97. Bölüm

96. Bölüm

Binnur Tombaş
yikim2024

********

Dört saat...Hazan gözlerimin önünde ellerimden kayıp gideli dört koca saat olmuştu. Memduh'un görev yaptığı Cizre karakolunun bahçesinde nefes almaya çalışırken içime soluk borumdan yayılıp göğsümü kezap gibi yakarak ciğerlerimi eriten, mideme lağım kokulu kusmuklar dolduran, başımı taşa kesen, gözlerime katran karası kızgın yağlar döken, bacaklarımdaki dermanı kesip ayaklarımı bataklığa gömen, ellerimi zangır zangır titreten bir zehir çekiyordum sanki. Kendimde değildim. Büyük bir çirkef kuyusunun içinde her yanım pisliğe bulanmışken üzerime yıkılan karanlığın enkazında bütün kemiklerim teker teker kırılıyor, sinirlerim işlemez hâle geliyordu. Birbirine giren duygularım öfkemin ateşten bedenine sızıp kordan elleriyle gırtlağıma çöküyordu. Gece ayaza dönmüştü yüzünü. Uzaklarda köpekler havlaşıyordu. Bir zelzele ki ruhumu ortadan ikiye yarıyor, geçen her saniye altın sarısı bir engerek gibi kızgın kumların üzerinden kaygan bedeni, çatallı dili ve kulaklarımı delip geçen tıslamalarıyla ruhumun tam ortasındaki yarıktan içeriye süzülüyordu. Beynimin kıvrımlarında dolanıyor, düşüncelerimin arasına kısık fakat dehşet verici sesi karışıyor, burnundan girip kafatasının içinde vızıltılarıyla Firavun'u çıldırtarak kendini öldürten sinek gibi beni kafayı yiyecek raddeye getiriyordu. Başımı ellerimin arasına alıp oturduğum bankta öne doğru eğilerek sıkıştırdım. İstediğim; nefesimi kesen korkunun, kendime olan öfkemin sesine karışarak zihnimi deliliğin eşiğine getirmesine engel olmaktı. Ellerim başımı sıkıp parmaklarım yolarcasına saçlarıma yapışırken bir mengene görevi görüyordu. Hazan'ı koruyamadığım, elini bırakıp benden uzaklaşmasına izin verdiğim, onu evden çıkartıp o siktiğim düğüne götürdüğüm için idam edilmeyi hak ediyordum. Çenemi kırıp, dişlerimi boğazıma doldurup, gözlerimi yerlerinden ederek kendimi parçalara ayırmalıydım ki bu acı dinsin.

Çenemi kitleyip kendimi sıkarken dirseklerimi dizlerime dayamış akıl hastanesindeki bir deli gibi ileri geri sallanıyordum. Üstümdeki kıyafetler deli gömleğinden farksızdı. Elim kolum bağlı, o karanlık kömürlükteki zavallı çocuk gibi acizce burada böylece dakikalardır oturuyordum. Ne rüzgarı hissediyordum ne de çiseleyen yağmuru. Ne gözümden akan yaşlar utandırıyordu beni ne de çaresizlik. Hazan yokken bundan fazlası olamazdım. Güçlü kalamaz, soluk alamaz, erkek adam olamazdım.

Yarım saat olmuştu buraya geleli. Üç küsür saat boyunca düğün salonunun önünde şehrin ışıklarının gelmesini beklemiştik. Hazan'ı kaçıran şerefsizler bütün şehrin elektriğini kesmişti. Araçları teslim ettiğimiz vale o ibnelerin adamıydı. Otoparktaki tüm arabaların lastiklerini indirip içindeki yedek lastikleri almıştı. Saatlerce elektrik dağıtım şirketinin merkezde bulunan ana trafodaki hasarı gidermesini beklemiştik. Ardından emniyet, jandarma, olay yeri inceleme, yol yardım hizmeti derken gelen ekip araçlarından biriyle karakola gelmiştik. Düğün salonunun çevresindeki kameralarda ve MOBESE'lerde hiçbir şey yoktu. Bahar ve Zehra da Hazan'ı kaçıranların yüzünü görmemişti. Sadece lavaboya giderken birden elektriklerin gittiğini ve elleri silahlı üç adamdan birinin onlara silah doğrulturken diğer ikisinin Hazan'ı...bayıltıp ön kapıdan çıkarak gittiklerini söylüyorlardı.

Bu uzun vadede planlanan, organize bir durumdu. Şehir elektiriğini kesmek, araçların lastiklerini indirmek bunlar öyle bir anda yapılacak şeyler değildi. Babam olacak it tek başına yapamazdı bunu. İllaki VASÖ işin içindeydi. Şehirdeki bütün emniyet güçleri ayaklanmıştı. Bir terör savcısı kaçırılmıştı, olay organize bir suçtu. En ufak bir ip ucu için herkes seferber olmuştu. Albay bile kalkıp gelmişti. Tim de buradaydı. Annemler de. Ama kimse VASÖ'yü bilmiyordu. Bilenler muhtemelen bunu karıma VASÖ'nün yaptığını akıllarının ucuna bile getirmezdi. Feyzullah diğer birimlerle babamın eşgalini paylaşmıştı. Annemle Bahar da her şeyi öğrenmişti. Şimdi ne haldelerdi bilmiyordum. Umrumda da değildi. Hazan....Hazan yoktu lan. Korkuyor muydu, canı yanıyor muydu, ağlıyor muydu, ona...ona do-dokunuyorlar mıydı...

Allah kahretsin! Allah beni kahretsin!

Oturduğum yerden ayağa fırladım. Göğsüm kavruluyordu. Ağzımı açıp derin bir nefes aldım. Olmuyordu. Olmuyordu anasını satayım! Boğuluyordum. Hiçbir yere sığamıyordum. Üzerimdeki ceketi yırtarcasına çıkarıp banka fırlattım. Gömleğin iki düğmesini birden açarken bir tanesi elimden kayıp yere düştü. Aniden dönen başımla sendeledim. Bacaklarımın ve kollarımın uyuştuğunu hissediyordum. Enseme okkalı bir ağrı saplandı. Dizlerimin canı çekilirken ağaca tutundum. Cehennemin tam ortasındaydım sanki. Kaç asır daha böyle yanıp acı çekeceğimi bilmiyordum. Alevler dört bir yanımı sarmıştı ve attığım çığlıklar ateşin saydam kızıllığında boğuklaşıp hiçbir yere ulaşmıyordu.

"Fırat."

Ne zaman bu kadar yakınıma geldiğini fark etmediğim Feyzullah'ın sesiyle hızla ona döndüm.

"Bir haber mi var?" diye sorduğumda sesim can havliyle titreyerek çıkmıştı.

Feyzullah sıkıntılı bir yüz ifadesiyle, "yok," dedi. "Sana bakmaya geldim."

Elimi ağaçtan çekip, "gelme," dedim. "Hazan'ı bulmadan gözüme gözükme Feyzullah, anladın?"

Omzuma dokundu.

"Fırat biraz sakinleş. Sağa sola çatarak bir yere varamazsın."

Az önce Sado'ya yumruk atmıştım, dişi kırılmıştı, onu diyordu. Ne kadar kolaydı akıl vermek. Eğer masadan kalkıp Hazan'ın peşinden gidecekken kolumu tutmasaydı şu an koynumda karımla yatağımızda uyuyor olabilirdim. Değil sağa sola bütün dünyaya çatsam, kendimi okyanusun binlerce fersah dibine gömsem yine de içimdeki bu yangın dinmeyecekti. Anlamıyordu. Anlamıyorlardı. Ne Feyzullah ne de Sado, geleceğe dair onca hayalin varken kimsenin seni duyup görmediği bir köşede yavaş yavaş kan kaybederek ölümü beklemek zorunda olmayı hiç tatmamışlardı, çünkü hiç benim gibi aşık olmamışlardı bir kıza.

Dilimin ucunu ısırdım. Bütün vücudumu ona çevirip elini omzumdan ittim.

"Hazan yok," dedim tane tane ve üzerine basarak. "Kime çatıp nereye varacağım sikimde bile değil. Hazan dışında hiç kimse, hiçbir şey umrumda değil. Sürekli bana sakin ol demekten vazgeç. Olmamam gereken kadar sakinim zaten."

"Bu mu sakin halin? Eğer seni durdurmasaydık düğün salonunun bulunduğu sokaktaki park halinde duran araçlardan birini çalacaktın. Elinde ne bir adres ne de bir plaka olmadan yapacaktın bunu. Hamile kardeşine esip gürledin herkesin içinde. Sanki ellerinden bir şey gelirmiş gibi neredeyse onları suçlu tuttun. Sürekli ellerin titriyor, gözün dönüyor." Duraksadı. Bir iki saniye yüzüme bakıp, "demeyeyim demeyeyim diyorum ama sen hastasın Fırat," dedi. "Tamam, yaşadığın şeyler basit şeyler değil, Hazan'a nasıl aşık olduğunu da biliyorum. Neyden korktuğunun da farkındayım kardeşim, ama artık bütün kontrolünü kaybetmiş durumdasın. Sıradan bir insan için tamam, ama sen bir özel kuvvet askerisin, bu duruma böyle tepki veremezsin. Kendine gel."

Gözlerimi yumdum.

"Siktir git Feyzullah," derken yavaşça açtım. "Allah aşkına bir siktir git."

"Fırat..."

"Sus. Aldığım nefesin sesine bile tahammülüm yok. Hazan'ı bulmadan tek kelime etme bana."

Başını sağa sola sallayıp bana kırgın ve kızgın olarak yanımdan ayrıldı. Sado'ya şimdiye kadar bir kez olsun el kaldırmamıştım, büyüğümdür abimdir diye diye onun bana fiziksel ve bazen de manevi olarak attığı bütün darbelere sözlü olarak karşılık vermekle yetinmiştim. Yumruğu yedikten sonra Zehra'yı alıp gitmişti. Feyzullah'ın tepkisinin en büyük sebebi bu olabilirdi. Haklı olduğu noktalar vardı, fakat hata beni anladığını söylerken hâlâ Sado'yu ve bir asker olarak nasıl davranmam gerektiğini neredeyse hayatımın anlamını...kaybettiğim bir noktada düşünmemi beklemesiydi. Şu an yeri değildi. Nefes almanın bile vakti değildi şimdi. Ceketi çıkarıp attığım gibi, göğsümü tam ortasından yarıp derimi bedenimden sıyırıp atmak isterken kim olduğumu, kim olmam gerektiğini, yaptığım yanlışları, durduğum yeri konuşmanın sırası değildi.
Ölüyordum lan. Kafamın içinde kontrol edilemez binlerce kurt beynimi kemirirken göğsüme koca bir ağırlık oturmuşken kimseyi umursayacak hâlim yoktu. Yere çöküp avaz avaz bağırarak içimdeki bu ateşi dışarıya kusmak istiyordum.

"Ağam."

Feyzullah gibi yanıma ne zaman geldiğini fark etmediğim Hamit'e döndüm.

"Ağam arabanızın lastiğini değiştirip getirdik."

Ceketi alıp, "sağ ol Hamit," dedim.
Yanından geçip karakolun bahçesinden çıkarak direksiyona geçtim. Motoru çalıştırıp Çekik'le Yağız'ın kaldığı apartmana sürdüm.

*********

Açılan apartman kapısından içeriye girip duvara dayalı çamurlu kırmızı bisikletin yaydığı tozlu havanın içinden geçerek merdivenleri indim. Çekik evin kapısını açmış, beni bekliyordu.

"Ne var gece gece?" dediğinde yumruklarımı sıktım.

"Yağız nerede?"

"Buradayım, noldu?"

Herhangi bir teklif olmaksızın içeriye girdim.

"Ayakkabılarını çıkar."

Kendimi tutamayarak yakasına yapıştım. Sırtı kapıya indi. Kapı duvara çarparken bir gürültü kopup apartman boşluğunda yankılandı. "Kes lan sesini!" dedim. Ellerim boğazına çöktüğünden nefesi kesildi. Konuşamıyordu. Bileklerimi tuttu.

Yağız kolumu çekip Çekik'i elimden kurtarmaya çalışırken "Yüzbaşı bırak," dedi. Fazla direnmeden bıraktım, çünkü VASÖ'yü bilen ve halimi anlayacak birilerine ihtiyacım vardı, katil olmaya değil.

Öksürük sesleri duyulurken birkaç adım gerileyerek onlara arkamı döndüm. Salona doğru ilerleyip koltuğa çöktüm. Yağız çaprazımdaki koltuğa oturdu. Çekik kapıyı kapattığında, "noldu?" diye sordu.

Yerdeki gözlerimi yüzüne dikip, "kaçırdılar," dedim.

Kaşları çatıldı. Öne doğru gelip, "kim, kimi, nereye kaçırdı?" dedi.

Zaten bildiği cevabı verdim.

"Hazan...Hazan'ı...babam ya da VASÖ, belki de her ikisi birden, kaçırdılar."

Ayağa kalktı.

"Ne zaman?"

"4 saat önce. "

"Nereden?"

"Cizre'de, bir düğün salonundan."

"Nasıl oldu bu?"

"Birden."

Durup durup sulanan gözlerimden bir damla yaş süzülürken silmek için herhangi bir girişimde bulunmadım. Kuyruğu dik tutmaya çalışmanın bir manası yoktu. Artık hiçbir şeyin bir manası yoktu. Kendimi alabildiğine güçsüz ve aciz hissediyordum. Düşmanın elinde esir düşmüş gibi. Son kurşun az evvel terk etmişti namluyu. Bir kayanın dibindeyim, belki de bir kömürlüğün fare ve sıçanlarla paylaştığım karanlık bir köşesinde. Adım sesleri yaklaşıyor, duyuyorum. Biri geliyor, destek ekip mi, düşman mı; babam mı yoksa beni kömürlükten çıkarmaya gelen ablam mı kestiremiyorum. Bu belirsizlik çıldırtıyor beni. Var mıyım yok muyum bilmiyorum. Çok öfkeliyim, Hazan'ı bulup kokusuna kavuşabileceğime dair umudum olmasa, bu öfkeyle kendimi yok ederdim.

Yağız kalktığı yere geri oturdu. Çekik tepemde dikiliyordu.

"Doğru düzgün anlat şunu. Nasıl kaçırdılar?"

Gözlerim bir noktaya dikili, parmağımdaki yüzükle oynarken, "bir arkadaşın düğününe götürdüm onu," dedim. "Ayrı masalarda oturuyorduk. Dansa kaldırdım. Sonra yanıma gel dedim. İnat etti. Annemlerin yanına döndü. Pastasını yerken halay çeken insanlar yüzünden doğru düzgün göremiyordum onu. Eline pasta sürülmüş. Rahatsız olup Zehra ve Bahar'la birlikte elini yıkamaya giderken elektrikler kesilmiş. Üç adam Hazan'ı bayıltıp kaçırmışlar. " Duraksayıp yutkundum. "Biliyordum," dedim. "Hissettim bir şey olacağını..."

Yüreğim sıkışırken ellerimle yüzümü sıvazladım. Oturduğum yerden ayağa kalkıp ilk bulduğum cama attım kendimi. Çöp kokan soğuk ve yağmurlu havadan içimdeki ateşi söndürmesi için derin bir nefes çektim. Aldığım soluk ecel olup boğazıma çöktü. Titreyen ellerim pervazı sıktı. Birer damla yaş döküldü gözlerimden. Ne diye çıkardım ki Hazan'ı evden? Ne diye düğünden gitmek istemeyince tamam dedim? Çok mu zordu zorla götürüp yoldan bir pasta alıp gönlünü yapmak? Nasıl bırakabildim elini? Oğuz'un nişanında da böyle olmuştu. Sözde koruyacaktım onu. Güya ben varken kimse dokunamazdı ona.

Yanıma gelen Yağız, "sonra?" dedi.

"Sonra...bütün şehrin elektriğini kesmişler. Düğüne gelen bütün araçların lastiklerini indirmişler. Ne etraftaki kameralardan ne de MOBESE'lerden hiçbir şey çıkmadı. Besbelli planlıydı her şey. Babam...tüm bunları tek başına yapamaz. VASÖ yaptı."

Camdan ayrılıp gözlerinin ta içine baktım.

"Eğer Hazan'a bir şey olursa, onu bulup bana getirmezseniz, Ali ve sen bunun bedelini ağır ödersiniz. Anladın?"

"Anlamadım. Hazan'ı koruyamamanın suçlusu biz mi olduk?"

Yutkundum. Yumruklarımı sıktım yine. Bir kere vurursam öldürene kadar duramayacağımı biliyordum. Çektiğim acının vücudumdaki tüm gücü çekip alması bir yana, buraya uzlaşıp işbirliği yapmaya gelmiştim, ama bilmiyordum. Nasıl rica edilir, nasıl yardım istenir, bilmiyordum. Bildiğim tek şey Hazan olmadan daha fazla ayakta kalamayacağımdı. Birinin beni bu cehennemden tutup alması gerekiyordu.

"Hazan...Ali yüzünden bulaştı bu örgüte. Benim karım o örgüt yüzünden yok şu an yanımda. Kimi suçlayayım? "

Bir süre yüzüme bakıp, "tamam," dedi. "Belli ki canın yanıyor, çatacak yer arıyorsun. Ama bir suçludan ziyade çözüm bulsak daha iyi olur yüzbaşı. Ne dersin?"

"VASÖ'nün sistemine giremiyorum."

Çekik'in sesiyle ona döndük. Yemek masasındaki bilgisayarın başındaydı.

"Nasıl giremiyorsun?" diye soran Yağız yanına gitti. Peşinden ilerledim.

"Bilgisayarımı sistemden bloke etmişler. Herkese açık ana sisteme bile giremiyorum. "

"VASÖ'ye ait bilgisayar mı bu?"

"Evet. "

"Allah kahretsin."

Yağız orta sehpaya doğru ilerleyip tahminimce kendisine ait olan bilgisayarı açarak tuşlara basarken bir zaman sonra, "beni de bloke etmişler," dedi.

"Ne demek oluyor bu?" dedim. "Hazan'la ilgili bir şey mi?"

"Deşifre olduk. Benim Ali'yle işbirliği içinde olduğumu öğrenmiş olmalılar."

"Ben de savcıya olan bağlılığımdan ya da Yağız'la olan yakınlığımdan dolayı sistem dışı edildim. Yani büyük olasılıkla."

"Sonuç?"

Yağız bilgisayarın başından kalkıp karşıma geçti.

"Bir sonuç yok. Önce problemleri sıraya dizmemiz lazım. Geç otur."

Gösterdiği sandalyeye baktım. Sonra ona döndüm.

"Şu an benim için tek problem Hazan'ın yokluğu," dedim. "Bir şey yapalım. Yoksa ben...ya Ankara'ya gidip VASÖ'nün kapısına dayanacağım ya da Urfa'ya gidip Ömer ağanın kapısına. Duramıyorum böyle."

"Yüzbaşı burası harp alanı değil. Öfken ya da silahın VASÖ'nün karşısında bir işe yaramaz. Strateji yürütmemiz lazım..."

"Ne stratejisi lan! Hazan yok!" derken yakasına yapmıştım. Arkasındaki masaya çarptığında masanın ayakları zeminde kayıp birkaç santim öteye gitti. Çekik ayağa kalktı.

"Çay suyu koyup geliyorum. Ben gelene kadar ayrılın. "

Adım sesleri uzaklaşırken Yağız, "sana silah çekene silah çekersin," dedi. "Bu bir zeka oyunu. Piyonlara sıkarak şah mat yapamazsın."

Yakalarını daha sıkı ve sert kavradım.

"Hazan'ı aldılar benden. Bu silah çekmek değil, bu dünyayı başıma yıkmak. Buraya geldim, çünkü beni Hazan'a en kısa sürede ulaştıracak bir yola ihtiyacım var. Eğer bana o yolu sunmayacaksan kendi yolumdan giderim. Ama bu sefer sizi de koyarım hedefe."

Kendi kafama göre davranıp yanlış bir şey yapmak istemediğim için elimden geldiğince mantıklı olmaya çalışıyordum. Bazı noktalarda güçlüydüm, savaşmayı, dövüşmeyi, meydan okumayı, tehdit etmeyi, öfkemle yakıp yıkmayı iyi bilirdim. Ama şu an mevzu bahis Hazan'dı. Kendi bildiğim yoldan gitmek taramalı tüfekle kör karanlıkta rastgele ateş etmek olurdu. Ve o kurşunlardan biri Hazan'a denk gelirse namluyu kendime çevirmek zorunda kalırdım. Hazan'ı tehlikeye atamazdım. VASÖ'ye tek başıma güç yetiremeyeceğimi bilecek kadar aklım başımdaydı hâlâ. VASÖ'yü bilen, bana yardım edecek birilerine ihtiyacım vardı. Fakat bu yardımın pasif bir strateji yürütmeden geçmesini bekleyecek kadar sabrım yoktu.

Ellerimi tutup itti. Direnmedim. Üfleseler uçacak kadar cansız, bir adımı diğer adımıma yetiştiremeyecek kadar da ağırdım.

"Neden burada olduğunu ikimiz de biliyoruz. Karşımızdakilerin kim olduğunu sen de en az benim kadar iyi biliyorsun. Yakama yapışmak yerine bırak birbirimize yardımcı olalım. Senin kadar değil belki ama ben de Hazan için endişeleniyorum. Ali ona bir şey olmasını kaldıramaz. Ama şunu da biliyorum yüzbaşı; VASÖ Hazan'a dokunamaz. 100. üste ve koda ulaşmak için bizi Hazan'la tehdit edecekler. Ya da Hazan 100. üstün koruması altında olduğu için 100. üstün ortaya çıkması için kullanacaklar bu durumu. Er ya da geç bize ulaşmak zorundalar. Sakin ol. Doğru adımları atarsak kazanan biz oluruz."

Sandalyeye oturdum. Bunları ben de düşünmüştüm. Ama beni huzursuz eden başka bir şeydi. Babam...ya Hazan'a...dokunursa? Hazan'ı otoparkta sıkıştırdığı görüntü gözümün önünden gitmiyordu. Fırat...ağzının tadını biliyor, deyişi aklıma geldikçe midem bulanıyordu. Urfa'da jandarmalar onu götürürken, bir gün en değerli şeyini elinden alacağım, demişti bana. Aklı yerinde yoktu. Ya bir şey olursa? Ben Hazan'ı her türlü severdim de o nasıl yaşardı bununla?

"Baban mı korkutuyor seni?"

Masadaki gözlerimi ağır ağır yüzüne kaldırdım. Elini omzuma koydu.

"Korkma. Hazan VASÖ için de önemli biri. Onu aklı yarım bir adama teslim etmezler. Her şeyden önce o bir asker karısı, ona dokundukları an ne MİT ne de devlet bunun bedelini ödetmekten geri durmaz. Bu ülke askerler sayesinde ayakta duruyor yüzbaşı. Devlet, askerini feriştahı gelse kimseye ezdirmez. Bu durum muhtemelen devletten gizli yönetiliyor. En çaresiz kaldığımız yerde kime sığınacağımız belli. Sağ salim bulacağız Hazan'ı. Topla kendini."

Başımı salladım. Sözleri içimdeki ateşi söndürmeye yetmese de biraz olsun yatıştırmıştı.

********

"Düğün mevzusunu Dilek haber vermiş olmalı. Memduh'la aranızdaki bağı biliyorsa o düğüne mutlaka katılacağını biliyordur."

"Biliyor."

"Yok, yok sistemi hackleyemiyorum, olmuyor. "

Çekik sinirle bilgisayarın kapağını kapatmıştı. Yağız, "tamam, bırak," dedi. "Sistemle bir işimiz yok."

Birden, "neden devlete haber vermiyoruz?" diye sorduğumda sesimi zar zor duyabildim. Kulaklarımda sadece gece yarısı 03.00'e gelen saatin tiktakları vardı. Geriye kalan bütün sesler silik ve önemsizdi. Zaman geçtikçe nefesim git gide cansız bir hâl alıyordu. Tükeniyor, bir mermi misali eriyerek yok oluyordum.

"Her şeyden önce ne olduğunu anlamamız lazım. VASÖ Hazan'ı kaçırıp devletten gizli bir iş çeviriyorsa çoktan çift taraflı oynamaya başlamıştır. Onlar da Hazan'ı arıyordur yani. Elimizde delil yok. Ve ayrıca devlet şu an Hazan'ın kaçırıldığını biliyordur, VASÖ'den şüphelenmezler, biz de bunu sağlayamayız."

"Savcı VASÖ'nün elinde bile olmayabilir. TKÖ gibi bir maşaları varken kendi adamlarını kullanmazlar. Devletin TKÖ'yü VASÖ'nün yönettiğini bilip bilmediğini de bilmiyoruz."

Yağız sert bir ifadeyle Çekik'e bakıp bana döndü. Az önce VASÖ'nün Hazan'ı aklı yarım bir adamın eline teslim etmeyeceğini söylemişti. Ama şimdi VASÖ karımı bir avuç itin kopuğun eline bırakmış olabilirdi.

"Olabilir, ama her halükarda Hazan'ı tehlikeye atmayı göze alamazlar. Yüzbaşı sen onun en büyük kalkanısın."

"Bu örgüt benim kız kardeşimi katil etti," dedim. Sesim sanki su altı eğitiminde denizin dibinde konuşuyormuşum gibi boğuk ve uğultuluyken ruhumu tırmalıyordu. "Sözde bir askerin ailesine dokunamazlar ama Bahar'a dokundurlar. Bir askere dokunamazlar ama Oğuz hapiste. Bir çocuğu öldüremezler ama Hazan bu şehre geldiğinden beri ölen insanların çoğunun Hazan'ı oyalamak için katledildiğini sen söyledin bana. Bu örgütün bir sınırı yok. Onlara ayak bağı olan herkesi kılıçtan geçirmek istediklerini söyledin. Hazan önlerindeki en büyük engeldi. Burada oturmuş durumu analiz etmenin Hazan'ı bulmaya ne faydası var?! Ben bilmiyor muyum lan neyin neden olduğunu?! Tüm bunları düşünüp anlayacak aklım yok mu benim?!"

"Yüzbaşı..."

"Siktirme lan yüzbaşını?!" derken sandalyeden kalktım. Önümdeki çay bardağı devrildi. "Bana elle tutulur bir şey ver! Yoksa soluğu Urfa'da almamak için hiçbir engel kalmaz önümde."

O da ayağa kalktı.

"100. üstün deden olup olmadığını bilmiyoruz. Aileni tehlikeye atarsın."

"Bu kadar mı?"

"Yüzbaşı seni takip ediyorlardır. Etmiyorlarsa da Hazan kaçırılmışken şehir dışına çıkıyor olman dikkatlerini çeker. Eğer 100. üst deden değilse ama VASÖ aksini düşünürse işler karışır. Dahası dedene durumu açıklayamazsın. Mantıklı ol. VASÖ'den haber beklemek zorundayız. Ne istediklerini bilirsek ne vereceğimizi de biliriz. Sabırlı ol."

"Nasıl olayım? Hazan beş saattir yok, ne sesi...ne de bir haberi! Nasıl olayım?"

Bana üzgün ve acıyan gözlerle baktı.

"Nasılını söyleyemem, hiç senin gibi hissetmedim daha önce. Ama yapman gereken bu."

Hiçbir şey söylemeden evden çıkıp araca bindim. Nereye gideceğimi bilmeden gazı kökledim. Issız yollardan geçtim. Karakola gitmeyi düşünüp vazgeçtim. Orada da duramazdım ki. Eve giden kavşağı döndüm. Dakikalar sonra önünde durduğum demir sürgülü kapıyı açıp bahçeye girdim. Fındık havlayarak arabanın önüne koştu. Alelade Hazan'ın aracının yanına park ettim. Neden buradaydım, nerede olmalıydım bilemeden arka koltuktan karımın kabanını ve çantasını alıp indim. Fındık arabanın etrafında dolanırken çardağa geçip oturdum. Çantayı masaya bırakıp kabanını burnuma götürdüm. O kendine has tatlı ve narin gül kokusu ciğerlerime dolduğu an yaşlar birer ikişer yanaklarıma süzüldü. Omuzlarım sarsıla sarsıla ağlarken uzun zaman sonra ilk kez hıçkırıklarımın sesini duydum. Önce bastırıp susturmaya çalışsam da içimde patlayan mayınlar delip geçtiği toprağı dışarıya kusmak istiyordu. İzin verip sesimi salarak ağlamaya başladım. Ağladıkça önünü alamadım. Hazan'a olanların ve belki de olacakların önünü alamadığım gibi.

********

Sabah ezanı okunurken hâlâ aynı yerdeydim. Elimde Hazan'ın kabanı, dizimde yanımda uyuyan Fındık'ın başıyla oturduğum yeri hissetmeden, baktığım yeri görmeden öylece duruyordum. Kulağım masanın üzerindeki telefondaydı. Şimdiye kadar bir kez olsun çalmamıştı, ama güneş doğmuştu artık, bir şeylerin yoluna girmesi, acının dinmesi ve korkunun ruhumu işgal etmeyi bırakması gerekmez miydi? Daha kaç saat sürecekti bu çile? Ellerime bağlanan zincirler, ayaklarıma vurulan prangalar kaç mevsim sonra pas tutup dökülecekti? Kaç ayaz vuracaktı üstüme, kaç yağmur, kaç tipi? Hissediyordum. Her ölü bir yerden başlar çürümeye, ben yüreğimden çürüyordum. Bedenim yavaş yavaş bir cesede dönüşürken kokusu önce beni sarıyordu. Sanki damarlarım kansızlıktan çekilmiş, derim git gide buruşup incelerek etime yapışmış, etim morarıp lekelerle dolarak kemiklerimin üzerinde haşereler tarafından yenilerek yok edilmişti. Geriye bir rüzgar değse toz olacak bir iskelet kalmıştı.

Telefonu masadan alıp ayağa kalktım. Fındık uyanıp benimle birlikte çardaktan inerken eve doğru yürüyüp cebimdeki anahtarı çıkardım. Titreyen elimle deliğe sokup çevirdim. Kapıyı ittiğimde yüzüme vuran kokuyla dizlerimin bağı çözüldü. Duvara tutunup eşikten içeriye adımladım. Dün akşam evden çıkarken merdivenlerden kucağımda indirmiştim karımı. Boynunu koklayıp öpmüştüm. Dudaklarına kapanıp rujunu bozmuştum. Bıcır bıcır sesiyle söylenip dururken saçlarında soluklanmıştım.

Merdivenleri çıktım. Yatak odasına girip dolaptan aldığım birkaç parça kıyafetle banyoya geçtim. Soğuk su başımdan aşağı akıp beni biraz olsun kendime getirirken Hazan'ın rafta duran şampuan ve kremlerine sırtımı döndüm. Ellerimi soğuk fanyaslara dayadım. Onu burada kıstırdığım anlar, o güzel vücudunun her zerresinde gezinen ellerim, dudaklarım, kulaklarımda çınlayan iniltileri, kokusu, gözleri, elleri...yumruğumu duvara geçirdim. Başımı da aynı yere geçirmemek için dakikalar içinde duştan çıkarak üstümü değiştirip telefonu elime aldım. Arayan sonran hâlâ yoktu.

VASÖ aptal değildi. Kodun bende ya da Ali'de veyahutta Yağız'da olmadığını biliyordu. Eğer olsaydı VASÖ'yü bitirmek için bu kadar beklemezlerdi. Zannımca 100. üstün Hazan'ı kurtarmak için ortaya çıkmasını bekliyorlardı. Bunun içinse Hazan'ın kurtarılması gereken bir durum olmalıydı. Kaçırılmak tek başına yeterli olmayabilirdi ve...Hazan'a zarar vermeye kalkışabilirlerdi. Eyvallah, VASÖ'nün kağıt üstündeki kuralları fazlaca erdemli ve güvenilirdi, fakat VASÖ dediğimiz yapının kendisi bir kurum, içindekiler ise hırsları olan insanlardı. Mehmet beyin tasarladığı her şey kağıt üstünde kalmıştı. Devlet, VASÖ'nün bilmesini istediğinden fazlasını bilmiyordu. Fakat devletin 100. üstün kim olduğunu ve yıllar önce ortadan kaybolan paranın onda olduğunu bildiği bir gerçekti. Devlet ve VASÖ arasındaki anlaşmazlık tam da bu noktada doğuyordu. VASÖ devlete 100. üstü bize ver, biz de sana TKÖ'yü çökertecek delilleri verelim diyordu. Ortada TKÖ diye bir örgüt yoktu. Bu da demek oluyordu ki ortada devletle takas edilecek bir delil de yoktu. TSK, TKÖ'nün varlığına inandırılmıştı. Operasyonlar düzenleniyor, istihbaratlar toplanıyordu. Fakat öte yandan madem ortada VASÖ'nün hem devlete sunabileceği hem de teröristleri tehdit edebileceği bir delil yoktu o zaman nasıl oluyordu da VASÖ teröristlerin en azından bir kısmını parmağında oynatabiliyordu? İki seçenek vardı; ya örgüt içindeki terör destekleyicisi ülkelerin vatandaşı olan ajanlar veya üstler onlara yardım ediyordu ya da TKÖ'yü oluşturanlar VASÖ'nün adamlarıydı.

Hazan buraya ilk geldiğinde TKÖ'nün bir yıldır var olan bir örgüt olduğunu söylemişti. Biz üç yıldır Ali'nin peşindeydik. Ali altı yıl önce dağa çıkmıştı. Mehmet bey öleli on bir yıl olmuştu. Ablam katledileli yirmi bir yıl. Babam olacak it hapse gireli on sekiz. Fatih Aydın sırra kadem basalı on yedi. Ben Hazan'ı altı yıldır seviyordum. Daha dört ay olmuştu kavuşalı. Sekiz saattir yoktu yanımda.

Devlet 100. üstü neden korumaya çalışıyordu? Ali'nin ortadan kayboluşuyla benim Hazan'a tutulduğum tarihlerin hemen hemen aynı olması bir şey mi ifade ediyordu? Beş yıl önce yaşanan berdel olayında Ömer ağa Hazan'ın Mehmet beyin kızı olduğunu bilmiyor muydu? Mahsun iti önce Hazan'ı bana vermeye razı olup sonra neden yan çizmişti? Babannem Hazan'ın resmini bavulumda görüp neden tanıdığına dair bir şey söylememişti? Berdel için bana gönderilen fotoğraftı o. Hazan'ı karşılarına çıkardığımda herkes onu ilk defa görmüş gibi davranmıştı. Sado Hazan'a neden nefret duyuyordu? Ömer ağa karımı nasıl birden bu kadar sahiplenebilmişti? Mahsun Türkoğlu, Ömer ağayla Mehmet beyin ortak düşmanıydı. Ömer ağa, Mehmet beyin ölmeden önce Mahsun itini hapse attıracak deliller bulduğunu, fakat o delillerin Mehmet beyle birlikte o aracın içinde yandığını söylemişti. Ama Mehmet bey o aracın içinde yanarak ölmemişti. Ömer ağa neden Hazan'a söylenilen yalanla ağız birliği yapıyordu? Tamam, olay medyaya ve adli kayıtlara böyle yansıtılmıştı, ama yine de delillerin aracın içinde yandığını söyleyebilecek kadar detaylara nasıl ulaşmış olabilirdi?

Mahsun Türkoğlu'nun basit bir soruşturmanın ardından görevden alınması Mehmet beyin öldüğü yılla çakışıyordu. Mahmut denilen ibenin ölümü de berdel olayıyla paralellik gösteriyordu. Gözümün önü bulanıklaşıp sislenirken yatağa oturdum.


1 11
5

6 3 8
18 11

6 4

17 21

Sayılar kafamın içinde uçuşurken şakalarıma saplanıp burnuma ve gözlerime vuran ağrı zihnimi altüst etti. Tüm bu sorular uzun zamandır aklımı kurcalıyor olsa da Hazan yanımdayken hiçbirine odaklanmamıştım. Yaptığım tek şey VASÖ'nün stratejik alt yapısını çözümlemekti. Tarih boyunca dünya üzerinde kurulup yıkılan birçok imparatorluk, krallık, hanedan; savaş sanatları, zeka oyunları, taktikler...her birinden yola çıkarak melez bir örgüt kurulmuştu. Tüm bu aytınlar Mehmet bey tarafından düşünülüp ortaya konulmuştu. Yanlış yaptığım nokta örgütü çökertmeye odaklanmaktı. Halbuki mesele örgüt değil, onu yöneten insanlardı. Sistemi değil, sistemi çarkını bozarak yönetmeye çalışanları yok etmek gerekiyordu. Devlet ve hükümet kavramları arasındaki fark neyse VASÖ ve üstler arasındaki fark da oydu.

Yataktan kalkıp deri ceketi alarak odadan ayrıldım. Alt kata inip Fındık'a mama ve su koyduktan sonra arabaya binip bahçeden çıktım. VASÖ ya da ifşa olup olmaması umrumda değildi. Hazan için vazgeçemeyeceğim hiçbir şey yoktu. Ömer ağayla konuşmalıydım. Dananın kuyruğu kopmuştu artık. Ya devlet başa ya da kuzgun leşe inecekti bundan sonra.

*********

Kimse tarafından takip edilmediğimden emin bir şekilde Hamit'lerin bahçe kapısından girip araç değişikliği yaptıktan sonra bahçenin arka kapısından çıkıp Urfa yoluna girdim. Yaklaşık dört buçuk saat sonra Harran'a ulaşmıştım. Ömer ağanın konağının önünde durdum. Araçtan inip işlemeli, yüksek demir kapıyı yumrukladım. Saniyeler içerisinde iki yana açılan kapıdan bahçeye girdim.

"Hoş gelmişsin ağam," diyen Ömer ağanın kahyası Gaffur dayıya bakmadan avlunun ortasındaki su fışkırtan adanın yanından geçip oynayan çocukları görmezden gelerek çift kanatlı taş merdivenlerden sağda kalandan üst kata çıktım. Henüz toplanmamış yemek masasının yanından evin kapısına adımlarken babannem, "aslanım," diyerek önümde belirdi. Olduğum yerde kaldım. Kollarını boynuma saracakken geriledim.

Yüzündeki gülüş silindi. Kaşları çatılır gibi olurken ne halde olduğunu bilmediğim yüzümü ve üstümü başımı inceledi. Arkama baktı.

"Bir şey mi oldu oğlum?" dedi. "Gelinim yok mu?"

"Ömer ağa nerede?"

"Şirkete gitti."

Arkamı dönüp merdivenlerden indim. Babannem ardımdan seslenirken alt kattaki mutfaktan çıkan kadınların meraklı gözlerini yok sayarak Gaffur dayının açtığı kapıdan çıktım. Araca binip şirketin önüne geldiğimde döner kapıdan içeriye girdim.

"Hoş geldiniz Fırat bey," diyen resepsiyondaki kadın asansöre doğru ilerlerken peşimden koşturuyordu. Asansörü çağırıp bekledim. Etraftaki çalışanlar uzun yıllar sonra beni burada görmenin şaşkınlığını yaşıyorlardı. Sadece bir kere gelmiştim buraya. Yedi sekiz yıl önceydi galiba. Pek iyi geçen bir görüşme olmamıştı, bu sefer de durum pek farklı değildi aklımda.

"Fırat bey nasıl yardımcı olabilirim? Ömer beye mi geldiniz? Eğer öyleyse arayıp haber verebilirim."

Açılan kapıdan içeriye girdim. Dördüncü katın tuşuna bastığımda kapı kapandı. Sırtımı duvara yasladım. Ellerim titriyor, başım dönüp ağrıyor, midem bulanıyor, vücudum kaskatı kesilirken kollarım uyuşuyordu. Hazan'ın yokluğunun üzerinden on üç saat geçmişti. Hareket halinde olmasam kafayı yememe hiçbir engel bırakmayan koskoca on üç saat. Ve hâlâ tek bir arama ya da mesaj yoktu. Feyzullah'lar henüz bir şey bulamamıştı. VASÖ ise sessizliğini koruyordu, büyük balığın peşindeyken bizi tehdit etmekle uğraşmaya gerek görmemiş olmalıydı.

Asansörden koridora çıktım. Dengesiz adımlarımı kontrol altında tutmaya çalışarak etraftaki insanlara çarpmadan Ömer ağanın odasına daldım. Kapı çalıp destur isteyecek vaktim de sabrım da yoktu.

"Fırat?"

Kapıyı sertçe kapattım. Masasından kalktı. Göz göze geldik. Burada ne işim olduğunu anlamaya, acıdan sarhoş olan bu halimin sebebini çözmeye çalıştı bir süre. Yutkunup masaya doğru yürüdüm. Deri koltuklardan birine bıraktım kendimi. Karşıma geçip oturdu.

"Şaşırmadın," dedim.

"Babannen arayıp haber verdi. Niye geldin? Ne bu halin? Gelinim nerede?"

Küçük sehpanın üzerindeki sürahiden bardağa su doldurup bir iki yudum içtim. Nasıl soracaktım VASÖ'den haberin var mı, 100. üst sen misin diye?

Bardağı kırarcısına sıkarken arkama yaslandım.

"Ben de sana onu soracağım," dedim. "Hazan nerede?"

"Ne diyorsun oğul? Aklın yerindedir senin?"

Başımı sağa sola salladım.

"Değil. Hazan'ı bulmadan da olmayacak."

"Bulmak ne demek? Bir şey mi oldu karına?"

"Kaçırdılar. "

Gözleri şaşkınlıkla büyüdü. Yüzü endişeli bir hâl aldı.

"Teröristler mi?"

Dilimin ucunu ısırdım.

" Öyle olsa buraya gelir miydim?"

"Mahsun Türkoğlu mu?"

"Hayır. "

"Oğlum tek seferde söylesene şunu. Kimdir bu had bilmezler? Söyle bir hâl yoluna bakalım."

Ya çok iyi rol yapıyordu ya da gerçekten o değildi. Oysaki ben içten içe onun olmasını istiyordum. Hazan'a ulaşmamı sağlayacak kişi 100. üstdü. Onu bulmak için elimdeki tek bilgi de onun Ömer ağa olduğuydu.
Başka bir yol denemeliydim. Şu anlık VASÖ'nün adını doğrudan dile getirmek istemiyordum.

"Bana hiç yalan söyledin mi Ömer ağa?"

"Nereden çıktı şimdi bu?"

Elimdeki bardağı daha sıkı tutup, "merak ediyorum," dedim. "Söyledin mi söylemedin mi?"

"İnsanız oğul. Elbet söylemişimdir ufak tefek de olsa."

"Ne meselâ?"

Kaşlarının ortasındaki çizgi daha belirgin bir hâl aldı. Bu halimi, karım kaçırılmışken karşısında oturmuş sakin sakin bana söylediği yalanların muhakemesini yapıyor oluşumu garip karşılıyordu. Oldukça lüks eşyalarla döşeli odasında ne halde olduğumu anlayacak bir cisim varsa o da elimdeki bardaktı. Camdan gövdesine uyguladığım baskıya ne kadar dayanabileceğini bilmiyordum. Göstermelik sakinliğimin benliğimi ne zaman terk edip gideceğini bilmediğim gibi.

"Karın kaçırılmışken bunları konuşmanın sırasıdır?"

"Bilmem Ömer ağa, sen söyle. Sence neden Hazan kaçırılmışken her şeyi bırakıp buraya geldim? Ne istiyorum, ne bekliyorum senden?"

"Bilmiyorum," dedi. "Ne istiyorsan doğrudan söyle, elimden gelecek bir şeyse yaparım elbet."

"Dürüst ol bana."

"Oğlum ne diyeyim de dürüst olayım? Lafı evirip çevirip durmadan söylesene."

O an elimdeki bardak çatırdayarak tuzla buz oldu. Camlar elimi kesti. Artık kırılmış olan bardaktan dökülen sular kanıma karıştı. Ömer ağa yerinden kalkıp telaşla bana doğru gelirken, "oğlum," dedi. Dogruldum. Parmak uçlarımdan akan kan beyaz zemine damlarken ondan uzaklaştım. Masadan peçete alıp bana uzattı. Diğer eli de şirket telefonuna gitmişti.

"Al şunu."

"Arama kimseyi," dedim.

"Kanıyor, derin kesildi. Revirdeki doktor bir gelip baksın."

"Sana arama kimseyi dedim."

"Oğlum..."

"Ömer ağa! Bırak o telefonu!"

Telefonu yavaşça aldığı yere bıraktı.

"Evlâdım noluyor sana?" diye sordu. Ne gözlerinde ne de yüzünde bana 100. üstün o olduğunu düşündürecek en küçük bir iz bile yoktu. Endişeli, şaşkın ve biraz sinirliydi. Ya da ben tam olarak kendimde olmadığımdan oldukça bariz şeyleri bile göremiyordum belki. Elimdeki kesiğin muhtemel acısını dahi hissetmiyordum. Birkaç adım sendeleyerek geriledim. Başımı belli belirsiz sağa sola sallayıp, "yok...yok bir şey," dedim. Sesim oldukça cansızdı. Bilincim gidip geliyordu sanki. Arkamı dönüp kapıya ilerledim.

"Dur," dedi. Peşimden gelip kolumu tuttu. "Niye geldin niye gidiyorsun oğlum? Bir derdin var belli. Bunca yıl sonra ilk defa kapıma gelmişsin. Seni böyle boynu bükük göndermem. Geç otur şöyle. Eline baktıralım, sonra da oturup adamakıllı konuşalım. "

Yüzüne baktım. Gözlerimden süzülen bir iki damla yaş onu afallattı.

"Oğul?" dedi.

"Hazan yok," dedim. "On üç saat oldu."

Kolumu bırakıp sarıldı bana. Sırtımı sıvazladı. Nasıl oldu bilmiyorum ama başımı omzuna koyup ben de ona sarıldım.

"Tamam, ağlama. Bulacağız karını."

"Nasıl? Saatlerdir bir haber yok. Herkes onu arıyor ama ne bir görüntü ne de bir görgü tanığı hiçbir şey yok."

"Elim kolum uzundur benim."

"O kadar basit değil. "

"Uzanmayan yere de uzanacak başka el buluruz. Torunumu da gelinimi de sahipsiz bırakmam ben."

********

Ömer ağa odasının balkonunda telefonla konuşuyordu. Az önce elimi saran doktorun ardından gelen temizlikçi kadının sildiği yerden yükselen deterjan kokusu başımdaki ağrıyı şiddetlendiriyordu. Ömer ağaya sadece babam olacak itten bahsetmiştim. Bana hapisten kaçtığından beri adamlarının onu aradığını ve Feyzullah'ın o ittin ortaya çıktığından onu haberdar ettiğini söyledi. Birkaç yere telefon etmesi gerektiği için balkona geçti. Bilgisayarını kurcalamayı denesem de şifreyi çözecek yeterli vaktim olmadığından yerime geri oturdum.

Ömer ağa odaya girdi. Koltuğuna oturup, "birkaç yere haber saldım," dedi. "Biraz beklemek lazım."

Kendinden bu kadar emin olması tuhaftı. Hazan'ı sadece Ömer ağa olarak bulamayacağını biliyordum. İşin içinde VASÖ ve TKÖ vardı. Tüm bu dinamikleri bilmeden birkaç tane marabasıyla karımı bulup bana getiremezdi. Yağız'ın Ömer ağayla ilgili ne bilip de 100. üst olma ihtimalini göz önüne getirip bana söyleyecek kadar ileri gidebildiğini anlamaya çalışıyordum. Bunu ona sormam cevaba daha kolay ulaşmamı sağlayabilirdi ancak şu an Ömer ağanın yanından ayrılmak doğru gelmiyordu.

"Babamın hapisten kaçtığını bana neden söylemedin?"

"Tedirgin olmanı istemedim."

"Beni yanı başımdaki tehlikeden habersiz bırakman daha mı iyi oldu?"

"Bir çözüm bulacaktım."

"Kim olarak?"

"Anlamadım?"

"Bir toprak ağası olarak hapisten kaçan suçluların peşine düşmek senin görevin mi?"

"Devletime hizmet etmekten hiçbir zaman kaçınmadığımı iyi bilirsin."

"Bilirim. Deprem bölgelerindeki evleri depreme dayanıklı hâle getirmek, köy okullarına yardım göndermek, hastane, okul yaptırmak. Tüm bunlardan harcadığın paranın yarısını bile kazanmayacak kadar kâr elde etmek. Bu paranın suyu nereden Ömer ağa?"

"Beni neyle suçluyorsun oğul?"

"Önce kendine neden suçlu hissettiğini sor."

Ellerini maundan yapılma, açık ahşap tonlarındaki masanın üzerinde birbirine kenetleyip ciddiyetle, "ağzında bir bakla varsa çıkar," dedi. "Böyle alttan alttan iğneleyerek konuşman hoşuma gitmiyor, bilesin."

"Sadece sordum."

"Neden böyle bir soruyu sorma gereği duydun?"

"Tamam, rahatsız olduysan başka bir soru sorayım."

"Buyur oğlum. "

Ona karşı olan tavrımın farkında olmasına rağmen benimle böyle sevecen ve anlayışlı bir sesle konuşması sinirlerimi iyice geriyordu. Bir kez sarıldık diye aramızdaki buzlar erimemişti. Biz hiçbir zaman dede-torun olmayacaktık.

"Mehmet beyin yanarak şehit olduğu aracın içinde Mahsun Türkoğlu'nu hapse tıkacak delillerin olduğunu nereden biliyordun?"

"Nereden çıktı bu?"

"Dahası da var."

"Söyle."

"Hazan'ı beş yıl önce berdel karşılığı bana gelin edecektiniz. Elime bir fotoğrafını gönderdiniz. Sonra o iş olmadı, ama Hazan'ı hem ismen hem de sima olarak tanıyordunuz. Onu karşınıza çıkardığım gün sen de dahil fotoğrafı bizzat bana gönderen babannem Hazan'ı ilk defa o gün görmüş gibi davrandı. Neden?"

Bu sorum onu gerdi.

"Sırası değil şimdi bunları konuşmanın," dedi.

"Niye? Söyleyecek yalan mı bulamadın?"

"Fırat ileri gidiyorsun. "

"Umrumda mı sence?"

"Değil, ama yine de karşında büyüğün olduğunu unutma."

Öne gelip masaya yaklaştım.

"Ben kendimi unutacak hâle gelmişim, sen kimsin?"

Birkaç saniye sessiz kalıp, "sana içecek bir şeyler söyleyeyim, ne istersin?" dedi.

Git gide tırmanan öfkemle masaya vurdum.

"Sorularıma cevap ver Ömer ağa! Kimsin sen?!"

Cebimde çalan telefonla her şeyi unutup geri çekildim. Telefonu çıkarıp ekrana baktım. Yağız arıyordu. Vakit kaybetmeden açıp telefonu kulağıma götürdüm.

"Hazan'dan haber mi var?" diye sordum hemen.

"Elimize bir video ulaştı," dedi. "Daha doğrusu Ali'ye gönderilmiş bir video. O da bize attı. Nerdesin? Gel birlikte bakalım."

"Gelemem. Videoyu bana gönder. "

"Yanlış bir şey yapmadın değil mi yüzbaşı?"

"Videoyu gönder," diyerek telefonu kapattım.

Saniyeler sonra gözlerimi bir an olsun ayırmadığım ekrana düşen mesaja tıklayıp videoyu açtım. Ömer ağanın varlığını umursayacak durumda değildim, ancak içten içe bundan rahatsızdım. Fakat odadan çıkmadım.

Ekranda beyaz bir yatağın üzerinde elleri, ayakları ve gözleri bağlı bir şekilde oturan Hazan belirdi. Üzerinde hâlâ dün akşam benim seçip giymesini istediğim mavi elbisesi vardı. Beyaz ojeli minik elleri dizlerinin üzerindeydi. Saçları fazla dağılmamıştı. Yüzünün, gözlerindeki bez parçasından görünen kısmında yara bere namına hiçbir şey yoktu. Ağlamıyordu da. Yalnızca düşük omuzları ve hafifçe öne eğik olan küçük bedeniyle yorgun ya da sersem gibiydi. Parmak uçlarımdan saç diplerime kadar bir elektrik akımı bütün vücudumu dolandı. Kalbim küt küt atarken içimde Hazan'dan geriye kalan boşluk sızladı. Midem kasılırken boğazıma oturan yumru ve dilimin üzerine yayılan acı tatla kaşlarım çatılıp yüzüm buruştu.

"Hazan..." dedim fısıltılı bir sesle.

Kameranın arkasında olduğunu varsaydığım bir herif konuşmaya başladı. O sırada Ömer ağa yerinden kalkıp arkama geçmişti.

"Gördüğün gibi kardeşin elimizde. Dört yıldır bizi 100. üstü bulup size teslim edeceğim diyerek oyaladın. Güya 10 yıkım ajanından beşi diye bize başkalarını öldürttün. Anlaşmamız 100. üst ve yıkım ajanları karşılığında ailene dokunmamamız üzerineydi. Artık anlaşma bozuldu. Eğer 48 saat içerisinde bize 100. üstü getirmezsen kardeşin ölür. Ve ardından annenle kız kardeşin de."

Videonun başından beri Hazan'ın arkasında kalan kapının önünde duran herif karıma yaklaştı. Gözlerindeki bez parçasını çözdü. Nefesimi tuttum. Odanın içine vuran güneş ışıkları sebebiyle kıstığı soğuk ve sert bakışları kamerada ve kameranın arkasındaki itte gezindi. Tek kelime etmeden ve tepki göstermeden öylece durdu. Yanındaki adam belindeki silahı çıkarıp alnına dayandığında kaskatı kesildim.

"Belki de 100. üst Mehmet bey tarafından ona emanet edilen çocuklar için kendiliğinden ortaya çıkar. Böyle bir şey yaparsa kendisine müteşekkir oluruz. Ama bence bunu sen yapmalısın Ali Türkoğlu. Yani dedenle ilgili delilleri hâlâ istiyorsan yapmalısın. Bu 48 saat içerisinde sana kardeşinle ilgili başka videolar da yollayacağız. 100. üstü bulmak için çabalıyorsan videolar canını yakacak nitelikte olmaz, ama eğer yıllardır yaptığın gibi bizi kandırmanın başka yollarını ararsan sözümüzde duramayız."

Video burada son buldu. Telefonu cebime koydum. Camları indirmek, eşyaları yerle bir etmek, kendi kendimin hasmı olup varlığımı liğme liğme etmek isteyen öfkemi yuttum. Ayağa kalkıp arkamda duran Ömer ağaya döndüm.

"Sen misin?"

Ellerini koltuktan çekip, "kim ben miyim oğlum?" dedi.

"Zor mu sordum? Tamam, o zaman Mahsun Türkoğlu'yla ilgili delillerin Mehmet beyle birlikte o aracın içinde yandığını nereden bildiğini söyle."

Saniyenin binde biri kadarlık bir zaman diliminde bocaladı, sonra hemen toparlayıp, "kaza olmadan dakikalar önce telefonda konuşuyorduk çünkü," dedi.

"Güzel yalan. Şimdi doğruyu söyle."

"Doğruyu mu yoksa duymak istediğin şeyi mi söyleyeyim nevi?"

"Videoda duyduklarına neden şaşırmadın?"

"Fırsat mı verdin?"

Yakasına yapıştım. Sırtını masaya çarptı. İçimdeki öfke gömülü olduğu toprağın altından çıkmaya çalışırken yeri göğü titretiyor, ben de bu zelzeleden nasibimi alıyordum. Sado'ya attığım yumrukla sınırlarımı, asla yapmam dediğim şeyleri ezip geçerken, Ömer ağanın yakasına yapışarak kendimden tamamen vazgeçiyordum. Hazan yoksa ne sınırlarımın ne de beni adam yapan geriye kalan şeylerin hiçbir önemi yoktu. Kimseye saygı duymak zorunda değildim.

"Oğlum..."

"Kes sesini! Bana oğlum falan deme! Eğer 100. üst sensen ve susuyorsan, Hazan'a bir şey olursa canımın yandığı kadar canını yakarım Ömer ağa! Anladın?"

Nefessizlikten yüzü kızarıp gözleri irileşirken ellerimi üzerinden çektim. Öksürdü. Bir şey söylemesini bekledim. Sustu. Burada daha fazla kalmanın bir anlamı yoktu. 100. üstün o olduğuna neredeyse emindim. Şu an karşımda duran adam hiç Ömer ağa gibi davranıp konuşmuyordu. İtiraf etmesi için bağırıp çağırmaktan, ağızını yüzünü dağıtmaktan başka bir yol yoktu. Ama sınırı o kadar aşamazdım. Ali Hazan için bir çözüm bulurdu. Karıma dokunmalarına izin vermezdi, vermemeliydi.

Elim belimdeki silaha gitti. Çıkarıp emniyet kilidini indirdim. Ömer ağa masaya dayanmış elimdeki silaha bakıyordu.

"Fırat?" dedi. Bunu gerçekten yapıp yapmayacağımı sorguluyordu. Ben de bu sorunun cevabını merak ediyordum. Az önce gitmeyi düşünürken bu hâl bana da süpriz olmuştu.

Silahı ona doğrultmadan oturmasını söyledim. Yerine geçti. Ben de oturdum. Karşımdaki yerden tavana kadar uzanan pencereden gökyüzüne baktım. Parlak, güneşli bir gündü. Bir uçağın ardında bıraktığı silik, buğulu izleri andıran bulutlar, maviliğin içinde yer yer kümelenmişti.

"Hazan...benim her şeyim," dedim yüzüne bakmadan. "Çok zor bir karar değildi onu her şeyim yapmak, çünkü benim daha önce hiçbir şeyim olmadı." Bir kuş uçtu camın önünden. Bir güvercindi sanırım. Hazan'a aldığım kuş evleri geldi aklıma. Boyayıp bahçeye asacaktık. Başka hayallerim de vardı onunla. Hayırlısıyla bir düğünümüz olsaydı burayı gezdirecektim karıma. Yüzmeyi çok seviyor ama o intihar olayından sonra sudan korkuyor diye havuzlu bir evde birkaç hafta tatil yapıp onu yeniden suya alıştırmayı düşünüyordum. Belki dayanamaz suyun içinde bile dokunurdum o gül kokulu yumuşacık tenine. Belki? İyi bir günde, yani Hazan yanımda olsaydı bu belki beni güldürürdü. İhtiyatlı davranmaya, istemem yan cebime koy demeye lüzum yoktu. Kesin dokunur, benden bıkıp usanana kadar onu rahat bırakmazdım. Sudan korktukça bana sarılırdı. Beyaz teni, tenimin esmerliğine karışırdı. Minik elleri omuzlarıma tutunurdu. Ben yine onu öpmelere doyamazdım.

"6 yıldır seviyorum ben onu. Aldığım nefesi bile ona feda edecek kadar çok seviyorum. "

Silahın emniyet kilidini yavaşça kapattım.

"Ben kötü bir adamım. Kötü de bir çocuktum. Disiplinsiz bir askerim. Vefasız bir evladım. Geçimsiz bir arkadaş. Hazan'ın sesini duyana kadar olduğum tüm bu şeylerin aksi olmak gibi bir niyetim yoktu. Tek derdim ardımdan şehit ağıtları yakılırken geberip gitmekti bu dünyadan. İçimdeki öfkeyle daha fazla var olmak istemiyordum. Bir kadınla evlenip yuva kurabilecek bir adam değildim. Ben bile kendime tahammül edemiyordum. Geçmiş bir türlü yakamı bırakmıyordu. En çok da neye öfke duyuyordum biliyor musun?"

Yüzüne kısa bir bakış attım. Ağzımdan çıkan her kelime onun için çok önemliymiş gibi beni dinliyordu. El kadar çocukken umrunda değildim, şimdiyse bu ilgisi benim için hiçbir şey ifade etmiyordu. Karşıdaki binaların siyah camdan yapılma gövdelerine çevirdim gözlerimi.

"Bunların hiçbiri benim ya da ablamın suçu değildi. Senin suçundu Ömer ağa. Köydeki komşuların, okuldaki çocukların, öğretmenlerin bana olan nefretinin tek suçlusu sendin. 10 yaşında beni babamı öldürmeyi düşünerek mutfaktan aldığım ekmek bıcağıyla kapısına dayandıran sendin. İşe yaramaz deli oğlunu reddederken bizi de yok sayışın ablamın canına, benimse sırtımda yıllarca bir cesetle gezmeme mâl oldu. Annem görmezden geldi beni. Eminim ablamın yerine benim ölmemi isterdi. Ben de öyle."

"Oğlum..."

"Şşş. Dahası var. Babam...ablamı bazen ta-taciz ederdi. Bunu daha düne kadar onca yıl bir kez olsun bırak dile getirmeyi, aklımdan dahi geçirmedim. İlk fark ettiğimde henüz neyi fark ettiğimi anlamayacak kadar çocuktum. Ama yine de bir şeylerin yanlış olduğunu anlayıp o herifi öldürmek istedim. Sekiz yaşındaydım daha. Ama cesaret edemedim. Ablam Haydar'ı seviyordu, Haydar da onu. Haydar'ın üniversiteye gideceği sene birlikte kaçacaklardı. Ben de yardım edecektim onlara. Olmadı tabii."

Gözümden süzülen yaşları silip burnumu çektim.

"Kapına geldiğimde ablamın hayaletiyle aram çok kötüydü. Ne zaman elma görsem midem ağzıma gelirdi, hâlâ öyle. Bütün elma ağaçlarından nefret ediyorum. Ama asıl derdim Bahar'ın da aynı şeyleri veya bir benzerlerini yaşamamasıydı. O sene liseye gidecektim ve evde onu koruyacak kimse olmayacaktı. Annem yedirip içirmek dışında onun da yüzüne pek bakmıyordu. O evde tek bir gün yaşatabilseydim keşke sana. Aklıma geldikçe bir çölün ortasında kızgın kumların üzerinde, güneşin altında cayır cayır yanıyormuş ve kaçacak tek bir ağaç gölgesi yokmuş gibi göğsüm kavruluyor benim."

Bir müddet sessizleştim. Ömer ağaya tüm bunları ilk defa anlatıyordum ve elimde bir silahla bunu neden yaptığımı anlamlandıramıyordum. Tek bir sebebi olabilirdi: Ömer ağanın bana karşı olan zaafını kullanıp 100. üst olduğunu itiraf etmesini sağlamaya çalışıyordum. Ne hâlde olduğumu, Hazan'ın benim için ne ifade ettiğini, en azından elinden gelecek bir şey varsa bunu bana borçlu olduğunu görmesini istiyordum. Doğru mu yapıyordum, emin değildim. Fakat strateji yürütecek, bir asker gibi davranıp duygularımın mantığımın önüne geçmesine engel olacak gücüm yoktu. Boğazıma kadar derin bir bataklığın içine gömülmüştüm ve bunlar, üstüme bir RDX patlayıcı yüklü yelek giyip VASÖ'nün kapısına dayanma fikrini eyleme geçirecek kadar gözümü karartmadan evvelki son çırpınışlarımdı.

Gözlerimi kapatıp sessizliği bozmasını bekledim ama sanki nefes bile almıyordu. Başımı yavaşça önüme eğip silahın kabzasını sıktım.

"Eğer bir oyun oynuyorsan," derken gözlerimi açıp yaş döken gözlerine baktım. Ağladığını görmeyi beklemiyordum ama onun yıllar önce bize yaptığı gibi görmezden geldim. "Hazan'ı beş yıl önceden tanıyıp tanımamazlıktan gelmenin, Mahsun Türkoğlu'yla ilgili delillerin Mehmet beyin aracında yandığını bilmenin, o berdel olayının, Hazan'ı birden bu kadar sahiplenişinin bir sebebi varsa ve bana ısrarla yalan söylüyorsan Ömer ağa...Hazan'a bir şey olursa..." Silahı alnına doğrulttum. Şaşırmadı.

"Babamın kanına bulayamadığım ellerimi senin kanına bularım. Çocukluğumu, ablamı elimden aldığın gibi Hazan'ı da senin yüzünden kaybedersem..."

"Etmeyeceksin," dedi. Beyaz sakallarındaki ıslaklığı eliyle sildi. Gözlerimin içine baktı. "100. üst benim."

********

Ömer ağayla birlikte Şırnak'a dönmüştüm. Yağız'la Çekik'in kaldığı evdeydik. Kamufle olup bir yolunu bularak Ali de gelmişti. Mutfaktaki buz dolabının, dışarıda miyavlayan kedinin, yoldan geçen araçların ve alıp verilen nefeslerin sesleri; beyaz bir odada baş ucumda tekdüze ve durmaksızın birbirine çarpan demir bilyelerin çıldırtıcı seslerini andırıyor, nevrimi döndürüyordu. Hayatın, nefesim dediğim kızın yokluğunda hâlâ aynı düzeni sürdürebiliyor olması, zamanın geçmesi, nefes almak, az önce Çekik'in başım döndüğü için önüme koyduğu şeylerden birkaç lokma yemiş ve ilâç içmiş olmak kanıma dokunuyordu. Hazan yoksa ben var olmamalı, hissetmemeliydim.

Karım kaçırılalı on dokuz saat olmuştu. Videonun üzerinden 6 saat geçmişti. 48 saatten 6 saat eksilmiş ve geriye 42 saat kalmıştı. Ömer ağayı öylece VASÖ'ye veremeyeceğimiz bir gerçekti. Her şeyden önce o benim...dedemdi. Canını tehlikeye atacak bir şey yapamazdım. Diğer tarafta Hazan varken bundan da tereddüt ediyordum ancak Yağız ve Ali de benimle aynı fikirdeyken kendime güvenemesem de onlara güvenebiliyordum.

Nasıl 100. üst olduğuna dair öğrendiğim tek şey, bir gün Mehmet beyin, kapısına trilyonlarca paranın bulunduğu dört farklı banka hesabı ve birkaç belgeyle dayandığından ibaretti. Ali ve Ömer ağa durumu net bir şekilde anlatacaklarını söyleyip sessizliğe gömülmüştü. Ali, Ömer ağanın 100. üst olduğunu Yağız'la birlikte en başından beri biliyordu. Bana net bir şey söylememişlerdi çünkü ters bir şey yapmamdan korkmuşlardı. Ben de korkuyordum. Hazan'a bir şey olmasından it gibi korkuyordum.

Gözlerimi, pencerenin önündeki koltukta oturan Ömer ağaya diktim.

"Konuş artık," dedim.

Ali'ye bakıp başını salladı.

"Mehmet'le on iki yıl önce tanıştım," dedi. "O buldu beni. Mahsun'un yediği bazı haltları öğrenmiş. Dicle'nin davasına ulaşmış. Dosyada Mahmut Türkoğlu'yla karısının eski kocası Fatih Aydın'ın adını görünce işi iyice didiklemeye başlamış. Bana ulaştığında ona Dicle'nin...ölümüne dair her şeyi anlattım. Tornumun kanının yerde kalmasına gönlüm el vermiyordu. İstedim ki Mahsun Türkoğlu sonunu oğlunun elinden tatsın. Bu yüzden elimden gelen desteği verdim Mehmet'e. Gel zaman git zaman aramızda bir dostluk oluştu. Bir iki kez yüz yüze görüşmüşlüğümüz de oldu. Delikanlı adamdı. Karısından pek yüzü gülmemiş, çocuklarına, hele de Hazan'a pek düşkündü. Bir yandan babasının yediği haltların peşine düşerken diğer yandan çocuklarına yetmeye çalışıp VASÖ'yü kurmakla uğraşıyordu. Bana projesinden ilk bahsettiğinde bu işin sonunun iyiye gitmeyeceğini dedim ona ama pek hevesliydi. VASÖ için oluşturduğu kod mudur nedir, onunla, sürekli zaman aşımına uğrayarak kaybolan delillere ulaşıverdi. O sıralar VASÖ'de işler pek yolunda gitmiyordu. Sen haklıydın, dedi bana. Ülkemi kalkındıracağım derken başına daha büyük bir çorap ördüm. Bunu deyişinden bir hafta sonra kapıma geldi. Birkaç banka hesabı, üç beş dosya, bir tane de kriptolu telefon verdi elime. İşler çok karıştı, dedi. Bana bir şey olursa bunları devlete ver. Çocuklarım sana emanet. Bir iki hafta sonra da ölüm haberini aldım. Kendi oğlum ölmüş kadar içim yandı. Ertesi günü Ankara'ya gittim. Mehmet'in verdiği şeyleri teslim etmeye. Kabul etmediler. VASÖ'nün kim olduğunu bilmediği bir 100. üst korkusuyla kontrol altında tutulabileceğini söylediler. Vakti gelince onlar bana ulaşacakmış. Ne edeceğimi bilemedim. O kadar para, belge, emrime verilen on ajan. Ben bir garip toprak ağasıyım, ne anlarım böyle büyük işlerden. Yine de devletime karşı boynum kıldan inceydi. Bekle dediler, tamam dedim. İstanbul'a gittim oradan. Mehmet'in cenazesine katılmaya. Karısı gelmemiş cenazeye. Belki de ben görmedim. Büyük kızı da yoktu. Bir Ali, bir de Hazan vardı. Cenaze boyu o harap hallerini izledim. Hele Hazan...kendini yırttı babası toprağa konulurken. Dedim el kadar kız, hadi oğlan dediğin bir şekilde bulur yolunu, kendine sahip çıkar da bu kızcağız ne eder o anayla? Allah var alıp yanımda Urfa'ya götürmeyi bile düşündüm. Ama kim olarak?"

Keşke alsaydın, diye geçirdim içimden. Bugün de dahil birçok şey yaşanmamış olurdu.

"Birkaç gün dolandım oralarda. Mahsun'un Hazan'la Ali'yi götürmek için çıkardığı tartışmaları duydum. Hazan gitmedi onunla. Eğer gitseydi ne yapar eder alırdım elinden. Sonra basıp gitti bu. Bir iki gün sonra Hazan evden okula gitmek için ayrıldı. Saçlarını kesip yoluk yoluk etmişti. Mehmet pek severdi kızının saçlarını. "

Ben de çok seviyordum bebeğimin saçlarını. Her bir zerresine tapıyordum. Çektiği acının hıncını yine kendinden çıkarışı canımı yaktı. Bundan sonrasında az çok neler yaşadığını biliyordum ve Ömer ağanın tüm bunlara bizzat şahit olduğunu öğrenmek öfkeden kanımın akışını hızlandırdı.

"Niye bir şey yapmadın?" diye sordum. "Bizi görmezden geldiğin gibi niye ondan da çevirdin yüzünü?"

Sesim yükselirken Ali kolumu tuttu.

"Sakin ol, dinle," dedi.

"Hazan'ın ardından annesi çıktı. Bir taksiye bindi. Peşine düştüm. Şehrin biraz dışında, eski bir depoda birkaç adamla ve Fatih Aydın'la buluştu. Adamlar VASÖ'nün adamlarıydı. Kadına benim ortaya çıkmama yardım etmesi için para teklif ettiler. Kabul etti. Planlarına göre Fatih Aydın Ali'yle Hazan'ın peşinde gezerek tehdit oluşturacak, Serpil hanım Hazan'ı evden atacak ve ben de çocuklara yardım etmek için ortaya çıkınca ellerine geçecektim. Ne yapacağımı bilemeyip Ankara'da bana numarasını veren başkanı aradım. Her ne olursa olsun müdahale etmememi söyledi. Elimdeki belgeleri ve parayı korumak dışında bir görevim yoktu. Hazan o gün okuldan dönünce evden atıldı. Sabaha kadar yağmurun altında babasının mezarının başında bekledi. Bayılıp kalınca bekçiyi uyandırıp onu hastaneye götürmesini söyledim. Ertesi gün Urfa'ya dönmem gerekiyordu. Peşlerine bir sürü adam takıp döndüm. Hazan'ın başına gelenlere doğrudan müdehale edemeseler de ellerinden geleni yaptılar. Ben ortaya çıkmadıkça VASÖ iyice kudurdu. Ali'yi dağa kaldırdı, Hazan kızım az kalsın..."

"Lan!"
Ayağa fırlayıp üzerine yürürken Ali'yle Yağız kollarıma yapıştı.

"Bırakın," dedim. "Her şey...ulan Hazan'ın yaşadığı her şey sizin saçma sapan, sikik saklambaç oyununuz için miydi?!"

"Oğlum..."

"Sakın! Sakın oğlum deme bana! Nasıl...nasıl için el verdi lan?! Nasıl durabildin öylece?!"

"Başka çarem yoktu."

Kaç insanın ağzından duydum bu cümleyi, sanırım sayısını unuttum. Her zaman bahanelerin arkasına saklanmaya meyilli insanlar başka çarem yoktu, derdi. Ben hiç demedim mesela. Ne zaman çıkmaza düşsem en delice seçenek olsa dahi, eğer ortada bir çıkış yolu varsa onu seçtim. Bir seçim yapamasam da savaştım. Kazanamasam da denedim. Bir şeyi istiyorsam vazgeçmedim, hiçbir zaman elimdekiyle yetinmedim. Birini seviyorsam içimdeki sevginin son damlasına kadar verdim. Benden istenen hiçbir yardımı geri çevirmedim. Hazan'ın sesini duymadan, ona tutulmadan önce ölmek üzereydim. İnsan dediğin naaşı toprağa düşünce değil, içinde tutunacak tek bir dalı kalmadığında ölür. Kalmamıştı. Hazan'a kadar sığınacak limanım, tutunacak dalım, yarın için hevesim, gelecek için hayalim yoktu. Ben de bilirdim başka çarem yoktu diyip vazgeçmeyi, ama geçmedim. Sürekli bir çıkış yolu aradım. Anneme her şeye rağmen saygı duydum, Bahar'ı sevdim, onlar için çalıştım, Ömer ağaya şu güne kadar içimdekilere dair tek kelime etmedim. Görücü usulü tanışmalara bile kendime bu öfkeden bir çıkış yolu ararken gittim. Sırtımda yıllanmış bir cesetle çabaladım lan işte. Hazan da çabaladı. Onca kötülüğün karşısında yenilmedi, yanlış yollara sapmadı. Mehmet bey de son nefesine kadar savaştı. Başka çarem yoktu, ne demekti lan?

Kollarımı bir adım gerileyerek ellerinden kurtardım. Pek muhterem 100. üstlerinin üzerine atılmaktan vazgeçtiğimi anlayınca engel olmadılar.

"Başka bir çare aradın mı ki?" dedim. Gözlerini gözlerimden kaçırdı. "Her zaman iyi ya da kötü başka bir çare vardır. Aramazsan bulamazsın Ömer ağa."

"Devlete karşı gelemezdim. "

"Ben defalarca geldim. Eğer yaptığın şey doğruysa karşı geldiğin için madalya bile veriyorlar." Alayla güldüm. Sonra hemen pişman oldum. Sebebi her ne olursa olsun Hazan yokken gülmemeliydim.

"Sen şuna vicdanımı rahatlatmak için bahane arıyordum, bulunca da başka bir çare aramaya lüzum görmedim desene."

"Yüzbaşı tamam."

Yanımdaki Yağız'a dönüp, "ne tamam?" diye sordum sakince. "Hazan 14 yaşında babasız kaldı buna mı tamam? O çocuk yaşında kapının önüne konuldu, günlerce tek başına hastanede kaldı, sokakta yattı, para kazanmak için onun bunun evinde temizlik yaptı, tacize uğradı, buna mı tamam? Sevgisiz, kimsesiz, sığnaksız kaldı, barlarda şarkı söyledi, taksiye çıktı, kardeşinin ihanetiyle yüzleşti, annesi yüzünden, belki de Ömer ağanın, tecavüze uğruyordu, intihar etmeye kalkıştı, buna mı tamam? Siz ne sanıyorsunuz lan insanları?! Oyuncak mı?!"

Ömer ağaya döndüm.

"Başka çarem yoktu! Çareni sikim senin! Duydun mu beni? İçine tüküreyim senin vicdanının! Başka çaren varken bizim yüzümüze baktın mı ki Hazan'ın bakacaktın?!"

Ali yeniden kolumu tuttuğunda bir süredir sessiz kalan Çekik, "neden susturmaya çalışıyorsunuz?" dedi. "Herkesin mi derdi gerçekleri duymakla olur?"

"Sen karışma," dedi Yağız.

Çekik oturduğu yerde öne gelip, "neden?" dedi. "Sabahtan beri karışmıyorum zaten, henüz bir şeyleri çözebildiğinizi görmedim. Tek yaptığınız gerçekleri susturmak."

"Sen çok mu biliyorsun gerçekleri? Kendi ülkeni bırakıp başkasının ülkesini savunmaya gelmişsin."

Çekik güldü.

"Bunu bekliyordum," dedi. "İçindeki ırkçı tarafı fazla dizginleyemeyeceğin belliydi. Ama biraz tarih bilgisi; insanlar bunu yüzyıllardır yapıyorlar zaten. 1950'lerde Türkler Kore savaşındaki en büyük ikinci destekçimizdi. Bir laf var sizde, iyilik yap, denize at. Öyle mi yapıyorsunuz yoksa karşılığını alamayınca kin mi besliyorsunuz?"

"Konumuz bu mu?"

"Ne konunuz? Sabahtan beri savcı için kılınızı kıpırdatmadınız, oturmuş geçmişin hesabını tutuyorsunuz. Bunun savcıya ne faydası var?"

"Daha durum netleşmedi," dedi Ali.

Araya girecekken Çekik, "neyin netleşmesini bekliyorsunuz?" diye sordu. "Savcıyı öldürmek konusunda ciddi olup olmadıklarının mı?"

"Yapamazlar."

" Oysa ki yapamazlar dediğiniz birçok şeyi yaptılar. "

"VASÖ'nün devletle arasındaki ilişkinin dinamiklerini tam olarak bilmiyoruz," dedi Yağız. " 100. üst devlet koruması altında, kafamıza göre tutup kimseyi kimseye teslim edemez, iş yapamayız. Bizi sonuca gerçekler değil, stratejiler götürür."

"Benim ülkemde sistem insanları cafcaflı ve süslü sokaklar, yiyecek paketleri, telefonlar ve iş yerleriyle, kapitalizm ürünü müziklerle gerçeklerden koparmaya çalışıyor; burada da insanlar sistem tarafından kandırılmayı çoktan bırakmışlar, bunu artık kendi kendilerine yapıyorlar. Ya gerçeklerin üzerini örterek ya da gerçekleri gözlerinde büyütüp acı pornosuna dönüştürerek. Öyle ki bu artık evlere ve zihinlere kadar sızmış. Susmak sonraki iş, siz önce kendinizi ve başkalarını duymayı öğrenin. Bunu yapamadığınız, yapamadığımız sürece onlar kanımızı emmeye, bizse kendi ellerimizle kendi sonumuzu getirmeye devam edeceğiz. Devlet biz insanlar için kurulmuş bir sistem, biz yoksak bir hiç. Neden insanlar devlet için yaratılmış gibi davranıyorsunuz? Önemli olan savcının canı mı yoksa, devletin bekası mı?"

Mevzu bahis kendi canım olsa devletimi seçerdim, ben bunun için yetiştirilmiştim. Ama mesele Hazan'ken diğer seçenekleri gözüm görmezdi. Ne ülkeme ne de devletime ihanet edip karşı gelmek değildi niyetim, ben sadece Hazan'ı istiyordum. Çektiğimiz bunca acının bir bedeli olmasa da bir karşılığı olsun istiyordum. Adalet hiçbir zaman yerini bulmaz, ama ben Hazan'ın ait olduğu yere, kocasına, soluğunu kestiği bu adama dönmesini istiyordum. Kimseyi sorumlu tutamam bundan; ne Allah'ı, ne kaderi, ne de insanları belki. Ama birileri ya da bir şeyler bize bunu borçluydu.

"Hazan," dedim.

"Diğer şıkkı seçen var mı?"

"Yok," dedi Yağız. "Devlet bile Hazan'ı seçti. VASÖ'yle uzlaşmaya çalışıyorlar. Şu an ikaz aşamasındalar. Hazan'ı vermezlerse muhakkak taaruza da geçerler. Beklemek zorumdayız."

Urfa'dayken Ömer ağa Ankara'daki başkanla görüşmüştü. Üzerinden saatler geçmesine rağmen bir gelişme yoktu. Feyzullah'lar da ormanlık bir alanda, düğün salonunun önünde araçları otoparka götüren valenin cesedini bulmuştu. Tek görgü tanığı da ortadan kalkmıştı. Devletle VASÖ arasındaki bağ her neyse her iki taraf da net bir şekilde saldırıya geçmiyordu. İçimdeki ses olan yine Hazan'a olacak derken daha fazla sabredecek takatim kalmamıştı.

Çekik'e, "Hazan'a ulaşacak bir yol mu biliyorsun?" diye sordum. Şaşırtıcıydı ama burada benden sonra Hazan'ı umursayan tek kişi oydu.

"Az önce sen söyledin," dedi. "Aramazsan bulamazsın. E haliyle de ararsan bulursun."

Ömer ağa oturduğu koltuğa mıhlanmışcasına, başı önünde öylece dururken Çekik'in yanına gittim.

"Göster bana o yolu," dedim.

"Siz ne diyorsunuz?" diye diğerlerine sordu.

Yağız'ın, "devletin bulamadığı ne bulmuş olabilirsin ki?" diyen sesini duydum.

"Video," dedi. "Devlet de VASÖ gibi yıkım ajanlarından beşinin öldüğünü zannediyor diye videoyu onlara teslim etmediniz. Bu işte herkes birbirinin arkasından iş çeviriyor. "

"Nolmuş videoya?" dedim.

"Güneşin konumu ve arka plan sesleri."

"Yani?"

Yemek masasına ilerleyip bilgisayarın başına geçti. Yanına gittim. Bilgisayarı açıp ses dalgalarının bulunduğu ekranı gösterdi.

"Videoda arka plan ses temizleyicisi kullanmışlar," dedi. "Ses dalgalarını ortaya çıkarmak için onlarca program ve yazılım kullandım. Piyasa da olan yazılımlar VASÖ'nün yazılımlarıyla mücadele etmekte epey zorlansalar da arka plandaki ezan sesine ulaşabildim. Google Earth Pro üzerinden videodaki perdeye düşen güneşin açısıyla, bulundukları bölgenin coğrafi konumunu ve videonun çekildiği saati belirledim. Video ortalama saat 12.47'de çekilmiş. Bu saat dilimi ezanın ortalarına denk geliyor. Odanın penceresi batıya bakıyor. Güneş ışınları ise Güney - Güneybatı yönünden gelip odanın içinde, savcının oturduğu yatağın üzerine kuzeydoğu yönüne düşüyor. Güneşin düşüş açısı bize şu boylam ve enlemleri veriyor..."

"37. 5745 kuzey enlemi, 43. 7403 doğu boylamı. Rakım 1800. Hakkari."

"Aynen öyle yüzbaşı. Ezan hoparlörden bağımsız yankı yapıyor ve başka ezan seslerine karışmıyor. Duvarda soba borusu çıkışı var. Perdenin uçuşuna bakarsak da rüzgar saatte 10 -25 km hızla esiyor..."

"Dağlık bir bölgedeler yani?"

"İyi de neden Hakkari?" diye sordu Yağız.

"Çünkü sabahtan beri savcının, sadece İstanbul ya da Ankara'ya veya adalardan birine götürüldüğü dışında bir akıl yürütmede bulunmuyorsunuz. VASÖ strateji yürütür diyorsunuz ancak siz strateji yürütmek bir yana dursun belirli kalıplardan çıkamıyorsunuz. VASÖ onu yapmaz, bunu yapmaz, bir tek İstanbul ve Ankara'da kurulu düzenleri ve güvenlik önlemleri var. Peki İran ve Irak sınırına konuşlanan sözde TKÖ? Onlar da VASÖ için bir çeşit güvenlik kalkanı değil mi?"

"İyi de..."

Ali, "Yağız sus artık," diyerek araya girdi. "Ben de beklemek istemiyorum. Ne olacaksa olsun."

"Elimden bir şey gelirse..." diyen Ömer ağaya baktım. Oturduğu yerden kalkmamıştı hâlâ.

Bir şey söylemeden bilgisayar ekranına odaklandım. Bu saatten sonra elinden hiçbir şey gelmezdi, ben büyümüştüm artık, ablam çoktan ölmüştü; Hazan yalnız değildi, tüm çareler tükense de ben kendimi de tüketene kadar savaşırdım onun için. İnsan hep aksini düşünür, her şey olduğu yerde kalacak zanneder, ama vakit geçer, beklenenler beklenmez olur: bazı şeyler çürüyüp maziye karışır. Ömer ağa benim için çoktan bir sandığın dibinde unutulmuş, küften ve rutubetten renkleri birbirine girmiş, eski bir albümün sayfalarında kalmıştı. Bana yaptıkları neyse de Hazan'a yaptıklarını affedemezdim.

"Sizi tehlikeye atamayız, ortalarda görünmemeniz en doğrusu."

Ömer ağayı kâleye alan tek kişi Yağız'dı.

"Muhtemelen Yüksekova'dalar," dedim. "Hem Irak hem de İran sınırına en yakın bölge orası."

"Ben de öyle düşünüyorum. Elimizde en azından bir adres var, gidip bakalım diyorum."

"Ben de devletten gizli iş çevirmeyelim diyorum. Başımıza bela alırız."

"Benim kaybedecek bir şeyim yok," dedi Ali. "Sıfırı tüketeli çok oldu."

"En fazla sürgün edilirim," dedi Çekik. "O da umrumda olmaz, gidecek bir ülkem var."

Benim bir neden söylememe gerek olmadığı için sessiz kaldım. Hazan dışında gidecek bir ülkem yoktu, ya da tükenecek bir sıfırım. Hazan yoksa ben bir hiçtim.

********

Yağmur ufak ufak atıştırıyordu. Saat gece yarısını geçeli bir hayli olmuştu. Mühimmat ve çelik yelek gibi ıvır zıvırları ayarladıktan sonra dört kişi yola çıkmıştık. Dokuz saat süreceğini hesapladığımız yolculuğun sonlarına yaklaşıyorduk. Güneş lacivertimsi gökyüzünü karşıdaki dağların ardından yavaş yavaş ağartmaya başlamıştı. İki tarafında da düz ve geniş ovaların uzandığı ıssız yol, içimdeki tekinsiz havanın resmini çiziyordu.

Bir süredir hiç dinmeyen başımdaki ağrı boynumu ve omuzlarımı taşa kesmişti. Sırtımda hükmedilmesi zor bir gerginlik vardı. Yanından geçtiğimiz Hakkari tabelası geride kaldığında göğsümdeki ağırlık biraz olsun hafifledi. Hazan'a yaklaşıyordum. Onsuz yirmi dört saatten fazla bir zamanı doldurmuştum, ve artık bu çilenin sona ermesini, yeniden nefes alabilmeyi istiyordum.

Bu, VASÖ bizi takip edemesin diye değiştirdiğimiz üçüncü araba, yol Hakkari'ye gitmek için tercih edilebilecek en işlek olmayan ve polis otosuna rastlamanın imkansız olduğu güzergahtaydı. Şu ana kadar takip edildiğimize dair bir iz yoktu. Aracın içinde çıt çıkmıyor, Yağız gözlerini bir saniye olsun yoldan ayırmıyordu.

Benim telefonumdan gelmediğinden emin olduğum mesaj sesiyle sessizlik bozuldu. Dikiz aynasından Ali'nin cebinden telefonunu çıkardığını gördüm. Ekrana bakıp, "VASÖ yeni video yolladı," dedi.

Yağız'a, "sağa çek," dedim.

Araç durduğunda aşağı indim. Ali ve diğerleri de indiğinde Ali yanıma gelip videoyu açtı. Mahzen gibi karanlık bir yerde, tavandaki çıplak ampulün cılız ışığının altında, Hazan tavandan sarkan, beline bağlanmış bir ipin ucundaydı. Elbisesinin etekleri salınıyor, saçları önüne dökülüyordu. İp, makaralı bir mekanizmaya bağlıydı ve Hazan'ı birkaç santim aşağı sarkıttı. Yerde içi su dolu geniş ve yüksek sırça bir fanus vardı. Suyun içinde kıvrılarak yüzen engerek yılanları kanımın damarlarımdan çekilmesine neden oldu. Kamerayı tutan kişi suya iyice yaklaştı. Fanusun içindeki akrep benzeri, iki el büyüklüğündeki böcekleri gösterdi. Kalbim sıkışırken araca dayandım. Hazan tepkisizce suya baksa da o güzel gözlerindeki korkuyu görebiliyordum.

"Adamlarım ortadan kaybolduğunu söyledi Ali," dedi bir ses. Bir önceki videodakiyle aynı kişiydi. "Yağız, Kim Chin ve yüzbaşıyla birlikte. Bizi mi arıyorsun? Eğer bulman çok kolay olduysa yanlış yolda olduğunu anlaman da pek fazla vakit almayacaktır."

Fanusun etrafında döndü.

"Seni küçük dostlarımızla tanıştırayım. Engereği bilirsin zaten. Ama bu çirkin yaratıkları daha önce gördüğünü sanmıyorum. Adı Belostomatidae. Tek bir ısırığıyla avını saniyeler içinde felç edebiliyor. "

Kamerayı Hazan'ın yüzüne çevirdi.

"Sudan korkuyordun değil mi Asena? Korkunu yenmene yardımcı olacak eğitimler almamak için bunu bizden sakladın. Biz de olur da bir gün işimize yarar diye bilmiyormuş gibi davrandık. Korkuyor musun?"

"Hayır."

Sesi çok net ve kendinden emindi. Ama biliyordum ki korkuyordu. O benden başkasına korkusunu belli etmez, zayıf yanlarını göstermezdi. Sargılı elimi yumruk yapıp aracın camına indirdim. Yağmur, toprak ve egzoz kokusunun sindiği havadan derin bir nefes aldım, ama ciğerlerime ulaşamadan kursağımda kaldı. Ellerim titreyip kollarım uyuşmaya başladı. Yanlış yolda mıydık? Birkaç basit yazılım ve programla Hazan'ın Hakkari'de olduğunu bulmak kolay bir yöntem miydi? Hazan'a yaklaşıyorum derken uzaklaşıyor muydum?

"Şimdi anlayacağız korkup korkmadığını. Saati koluna takın."

Kameranın açısına giren bir adam Hazan'a yaklaşıp arkasında bağlı olan ellerinden birinin bileğine saati taktı. Aktif hâle getirdiğinde, "ritim 110'nun üzerinde efendim," dedi.

Kamerayı tutan it güldü.

"Güzel. Birazdan ipi birkaç santim daha aşağıya sarkıtacağız. Kanındaki adrenalin seviyesi artıkça kalp atışların hızlanacak. Nefeslerin sıklaşıp göğsün daralacak ve astım atağın tutacak. Ve o an tamamen suya bırakacağız seni. Acı çeke çeke öleceksin Asena. Kardeşine bir şey söylemek ister misin?"

"Hayır."

"Bu kadar inatçı olma. Belki de bu son şansındır. Eminim şu an kocan da kameranın diğer tarafındadır, en azından ona bir şey söylemek ister misin?"

"Hayır. "

"Peki, sen bilirsin."

Video burada kesildi.

💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦

Bölüm : 13.08.2025 13:09 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...