin, eskisi yenisi yok. Biliyorsun, şöyle konuşma benimle."

Dudaklarını büzdü. Gözlerini kaçırıp, "var işte," dedi. "Orada bak, oturuyor."

"Evet, oturuyor, çünkü benim yanımda olma hakkı sadece senin."

"Ama bana söylemeliydin, öyle üstten üstten konuşunca ne diyeceğimi bilemedim. "

"Neyi söylemeliydim?"

"Fıraaaat."

"Ömrüm."

"Ya aklımı bulandırmasana. "

"Bulansın, sadece beni düşün, beni duy, tamam?"

Gözleri bana güzel güzel bakarken bu durumun aramızda büyük bir sorun olmayacağı ortadaydı. Sadece bana böyle davranıp onu böyle sevmelerimden zevk alıyordu. Gözlerini süzüşünden, kirpiklerinin hareketlenişinden, sesini tonundan, dudaklarının kıvrımından dahi o güzel aklından geçen her şeyi anlayabiliyordum.

Düzelen kaşlarını yeniden çatmaya çalışıp beceremezken, "eve gidince konuşacağız bunu," dedi.

"Konuşuruz, sen iste ben bir ömür dinlerim seni."

"Müzikten dolayı mı bu kadar romantik oldun sen?"

"Saçmalama, ilk defa mı seviyorum seni böyle?"

"Hayır, ama..."

"Ne ama?"

"Bugün bir farklı bakıyorsun bana. "

"Öyle mi? Belki de sen yeni yeni görüyorsundur seni nasıl sevdiğimi."

Utanıp yüzünü, ayağındaki topuklu ayakkabılarına rağmen zar zor yetiştiği göğsüme gömdü. Annemin oturduğu yerden ayağa kalkmış, bizim fotoğrafımızı çektiğini gördüm. Geçmişin bende açtığı yaraların birkaçının sahibi de oydu, her ne kadar duygularıyla ilgilenmiyor olsam da bir gün hiç kimseyi sevip hayatıma alamama ihtimalimden korktuğunu biliyordum. Öfkemi hiçbir kadının kaldıramayacağını düşünüp sürekli kendimi törpülememi söylerken de korktuğu şey buydu. Bana bir gün, baban gibi mi olacaksın, demişti. Neye dayanarak bunu söyledi bilmiyorum. Babam gibi olmak...bunun için vazgeçmem gereken çok şey vardı, ve ben ne kadar yer yer kendimi o herife benzetsem de onun kadar alçalmayacağımı biliyordum. Şimdi Hazan varken bundan emindim. Onun tarafından bu denli seviliyorsam içimde hâlâ bir şeyler tam anlamıyla çürümemiş demekti. Ruhum tam anlamıyla bir çöplüğe dönmemişti. Kaç gül vardı çöplükte açan? Ben hiç görmedim. Hazan bende yaşamaya karar vermişse hâlâ kök salınmaya değer bir toprağım olmalıydı. Ve evet, onu bugün bir başka seviyordum, çünkü her gün bir öncekinden daha çok aşık oluyordum.

Müzik sona ererken göğsümden ayrıldı. Kollarımdan çıkmak istediğinde belinden ayrılıp elini tuttum. Pistten çıkıp yerlerine geçen insanlar askıdaki koluna çarpmasın diye fazla uzaklaşmasına izin vermeden, "al pastanı, yanıma alayım seni," dedim. Şimdi oyun havası falan başlar, rahat rahat göremezdim onu.

"İstemiyorum, biraz uzak kalalım, özle beni."

Şu an, bu kadar yakınımda, eli elimdeyken bile özliyordum zaten. Benimle böyle konuşurken fazla keyifliydi. Oyununa ayak uydurmayı çok isterdim ama benim derdim çok başkaydı. Belki yersizdi, fakat stresten midem kavrulurken bunun derdine düşecek değildim.

"Özledim zaten, gel, benim pastamı yersin."

Onu bizim masaya doğru yürütmeye yeltendiğimde direndi.

" Ya Fırat, napıyorsun insanların içinde? Hem orası erkeklerin tarafı olmaz."

"Ne erkeği Hazan? Timden başka kimse yok. Ayrıca kocanım ben senin, yanındayken kim o gözle bakabilir sana?"

"Ama ben çocuğun değilim senin. Ne o öyle annesinin yanında sıkılıp babasının yanına giden çocuk gibi. Olmaz, bırak elimi. Pistin ortasında herkes bize bakıyor."

"Benimle gelmezsen daha çok bakacaklar. Bebeğim hadi, yorma beni."

Bu halim garip gelirken kaşları çatıldı.

"Fırat noluyor?"

"Bir şey yok, seni yanımda istiyorum sadece."

Yağız, VASÖ babanı kullanarak bir şeyler planlıyor, dediğinden beri canım ağzımdaydı. Dilek'in burada olması ve VASÖ'yle işbirliği içinde olduğunu bilmek sinirlerimi iyice germişti. Tanıdık olmayan her yüzden şüphe eder hâle gelmiştim. Bugün askeriyeye giderken kapının şifresini değiştirmiş, sadece bahçedeki değil, evin içindeki kameraları da çalışır vaziyete getirmiştim. Gün boyu bulduğum her boşlukta Hazan'ı izlemiş, evin etrafını kontrol etmiştim. Sanki gözümün önünden bir saniye ayrılsa bir şey olacakmış gibi hissediyordum. Bu jandarma düğünüydü, kolay kolay kimse bir şey yapmaya cesaret edemezdi, ama belli de olmazdı.

"Fırat..."

"Yüzbaşım."

Yanımıza gelen Memduh'la cümlesinin devamını getiremedi.

"Yenge hanım bu mu?"

Başımı salladım. Elini uzatıp, "sen gelmeyince ben geleyim, dedim," dedi. "Merhaba, ben Memduh. Fırat'ın tertibi sayılırım."

Hazan elini elimden çekip Memduh'un elini sıktı. "Hazan," dedi.

"Memnun oldum."

"Ben de."

Elleri ayrıldı. Hemen tutup avcuma hapsettim.

"Gelin bizim masaya, oturalım. Hem Yasemin'le de tanışırsınız."

O sırada halay müziği başladı. Pist yeniden tıklım tıkış olurken, "birazdan bakarız," dedim. Memduh yanımızdan uzaklaşırken Hazan bir şekilde elimden sıyrılıp annemin yanındaki yerine oturdu. Pastasını yemeye başladı. Bugüne nazaran daha iyi görünüyordu. Fazla abarttığıma karar verdim. Onu da tedirgin ediyordum. Masaya geçtim. Araya giren insanların izin verdiği ölçüde onu izlemeye devam ettim.

Bir süre sonra Bahar ve Zehra'yla birlikte salonun çıkışına doğru ilerlediklerini gördüm. Peşlerinden gidecekken Sado kolumu tuttu.

"Otur şurada. Sabahtan beri kızın peşinde geziyorsun, herkesin gözü üstünde. Adını çıkaracaksın."

"Sado bırak," dediğimde aniden elektirikler kesildi. Etraf zifiri bir karanlığa gömüldü. İrkildim. Kesilen müzikle birlikte salondan hoşnutsuz sesler yükseldi. Göz gözü görmüyordu. Kalbim hızla çarparken ayağa fırladım. Çıkışa ulaşmaya çalışırken çarpıştığım insanları umursayacak hâlde değildim. O an koridrodan çığlık sesleri yükseldi.

"Hazan."

Hızlandım. Işığını açmak için telefonumu arasam da arabada olduğunu hatırladım. Herkes benimle birlikte çıkışa doğru koşarken kalabalıktan yükselen sesler beynimde yankılanıyordu. Koridora ulaştım. Bahar'la Zehra'nın Hazan'ın adını haykıran seslerini diğer seslerden güç bela ayırdım. Baştan aşağı titrerken bilincimi kaybediyormuşcasına kendimde değildim.

"Hazan!!!" Diyerek bağırırken sesim bana bile yabancıydı.

"Fırat noluyor?"

"Allah'ım biri mi kaçırıldı?!"

"Tövbe yarabbim, sen koru."

"Oğlum?"

"Tertip?"

"Abi...abi Hazan'ı götürdüler, bir şey yap!"

💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦

Bölüm : 14.07.2025 17:35 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş