98. Bölüm

97. Bölüm

Binnur Tombaş
yikim2024

*********

Her şeye rağmen Hakkari-Yüksekova yolunda ilerlemeye devam ediyorduk. Çekik VASÖ'nün aklımızı karıştırıp bizi şüpheye düşürmeye çalıştığını söylüyordu. Yağız VASÖ'nün devletten habersiz iş çevirdiğimizi bildiğini ve bu bilgiyi devletle paylaşmasının an meselesi olduğunu, her an bir polis aracının yolumuzu kesebileceğini defaatle tekrarlıyordu. Ali, bize nerede olduklarından haberi olmadığı yalanını ısrarlı bir soğukkanlılıkla söylediği yıkım ajanlarıyla iletişime geçmişti. Onlar Ankara, İstanbul ve VASÖ'ye ait adaları ararken biz de Yüksekova'nın İran sınırına yakın olan Esendere beldesi ve Irak sınırına yakın olan Dilekli köyü arasında bölünüp dağ bayır Hazan'dan bir iz bulmaya çalışacaktık.

Normal şartlarda en fazla yedi saat sürmesi gereken yolculuğun on ikinci saatinde ve değiştirdiğimiz dördüncü arabanın içindeydik. Şehir merkezini az önce arkamızda bırakmış, dakikalar evvel de Yüksekova tabelasının yanından geçmiştik. İlçe merkezine gelince ikinci bir araç bulup ayrılacaktık. Yağız ve ben Esendere'ye, Kim Chin ve Ali ise Dilekli köyüne gidecekti.

Açık olan camdan vuran dağ havasını içime çektim. Vücudumdaki bütün acı ve ağrılar; öfkem bile kronikleşmişti artık. Hani olur ya uzun süre iltihaplı bir dişle yaşayıp, bir vakit sonra ağrısına alışırsınız, ben de yavaş yavaş alışıyordum sanırım. Üzerime bir ağırlık çökmüştü. Durgunlaşmıştım. Videodan sonra araca yumruk ve tekmelerle girişip, elimdeki yarayı kanatıp, bembeyaz sargıyı kızıl kana boyadıktan sonra bir şeylere daha fazla öfke duymaya gücüm kalmamıştı belki de. İçimdeki sıkıntının hadi hesabı yoktu. Boğazımda hâlâ aynı yumru yerli yerindeydi. Hazan'a yetişmekle geç kalmak arasında canhıraştı ruhum. Biraz da kırgındım sanki. Kadere kırgındım. Alnımın yazısına, gönlümün kara sevdasına dargındım. Bana...bize bunu yapmayabilirdi. İkimiz de, sadece Hazan olsa da olurdu, güzel bir aileye doğabilirdik. Mehmet bey ölmeyebilir, Serpil hanım Hazan'a bunca eziyeti reva görmeyebilirdi. Bir şeyleri kaldıramıyordum. Sürekli Azrail'le olan bu gereksiz münasebetim canımı sıkıyordu.

Ölüm ablama hiç yakışmamıştı, hatırlıyorum. Simsiyah saçları toprağın rengine bulanırken eskisi gibi canlı ve parlak değildi, teni solgun, tıpkı bir hayalet gibiydi. Dikiş nakış yapmaktan delik deşik olan elleri hareketsiz kaldığında dokunamasam bile buz gibi olduğundan, böcek ve karıncalarla dolu toprağın kirlettiği teninin eski sıcaklığını kaybettiğinden emindim. Bir daha onu göremeyecektim. Sesini duyamayacak, kokusunu soluyamayacaktım. Artık hayaller yoktu. Uzun kömürlük gecelerinde elma ağacının dibinde beni bekleyen bir ablam yoktu artık. O büyük mü küçük mü olduğunu tam kestiremediğim evde yapayalnızdım. Rüyamda ablamı görüp sırtımda hüzünlü bir esintiyle annemin yanına gittiğimde, çıplak ayaklarım beton zeminin üzerinde üşürken arkamdan vuran odanın ışığı çelimsiz gölgemi önüme düşürüyordu. Bugün kaba ve kalın olan, sinirlendiğimde karımı ürküten sesime nazaran cılız ve ince sesimle, anne, diyerek seslendiğimde hemen odama dönmemi, ortalıklarda pek dolaşmamamı söyleyen annemin bana o gün yaşattığı hayal kırıklığıyla aynıydı bu his. Yediğim dayaklar yüzünden aksayan ayağım ve sızım sızım sızlayan bedenimle başımı öne eğip, saatler evvel ablamla kaldığımız odaya dönmüştüm. Yatağımın karşısındaki duvara dayalı karyolası boş mu, yoksa ablam hâlâ orada mı anlayamadan sabahı sabah etmiştim. Ara ara gözlerim sulanmış fakat hemen sonra ablamın, erkek adam ağlamaz, diyen sesiyle hıçkırıklarımı yutmuştum. Biraz gözüm dalınca boğazıma yapışan, bana nefesimi geri ver, diyen aynı sesle çığlıklar atarak yataktan fırlamış kapıya koşmuştum ama annem gelme demişti.

Hazan...onu ölümle koyun koyuna hayal edemem ki ben. O güzel gözlerine bakmadan, kokusunu soluyup sıcaklığını hissetmeden, sesini duymadan bir an sonrasını bile düşünmeye cesaret edemem ki. Dokunmaya kıyamayıp, aksi gibi de öpüp koklamaya doyamadığım küçücük, narin bedenini...toprağa koyamam ki. Gecenin ayazında onu iki metrelik bir çukura gömüp arkamı dönüp gidemem ki. Nefes almadığını bilirken hâlâ nefes almaya devam edemem ki.

Bunu hiç kimse benden istememeli. Çok çabaladım, çok sevdim çünkü ben onu. Savaştım, değiştim, denedim, vazgeçmedim. Ama olur da Hazan'ı kaybedersem benim de başka çarem, alacak nefesim kalmazdı. İşte o zaman vazgeçerdim. Ve kimse beni bunun için suçlayamazdı. Ablam haksızdı; erkek adamlar da ağlar, gerekirse ölürdü. Ben Hazan için ölürdüm. Bu yol Hazan'a çıkmayacaksa sonuma çıkacaktı.

Bir benzinlikte durduk. Dolan gözlerimi sıkıca yumup açtım. Elimle yüzümü sıvazlayıp araçtan indim. Yıllar önce, istisnai bir durumda, kapısına gelip şehit haberi verdiğim Zahit dayı beni fark etti. Biraz toplu, yuvarlak yüzlü bir adamcağızdı. Eski model Ford marka aracının yanından, üzerindeki yeleğin yakalarını tutarak yanıma geldi.

"Aman hoş gelmişsin komutanım," diyerek elimi öpmeye yeltendiğinde, "dur Zahit dayı, ben öpeyim," dedim. İki eliyle tuttuğu elimi sıkıca kavrayıp, "olur komutan? Mehmetçik el öper hiç?" dedi.

"Öper dayı, niye öpmesin?" dediğimde dalgındım. Rütbesinin denginde olmayana mehmetçik denmezdi bizim oralarda.

"Arabayı getirdim," dedi. "Pek sağlam değil ama iş görür he komutanım?"

"Görür, sağ olasın dayı. "

"Sen sağ ol. Başka bir bir isteğin varsa de hele?"

Ali araçtan inmemişti. Çekik'le Yağız'a baktım. Başlarını olumsuzca salladılar.

"Yok."

"İşiniz acele değilse bize götüreyim sizi. Yengen kutilik etsin, saca hamur döksün he komutan? Allah ne verdiyse yeriz."

Elimi sıkıca sarmaya devam eden elinin üzerine sargılı elimi koyup, "başka zaman dayı," dedim. "İşim çok acele."

"Elinin halı ne komutan?"

"Yok bir şey. Ufak bir kesik."

"Ufak kesik olur hiç? Kan belemiş bezin üstünü. Gel hele bize gidek. Sağlık ocağına uğrarık olma mı?"

"Dayı acelem var, sonra. Ver anahtarı, yolumuza gidelim."

Endişeli yüzüyle, "peki," dedi. Elini cebine atıp anahtarı verdi.

"Sen dönebilecek misin geri?"

"Dönerim. Reşit bırakır beni. Sağlıcakla gidin, yolunuz açık olsun komutan."

Başımı sallayıp Ali'nin araçtan inmesine gerek kalmasın diye, mühimmatların bir kısmının bulunduğu çantayı bagajdan alan Yağız'la birlikte Zahit dayının aracına ilerleyip bindim. Direksiyona bu sefer ben geçmiştim. Yağız koltuğa yerleştiğinde yola çıktım. İlçe merkezinde dükkanların arasından geçip Esendere beldesine giden bir tarafı kayalık, diğer tarafı yamaç aşağı ormanlık olan, kıvrımlı dar yola girdim. Buralarda hâlâ yer yer kar vardı. Kepçenin yol kenarlarına topladığı karlar erimemişti. Aracın tekerleklerindeki zincirler çamurlu yolda güç bela dönüyor, su dolu çukurlara girip aracın camlarını kirletiyordu.

Saat sabahın dokuzunu geçmişti. Hazan kaçırılalı otuz saat olmuştu. Geçen her saniyeyle birlikte, içimde bir şeyler eksiliyor, ellerimden kayıp gidiyordu. Nerede olduğunu bilmediğim bir kesikten ince ince kanım sızıyordu sanki. Tiz bir acı hissediyor, sarılması gereken bir yaram olduğunu biliyor ancak kılımı kıpırdatamıyordum. Ara ara şuurumu yitiriyor, sesleri duymuyor, görüntüleri görmüyor, nerede ve ne yaptığımı algılayamıyordum. Kafamın içinde her şey parça parçaydı. Yalnızca Hazan'ın yokluğu bir türlü çıkmıyordu aklımdan.

Videodaki o hali...suyun içinde yüzen hayvanlara kitlenişi, gözlerinde gördüğüm korku beni deli etmişti. O it herif bana bir şey söylemek isteyip istemediğini sorduğunda hayır deyişi bile bu kadar dayanılmaz değildi. Biliyordum, inadından yapıyordu. Benim karşımda bile burnu düşse almazdı o. Gerçi ne söylemesini bekliyordum ki? Gözünün önündeyken bile ona sahip çıkamayan adamdan yardım mı isteyecekti? Kaç saattir nerede olduğunu bulamayan, onu...ölümle burun buruna bırakan kocasına onu sevdiğini mi söyleyecekti? Aciz, işe yaramaz, öfkesinden başka hiçbir şeyi olmayan sikik herifin tekiydim. Kuyruğuna basılmış it gibi dolanıp durmaktan, kime ait olduğunu bilmediğim iplerle dipsiz kuyulara inmekten başka bir şey gelmiyordu elimden. Bu belirsizliğe, Hazan'ın yokluğuna katlanamıyordum artık. Uykusuzluk, çaresizlik, akıp giden zaman beni psikozun eşiğine getiriyordu. Aklımı yitirecektim.

"Yüzbaşı, kontrollü sür şu arabayı."

Direksiyonu sıktım.

"Hazan'ı bulana kadar bana kontrolden bahsetme."

"Kaza yapıp geberip gidersek Hazan'a hiçbir zaman ulaşamayız."

"Hâlâ bunları düşünecek kadar aklım başımda. O benim karım. Onu benden daha fazla düşünüyormuş gibi davranma."

Sesimdeki kasırganın içinde her şeyi birbirine katan hortumun ürkütücü uğultuları, yüreğimin çığlıklarına karışıyordu. Ayaza kesen bir kış güneşi ruhumun karanlık ormanlarına doğuyor fakat ısıtmıyordu. Bu bir Turan taktiğiydi; ne kaçacak ne de yaşayacak bir yer vardı. Dostla düşman birbirine karışmış, yaşamla ölüm bir bütün olup kaynaşarak yok olmuştu. Hazan yokken nefes almakla almamak arasında hiçbir ayrım yoktu. Zaman görecelidir. Yağız'a göre belki hızlı gidiyordum ama bana kalsa bu yarışta kaplumbağa tavşanı geçemezdi. Azrail'le yarış her zaman kanlı biterdi. Tetiği ilk çeken, mermiyi son gören olurdu. Tetiği ilk çeken ben olmalıydım ki mermiyle yüz göz olmaya lüzum kalmasındı.

"Hazan'ı gerçekten düşünüyorsan önce kendine sahip çık."

Gözlerimi yoldan ayırmadan, "sen de çenene sahip çık," dedim. "Şu an olabileceğim kadar sakinim zaten."

"Öfkenden bahsetmiyorum, aklına sahip çık. Yoksa ne kadar öfkeli bir adam olduğunu seni az çok tanıyan herkes bilir. Bu sakinliğin tebrik edilmeyi hak ediyor. "

"Benim aklım Hazan. Altı yıldır bu böyle. Ona bir şey olursa hiçbir şey için garanti veremem."

"Olmayacak diyemem, ama elimizden geleni..."

"Kes sesini! Hiç kimsenin elinden geleni yaptığı yok! Hepinizin kendi arkasını kolladığının farkında değil miyim sanıyorsunuz?!"

"Yüzbaşı böyle işler her zaman ağır ilerler ve hep en kötü seçeneğin yüzdesi daha fazladır. Bütün kurallar genellemeler üzerine kurulur. Durumu kişiselleştirme. Bir seçim yapmak zorunda kalsan bir askerinin mi şehit olmasını göze alırdın, yoksa bütün timinin mi?"

"Bütün timimle birlikte o bir askerimi kurtarmak için savaşırdım."

"Yüzbaşı gerçekçi ol."

"Kimin gerçeğine göre gerçekçi olayım? Sence daha önce hiç böyle bir ikilemde kalmamış olabilir miyim? Ben her zaman kanımın son damlasına kadar savaştım. Kurallar genellemeler üzerine kurulur, ama gerçekler kurallarla yaşanmaz."

"Bazen başka çaren yoktur. Sen her ne kadar inanmasan da bu böyle. "

Aşağısı uçurum olan yolun kıvrımından döndüm. Ne olduğunu anlayamadığım bir hayvan koşarak önümden geçip yeni yeni yapraklar açıp çiçeklerle bezenen ağaçların arasında kayboldu. Hızlanan yağmurla silecekleri çalıştırdım.

"Bana VASÖ'yü mü savunuyorsun?"

"Hayır, Ömer beyi savunuyorum. Yapacağı tek bir hata birçok şeye mâl olabilirdi. Ona Hazan'ı koruyamadığı için kızamazsın. Kurallar biri için değil, birileri için konur. Devletin derdi VASÖ için 100. üstü bir korku unsuru olarak tutup parayı ve kodu güvence altına alarak aslında onca ajana bir kalkan oluşturmaktı."

"Umrumda değil! Hazan söz konusuyken önüme hak vermem için başka bir seçenek sunma. Ömer ağa sana 100. üst, benim gözümde ise bir katil."

"Bu çok ağır bir suçlama. "

"Suçlamadan daha ağır bir şey söyleyeyim mi sana?" Yüzüne kısaca bakıp yola döndüm. "İşlenen suç. Görmezden gelmek, kulak tıkamak, yok saymak. Bazı şeylerin geri dönüşü de affı da yoktur. Tüm bunların kuralını hiç kimse değil, ben koyarım. Katledilen benim ablam, benim çocukluğum; görmezden gelinen benim karım. Anladın?"

"Anlıyorum. Çocukluğun için bir şey diyemem, Hazan'ın başına gelenler için de öyle. Ama bazı kuralları deden koymadı, bazı seçimler ona ait değildi. Şu an dedeni değil, seni düşünüyorum. Böyle bir öfkeyle nasıl yaşanır bunca yıl?"

Videodan sonra geçirdiğim öfke nöbetinden bahsediyordu. Ali'ye saldırmıştım. Hazan'ı onun yüzünden kaçırmışlardı. Yapılması gereken şey çok basitti. Yıkım ajanlarındaki virüsle VASÖ'yü çökertmek. Ama devlet buna izin vermediği için hâlâ bekliyorlardı. Ele geçirilmesi gereken bazı belgelere ulaşmaya çalışıyorlardı. Tamam, devlet için mantıklı bir stratejiydi ama Hazan'ın yokluğu...benim dışımda kimsenin nefesini kesmiyordu.

"Elinde tutunacak başka bir şeyin kalmazsa öyle bir yaşarsın ki," demekle yetindim.

Sıkıntıyla içini çekişini duydum. Bütün algılarım alabildiğine açıktı. En ufak bir ses bile kafamın üstünde atlar koşuyormuş, kılıçlar parlak gövdeleriyle çarpışıyormuş gibi gürültülü, karmaşık ve tam olarak hangi yönden geldiğini bilmediğim tuhaf bağrışlar oluşturuyordu. Bir savaş meydanında, yırtık pırtık kıyafetleriyle, çocuk gözlerine dev gibi görünen kalabalıkların ayakları altında ezilen bir evsiz gibi hissediyordum. Bedenim morluklarla, yüzüm kanla ve ruhum kimsesiz bir yalnızlıkla doluydu. Ya da üzerinde yaşanan cihat yüzyıllar önce tarih olmuş, katledilen canlar çoktan unutulmuş, bir karışı için verilen şehitlerin ardından çöplüğe dönmüş, bütün eserleri bir harabeyle betimlenmiş engebeli bir düzlükte, yol ortasındaki paçavraların arasında, parmakları bir şeylere tutunmak istercesine bükülmüş solgun bir eldim. Rüzgâr vuruyor, yağmur yağıyor, üzerimden böcekler yürüyüp geçiyor, parmaklarıma solucanlar dolanıyordu, fakat kimse beni görmüyor, burada ölü bir el var demiyordu. Kuşların ötüşü, farelerin ciyaklamalarına karışıyordu, duyuyordum, ama kimse bir elin kulakları olabileceğine inanmıyordu. Silah tuttum, mezar kazdım, askerlerimin kanlarına bulandım, ağaç diktim, yemek yaptım, sevdiğim kadının saçlarına dolanıp, teninde gezindim, Ömer ağanın elini sıktım, kalbimdeki siyah noktanın büyümesine engel olsun diye iyilikler yaptım. Ama bugün gövdemden ayrılmış, biçimsiz, korkunç, kirli ve belki de bir kısmı toprağa gübre olmuş kesik bir elim. Kimse, kime ait olduğumu merak etmiyor, ağır adımlarla önümden geçen hamamböceği bile. Belki de kimseye ait değilim. Bu çöplükte her şey sahipsiz. Kimse bir elin ruhu olabileceğine inanmıyor. Az ötede yeri koklayarak bir ihtimal beni arayan, bir deri bir kemik kalmış, kızıl karası köpek bile. Yaklaşıyor. Vücudundaki yaraların iltihaplı kokusunu alabiliyorum. Bir ayağı aksak, sol kulağı kesik, kuyruğu yanmış. Kaç gündür aç kim bilir? Uzun zaman sonraki ilk öğle yemeği olacağım. Sonunda buldu beni. Üstü kuruyup kabuk bağlamış yaralarla dolu burnunu parmak uçlarımda gezdirdi. Diliyle yaladı bir iki. Hiç şüphesiz onun için leziz bir yemek değildim, ancak kısa günün kârı olmalıyım ki dişlerini etime geçirdi. Önce derim delindi, sonra damarlarım patladı, kanadım. Kemiklerim çıtırdarken çığlıklar attım. Kimse, beni şu an, her an ortaya çıkabilecek diğer türdaşlarıyla paylaşmak istemeyerek aceleyle yiyen bu köpek silüetindeki yaratık bile bir elin çığlık atabileceğine inanmadı. Yine aranmadım, yine bulunmadım, yine tutunamadım. Ve hiç kimse gövdesinden ayrılmış bir elin, yamyam kabilesinin son ferdi olan bir köpek tarafından öldürülüp yenildiği bu hikayeyi bilmedi. İnsanların her biri yeryüzündeki en büyük acıya kendilerinin sahip olduğu yanılgısıyla yaşamaya devam etti. Kimsenin bir diğeri için yapabilecek hiçbir şey yoktu. Yürüdükleri yolun sonuna bakmadan çıkmaz sokakta olduklarını iddia ettiler. Hiç kimse gövdesinden ayrılmış bir elin yardıma ihtiyacı olabileceğini düşünmedi.

Elimi direksiyondan çekip uyuşan parmaklarımla bir tuşa basıp camı açtım. Yağız, gözlerini yüzümde gezdirdi. Beynimde canlanan görüntüdeki köpek gerçekten elimi yalamışcasına salyalarını yok etmek için üstüme sildim. Nerede görmüştüm bu görüntüyü? Hangi muharebe meydanındaki çocuğun, kadının ya da adamın eliydi o? Tişörtün yakasını çekiştirdim. Boynumdaki künye beni boğarken çıkarıp cebime soktum. Hazan tenimde gezinen minik elleriyle zincirlerine dokunmayı severdi, yeniden koynuma alabilirsem onu, tekrar takardım. Alamazsam da ölülerin bir kimliği olmazdı.

Direksiyonu kavradım. Başımı sağa sola yatırıp gevşemeye çalıştım. Aracın basık tavanı bir mezardan farksızdı. Kollarım karıncalanıp uyuşuyordu. Yutkundum.

"İyi misin?"

"İyiyim."

"Emin misin? Terliyorsun, ellerin titriyor. İstersen ben süreyim."

"Gerek yok."

Önündeki çantanın fermuarını açtı. Bir şişe su çıkarıp, "biraz su iç bari," dedi. Nabzım hızlanıyor, göğsüm sıkışıyordu. Camdan vuran rüzgârı, yüzüme çarpan yağmur damlalarını fark etmiyordum bile. Kapağını açıp uzattığı suyu aldım. Dudaklarıma götürdüğüm an midem ağzıma geldi. Kusacağımı hissettiğimde şişeyi Yağız'a verip aracı durdurdum. Kapıyı açıp sarsak adımlarla indim. Sendeleyerek yokuş aşağı giden ormana ilerledim. Yamacın başında durup öğürmeye başladım. Midem kasılıyordu. Göğsüm körük gibi inip kalkıyor, genzim midemden yükselen ekşimsi asidik sıvıyla yanıyordu. Yere eğdiğim başıma sancılar saplanıyor, sulanan gözlerime dolan yaşlar her şeyi birbirine katıyordu.

Ağzımdan saçılan kusmuklar, ıslak, çamurlu ve karlı otların üzerine döküldü. Yağız elinde su şişeyle yanımda bekliyordu. Vücudumdaki bütün kan alnımda ve burnumun üzerinde birikirken birkaç küçük inlemeyle başımı ellerimin arasına aldım. Ağzımdaki acı tat ve çektiğim hem fiziksel hem de ruhsal bulantıyla titreyen dizlerime karşı koymadan yere düştüm.

"Fırat!"

Yağız telaşla adımı söyleyip kolumu tuttu. Yanıma çöküp, "iyi misin?" dedi.

Beynim zonklayarak ağrıyor, kafatasımdaki her bir damarın atışını hissedebiliyordum. Değildim. Tükeniyordum. Aklımın başımda olup olmadığından emin değildim. Kocaman bir boşluktum sanki. Kimsenin değmediği, içinden geçmediği, yaşamaya değer olmayan gri, havasız bir boşluk. Ben bile kendimde var olmak istemiyordum. Madem yoktum ve ben bir boşluktum, o zaman neden bir adım vardı? Yaşayacak bir hayatım olmayacaksa, Hazan yoksa, içimdeki bu nefrete yenilmememin, o öfke canavarına tamamen dönüşmeyi reddedişimin bir karşılığı olmayacaksa, iyiyle kötü arasında bir fark yoksa artık ben ne diye vardım?

Gözlerimi sıkıca yumdum. Ellerimle başımı canımı yakacak kadar sıkıştırdım.

Yağız kolumu bırakıp elini sırtıma koydu.

"Biraz su iç."

"İstemiyorum." Sesim bir hayaletin karanlıktan gelen tuhaf tıslaması gibi, ya da bir patlamada boğazıma kilolarca toprak dolmuşcasına hırıltılı çıktı.

"Sadece bir yudum. İyi gelir."

Saçlarımdan alnıma dökülüp burnumun ucundan damlayan yağmur suyu dudaklarımın arasına sızarken, "gelmez," dedim. "Aldığım nefesi bile hissetmiyorum. "

"Bulacağız Hazan'ı. Güçlü ol. "

"Yapamıyorum, çok zor. Hazan yokken çok zor."

"Farkındayım. Ama vakit kaybediyoruz. Belki de Hazan'a geç kalıyoruz. Kalk, arabaya geçelim. Sen dinlen, ben süreyim. Hadi."

Hazan'a geç kalmak...gözlerimi açıp ellerimi başımdan çektim. Yerden destek alıp kalktım. Araba kullanacak hâlde olmadığımı kabullenip yolcu koltuğuna geçtim. Yağız da bindiğinde suyu elime verişinin ardından yola devam ettik.

*********

Dakikalar geçti. Dağlık ve engebeli araziye dağınık bir şekilde konuşlanan, kerpiç evlerin ortasından geçen çamurlu yolda durduk. Yoğun kömür kokusu havayı esir almıştı. Bacalardan tüten dumanlar sislere karışıyordu. Evlerin kapıları örtük, perdeleri sıkıca kapalıydı. Etrafta tek bir insan dahi yoktu.

"Evlerin hepsi tek katlı," dedim.

"VASÖ'ye ait bir yerse toprağın altına bir mahzen yaptırmış olabilirler."

"Nasıl bulacağız?"

Araca yaslanıp cebinden telefonunu çıkardı.

"Önce Kim Chin'leri arayıp ne durumda olduklarını soralım," dedi.

"Tamam," derken cebimde çalan telefonu çıkardım. Bahar arıyordu.

"Kim?"

"Bahar."

Açıp kulağıma götürdüm.

"Abi?"

"Söyle."

"Şey...neredesin?"

"Önemli bir şey değilse..."

"Abi babamın ölüsünü buldular. "

"Anlamadım?"

"Ölmüş...yani öldürmüşler. "

"Nasıl?"

"Bir telle boğularak öldürülmüş. Birkaç saat önce Feyzullah abiler karakolun arka bahçesinde cesedini buldular. "

"Tamam," diyerek Bahar'ın konuşmasına fırsat vermeden telefonu kapattım. Ne hissedeceğimi bilemedim, ama içimde bir şeyler buz kesti. Sırtımdan bir yük kalkmış, hafiflemiş gibi hissettim.

"Kötü bir şey mi var?"

Belli belirsiz başımı salladım. Buna kötü bir şey diyemezdim.

"Babam ölmüş."

Bir iki saniye sessiz kalıp, "ne diyeyim gözün aydın. Ateşi bol olsun," dedi.

Gözlerimi sabitlediğim noktadan ayırmadan, "sağ ol," dedim.

"VASÖ yaptı heralde. Valeden sonra baban. İşbirlikçilerini temizliyorlar. "

"Telle boğup karakolun arka bahçesine atmışlar. Bana pek VASÖ'nün yapacağı bir şey gibi gelmedi."

"Doğru. VASÖ birini öldürmek için bu kadar uğraşmaz. Sessiz bir ölüm olsun istemiş olmalı her kimse. Arkadan saldırmış olabilir. Karakolun bahçesine atmak da...sanki artık öldü, rahat olun der gibi. Kim yapar ki bunu?"

"Bilmiyorum. Çekik'i ara."

Az ötedeki evin avlusunda bağlı duran köpek havladı. Bir horozun ötüşünü duydum. Evlerden birkaçının perdesi hareketlendi. Yağız Çekik'le konuşurken köpeğin bulunduğu evin mavi demir kapısı açıldı. Yaşlıca bir adam dayandığı bastonuyla bize doğru geldi.

"Tamam, bir şey olursa ara."

Adam karşımızda durup, "Selamün Aleyküm," dedi.

"Ve aleyküm selam. "

"Sizi daha evvel hiç görmedim buralarda. Birine mi geliysiz?"

"Yok dayı. Birini arıyoruz."

"Kimi? De hele belki tanırım. "

"Tanımazsın dayı. Köyde bizden başka yabancı birilerini gördün mü?"

"Görmedim. Burası küçük yer, yabancı kuş görsen fark edersin."

"Sağ ol. "

Adam gitmek yerine karşımızda dikilmeye devam ederken, "bir şey mi oldu dayı?" diye sordum.

"Kim olduğunuzu demediniz."

Cebimdeki künyeyi çıkarıp, "askerim," dedim. "Ters bir durum yok."

Yüzü aydınlandı. Evine davet edip kabul etmeyince elimizi sıkıp gitti. Yağız'a dönüp Çekik'le Ali'nin ne durumda olduğunu sordum. Henüz köye varmamışlardı. Yeni bir video ise yoktu. VASÖ'nün, eğer Hazan'ı buralarda bir yerlerde tutuyorsa köyün dışında, sınıra daha yakın bir noktada bulunduğu üzerine bir karara varıp araca bindik. Bir kilometre kadar ilerledikten sonra eski fakat hâlâ kullanıldığı belli olan bir caminin önünde durduk. Birinci videodaki ezan sesi bu camiden geliyor olabilirdi. Bu gibi köy camilerinde ezan sesinin yayılımı kolay olduğundan genelde düşük desibelli hoparlör sistemi kullanılırdı. Öte yandan caminin eski ve yıpranmış hali de bu ihtimali destekliyordu. Ezan sesi videoda çok yakından değil ancak net bir şekilde duyuluyordu. Hazan buralardaysa caminin yakınlarında bir yerlerde olmalıydı.

Araçtan inip çantayı alarak caminin avlusuna girdik. Tuvalete geçip çelik yelekleri kıyafetlerimizin altına giydikten sonra silâhlandık. Çantayı araca bırakıp kulak içi kulaklıkları kulaklarımıza yerleştirip ayrıldık. Burası köyün bittiği yerdi ve etraftaki evler yıkık döküktü. Birkaçı hâlâ ayakta sayılırdı ama videoda gördüğümüz yatak odası ve depo benzeri mahzenin bu harabeler içerisinde olması imkansızdı. Hazan'ın burada olmadığını biliyordum, çünkü kalbimde yaprak kımıldamıyordu. Yalnızca boğucu bir sıkıntı vardı. Bana içime çektiğim her nefeste yaşamaktan ziyade ölüyormuşum gibi hissettiren bir sıkıntı. Bu geri dönmeme, zaten burada değil diyerek aramadan, çabalamadan vazgeçmeme sebep değildi. Öylece durursam kafayı yiyecektim, en azından hareket halinde olmak bir şeyleri daha katlanılır hâle getiriyordu.

Karlı ve çamurlu yolda su birkintilerinin içine gire çıka bütün evleri, ahırları, kömürlükleri ve samanlıkları aradım. Her taşın, ücra köşenin, gözden ırak olan yerlerin altını üstüne getirdim. Küçüklü büyüklü taşlarla bezeli ovaları, dağ sırtlarını, yamaçları, uçurum kenarlarını didik didik ettim. Ama Hazan'dan ne bir iz ne de bir ses bulamadım. Göğsümde zaman ayarlı bir bomba çoktan geri sayıma başlamıştı. Patlayıp yok olmak üzereydim.

Uçurumun tepesinde durup etrafı taradım. Bundan sonrasında kapısına dayanıp aranacak tek bir yapı dahi yoktu. Boğazıma doğru yükselip baskı uygulayan bir şeyle, "Hazan!" diyerek bağırdım. Sesim boşluğa yayılıp dağlara çarparak geri döndü. Bir kez daha haykırdım adını. Ve bir kere daha.
Ardından arkamda duran kayanın dibine yığıldım. Ayakta duracak mecalim yoktu. Yüzüm ıslanırken bunun bir yağmur damlası olmadığını biliyordum. Başımı arkamdaki kayaya vurdum. Yarılan etimden akan sıvının, daha iki gün önce Hazan'ın süt beyazı, minicik, ince, uzun parmaklara sahip ellerinin gezindiği saçlarımın arasından akışını duyumsadım. Bir karga uçup gitti tepemden. Rüzgarın uğultusu tırmaladı kulaklarımı. Hazan'ın kokusunu bana getirmeyecekse yel bile essin istemedim. Onun kocası olmayacaksam, beni bütün sıfatlarımdan eksik kılacaksa yokluğu, varlığıma ait tüm kimlikleri sikip atabilirdim. Karımı istiyordum artık. Bu yalnızlık ruhumun gırtlağına çöküyordu.

Telefonum çaldı yeniden. Hızlıca çıkardım. Gizli bir numaraydı. Sırtımı kayadan ayırıp VASÖ'den olabileceğini düşünerek açtım.

"Alo?"

"Yüzbaşı benim."

Bir kadın sesiydi. Kalın ve sağlam bir tınısı vardı. Nereden hatırladığımı çıkaramadığım bu sesi tekrar duymak istedim.

"Kimsin?"

"Yaren...Yaren Kodan."

Hazan'ın VASÖ'ye teslim ettiği kadındı. Ellerinden kaçmış olmalıydı. Ve bu o kadar umrumda değildi ki doğruldum kayaya geri yaslandım. Her şeye rağmen Hazan'la ilgili bir şey biliyordur umuduyla telefonu kapatmadım.

"Ne var? Niye aradın?"

"Hazan için. Nerede olduğunu biliyorum."

Ölümün eşiğindeki bedenime can geldi. Doğrulup ayağa fırladım. "Ne-nerede?" dedim.

"Sakin ol. Senin ulaşabileceğin bir yerde değil. VASÖ sizi ilk videoyla kandırıp Hakkari'ye çekmiş ama Hazan adalardan birinde. Hangisinde olduğunu çözmeye çalışıyorum."

"Neredesin? Bana yerini söyle, birlikte arayalım."

"Olmaz yüzbaşı. Seni aramam bile doğru değildi. Sana kısaca durumu özet geçeceğim ve sonra Şırnak'a dönüp benden haber bekleyeceksin, tamam mı?"

"Bana yerini söyle, sana güvenmem için ortada hiçbir sebep yok."

"Bana güvenmene ihtiyacım yok. Dinle. Şırnak'tan alınıp Ankara'ya götürüldüğüm gün Yıkım ajanları tarafından VASÖ'nün elinden kaçırıldım. Bir süre özel bir evde tutuldum ve dün Hazan'ı bulmak için devlet tarafından görevlendirildim. Yedi adadan beşi elendi. Kaldı iki. Hazan'ı bulacağım, senden ricam Şırnak'a dönün ve benden haber bekleyin. VASÖ'yü kızdırmanız işimi zorlaştırmaktan başka bir işe yaramıyor. Onu ölü bulmak istemiyorum. "

"Doğru konuş lan! Hazan'a bir şey olursa..."

"Gerisinin bir önemi yok. Hazan'a bir şey olursa, Hazan'a bir şey olmuş olacak ve sonrasında senin ne yapacağının hiçbir önemi yok. İstersen geberip gidebilir, dünyayı birbirine katabilirsin, ama tüm bunlar Hazan öldüğünde hiçbir halta yaramaz. Senin için değil, devlet için değil, kendim için Hazan'ı sağ bulmak istiyorum. İşimi kolaylaştırırsan senin de işine gelir."

"Duramam...elim kolum bağlı yapamam."

"Hazan'a ulaşmayacak yollarda koşmaya devam etmek sana hiçbir şey kazandırmaz. Bu işte birlikte de ilerleyemeyiz. Ama bak Hazan'a zarar gelmesini en az senin kadar istemiyorum. Benim duygularım yoktur. Mantığımla hareket ederim. Siyahlar ve beyazlar. Grilere yer vermem. Yani bu işte bir belirsizlik yok. Bana güvenme ama bir şans ver. Hazan'ı kurtaracağım."

Kayaya oturdum. Belli ki devlet yıkım ajanlarına çoktan ulaşmıştı. Hazan için bir şeyler yapıyorlardı. Bu kadına güvenip güvenemeyeceğim konusunda kafam allak bullaktı. Yalnızca siyah ve beyaz, griler yok. Oysa ben hep grilerde yaşardım. Hazan hep çok net çizgilerim olduğunu söylerdi. Bahar'a göre Nuh diyip peygamber demeyen anlayışsız bir adamdım. Bazen bazı durumlarda vicdanımın hiç sızlayıp sızlamadığı sorulurdu. Oysa ki benim öfkem de, kızgınlığım da, kırgınlığım da hep grilere boyanmış bir arafta baş gösterirdi. Elim kolum bağlı onlarca sözü verip birini bile tutamadığım kızı başkalarının bulup bana getirmesini kaldıramazdım. Bu ona ihanet etmekle eşdeğerdi. Hazan...beni bekliyordur şimdi. Özlüyordur kesin. Göğsüme sığınmak, boynuma gömülmek, bana şımarıp nazlanmak istiyordur. O bensiz yapamaz ki.

"Şans. Bunu verip vermemek benim elimde değil. Elimde olan tek şey onu kurtaramadığın taktirde nefesini kesmek. Şunu da bil; sana güvenmiyorum. Hazan'ı öldürmeye kalktığını bilirken bunu yapamam. Benim canımla kumar oynama. Senden yana Hazan'ın saçının teline zarar gelirse bedelini ödersin. Anladın?"

"Şu an Belzabuth Adasın'dayım. Ege Denizi'nde. Buraya bin metreden denizaltıyla geldim. VASÖ'nün radarlarına takılmamak, su içi lazerlerden kaçmak için saatlerce yüzdüm. Envai çeşit ölümcül deniz canlısıyla burun buruna geldim. Tekrar ediyorum, benim duygularım yoktur. Bir intikam için kendimi bunca tehlikenin içine atmam. O gün Hazan'ı öldürmeye çalışmadım. Bunu yapsam yapardım. Benim işim bu. Şimdi kapatıyorum, Şırnak'a dönün."

Arama son buldu. Bir müddet daha oturduğum yerde öylece durdum. VASÖ belli ki videonun arka planına ezan sesini bilerek eklemişti. Çekik yanılmıştı ve ben Hazan için hiçbir şey yapamamıştım. Geçen onca saat zihnimde dağılıp asırlara bölündü. Üstünde oturduğum kayayı hissedemedim. Bir boşlukta, dibi alev alev yanan uçurumun dehlizlerine doğru savruluyor fakat buna direnecek gücü kendimde bulamıyordum.

Omzumda hissettiğim elle irkildim. Başımı yavaşça çevirdiğimde karşımda Yağız vardı. Hazan'dan bir iz bulup bulmadığını sorma gereği duymadım. Aynı ağırlıkla önüme döndüm. Omzumu sıkıp, "iyi misin?" diye sordu.

"Hazan yok," dedim.

"Muhtemelen videonun arka plan seslerini kontrol edeceğimizi tahmin etmişlerdir. Yine de hiçbir şey bitmiş değil. Sakin ol. "

"Neden yaptılar bunu? Tuzağa da çekilmedik. Neden?"

"Sadece hâlâ Türkiye'de olduklarını düşünmemizi istediler. Başka bir açıklaması yok."

"Türkiye'de değiller."

"Muhtemelen. Yeni video geldi. İzlemek ister misin?"

Hızla ona döndüm. Hazan'ı görmek için deliriyordum. Ne demek izlemek ister miydim?!

"Göster!"

Yanıma çöküp telefonu çıkardı. Videoyu oynattı. Hazan neredeyse ayakları suya değecek şekilde aşağı sarkıtılmıştı. Alıp verdiği hızlı nefesleri duyabiliyor, iki gün önce öpüp kokladığım göğüslerinin inip kalkışlarını görebiliyordum. Suyun içinde yüzen hayvanların çıkardığı sesler içimi ürpertirken yumruklarımı sıktım. Hazan biraz hırpalanmış gibi duruyordu. Saçları dağılmış, üstü tozlanmıştı.

Kamerayı tutan şerefsiz konuşmaya başladı.

"Ali, 48 saat diye anlaşmıştık ama kardeşin işleri zorlaştırıyor. Az önce iplerden kurtuldu." Su dolu fanusa doğru ilerledi. "Ve bir adamımı elindeki iple boğdu," derken fanusun diğer tarafında cansız yatan adamı gösterdi.

"Ben de dişi kurdun saldırısından nasibimi aldım. Kırık koluyla bile fazla güçlü bir kardeşin var. VASÖ için biçilmiş kaftan bir ajan. Onu yanımıza tamamen çekebilseydik durum çok farklı olurdu. Kardeşin bunu elimizden kurtulmak için yapmadı. Bize karşı çok öfkeliydi. Size ve babanıza yaptıklarımız için çok öfkeliydi. Ben de biraz damarına bastım tabii. Ama ipler kimin elindeyse kral odur. Asena bunu hiçbir zaman öğrenemedi. Herkesin eşit olduğuna inanırdı ve VASÖ'de sürekli kargaşa çıkartırdı. Babanız da böyleydi. Herkesin eşit olması gerektiğine inanırdı. Ama öyle değil. Tanrı bile öyle olmasını istememiş. Birileri illaki üstün olmalı. Sınıf ayrımları, statü farkları, renkler, para birimleri, yaşam hakları, cinsiyetler vs. İnsanlar ancak böyle var olurlar. Evren düzensizlik üzerine kurulu bir düzendir. Yanlışa alışırsan doğrun o olur. Düzeni bozarsan yok olursun. Babanız gibi Asena da yok olmaya mahkûm. Tabii eğer 100. üstü bize verirsen işler değişir. "

Hazan'ın karşısına geçip yaklaştı. Fanusun dibinde durdu. O an sağ yanağındaki kızarıklığı ve dudağının kenarında kanayan yarayı gördüm. Bileklerine bu sefer zincir bağlanmıştı. O an aynı zincir boğazıma dolandı. Sıktıkça sıktı ve nefesimi kesti. Hazan'dan kilometrelerce uzakta, bir dağ başında, ona onca sözü vermişken elim kolum bağlı oturmak, saçının teline kıyamadığım kıza itin birinin el kaldırışı yavaşça zihnimin derinliklerinde gizlenen canavarın kapalı olduğu zindanın kapısını açtı. Saatlerdir kafamın içinden herhangi bir sonuca bağlanan tek bir düşünce geçmemişti ancak şu an ne yapacağım gecenin ortasında bir başına duran ay kadar belirgin ve berraktı.

"Ama elini çabuk tutmalısın. Kardeşinin kalp ritmi yüz elliye varmak üzere. Astmıyla diyaframdan aldığı nefeslerle baş etmeye çalışıyor. Biraz ilaç vereceğiz elbet, ama yine de bu şekilde çok fazla dayanamaz."

Ekran karardı. Ayağa kalktım. Yağız doğruldu. Gözlerimin içine bakarken orada her ne gördüyse kaşları çatıldı. Yüzümdeki ifadeyi çözmeye çalışıyordu. Sakince belimdeki silahı çıkarıp emniyet kilidini indirirken alnının ortasına, burnunun birkaç santim üstüne nişan aldım.

"Fırat?"

"Bellzebuth Adasının nerede olduğunu biliyor musun?"

"Nereden çıktı şimdi bu? Ayrıca ne yapıyorsun, indir şu silahı."

"Soruma cevap ver. Biliyor musun, bilmiyor musun?"

"Bilmiyorum. Üstler dışında kimse bilmez."

"Bilen birilerini bul bana."

"O kadar kolay değil."

"Evet, değil. Hazan'ı benden almak o kadar kolay değil. O herif, Hazan'a el kaldıran o it benim ellerimde can verecek. Sen de aynı kaderi paylaşmak istemiyorsan bana o siktiğimin adasının yerini bilen birini bulacaksın."

"Yüzbaşı..."

Namluyu birkaç santim kaydırıp neredeyse başını sıyırıp geçen mermiyi ateşledim. Kendini geri çekip şaşkınlıkla ve gizlemeye çalıştığı bir korkuyla yüzüme bakakaldı. Konuşarak ikna edilecek faslı çoktan geçmiştim. İplerim öfkemin elindeydi.

*********

Yağız adanın yerini Cihan itinin biliyor olabileceğini söylemişti. Kamyonun yanına dönüp Şırnak'a gitmek üzere yola koyulurken Çekik'le Ali'ye haber vermiştik. Dakikalardır da Şırnak merkez adliyesinin önündeydik. Cihan denilen ibnenin binadan çıkmasını bekliyorduk. Gün çoktan akşama dönmüştü. Şarıl şarıl yağmur yağıyordu. Yanımızdan geçip giden arabalar, kaldırımda ellerinde şemsiyeleriyle aceleyle yürüyen insanlar, açık marketler, ışıklı mağazalar ve geriye kalan her şey o kadar silikti ki gözlerimin ardında yanan ateşin kızıllığı bile bu buğuyu dağıtmaya yetmiyordu. Yine canım yanıyordu ve bütün dünya bana sırtını dönüp görmezden gelirken hayatına devam ediyordu. Buna öfkeliydim. Ama Hazan yanımda olsaydı dünya yansa benim de umrumda olmazdı. Onlar tamdı, yarım olan bendim ve eğer şu an tam olabilseydim geriye kalan yarım insanları ben de görmezden gelirdim.

Genzim yandı. Camı açtım. Esen rüzgarla içeriye giren yağmur damlaları yüzüme çarptı. Babamın ölüsü canlandı gözümün önünde. Zihnimde derin bir yer edinmemişti bu ama yine de ara ara aklıma geliyordu. Hissettiğim tek şeyse öfkeydi. Çok kolay ölmüştü. Benim ellerimde acı çeke çeke ölmesini isterdim. Son bir kez içimdeki nefreti yüzüne kusmak, suratına tükürmek, Hazan'a bakan gözlerini oymak ve ona dokunmaya kalkan elini kırıp parçalara bölmek isterdim. Ama çoktan ölmüştü işte. Hep böyle olur ya zaten, her şey yarım ve paramparça yaşanır gider, biz de buna hayat deriz. Korkuyorum. Hazan'la olan hikayemizin de yarım kalıp parçalanarak yaşanıp gitmesinden it gibi korkuyorum. Çünkü biliyorum mucize diye bir şey yok. Hayat birilerine torpil geçerken birilerine geçmez. Savaş meydanlarında ölüdür çocuklar, el ele tutuşup ölümü bekler aşıklar, mermilerin yaşlılara saygısı yoktur, bombalar hayallerin tam göbeğine düşer. Kaç gün sonra alacaksın tezkereyi, bebeğinin doğumuna kaç ay kaldı, annenin kaç gün ömrü var, bu toprağa verdiğin kaçıncı cenaze, bu başında nöbet tuttuğun kaçıncı şafak, bu kaçıncı sela, bu kaçıncı yara? Sadece kediler düşer dört ayak üstüne ve bir gün onlar bile ölür. Bir gül açar, sonra solar. Bazı çocukların doğmaya hakları yoktur. Bazı sevdalar mazide bile kendine yer bulamaz. Bir yerde insanlar sürekli kaybediyor, ben kimim ki kazanacak? Korkuyorum lan! Köpek gibi korkuyorum işte.

"Çıktı."

Yağız'ın sesiyle adliyenin kapısına baktım. Cihan iti elinde şemsiyesiyle merdivenleri hızla inip aracına bindi. Bahçeden çıkıp trafiğe karışırken motoru çalıştırıp belirli bir takip mesafesinden peşine düştüm. Aramıza Ford marka bir kamyonun girmesine izin verdim. Yol kenarındaki sokak lambalarının ışığı ön cama vurup sileceklerin neredeyse içinde yüzdüğü yağmur damlalarında parçalanıyordu. Esen rüzgar önümüzdeki kamyonun kasasını kapatan mavi brandayı dalgalandırırken siyah bir Mercedes yanımızdan tiz bir uğultuyla geçip gitti. Dikiz aynasından gördüğüm, tampona sıfır ilerleyen Şahin'de kime ait olduğunu bilmediğim yüksek sesli bir arabesk şarkı çalıyordu. Az ötedeki otobüs durağında beş altı kişi tentenin altında iç içe bekleşiyordu.

Otobandan ayrılıp Şırnak'da pek fazla bulunmayan eli yüzü düzgün bir mahalleye girdim. Sitelerin arasından geçip on katlı bir apartmanın önünde duran Cihan denilen ibneden birkaç metre geride durdum. Araçtan inip apartmanın bahçesine girişini izledim. Belimdeki silahı kontrol edip arabadan indim. Yağız da kendince bana hakim olma görevini üstlenerek aceleyle peşimden geldi.

"Sürekli bunu söylüyorum ama sakin ol," dedi. " Kim olursa olsun her şeyden önce o bir başsavcı. Sakın o silahı belinden çıkarma."

Henüz birkaç metre yürüdükten sonra sırılsıklam olmuştum. Üzerimize doğru gelen araçla kenara çekilip kaldırıma çıktım. Apartmanın önünde durup Cihan Güney adının yazılı olduğu zile bastım. Saniyeler içinde açılan kapıdan içeriye girdim. Işıklar yandı. Asansörü es geçip merdivenlere yöneldim. Zillerin sıralanışından üçüncü katta oturduğunu anlamıştım. Alnıma dökülen saçlarımdan yüzüme damlayan yaşları silerken üçüncü kata ulaştım. Karşılıklı iki adet kapı vardı. Birinin önünde içeride kalabalık bir ailenin yaşadığını belli eden küçüklü büyüklü, pembeli mavili ayakkabılar bulunuyordu. Karşı daireye ilerledim. İki kez kapıyı yumrukladım ve Cihan iti karşımda belirdi.

Arkamda duran Yağız'a kısa bir bakış atıp yüzüme alaycı bir ifadeyle baktı.

"Arasaydın adresimi verirdim. Takip etmene gerek yoktu. O kadar hukukumuz var."

Üzerine yürüyüp yakasına yapışarak içeriye girdim. Geriye doğru adımlamasını sağlayıp Yağız'ın uyarıcı sesini duymazdan geldim. Cihan yakasına yapışan ellerimi tutup, "ne yapıyorsun yüzbaşı? Bırak," derken Yağız kapıyı kapattı.

"Belzebuth adası nerede?!" dedim.

"Neden bahsettiğini bilmiyorum."

Sırtını duvara vurdum. Acıyla inledi.

"Biliyorsun. Hem de bal gibi biliyorsun. Şimdi bana da söyleyeceksin. Nerede bu ada?!"

"Bilmiyorum. "

Yere fırlattım. Başını kapının pervazına çarptı. Kaşı kanamaya başlamıştı. Belimdeki silahı çıkardım.

"Fırat!"

Yağız'ın elinden kolumu çekerken, "bırak lan!" dedim.

Cihan eline sürülen kana bakıyordu. Önüne çöküp boğazını sıktım. Silahı alnına dayayıp, "gözümün içine bak," dedim. Başına aldığı darbeyle kayan gözleri gözlerimi buldu. "Hadi, hadi bir kere daha bilmiyorum de. De ki Hazan'a, bana, belki de Mehmet beye yaptığın onca şeyin karşılığında seni öldürmem için bir sebebim daha olsun."

"Ben kimseye bir şey yapmadım. Basit bir ajandan fazlası değilim."

Namluyu kafatasına bastırıp, "sen basitten de aşağılık bir insansın," dedim. "Hazan sana güveniyordu lan! Allah belamı versin ki az kalsın ben de güvenecektim!"

"Ben Hazan'ın güvenine ihanet etmedim! Hep uyardım onu. Yanlış yoldasın, dedim. Dön, dedim. VASÖ Mehmet beyin hakkını yemişti. Hazan'ı bunun intikamını alması için yönlendirmeye çalıştım ama dinlemedi."

"Ulan madem bu kadar düşünüyordun Hazan'ı işler bu raddeye gelirken neredeydin?! Niye gerçekleri söylemek yerine sürekli yeni yalanlar uydurdun?! Hazan kaçırılmışken nasıl hayatına devam edebiliyorsun?!"

"Az önce de söyledim yüzbaşı, ben basit bir ajanım. VASÖ'ye karşı gelmenin bedelini yıllar önce çok ağır bir şekilde ödedim ve bir daha buna cesaret edemem."

O an bir şey oldu. Dışarıdan bakan biri ne olduğunu göremezdi ama ben bunu bütün hücrelerimde hissettim. Cihan'ı araştırırken üç yıl önce bir yılbaşı gecesi ailesini, eşinin kullandığı araca yerleştirilen bombanın infilâk etmesi sonucu kaybettiği bilgisine ulaşmıştım. Ve Cihan'ın söyledikleriyle bu bilgiyi birleştirince ortaya çıkan sonuç vicdanıma dokundu. Gözlerindeki acıyı gördüm çünkü. O kadar tanıdıktı ki silahı tutan elim gevşedi. Boğazına sarılı olan parmaklarım bulunduğu yeri yadırgadı.

Yutkundum.

"VASÖ mü yaptı?" diye sordum sadece. Anladı. Gözleri doldu.

"Kendi aileme bile sahip çıkamamışken Hazan'ı korumaya soyunamadım, kusura bakma," dedi.

"Nasıl yaptılar bunu?" derken sesimdeki dehşet bana bile yabancıydı.

"Mehmet bey bana Hazan'ı emanet etmedi, yalan söyledim. Ama beni yetimhaneden çıktıktan sonra okutan ve VASÖ'ye alan oydu. Bir şeyler yapmak istedim onun için. Hazan ve Ali için de. Üstlerin üstünde tepindiği bu koca örgüt Hazan'la Ali'nin hakkıydı. %20'si Hazan'ın %20'si Ali'nindi. Hazan'ın hissesi Hazan'da dururken Ali'nin hissesi 100. üsteydi. Toplamda üstlere ait olmayan %40'lık bir hisse mevcuttu ve üstler bu hisseleri almak için savaşmaya başladılar. 100. üstü bulmak adlı bir yarıştı bu. Hazan'a gerçekleri anlatmak istedim. Onu hisselerden haberdar etmeliydim. Ali gerçek bir terörist değildi. Babasını VASÖ öldürmüştü. Bu bilgilerin saklandığı gizli datalara sızdım. Belgeleri topladım. O akşam yemeğinde Hazan'a gerçekleri söyleyecektim ancak...gerisi malûm işte. Ertesi gün kendimi kızımla karımın cenazesinde buldum."

İki damla yaş düştü gözlerinden. Burnunu çekti.

"Sen," dedi. "Sen olsaydın ne yapardın yüzbaşı?" Acıyla güldü sonra. "Nasıl olsa öldüler, bu saatten sonra ne fark eder di mi? Ama öyle olmuyor. Kaybedecek hiçbir şeyim kalmadı, ama ben bende de değilim artık."

Silâhı alnından, elimi de boğazından çekip yere oturdum. Burnundaki, Hazan'ın attığı yumruktan kalma ize baktım. İyi bilirdim sırtında yıllanmış bir cesetle yaşamayı. Ama iki ceset taşımanın ne demek olduğunu bilmiyordum. Hele de biri kızın diğeri karınsa ve senin hatan yüzünden ölmüşlerse bunu tahayyül dahi edemezdim. Ne diyeceğimi bilemedim. Acısına saygısızlık yapmak istemiyordum. Onu, beni bile şaşırtacak bir biçimde bu kadar derinden anlıyorken önemli olan tek şey benim Hazan'a kavuşmammış, ki bana göre öyleydi ama ona göre böyle olmak zorunda değildi, gibi davranmak istemiyordum.

Buna rağmen, "adanın yerini biliyorsan söyle," dedim. " Şu an belki sen de bir kurbansın ama eğer Hazan'a bir şey olursa ve sen o adanın yerini biliyor olmana rağmen söylemiyorsan fail olursun. Ve ben senin gibi karım elimden alınmışken hiçbir şey yapmadan durmam, anladın?"

Başını arkasındaki duvara vurdu. Gözlerini sıkıca yumdu. Kaşından akan kan, dallanan çizgiler halinde yüzünden süzülüp gömleğine damlamayı sürdürdü. Yağız duvara yaslanmış bizi izliyordu. Dışarıdan bir korna sesi duyuldu. Apartmanda bir kapının çarpma sesi yankılandı. Merdivenlerden birileri indi. Dizimin üzerinden sarkan elimdeki silaha baktım. Ölümü parmaklarımın arasında tutuyordum. Bahar silah görünce bayılacak hâle gelirdi. Bense yaşama, ölümden daha yabancıydım. Ölüm hiç kabus olabilecek bir şey gibi gelmemişti, çünkü kabullenmiştim bir şeyleri. Özgürlük diye bir şey yoktu. Birileri illaki ölmek zorundaydı. Toplum maşası olmadan var olamazdı. Kurallar konulur, düzenler bozulur fakat sırf kurallar bir yerlerde yazılı diye her şey tıkırında gibi davranılırdı. Yaşayacağın hayat değil, inanacağın ve uğruna ölmeyi göze alacağın bir yalandı seçmen gereken. Bir şeylerin olması için başka şeylerin de var olması gerekirdi. Savaş yoksa barış yoktu. Herkes savaşa barıştan daha çok önem verirken bile kanlı eller üzerimize beyaz bayraklar çekti. Görmezden gelmek zorunda kaldık. Dinler hep aynı şeyleri söyledi, ama biz kendi şeriatlarımızı yarattık. Her kelimenin bir anlamı vardı ama biz bizden ayrı konuşulan her dile düşman olduk. Dünya bir renk bile eksik olsa görünmez olurdu, ama bizler beyazı siyahtan daha üstün görüp yine geceleri aynı karanlığa gömülüp yine aynı aydınlığa çıktık. Uğur böceklerine şarkılar söyleyip hamamböceklerini ezdik. Betonarme binalardan doğaya kaçıp ağaçları ateşe verdik. Güya hepimiz çok duyarlı ve iyiydik, sonra en çok kötülüğü sevdik. PKK özgürlük dedi silahlar konuştu; IŞİD tek yol islam dedi bombalar düştü; devletler barış dedi silah sanayii kuruldu; VASÖ adalet dedi masumlar öldü. Değişmiyor işte. Günün sonunda hiçbir sik değişmiyor.

"Tamam."

Silâhtaki gözlerim Cihan'ı buldu.

"Tamam," dedi tekrar. "Adanın nerede olduğunu biliyorum. Ama oraya gitmek için bir uçağa ihtiyaç var. Türk hava yollarıyla gitmeyi planlıyorsan vazgeç bu savaştan."

Düştüğü yerden kalkıp mutfağa girdi. Yüzündeki kanı lavaboda yıkayıp peçeteyle kuruladı. Kahve makinasına su koyup balkon camının önündeki koltuğa oturdu. Yaren denilen kadın bana zaten adanın Ege Denizi'nde olduğunu söylemişti. Oraya gitmenin kolay olmayacağını biliyordum. Net konuma ulaştıktan sonrası için bir planım vardı. Gözümü çoktan karartmıştım.

"Net konumunu söyle."

"Oraya gidemezsin yüzbaşı. Hava yolu ve deniz dışında bir ulaşım yok. Bir şekilde adaya varsan bile hem su altında hem de hava sınırında radarları var. Yakalanırsanız saniyeler içinde kevgir ederler sizi."

"Eyvallah. Koordinatları ver şimdi."

*********

Saat sekize geliyordu. Yağmur, askeriyenin bahçesini yıkarken odamın camından dışarıyı izliyordum. Nöbetçi kulübesinin ve kantinin ışıkları yanıyordu. Karargah binası neredeyse boştu. Spor tesisinde, az önce lojmanda üniformamı giyip gelirken gördüğüm üzere birkaç grup asker idman yapıyordu. Bu gece nöbetçi yüzbaşı olarak askeriyede Ertuğrul vardı. Pilot odası boştu. Helikopter hangarının önünde bulunan kulübedeki nöbetçi teğmen az önce kantinden çay almıştı. Kontrol kulesinde Yaşar yüzbaşı nöbetteydi.

Askeriye sınırları içerisinde sivil gezmek yasaktı ve bu yüzden üniformamı giymiştim. Her zaman özenle bağladığım postalları alelade bağlamıştım. Nizamiyeye girdigim andan itibaren üzerimde gezinen tuhaf bakışların hedefi olmuştum. Hazan kaçırılmışken burada oluşum, onun için askeriyede herkesin gözü önünde düştüğüm halleri düşününce şaşırmalarına sebep olmuş olmalıydı. Çünkü ben karısı için saygınlığını ayaklar altına almaktan çekinmeyen, görev yerine sarhoş gelen bir komutandım. Tüm bunlar gocunduğum şeyler değildi, fakat gurur da duymuyordum. Dahası birazdan yapacaklarımın yanında, şimdiye kadar yaptıklarım devede kulak kalacaktı.

Masada çalan telefonla camdan ayrıldım. Yağız arıyordu. Telefonu alıp açarak kulağıma götürdüm.

"Biz hazırız," dedi.

Bir şey söylemeden aramayı sonlandırdım. Belimdeki aparatta takılı olan silahı kontrol edip odadan çıktım. Boş koridorda ayak seslerim yankılanıyordu. Soğuk bir esinti hissettim. Merdivenleri indim. Koridorda dolaşan birbirine girmiş çay ve kahve kokularını duydum. Az ilerideki çay ocağında iki er muhabbet ediyordu. Binadan çıktım. Sırılsıklam olan bayrağın asılı olduğu direğin yanından geçtim. Spor tesisi ve lojmanı ardımda bıraktım. Kantine giden askerlerin verdiği selamları görmezden geldim. Helikopter pistine ulaştım. Pistin köşesindeki platformun üzerine inşaa edilmiş olan kontrol kulesine baktım. Pencerelerinden yayılan ışığı, şarıl şarıl yağan yağmurun altında bir süre izledim. Kulenin yanındaki anti air sistemini inceledim.

Derin bir nefes alıp helikopter hangarlarına doğru ilerledim. Nöbetçi kulübesindeki teğmeni buradan görebiliyordum. Telefonla konuşuyordu. Aramızdaki mesafeyi aşıp kulübenin kapı kolunu tuttum. Yavaşça indirip içeriye girdiğimde teğmen oturduğu yerden ayağa kalkıp telefonu kapattı. Elini şakağına götürüp selam verdi.

"Rahat."

Elini indirip arkasında bağladı.

"Buyrun komutanım."

Üzerine yürüdüm.

"Kiminle konuşuyordun?" derken ellerimi omuzlarına koydum.

"Annemle komutanım."

Belli belirsiz başımı salladım. Baş parmaklarım boynunun her iki yanında bulunan, çenesiyle köprücük kemiği arasındaki karotid arterleri buldu. Bu damarlar beyne oksijen götüren kanı taşıyordu.

"Komutanım?"

"Şşş. "

Damarların üzerine birkaç saniyelik kontrollü basınç uyguladım. Gözleri büyürken beyne giden oksijen ve kan kısa süreliğine kesildiği için yere yığıldı. Çok değil otuz saniye içinde uyanacak, fakat bir müddet kendine gelemeyecekti. Belindeki anahtarları alıp çıktım. En yakınımda olan hangarın kapısını açıp içeriye girdim. UH-60 Black Hawk helikopterin koca gövdesinin yanından geçip elimdeki anahtarlardan diğeriyle malzeme dolabını açtım. İçinden helikoptere ait anahtarı alıp kokpitin kapısını açtım.

Pilot koltuğuna oturdum. Batarya switch tuşuna bastığımda ışıklar, göstergeler ve ekranlar açıldı. Akü çalışmaya başladı. Starter switch düğmesiyle birinci motoru ve ardından ikinci moturu çalıştırdım. Helikopter pozisyon ışıklarını yaktı. Motorun çıkardığı gürültülü ses hangarı doldurdu. Rotorlar ağır ağır dönmeye başladı. Yakıt göstergesine baktım. Birkaç gün önce genel muayenesi yapılırken yakıt tankı doldurulmuştu. Belzebuth adası Ege Denizi'ndeydi. Hava yoluyla 5 - 6 saatlik bir yolculukla varılabiliyordu. Yaklaşık 1300 ilâ 1400 km arası bir mesafeydi. Black Hawk saatte ortalama 250 km hızla giderdi. Standart iç yakıt tankıyla menzili 590'la 600 km arası değişirdi. Ege Denizine ana tanktaki mevcut yakıtla ulaşmak mümkün değildi. Hangardan çıkmadan önce iki seçeneğim vardı. Ya malzeme deposundan uzun menzilli yakıt tankı alacaktım ya da yolda depoyu ikmal edecek bir mola yeri bulacaktım. İkinci seçenek tek yolumdu, ağırlığı neredeyse bir tonu bulan tankları bir başıma kaldırıp dış askı noktalarına takamazdım.

Kemeri bağlayıp cyclic kolunu ileriye doğru ittim. Kokpitin tabanında, hemen önümde duran tail pedallarına ayaklarımı yerleştirdim. Helikopterin ön ışığı yandı. Kuyruğu ve burnu hizaya getirip tekerlekler rampada dönerken hangarın tam olarak açık olmayan kapılarına çarparak dışarıya çıktım. Yağmur damlaları ışığın önünde parlıyordu. Nöbetçi kulübesindeki teğmen dışarıya çıktı. Aramızda metrelerce mesafe bulunan anti air sistemi etrafında 360° döndü. Radarları beni algıladı ve tepesindeki kırmızı ışık yanıp sönmeye başladı. Kontrol kulesine sinyal yollamıştı. Helikopterden yayılan gürültüyle birkaç asker pistin etrafında toplanmıştı. Kalkış için rotorların biraz daha ivme kazanması gerekiyordu. Beklemek zorundaydım.

Koltuktaki kancaya asılı uçuş kaskını taktım. Çoklu kanal sistemlerinden birine telefonu bağladım. Ağız hizamda duran mikrofonu aşağı çevirdim. Kulenin yapacağı ikazları duymak, beni durdurmak için izleyecekleri stratejilere hakim olmak istiyordum.

Telsizden frekans sesleri yükseldi. Kule verici konumdaki telsizi aktif hale getirmişti.

"Hangar 1, Black Hawk 1, kule konuşuyor. Kalkış için iznin yok, ne yapıyorsun?"

Sessiz kaldım. Cama düşen yağmur damlalarını sağa sola süpüren silecekleri izliyordum. Dönen rotorların yaydığı titreşim bütün uzuvlarıma yayılıyordu.

"Black Hawk 1, tekrar ediyorum uçuş için iznin yok, hangara dön! Aksi takdirde acil alarm sistemini devreye sokmak durumunda kalacağım."

Alarm sistemi devreye girdiğinde bütün askeriye buraya toplanacaktı. Tankları ve ağır zırhlı araçları piste sürüp helikopteri abluka altına alacaklardı. Eğer direnmeye devam edersem durum albaya bildirilecekti. Sonrasında vurulma emrim verilebilirdi. Daha ileri bir durumda anti air sisteminden fırlatılacak bir füzeyle helikopterle birlikte parçalara ayrılabilirdim, fakat devlet malına zarar verecek kadar ileriye gidemezlerdi. Hiçbiri benim gibi büyük bir kaybın eşiğinde değildi.

Pistin ışıkları yandı. Etraf gündüz gibi olurken gözlerimi kıstım. Başımı arkaya yasladığımda Ertuğrul'un kontrol kulesine doğru yürüdüğünü gördüm. Pistteki kalabalık giderek çoğalıyordu.

"Fırat Yüzbaşım bu son ikaz! Lütfen helikopteri hangara geri götürün!"

Son 30 saniye. Kalkış için collective kolunu tuttum. Kuleden yükselen alarmın tiz sesi boğuk da olsa kulaklarıma doldu.

"Yüzbaşım beni albayı aramak zorunda bırakmayın."

Bu Ertuğrul'un sesiydi. Piste gelen silahlı askerlerin arasında timden birkaç kişiyi gördüm. Haydar da aralarındaydı. Kolu sıktım. Son 20 saniye.

"Yüzbaşım tekrar ediyorum, beni albaya haber vermek zorunda bırakmayın. Bu yaptığınızın suç olduğunu ve doğuracağı sonuçları düşünün. Askerliğinizi yakarsınız. Helikopteri hangara geri götürün."

Namlular üzerime doğrultulmuştu. Ertuğrul'dan gelecek emirle ateş açacaklardı. Sadece Haydar ve tim beni hedef almaktan kaçınıyordu. Yaptığım şeyin suç olduğunu biliyordum. Cezasının rütbe düşümünden müebbet hapis cezasına kadar uzandığının da bilincindeydim. Ama...Hazan yoktu, ve geriye kalan hiçbir şey önemli değildi.

Kolu ileriye doğru ittim. Rotorlar yön değiştirip, tanklar ve ağır zırhlı araçlar piste doğru gelirken tekerleklerin yerden havalanmasını sağladı. Rotorların oluşturulduğu rüzgar dengelerini bozuyor, askerler helikopterden uzaklaşıyordu. Yerden bir metre kadar yükseldiğimde telsizden birkaç uyarı daha yapıldı ve sonra Ertuğrul, "atış serbest," dedi.

Onlarca mermi, karanlığın içinde bir kıvılcım gibi parlayıp yağmurla yarışarak, yerden göğe yükselen yıldızlar gibi helikopterin gövdesine çarpıp metalik sesler çıkartırken daha da yükseldim. Yönümü batıya çevirip gözlerimden süzüldüklerini henüz yeni fark ettiğim yaşları sildim. Silâh sesleri giderek uzaklaştı. Telsizdeki uyarılar kesildi, frekans sesi son buldu. Ama peşimi bu kadar kolay bırakmayacaklarını, telsizi üstlerle yaptıkları görüşmeleri duymamam için kapattıklarını biliyordum.

Yoğun yağmur bulutlarının arasından geçerken kule telsizinden bağımsız olan kanaldan Cihan'ın sesi duyuldu.

"Neredesin?"

Cevap vermek için kaskın iç kısmındaki transmit tuşuna çenemle dokundum. Mikrofonu düzelttim.

"Pisten kalkışı gerçekleştirdim. Batıya doğru hareket halindeyim."

"Irak sınırına geleceksin diye konuşmuştuk."

"Gelemem. Kule tarafından transponder sinyalleri üzerinden takip ediliyorum. Muhtemelen peşime askeriyede bulunan diğer helikopteri takacaklar. Sınıra gelirsem oradaki askerler tarafından yakalanırım, iniş yaparsam bir daha kalkamam."

"Yakıt ikmalini nereden yapacaksın peki?"

"Bilmiyorum."

"Of yüzbaşı of! Bir yol bulmaya çalışacağım."

Telefonu yüzüme kapattı. Sorun etmedim. Yön göstergesini kontrol edip biraz sağ yaptım. Tanktaki yakıtla en fazla Adana'ya kadar gidebilirdim. Rüzgâr ve yağmurun şiddeti bu seviyede devam ederse yaklaşık 2 saat 15 dakika boyunca havada kalabilirdim. Fakat Adana civarında muhakkak iniş yapmak zorundaydım. Kule gittiğim yönü takip ettiğinden ilerleyeceğim güzergahı da az çok tahmin etmiş olmalıydı. Tek başıma bir helikopterle herhangi bir askerî üsse inmem mümkün değildi, böyle bir yakıt ikmal durumunda inilecek üsse önceden haber verilirdi. Mümkün olsa dahi kule çoktan güzergah üzerindeki askeri üslere durumu anons geçmeye başlamış olmalıydı.

Altimeteri kontrol ettim. Yaklaşık 1500 feette yani 450 metre civarı bir irtifada uçuyordum. Gözlerim IR sistemiyle entegre çalışan FLIR ekranını buldu. Helikopter olduğunu düşündüğüm silik bir siluet peşimden geliyordu. Telsiz açıldı.

"Black Hawk 1, kule. Takipteyiz. Derhal rota değiştir, inişe hazırlan. Tekrar ediyorum, rota değiştir, inişe hazırlan."

Yapamazdım. Bu işin bir sonu yoktu, varsa bile pek iyi bir son olmayacaktı. Devlet VASÖ'yle girecekleri herhangi bir çatışmayı medyadan saklayamayacaklarını, bu durumun iç karışıklığın yanı sıra VASÖ'ye ortak olan diğer AB ve NATO üyesi ülkelerle dış karışıklık yaratacağını söylüyordu. Savaşa hazır değillerdi, uzlaşma taraftarıydılar. Ancak VASÖ'ye ne trilyon dolarlık parayı, ne Ömer ağayı, ne yıkım kodunu, ne de istedikleri belgeleri vermek istemiyorlardı. VASÖ'nün tehdidinden haberdar değillerdi. İşin içinde Ali varken bu bilgiyi onlara vermemiz bizi de zan altında bırakırdı. Belirli bir protokol izlenerek ulaşılmak istenen çözümler günler sürerdi ve Hazan'ın o kadar vakti yoktu.

" Black Hawk 1 üstlere bilgi geçildi. İkaz edildiniz. Rotayı derhal değiştir."

Sessizliğimi korudum. Ne diyecektim ki zaten? Yaptığım şeyin yanlış olduğunu biliyordum ama geri dönemezdim, çünkü benim için tek doğru buydu. Kaybedeceksem de savaşarak kaybedecektim. Yine de bu son ihtimaldi, günün sonunda öleceksem bile son kez Hazan'ın kokusunu duymadan ölmeyecektim.

Yakıt ikmali için Cihan bir çözüm bulacağını söylemişti. Bulamazsa ya teslim olacak ya da helikopterin yakıtı bittiği an yere çakılacaktım. İlk yaptığımız planda Irak sınırında Ali'nin ayarladığı, muhtemelen pek sağlam ayakkabı olmayan birilerinden yakıt tankı alacaktık. Yüklemeyi de onlar yapacaktı. Yol uzayacak, kancık sürüsü kaynayan dağın başında başımıza ne geleceği belli olmayacaktı. Hangardan çıkarken biraz zarar vermiş olsam da devletimin malını ne idüğü belirsiz itlerin eline bırakamazdım. Bir diğer handikapta şu an da var olan yakalanma meselesiydi. Kendi topraklarımda yakalanmayı, bir nevi düşman toprağında, o heriflerle yakalanmaya tercih ederdim.

O sırada Cihan'ın bağlı olduğu kanal açıldı.

"Adana'da VASÖ'ye ait Hacı Sabancı eski havaalanı var. Bir süredir kullanılmıyor ama içeride köstebekler saklanıyor. Oraya iniş yap, yakıt ikmali orada gerçekleşecek," diyerek direkt olarak lafa girdi.

"Dalga mı geçiyorsun lan benimle?"

"Hayır. Hepsi benim eğittiğim ajanlar. Ters bir durum yaşanmaz, ama eğer yok, benim başka bir çözümüm var diyorsan sen bilirsin."

Yoktu. Hangi yolu seçersem seçeyim tehlikesi en az olanı bulamayacaktım.

"Tamam."

"Ne durumdasın?"

FLIR sistemine bakıp önüme döndüm.

"Peşimde bir takip helikopteri var. Hazan yok. Ona ulaşsam bile...bu yaptığım şeyin cezası bizi sonsuza kadar ayırabilir. Ne gerek vardı tüm bunlara? Senin aileni kaybetmene, Mehmet beyin ölmesine, Hazan'ın başına gelenlere, bize olanlara ne gerek vardı? Sen de biliyorsun, bu vatan uğruna girilen bir savaş değil."

"Biliyorum, ama bu savaşı ben başlatmadım ki bitiren ben olayım. Sen de biliyorsun ki günün sonunda insanoğlunun verdiği hiçbir savaşın bir gereği yok. Ölümden kaçıyoruz sadece. Bir gün daha yemek için, bir gün daha var olmak için. Ve bir gün daha, bir gün daha derken ölüyoruz. Sadece kaçtığımız şeyle aramızdaki mesafe mesele. İnsanoğlu ölümsüzlüğü başka insanların canını almak zannetti. Kaç kişiyi öldürürsem, kaç ülkeyi sömürürsem, kaç savaş çıkartırsam, kaç çocuk açlıktan susuzluktan ölürse ve ben onların hakkını yersem o kadar ölümsüz olurum zannetti. Bu yüzden hayat erken ölenlerle geç ölenler arasında bir dengedir. Aşağılıkca bir dengedir, ama buna rağmen öyledir."

Duraksayıp derin bir nefes aldı.

"Seni anlıyorum. Tüm bu anlattıklarımın farkındasın ve sadece kendi hayatında bir düzen ve barış istiyorsun. İstediğin şeye ulaşman için elimden geleni yapacağım yüzbaşı. Belki elimden çok fazla bir şey gelmez ama bu yolda seninleyim. Teşekkür etmene gerek yok, rica ederim."

Kanaldan ayrıldı. Bir süre söylediklerini düşündüm. Haklıydı. Politikacılar saraylarında ömür uzatırken her gün bir başka gencin cinayetini, bir başka kadının ölümünü, bir başka bebeğin, çocuğun, hayvanın, ağacın, börtü böceğin ve en nihayetinde dünyanın katlini görüyorduk. Ben bu karanlığın içinde ne kadar ömrüm varsa Hazan'la yaşamak istiyordum. Binlerce güzelliği koruyamazdım belki. Bir kurşun atsam onlarca ülkeye bombalar düşerdi. Ama Hazan'ı koruyabilirdim. Dünyanın olmasa bile benim ona ihtiyacım vardı. Ölümsüzler bilmezdi her saniyenin değerini, ben biliyordum.

Bulutların arasında zaman geçti. Adana il hava sınırına girdim. Kuleden belirli aralıklarla uyarılar gelse de hiçbirine yanıt vermedim. İrtifa değişikliği yaparak takip helikopteriyle aramızdaki mesafeyi açtım. Hacı Sabancı havaalanının üstüne geldiğimde collective kolunu aşağı çektim. Cyclic kolunu öne itip altimeterden düşen feeti kontrol ettim. FLIR cihazına baktım. Takip kelikopteri hâlâ görünürde yoktu.

Pistin etrafında yerleşim yerleri ve araziler vardı. İşlek caddelere kör noktada kalan alan iniş için güvenliydi. Gece karanlığı görüş açımı daraltsa da herhangi bir tehlike olmadığına karar verdim. Piste inişi gerçekleştirdiğimde yerle buluşan tekerlekler birkaç metre sonra durdu. Rotorlar dönmeye devam ediyordu. Hangarların olduğu tarafa baktım. Gelen giden yoktu. O sırada önümdeki beton zemin ortadan ikiye yarılarak açıldı. Bir rampanın başındaydım. Karanlık bir yere iniyordu.

Helikopterin sağında bir adam belirdi. Eliyle rampadan inmemi söyleyen bir işaret yaptı. Pedalları çevirip tekerleklerin dönmesini sağladım. Rampanın sonunda beton zemin üstüme kapandı. Işıklar yandı. Geniş ve büyük bir deponun içinde her türlü helikopter veya uçak ikmali, tamir ve tadilat için kullanılacak malzemenin bulunduğu bir yerdeydim. Siyah üniformalı beş altı kişi etrafımı sardı. Telsizi devredışı bırakıp kokpit kapısını açarak indim.

Biri yanıma gelip elini uzattı. Bir iki saniye duraksayıp sıktım.

"Yüzbaşı Fırat, değil mi?"

Başımı salladım.

Diğerleri gibi, yüzündeki siyah kar maskesinden yalnızca gözleri görünüyordu. Ellerimiz ayrıldı.

"Tanklar 10-20 dakikaya yüklenir. Şurada bekleyebilirsiniz."

Gösterdiği, helikopterden metrelerce uzaklıktaki koltuğa bakıp ona döndüm.

"Burası iyi. "

"Siz bilirsiniz."

Halihazırda vinçe yüklenmiş olan iki yakıt tankı getirildi. Gerekli önlemler alındıktan sonra altı teknisyenden oluşan ekip tankları dış askı noktalarına yerleştirdi. Metal borular yakıt deposuna bağlandı. Kancalar takıldı. Civatalar ve somunlar sıkıştırıldı. Ana depo dolduruldu. Vanalar kontrol edildi. Yakıt göstergesi açıldı. Helikopter kalkış için hazırdı.

Teknisyenler tankları sağlamlaştırırken az evvel el sıkıştığım adam yanıma geldi.

"Bu tankların ağırlığı yaklaşık iki ton. Helikopteri kullanışını etkileyecektir. Dikkatli olun. Şu bilgiyi de verelim; bunlar VASÖ'de özel olarak yapılmış tanklar. Ana depodaki yakıtla birlikte sizi yuvarlak hesapla en fazla 10- 12 saat havada tutar. Yani, nereye gideceğinizi bilmiyorum ama Türkiye sınırından çıkana ve çıktıktan 4-6 saat sonrasına kadar havada kalabilirsiniz."

Yine kısaca başımı sallamakla yetindim. Bu iyi olmuştu. Beklenmedik bir pürüz çıkmazsa bir daha yakıt ikmali için iniş yapmak zorunda kalmayacak, birkaç saat içinde Belzebuth Adası'na ulaşacaktım.

Vinç yerine götürüldü. Teknisyenler ortadan kayboldu.

"Peşinizdeki helikopter pistin etrafında sizi arıyor. İsterseniz gizli çıkıştan çıkın."

"Tamam, eyvallah."

"Size yol göstereceğim."

Kokpite geçtim. Batarya switch ve starter switch tuşlarına bastım. Cyclic kolunu öne itip pedalları çevirdim. Yanımda yürüyen adamla ilerledikçe sensörlü ışıkları yanan, arabalar için yapılmış otoparkların helikopter ve uçaklar için yapılmışı olan alanda, birkaç kez köşeyi dönerek helikopteri sürdüm. Tanklardan binen ağırlık tekerleklerin dönüşünde bile hissediliyordu. Dördüncü rampayı da indikten sonra büyük bir kapı iki yana açıldı. Düz bir ovaya çıktım. Collective kolunu kaldırdım. Pozisyon ışıkları yanıp sönerken ön ışıklar uçsuz bucaksız araziyi aydınlatıyordu. Rotorlar yeterli ivmeyi kazanıp helikopterin burnu ağır ağır, belli belirsiz yalpalayarak yerden yükselene kadar bana yol gösteren adam bulunduğu yerden ayrılmadı.

Tanklardan dolayı 800 feetin üzerine çıkmak güçtü. FLIR sisteminden gördüğüm üzere takip helikopteri peşimde değildi. Konumumu biliyorlardı, fakat o helikopterinde yakıt ikmaline ihtiyacı vardı. Bir askeri üsse iniş yapmış olmalıydı. Transporter sistemini söküp atmadığım müddetçe izimi tamamen kaybetmeleri imkansızdı.

48 saatin dolmasına son 7 saat kalmıştı.

💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦

Bölüm : 14.09.2025 10:47 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...