99. Bölüm

98. Bölüm

Binnur Tombaş
yikim2024

&&&

Askeri helikopter Belzebuth adasına ulaşmıştı. Dört bir yanı sularla kaplı kara parçası kuş bakışı bir nokta gibi görünüyordu. Vakit henüz sabaha kavuşmamıştı, ancak kıyametler de karanlıkları aydınlıklardan daha çok severdi. Dalgalı, hırçın deniz adanın kıyılarını dövüyordu. Fırat, adanın üzerinde uçan dronları gördü. Yaren'in suda olduğu gibi havada da radar sistemleri bulunduğunu söylediğini hatırladı. Adaya radarların onu algılayabileceği kadar yaklaşmamıştı. Belirli bir mesafede helikopteri hover etmişti. Bu askıda kalma hali ona adayı elindeki dürbünle izleme imkanı verse de yakıt tanklarının ağırlığı, rüzgar ve hava yoğunluğu gibi etkenler tonlarca ağırlıktaki demir yığınının dengesini yer yer bozuyordu.

Cihan, Fırat'a yardımcı olabilmek için VASÖ'nün Ankara'da bulunan ana üssünde görev yapan ve kendisinin eğittiği ajanlardan Şırnak'a tam donanımlı savaş helikopterlerinden birini getirmelerini istemişti. Yağız ise Irak sınırındaki köstebeklerin ellerinde bulunan infaz SİHA'larının kumandalarını almıştı. Fırat eğer en başından yapılan plana sadık kalıp Irak sınırına inmiş olsaydı helikoptere mühimmat yüklemesi yapılacak, Cihan, Yağız, Kim Chin ve Ali de onunla gelecekti. Ancak Fırat en başından beri aklına yatmayan bu plana, alternatif bir stratejisi olmamasına karşın uymamıştı ve diğerleri gelene kadar beklemek zorundaydı.

Dürbünü indirdi. Küçük bir adaydı. Ortasında büyük bir bina, etrafında daha küçük yapılar vardı. Bitki örtüsü neredeyse tamamen yok edilmişti. Belirli bölgelere konumlandırılmış metrelerce yükseklikteki gözetim kuleleri dikkat çekiyordu. Çin Seddi'ni andıran surlar bir sebepten oldukça tehlikeli görünürken Fırat radarlara yakalandığı an gökyüzündeki bir toz zerresi gibi dağılıp gideceğini anlamıştı. Collective ve Cyclic kollarını kullanarak helikopteri birkaç metre geriye çekti. Savaşmaktan ziyade beklemenin, ölmekten ziyade ölümü düşünmenin daha ızdırap verici olduğunu biliyordu. Hazan'a ilk defa bu kadar çok yaklaşmıştı. Tek bir hatasının mâl olacağı şeyleri içinden bir ses sürekli ona hatırlatıyordu. Diğer yandaysa çoktan yaptığı ve artık geri dönüşü olmayan hataların ağırlığını hissediyordu. Kuleden gelen ikazlarda ihlâl ettiği askeri prosedürler, alacağı cezaların yaptırımları tekrar tekrar anons edilirken Hazan'la kurduğu hayallerden vazgeçmesi gerektiğini anlamıştı.

O bir askerdi. On bir yılını vermişti bu mesleğe. Ve biliyordu ki bedel ödemeden zafer kazanılamazdı. Sevdiği kadını yaşatmak istiyorsa ondan ve bunca yıl onu hayata bağlayan üniformasından vazgeçmeliydi. Vazgeçmişti de, bu uçsuz bucaksız gökyüzünde, tek başına duruşunun gösterdiği şey buydu.

Hazan, büyük binanın içindeydi. Bodrum katında bir odada, elleri zincirlerle bağlı, ayakları su dolu fanustan yalnızca birkaç santim uzaklıktayken, tavanla yer arasında bilinçsizce sallanıyordu. Aldığı ilaçlar, vücuduna enjekte edilen iğneler astım atağı geçirmesini engeliyor olsa da uyuşmasına neden olmuştu. Yarı açık gözleri suda yüzen hayvanlardaydı. Saatler önce kustuğu için bulanan su berraklığını kaybettiğinden yüzünü göremiyordu. Birkaç kez tuvalete gitmesi için indirildiği, tavandan sarkan makaraya bağlı olan ip belini kesiyordu. Bileklerindeki zincirler etine gömülmüştü. Zaman mefhumunu kaybedeli çok olmuştu. Kaç saattir buradaydı, günlerden neydi, Fırat'ın onu unutacağı kadar çok mu vakit geçmişti? Karşıdaki duvara yansıtılan projektörde, kaç kez izlediğini unuttuğu iki video sırasıyla tekrar tekrar oynarken ölmeyi Fırat'ın onu bulmasından daha çok istiyordu. Babasının gördüğü işkenceler sonucu ölümü ve Aslı'nın uğradığı tecavüzler, attığı çığlıklar artık ruhunun bir parçası haline gelmişti. Görüntüleri görmüyor, sesleri duymuyor ama hissediyordu.

Tavanda sallanan sarı ampulün sıcaklığı saç diplerini yakarken koridorda ayak sesleri duydu. Giderek yaklaşan sesler kapı açıldığında kesildi. VASÖ ve uluslararası ilişkilerde Türkiye için önemli bir diplomat olan Yaman Akar içeriye girdi. Kamerayı ipinden boynuna asmıştı. Alaycı gözlerini Hazan'ın üzerinde gezdirdi.

"Evet, yine ben," dedi. "Az kaldı ama. Ali 100. üstü bize vermeyi kabul etti." Duvarlara çarparak yankılanan kısa bir kahkaha attı. "100. üstün kocanın dedesi olması tuhaf bir tesadüf doğrusu. Yıllarca korkup çekindiğimiz adam toprak ağası çıktı. Köylü milletin efendisidir diye boşuna dememişler."

Fanusa yaklaştı.

"Üzgünüm Asena. İşler iyice sarpa sarıyor. Devlet ısrarla seni ve örgüte ait delilleri istiyor. Ama bunu yaparsak uluslararası ilişkilerimiz zedelenir. İş yaptığımız ve bizi fonlayan ülkelerle aramızda anlaşmazlıklar meydana gelir. Kısaca 100. üstü alsak bile seni kimseye vermeyeceğiz. Ölmek zorundasın. Keşke bizim tarafımıza geçseydin. Baban gibi akılsız olmak zorunda değildin."

Hazan duyduğu herhangi bir şeye şaşıracak veya öfke duyacak durumda değildi. Kendi varlığına dahi yabancılaşmıştı. Yine de kendini zorlayarak konuştu.

"Beni öldürmek...sizin için en hayırlısı olur. Öbür türlü buradan kurtulursam aldığınız soluğu kesmek için...elimden geleni yaparım."

Bunlar boşa kurulmuş cümleler değildi. Düşman kim olduğunu açıkça belli etmişti. VASÖ terör örgütleriyle iş tutan, düşman ülkelerle ittifak kuran ve aynı zamanda sözde Türkiye Cumhuriyeti Devleti için çalışıyormuş gibi davranan, elde ettiği belgeleri en çok kâr edeceği tarafa satan ikiden fazla yüze sahip bir örgüttü. Bu oyunlar üstler arasında dönüyor, ajanların çoğu maşa olarak kullanılıyordu. Mehmet bey 99. üsttü. Hazan ve Ali'ye bıraktığı hisseleri 98. üst olan Yaman Akar'a devretmeyince ve 100. üstün kim olduğunu söylememekte ısrar edince öldürülmüştü. İmzası taklit edilip kesilen başparmağından alınan parmak iziyle sahte bir hisse devir belgesi hazırlanmış olsa da belgenin VASÖ'nün ana sistemi tarafından algılanması için 100. üstün imzası gerekiyordu.

Ana sistemde yıllardır hacklenemeyen fazlaca gelişmiş bir yapay zeka modülü vardı. Bu modül içerisinde VASÖ'ye ait kimsenin bilmediği bilgiler saklıyordu. 100. üstün imzasını ve parmak izini belleğinde taşıyan sistemin güvenlik bariyeri bir türlü kırılamıyor, bu ne zaman denense bariyeri kırmaya çalışan bilgisayara virüs bulaşıyordu. Modül aktifti. Birileri tarafından güncellenip korunuyordu. Yıkım kodu çift taraflı bir algoritmaya sahipti. Hem virüs, hem de modülün güvenlik bariyerini kıracak kodu içinde barındırıyordu. VASÖ ne zaman patlayacağını ve nerede olduğunu bilmediği bu bombayı ele geçirmek için elini kana bulamaktan hiç çekinmemişti. Eğer Yıkım kodu 100. üstte değilse Ömer beyi öldürmekten de geri durmayacaktı. Mesele güç, para ve iktidardı. Zehir yıllar öncesinden kana yayılmıştı. Fay hatları harekete geçmiş, kırılma gerçekleşmiş, savaş boruları çalınmış ve kılıçlar çekilmişti.

"Neyse ki yaşamayacaksın Asena."

Cebinden bir şırınga çıkardı. Hazan'a yaklaşıp kırık olan koluna sapladı. Hazan irkilip kendini geri çekmeye çalıştı.

"Sakin ol. Sadece morfin. Ağrının dinmesi için."

Şırıngayı tamamen boşaltıp iğneyi etinden çekti.

"Su ister misin?"

Sessiz kaldı. İstediği tek şey Fırat'ı son bir kez de olsa görebilmekti. Sürekli hata yapıyordu. Eğer o gün düğün salonunda onu dinleyip yanından ayrılmasaydı bugün burada olmayacağını, Fırat'ın onu her ne olursa olsun koruyacağını biliyordu. Kocası başına bir şey geleceğini hissetmişti. O gergin halleri, bir gözünün hep etrafta gezinişi, onu göz hapsinde tutuşu bundan sebepti. Hazan bir yandan da Fırat'a kızgındı. Yine şüphelerini onunla paylaşmamış, her şeyi kendisi halletmeye kalkmıştı. Tek bir hata bazen bütün pamuk ipliklerini parçalara ayırırdı.

O sırada Fırat kulağındaki telsizde konuşan kuleyi dinliyordu.

"Black Hawk 1, kule. İzmir/ Çiğli Hava Üssü'nden takibi devralan unsur yolda. Muğla Aksaz Deniz Üssü'nden bir savaş gemisi takibe destek veriyor. Peşindeki İHA'lardan görüntü alıyoruz. Konumun sabit. Angajman kurallarının geçerli olmasını istemiyorsan rotanı değiştir, geri dön. Tekrar ediyorum rotanı değiştir, geri dön. "

FLIR ekranında İzmir'den kalkan helikopterin silik görüntüsü seçiliyordu. İHA'ların ısı yayımı düşük olduğundan ekranda görünmüyorlardı. Fırat savaş gemisini görebilmek için dürbünü eline aldı. Karanlık sularda yaydığı ışığı gördü. Denizdeki radarlar yüzünden gerilmişti. Geminin ilerlemesini istemiyordu. Şimdiye kadar kuleyle en ufak bir iletişim kurmamıştı ancak şu an sessiz kalamazdı. Derin bir nefes alıp transmit tuşuna bastı.

"Kule, Black Hawk 1. Deniz unsurunu sahadan çekin. Hava unsurları mesafeyi korusun. Tekrar ediyorum, deniz unsurunu sahadan çekin."

"Black Hawk 1, kule. Negatif. rotanı değiştir, geri dön."

"Kule, negatif. Deniz unsurunu sahadan çekin. Hava unsurları mesafeyi korusun. Tekrar ediyorum, çekilin."

"Black Hawk 1, sınırları zorluyorsun. SİHA'lar yolda. Geri dön."

"Kule, ne yaptığımın bilincindeyim! Prosedürü reddetmiyorum! İleride ve deniz altında yüksek güvenlikli radar sistemleri var! Unsurlar tehlikede! Mesafeyi koruyun!"

Frekans sesleri duyuldu. Bu kulenin söylediklerini ciddiye aldığını gösteriyordu.

"Black Hawk 1, anlaşıldı. Deniz unsuru çekiliyor. Hava unsurları mesafeyi koruyacak. Takipteyiz. İkaz geçerli. Rotanı değiştir, geri dön. "

Fırat telsizi kapattı. Artık kanamasını umursamadığı o yara giderek büyüyordu. Gözlerinin derinlerindeki acı yerli yerindeydi. Çatık kaşlarında, kararlı bakışlarında, birbirine bastırdığı ketum dudaklarında ağır bir keder vardı. Savaşıyorsan kaybetmeyi göze almak zorundaydın. Fırat, bunu yaparken ilk defa bu kadar umutsuzdu. Hazan'ın onunla veya onsuz yaşaması önemli değildi, sadece yaşaması yeterdi. Yetmeyeceğini biliyordu. Ona dokunmadan, kokusunu, sesini duymadan yapamazdı. Ne yazık ki başka çaresi de yoktu.

"Fırat, geldik."

Cihan'ın diğer kanaldan duyulan sesiyle FLIR ekranına baktı. Etrafında birden fazla hava unsuru vardı. Gözlerini camdan dışarıya çevirdiğinde VASÖ'ye ait savaş helikopteri hemen yanındaydı.

"Black Hawk 1, kule. Bunlar kim? Ne oluyor?"

Fırat kuleyi duymazdan geldi.

Cihan, "durum ne?" diye sordu.

"Radar sistemli dronlar adanın üstünde. Dört adet güvenlik kulesi mevcut. Önce radarları etkisiz hâle getirmemiz lazım. "

"SİHA'lara vur emrini veriyorum o zaman."

"Önce belirli bir mesafede duralım. Dronların dikkatini dağıtması için İHA yollayalım. Görüntü de almış oluruz. Radar sisteminin ne kadar sürede angaje olduğunu öğrenelim. Otomatik bir mekanizmaya mı sahipler yoksa gözetim kulesi tarafindan kontrol ediliyorlar mı anlamamız lazım. Karşı saldırı ihtimalini gözardı edemeyiz. Ve..."

En korktuğu ihtimali dile getirecekken duraksadı.

"Ve?"

Yutkunup, "Hazan," dedi. "Herhangi bir sıcak temas durumunda ona bir şey olmaması tek önceliğimiz olacak."

Cihan, camdan Fırat'ın kullandığı helikoptere baktı. VASÖ'yü çok iyi tanıyordu. Yıllarca aksini savunmak zorunda kalmıştı, fakat örgütün bir sınırı olmadığını en iyi bilen oydu. Olağan bir günde önünüzde öylece yürüyen, size zararı dokunmayan bir insanı yere düşürüp ezip geçmeniz normal karşılanmazdı. Ya da birini silah çekip öldürmek. Ama eğer ortada arkadan gelen dehşetli bir tehlike varsa her türlü şiddet ve saldırganlık mazur görülürdü. VASÖ'nün yaptığı da buydu. Suni bir felaket yarat ve ardından gelen bütün kıyametler meşru sayılsın. Bir çocuğu bile katletmeye hakkın olsun.

Cihan, VASÖ'nün yine aynı şeyi yapacağından emindi. Bu işten sıyrılmak için ne Hazan'ı, ne Fırat'ı ne de onu temiz bırakmayacaklardı. Bu büyük bir oyundu ve VASÖ kendini sağlama almadan zar atmazdı. Peki tüm bunlara rağmen neden buradaydı? Çünkü kendi ailesini koruyamamıştı, ve bugün Fırat'a Hazan'ı koruması için, bu işin "mutlu" bir sonu olmayacağını bilmesine rağmen, yardım etmek istiyordu.

Ali VASÖ'ye Ömer beyi vereceği yalanını söyleyerek zaman kazanmaya çalışmıştı. Şu an Cihan'ın bulunduğu araçta Kim Chin ve Yağız'la birlikteydi. Ömer bey ise korumalar eşliğinde Urfa'ya dönmüştü.

Kim Chin, "radarları hacklemeyi deneyebilirim," dedi.

Yağız, "vakit yok," diyerek karşı çıktı. "Koca adayı koruması için birkaç dakikada hacklenecek bir sisteme güveneceklerini sanmıyorum."

"Yüzbaşının dediğini yapın. İHA'yı gönderin."

"Emredersiniz."

İHA ve SİHA'ların kontrolünü sağlayan ajan İHA'lardan birini radarlara doğru yönlendirdi. Hızla ilerleyen cihaz birkaç yüz metre sonra radar dronlarının peşine takılmasını sağlamıştı. Ada üzerinde atılan turlar sonucu adanın dört ana noktasına konuşlanan kulelerden gökyüzüne kızılötesi ışıklar ve kırmızı lazer taramaları yansıdı. Birbirlerini keserek, çaprazlayarak veya paralelleyerek karanlığı yarıp geçen ışınlar IHA'nın görüntü almasını engelliyor, tehlikeye karşı sinyal gönderiyorlardı. Eğer SİHA'ları devreye sokarlarsa atılan füzeler hedefi bulmayacaktı.

1. kuleden gelen görevli Yaman Akar'ın kapısını çalarak içeriye girdi.

"Noldu?"

"Efendim adanın üstünde birileri var. Bir İHA göndererek dronların dikkatini dağıtıp adadan görüntü almaya çalıştılar. Kızılötesi ışıkları ve lazerleri devreye soktum."

"Kim bunlar?"

"Bilmiyorum efendim. İHA'yı kontrol edenler henüz radarlara yakalanmadı."

Yaman Akar uzun boyuyla maun masanın arkasında doğruldu. Ellisine birkaç ay kalmıştı. Sırtı hafif kamburdu. Kırlaşan saçlarının tepesi dökülmeye yüz tutmuştu. Asena'yı almaya geldiklerini anlamıştı. Devlet buna cesaret edemezdi. Bu bir savaş daveti olurdu. Bu iş muhtemelen yüzbaşının başının altından çıkmıştı. Ve ona yardım eden haddini bilmez ajanların. Yağız ve Kim Chin.
Dudaklarından tehlikeli bir gülüş geçti. Onlara da sıra gelecekti, ama madem ölmeye bu kadar meraklılardı o zaman sırayı bozmakta bir bahis yoktu.

"İHA'yı vurun. Yedek bağımsız radar sistemlerini gönderin. Etrafta kim var kim yok görelim. "

"Peki sonra efendim?"

"Hepsini vurun gitsin."

"Emredersiniz," diyen görevli odadan çıktı.

Yaman Akar odasının içinde bulunan asansöre ilerledi. -1'e basıp bodruma indi. Loş koridorun sonundaki kapıyı açtı. Asena bıraktığı gibi yarı baygın duruyordu. Fanusun karşısındaki sandalyeye oturdu.

"Asena!"

Hazan kapalı olan gözlerini açtı. Önüne düşen başını kaldırdı. Projektörden yansıyan görüntüler hâlâ gözünün önündeydi.

Yaman Akar, Hazan'ın baktığı yere, arkasında kalan duvara döndü. İnce ve kaypak sesinden yine kısa bir kahkaha duyuldu.

"Videolar biteli çok oldu Asena," dedi.

Yalan söylüyordu. Hazan babasının vücudunun belirli yerlerine açılan kesikler sonucu kan kaybedip dakikalarca çığlık atarak nasıl öldüğünü görüyordu. Aslı'nın bulunduğu video henüz birkaç dakika önce bitmişti.

"N-niye geldin?"

"Galiba kocan geldi."

Hazan ölü kalp atışlarının hızlandığını hissetti. Gözlerinde bir yıldız yanıp söndü.

"Ama üzgünüm. Birbirinizi göremeden öleceksiniz. Senin ölümünün acısız olması için elimden geleni yapacağım ama kocan parçalara ayrılacak. Nasıl öldüğünü izlemek istersen görüntüleri projektöre yansıtırım."

O an aklına gelen bir şeyle gözlerini sinirle kapatıp açtı.

"Ali," dedi. "Kocanla işbirliği içindeydi. 100. üsttü getireceğine dair söz verip bizi kandırdı."

Oturduğu yerden ayağa kalkarken sandalyeyi devirdi.

"Ölüm emrini kendi elleriyle imzaladı Asena. Nefesini kesen ben olsam da sadece bir aracı olduğumu bil. Elçiye zeval olmaz."

Hazan gözlerinden kayıp giden yıldızla sessizce dururken Yaman Akar bir hışımla kapıyı açıp gitti.

Gökyüzünde süzülen İHA kızıl ateşler saçan gri yoğun bir bulutun içinde tuzla buz oldu. Patlamanın gürültüsü havada dağılıp yok olduğunda adadan havalanan yeni dronlar, İHA'yı imha edenler inerken yükseldi. Kule aralıklı telsiz konuşmaları üzerinden ne olduğunu sorarken Fırat sürekli olarak onlara çekilmelerini söylüyordu.

"İHA imha edildi. Belli ki kuleler dolu, dronlar aktif olarak yönetiliyor. Sırada ne var?"

Yağız'ın sorusuyla Cihan, Fırat'a seslendi. Fırat tuttuğu kolları sıkmayı bırakıp gece görüşlü dürbünü eline aldı. Adaya baktığında onlara doğru gelen dronları gördü.

"Hazırlıklı olun. Yeni dronlar geliyor," dedi.

Cihan durumu Yağız'a bildirdi. Yağız infaz SİHA'larını en son adayı patlatırken kullanacakları üzerine verilen karar sebebiyle normal SİHA'ları helikopterin önüne konumlandırdı. Gelen dronlarda küçük fakat etkili menzile sahip füzeler vardı. Fırat helikopteri birkaç metre gerisindeki takip helikopterine siper etti.

Yaman Akar, 1. gözetim kulesine ulaşmıştı. Ekranda adanın 500 metre uzağında duran birden fazla hava unsurunu gördüğünde burnundan soluyordu. Bu işin sessiz sedasız hallolmayacağının farkındaydı. Fakat problemin devlet kanadından çıkmasını bekliyordu. Yüzbaşının tek başına, elinde üstleri tarafından verilmiş bir yetki olmadan donanımlı bir ekiple burayı bulup gelebilecek kadar ileriye gidebileceğini düşünmemişti. Elbette ona VASÖ'den yardım eden birileri olduğunu biliyordu, ancak kimse bu denli haddini bilmez olamaz, VASÖ'yü karşısına alamazdı. Elini masaya vurdu. Mesele yalnızca onun meselesi değildi. 100. üstte olduğunu tahmin ettiği trilyon dolarlık servetten alacaklı olan batı ülkeleri ensesindeydi. İşler istediği gibi ilerlemezse bunca yıldır kan akıta akıta elde ettiği gücü kaybedebilirdi. Onu fonlayan ülkeler desteklerini çekerse elde etmek istediği ülkeden, petrol yatağı topraklardan, sahip olmak istediği makamlardan vazgeçmek zorunda kalırdı.

Bir zamanlar Mehmet Türkoğlu en yakın arkadaşıydı. Hazan'la Ali'nin çocukluğunu bilirdi. Ali'nin Mehmet'in öz oğlu olmadığını biliyordu, ama Hazan onun için çok kıymetliydi. İyi bir dostlukları vardı. Onları ayıran farklı ideallere sahip olmaları olmuştu. Her ikisi de idealleri uğruna sonuna kadar gidecek insanlardı. Aralarında tek bir fark vardı; Mehmet bey bunu erdemlice yaparken Yaman Akar için erdemlerin hiçbir anlamı yoktu. Sinsice Mehmet beyle köprüyü geçene kadar aynı davanın başını beklemiş, köprüyü geçtikten sonra da koyun postunu çıkarıp kurda dönüşmüştü. Devletin aralarına gönderdiği vekili öldürmüş, gizli örgütlerden destek almış, spekülasyonlarla devleti VASÖ'nün dışına itmişti. Fakat devlet tehlikeyi sezinleyip ısrarla örgüt üzerinde tahakküm kurmaya devam etmiş, vekillerinin öldürüldüğünü öğrenince de örgütü ortadan kaldırmak istemişti. Yüzüp yüzüp kuyruğuna gelen Yaman Akar durumu kabullenmemiş, devleti; halkı VASÖ'den haberdar etmekle ve ülkede artık halktan habersiz, demokrasi karşıtı yapılanmalar kurmakla itham edeceğini söylemişti. ABD ve NATO üyesi üstler de aynı hedef uğuruna devlete diş gösterince sözde ortak bir nokta bulunmuş, bir anlaşma yapılmış, barış imzalanmış ancak her iki taraf da kendi çıkarlarından vazgeçmemişti.

Şimdi VASÖ'nün yıllarca fonlandığı ülkelere borcu vardı. Suriye'yi ele geçirmek isteyen ülkelere bunun sözünü verdikten sonra devlet karşısında bozguna uğramışlardı. Suriye, terör örgütlerinden neredeyse tamamen temizlemişti. Milyon dolarlık destek fonları, onlarca mühimmat ve silah sevkiyatı boşuna gitmişti. VASÖ bu kaybı ödemek zorundaydı.

"Yaklaştır şunu! Kim olduklarını görelim!"

Büyük FLIR ekranının önünde oturan görevli, "tabii efendim," dedi.

Dronlar her iki helikoptere de olabildiğince yaklaştı. Fakat görüntüyü netleyemeden SİHA'lar tarafından vuruldular. Parçaları denize düşerken üzerlerindeki füzelerin infilak etmesi sonucu hoş olmayan bir havai fişek gösterisinin ikincisi gerçekleşti. Alev topları sulara gömülerek yok oldu.

Yaman Akar'ın gözleri sinirden kıpkırmızı olmuştu.

"F-16'ları gönderin!" dedi. "Kim olduklarının bir önemi yok! Vurun gitsin!"

"Tamam efendim. Kule 2'ye haber veriyorum."

Yandaki telsizi aldı. Kule 2'yle bağlantı kurup bilgi verdi. F-16'lar hazırlanmaya başlamıştı.

Cihan, kızılötesi ışıklara ve lazer taramalarına rağmen helikoptere bağlı füzelerle adayı vurabileceğini söyledi. Fakat Fırat buna karşı çıktı. Hazan'ı riske atamazdı. Adı aklından geçerken bile içi titriyordu. Neredeyse üç gündür görmüyordu onu. Özlem aklının sınırlarını zorluyor, korku o sınırları sabit tutuyordu. Hazan'ı görmek istiyordu. Kokusunu solumak, sesini duymak bir ihtiyaçtı. Üç gündür tek bir saniye olsun uyumamış, iki gündür ağzına bir lokma ekmek, bir yudum su koymamıştı, ancak vücudu tüm bunlara bir tepki vermiyor, istek göstermiyordu. İhtiyacı olan tek şeyin Hazan olduğu konusunda bütün benliği mutabıktı.

Hazan, tüm güçsüzlüğüne rağmen bileğindeki zincirlerden kurtulmak için debelendi. Hareket ettikçe makaradaki ip kayıyor, parmak uçları suya değiyordu. Beline bağlı ipin altından kan sızıyor, açık mavi elbisesinin üzerinden görünüyordu. Gözlerinden akan yaşlar yüzündeki yaraları yakıyordu. Çaresizliğin harladığı öfkeyle çığlık attı. Sesi duvarlara çarpıp yankılanırken Aslı'nın göğüs uçları kopartılırken yükselen bağrışlarına karıştı. Çıplak ayaklarını cam fanusun kenarlarına vurdu. Parmakları kesildi. Belindeki yara derinleşti. Bileklerindeki zincir, etinin bir parçası olmuştu. Suya tekmeler savurup hayvanları korkuttu. Hıçkırıkları şiddetlendi. Nefesleri tıkandı. Çırpınıp durmaktan vazgeçmediği için ip döndü ve etrafında bir tur attı. Halat makaradan hızla kayarken suya düşmek üzere olduğunu fark etti. Korkuyla titredi fakat her iki şekilde de ölecekti.

"Fı-Fırat!" dedi son kez. Ve suya gömülürken başını bilinçli bir şekilde fanusun kenarına çarptı. Bayılmak, vücuduna temas eden suyu ve hayvanları hissetmek istemiyordu. Ensesinden akan kan, kusmukla bulanan suya karışırken amacına ulaşmıştı.

F-16'lar havalanalı saniyeler olmuştu. SİHA'lar, angaje olmalarına izin vermemek için üzerlerine füze fırlatıyordu. Fakat bu mermiden yalnızca belirli bir büyüklükteki füzeler, zırhlı F-16'lara hatrı sayılır bir zarar veremiyordu.

Cihan, " bu böyle olmayacak, füze yollayalım," dedi. "Denizin üstündeyiz, Hazan'a bir zararı olmaz."

"Tamam," dedi Fırat.

Pilot atış tuşuna bastığında hazırda duran, VASÖ yapımı güdümlü hava füzesi helikopteri sarsarak yuvasından fırladı. Karanlığı bir göktaşı gibi yararak F-16'lardan ikisini vurdu. Denize ateşten yağmurlar yağıyordu. Geriye kalan iki savaş uçağını vurmak için ikinci füzeyi ateşlemeye hazırlandılar. F-16'ların pilotları kuleye bilgi geçti. Kule beklemeden atış yapmalarını söylediğinde birden hatlar karıştı.

"Sakın atış yapmayın," dedi bir kadın sesi. "Yaman beyin dili sürçtü, değil mi?"

"Sen?!"

"Evet, ben. Yaren Kodan."

"Kule, anlaşılmadı. Angaje olmuş durumdayız. Atış gerçekleşsin mi?"

Yaman Akar öfkeyle, "durun! Geri dönün," diyerek gürledi.

"Anlaşıldı, inişe hazırlanıyoruz. Tamam."

Cihan, "geri dönüyorlar," dedi.

"Görüyorum."

Yaren, ekranın başında bekleyen Yıkım ajanlarından biri olan Ersin'le birlikte Yaman Akar'ı, bileklerine kelepçe takarak etkisiz hâle getirdi. Geriye kalan ajanlar ise diğer kuleleri temizliyor, adayı kontrol altına almaya çalışıyordu.
Yaren, "Hazan nerede?" diye sordu. Bodrum katına inen özel bir asansör vardı ve o da Yaman Akar'ın odasındaydı. Bu yüzden yakalanmamaya çalışarak yaptıkları aramada Hazan'a ulaşamamışlardı.

"Sen nasıl geldin buraya?!"

Yaren, adamın başına doğrultuğu silahla birlikte yere çöktü. Yaman Akar'ın çelik mavisi gözlerine nefretle baktı.

"Ben bir infaz ajanıyım," dedi. "Gelememem şaşırtıcı olurdu."

Silahın kabzasını yüzüne vurdu. Adam acıyla inledi. Burnundan akan kan dudağını aşıp çenesine ulaşırken Yaren tekrar Hazan'ın nerede olduğunu sordu.

"Bilmiyorum!"

"Peki."

Emniyet kilidini indirip tetiği çekmeye hazırlandı. Hazan'ın nerede olduğunu başka birinden de öğrenebilirdi. Zaman kaybetmeye lüzum yoktu. Devlet bu herifi sağ ele geçirmek istiyordu. Fakat o hiçbir zaman emirlere tam anlamıyla itaat eden biri olmamıştı. Yılanın en büyüğünü ezmek içindeki nefreti biraz olsun dizginleyebilirdi.

"Ne yapıyorsun?"

"Senin nazlanmalarını çekeceğimi mi sanıyorsun? Ya cevap verirsin ya da ölürsün."

Yaman Akar, Yaren'i çok iyi tanıyordu. Dediğini yapardı. Kaçmanın bir yolunu bulmak istiyorsa önce bu odadan çıkması gerekiyordu.

"Tamam, söyleyeceğim. "

"Gelecek zaman ekiyle konuşma benimle! O kadar vaktin yok. Söyle, şimdi!"

"Bodrumda."

"Bodrum nerede?"

"Ana binada."

Ersin, Yaren'in işaretiyle adamı yerden kaldırdı.

"Bizi oraya görür. Ama yanlış bir şey yapayım deme."

"Tamam."

Odadan çıkmadan evvel kızılötesi ışıkları ve lazer taramalarını kapattılar. Adadan yayılan kırmızı ışıklar gökyüzünden çekildi.

Cihan, "noluyor?" diye sordu.
Fırat bunun Yaren'in işi olduğunu tahmin edebiliyordu.

"Bir İHA daha gönderelim. Güvenliyse adaya iniş sağlarız," dedi.

Bir an önce Hazan'a kavuşmak, onu görmek istiyordu. İçindeki sabırsızlık midesini yakıyor, özlem göğsüne bütün ağırlığıyla oturuyordu. Korku ise bir hortum misali onu içine çekiyor, başını döndürüp şuurunu yitirmesine neden oluyordu.

"Kim geri çekilmelerini sağladı? Bu işte bir iş var."

"Yaren Kodan," dedi Fırat.

Cihan şaşkınlıkla, "o öldü," dedi.

Fırat sessiz kaldı.

Yıkım ajanları belirli bölgelere yerleştirilen keskin nişancılarıyla adada bulunan yüz kişiyi başlarını uzattıkları her açıklıktan saniyesine indirirken Yaren, Yaman Akar'la birlikte kuleden çıktı. Ana binaya doğru siper alarak ilerlediler. Karanlık işlerini kolaylaştırıyordu. F-16'lar pistlere henüz yeni iniş yaptığında pilotlar kokpitten inemeden başlarından vuruldu. Denizin uğultuları mermilerin vızırtılarına karışıyordu. Gözetim kulelerindeki görevliler etkisiz hâle getirilmişti. Gönderilen ikinci İHA'ya müdehale edecek kimse yoktu. Alınan görüntülerde adadaki kaos gözler önündeydi. Fırat ve Cihan daha fazla beklemeden adanın belirli bölgelerindeki pistlere inişe geçtiler. Kule Fırat'a ikazlarını sürdürüyor, durumu anlamaya çalışıyor, lâkin bir cevap alamıyordu.

Hazan'ın bedeni suyun dibine batmıştı. Saçları, bir yosunun kolları gibi uzanmış, fanusa dayanmış başından akan kan suyun rengini pembeye çevirmişti. Sarı engerek yılanları suya ilk düştüğünde onu tehlike olarak görmüş ve zehirlerini vücuduna salmıştı. Belostomatidaeler bir süre üzerinde gezinip iğnelerini batırdıktan sonra geri çekilmişlerdi. Hazan saniyeler önce soluk almayı bırakmıştı.

Yaren, Yaman Akar'ı iterek ana binaya soktu. Asansöre bindiler. Yaman Akar Yıkım ajanlarını hesaba katmamıştı. Kurtulma olasılığının düşüklüğünün farkındaydı. Onuncu kata ulaşıp adamın odasına girdiler. Bodruma inen asansöre bindiklerinde Fırat piste iniş yapmıştı. Yıkım ajanları onu korurken belindeki silahı alıp emniyet kilidini indirdi. Binalar arasında zikzak çizerek koşup ana binaya ulaştı. Girişte karşısına çıkan iki adamı vurdu. Asansörün karşısında nefes nefese durdu. Başını kaldırıp asansörün bulunduğu katı gösteren küçük ekrana baktı. 10. kattaydı. Tuşa basıp asansörü çağırdı. Beklemek, damarlarında yeni doğmuş solucanlar kımıl kımıl hareket edip kaynaşıyormuş gibi hissettiriyordu. Hızla gelişen solucanlar giderek büyüyüp şişiyordu. Tersi yönlere ilerleyip birbirlerini eziyorlardı. Soluk borusunda dolanıyor, ne kadar tükürüp öğürse de çıkıp gitmiyorlardı. Boğazında bir acı, ağzında garip bir tat oluşturuyorlardı.

Olduğu yerde volta atıp dururken asansörü beklemeye ne tahammülü ne de takati kalmamıştı. Koşarak merdivenlere yöneldi. O sırada Yağız, Cihan, Kim Chin ve Ali binaya girdi. Fırat'ın merdivenlere doğru koştuğunu görünce peşinden gittiler.

Bodrum katına ulaşmışlardı. Koridorun sonundaki kapıyı açtılar. İçeriye girdiklerinde Hazan'ı suyun içinde hareketsiz görmek Yaman Akar'ı da en az Yaren kadar şaşırtmıştı. Yaren adamı sertçe yeri itip, "Allah belanı versin!" dedi. Silâhı yere atıp fanusa koştu.

"Hazan!"

Göğsünün hızla çarpmasına sebep olan şeyin korku olduğunu biliyordu. Ona bir şey olmasını istemiyordu çünkü Aslı yaşıyordu. Hazan da yaşamalıydı. Fanusun yanındaki iskemleye basıp tepesine tutundu. Kendini yukarıya çekip doğrulurken bir ayağını diğer uca attı. Hazan'ın beline bağlı olan ipi yakalayıp tüm gücüyle asıldı. Dengesini kurmakta zorlanırken Ersin makarayı geri sararak Yaren'e yardımcı oldu. Hazan su üstüne çıkartıldı. Yaren koltuk altlarından tutup kucağına aldı. Yaman Akar oluşan boşluktan faydalanıp kaçmaya çalıştı. Ersin silahını çekerek durmasını söyledi.

Yaren Hazan'la birlikte aşağı atladı. Vakit kaybetmeden yere yatırıp solunumunu kontrol etti. Nefes almadığını fark ettiğinde yutkundu. Fanusta yüzmeye devam eden sarı engereklere ve devasa böceklere baktı. Ellerini üst üstte koyup Hazan'a kalp masajı yapmaya başladı. Solunumu geri dönse bile yılan zehri için panzehire ihtiyacı vardı. Yaman Akar'a baktı.

"Panzehirin yerini söyle!" dedi.

Yerde oturan adam sessiz kaldı. Hazan'a karşı dışarıdan göründüğü kadar umursamaz değildi, ancak nasıl olsa ölecek ön kabulüyle ona bilmemesi gereken şeyler anlatmıştı ve yaşaması işine gelmezdi.

Yaren kalp masajını bir an olsun bırakmadan, "son kez soracağım," dedi. "Panzehir nerede?"

Fırat altıncı kata ulaştı. Bina bomboştu. Dışarıdan yükselen silah sesleri dışında çıt çıkmıyordu.

"Nereye gidiyoruz?"

"Yüzbaşı!"

Fırat nereye gittiğimi bilmiyordu. İçinden bir ses 10. kata gitmesini söylüyordu ve o da öyle yapıyordu.

Dışarıda çatışma sürüyordu. Askeri takip helikopteri uzun süre havada duramayacağı için İzmir'e geri dönüş yapmış, takibi İHA'lara bırakmıştı.

"Hadi....hadi kızım hadi. Bırakma...lütfen."

Yaman Akar diz kapağına saplanan kurşunla acılar içinde kıvranırken Ersin panzehiri almak üzere revirin olduğu binaya gitmek için asansöre binmişti. Yaren, Hazan'ı geri döndürmek için elinden geleni yapıyordu. Kısa bir suni teneffüsün ardından kalp masajına devam ederken alnında ter damlaları birikmişti. Hazan ölürse Aslı'ya hesap veremezdi.

"Yapma...hadi..."

Fırat onuncu kata ulaştığında Ersin'le koridorda karşılaştı. Silahını doğrulttuğunda tetiği çekmek üzereyken Ali, "dur!" dedi. "O Yıkım ajanlarından. "

Silâhı indirdi. Adama ilerledi.

"Hazan..." dedi nefes nefese. "Hazan nerede?"

"Bodrumda." Çıktığı odayı gösterip, "odadaki asansörle iniliyor, " dedi.

Fırat, daha fazla soru sormadan odaya girdi. Asansörün tuşuna basıp bindi. Saniyeler sonra loş koridordaydı. Yolun sonundaki kapısı açık odaya doğru adımladı. Kulaklarına acı dolu çığlıklar doluyordu. Hızlandı. Kapıya ulaştığında yerde yatan, bacağından vurulmuş adamı gördü. Ardından fanusun yanında uzanan Hazan'ı ve ona kalp masajı yapan Yaren'i algıladığında bütün bedeni kaskatı kesildi. Nefes alışları durdu. Damarlarındaki kan akmayı bıraktı, solucanlar öldü.

"Hazan..." dedi fısıltıyla.

Kalp masajını bırakan ellerin suni teneffüs için araladığı dudakları izledi. Birleşip birkaç nefesten sonra ayrılışları ağır çekimde zihnini sardı.

"Hazan...hadi. Hadi...lütfen. Aslı'ya söz verdim, nolur?"

Yaren ağlıyordu. Ellerini yeniden, bu sefer umutsuzca Hazan'ın kalbine koydu. Tekrar tekrar baskı uyguladı. Fırat kaybedişin o büyük boşluğunu yaşarken yere yığılmak üzereydi. Son anda kendini toparlayıp Hazan'a doğru koştu.

"Yüzbaşı?"

Fırat, "çekil!" diye bağırarak Yaren'i itti.

Kontrolsüzce yere attı kendini. Ne yapacağını bilemez bir haldeydi. Saçlarını yollarcasına çekiştirip üzerindeki üniformanın düğmelerini kopartarak açtı. Titreyen ellerini Hazan'ın yüzünde gezdirdi. Başını kalbine koydu. Atmıyordu. Geri çekildi. Bu hayal mi yoksa gerçek miydi? Gözleri Hazan'ın kapalı gözlerine kilitlendi. Başını belli belirsiz sağa sola salladı. Böyle olmamalıydı. Böyle olamazdı. Dişleri biribirine geçti. Yüzündeki yaralara değmeye korkuyordu elleri.

"Hazan!"

Bu Ali'nin sesiydi. Yeri döven ayakları zemindeki tozu toprağı kaldırdı. Cihan, Yağız ve Kim Chin oldukları yere çakılıp kalmıştı. Ali, Hazan'a ulaşmaya birkaç adım kala yere kapaklandı. Sürünerek kardeşine ulaşıp gözlerini yüzünde gezdirdi. Alnını buldu dudakları. Havada bir ağırlık vardı. Ölümün ağırlığıydı belki. Cihan pişmandı. Ali, kendine öfkeliydi. Fırat henüz hiçbir şeyi kabullenmemişti.

Bir köpeğin hırlayışını andıran sesiyle, "dokunma," dedi. Ali'nin eli havada kaldı.

"O benim...ablam."

Fırat, onu umursamadan Hazan'ı kollarının arasına aldı. Elleri karısının küçük bedenini sevip göğsüne bastırırken alnını öptü. Gözünden süzülen yaşlar Hazan'ın yüzünü ıslatıyordu. Dudakları minik burnuna kaydı. Yaralı bileğini dikkatle tutup elini kalbine koydu. Dudakları buluştuğunda çenesini tutup araladı. Nefesini defalarca kez sevdiği kızın dudaklarının arasına üfledi. Sonra yavaşça yere bıraktı. Büyük elleri kalbini buldu. Kalp masajı yaparken dudaklarını bir an olsun ayırmadı. Hazan'ın eli yere düştüğünde içi yandı.

"Yavrum," dedi parçalara ayrılmış sesiyle. Bu koca boşlukta Hazan, Fırat ve ölüm vardı. "Yapma bebeğim...öldürme bizi." Yüzünü yüzüne sürttü. "Aç gözlerini...yapamam. Sensiz yapamam."

Boynuna sokuldu. Teninin ıslaklığında boğuldu. Sıkıca öptü.

"Özür dilerim," dedi. "Koruyamadım seni, geç kaldım...kızdın bana, biliyorum. Ama böyle cezalandıramazsın beni. Sessizliğine tahammül edemiyorken yokluğuna nasıl dayanırım?"

Kulağının üstünü öptü. Ellerinin altındaki kalpte en ufak bir kıpırtı yoktu. Gözlerini sıkıca yumdu. Yüzünü yere saçılan saçlarına gömdü.

"Söz verdin," dedi nefesi titrerken. Yavaş yavaş çürüyordu ruhu. "Bırakmayacaktın beni. Düzelecektik lan. Bir yuvamız olacaktı. Hani çok seviyordun?"

Koca gövdesi Hazan'ı herkesten gizliyordu. Yere kapanmış da beton zeminle konuşur gibi görünüyordu. Aslında Fırat'ın olmasından korktuğu şeydi bu. Baktığı yerde Hazan'ı görememek, dokunduğunda hissedememek, konuştuğunda sesini duyuramamaktı. Her şeyi yıkarak gelmişti buraya. Üniformasından, mesleğinden, onurundan vazgeçmişti. Şimdi geriye dönünce elinde hiçbir şey kalmamıştı. Onun bir ailesi yoktu. Sığınacak bir ana kucağı, dertleşecek bir kardeşi, arkasında duracak bir dedesi yoktu. Bir askerin yuvası vatanının sınırlarıydı. Kışlanın soğuk duvarları, lojmandaki tek kişilik yatak, yeri gelince sarp kayalıklarla iç içe geçmiş dağlardı.

Şimdiye kadar hiç var olmayanlar ve bugün kaybettikleri gözünde değildi. Ama buradan Hazan'ın ölüsüyle çıkmayı kaldıramazdı. O yaşasın diye hapse girmeyi bile göze almıştı. Bu muydu? Cehennem gibi geçen onca yılın sonu bu muydu?

Yeniden dudaklarına kavuştu. Alnı alnına dayandı. Eğer Hazan nefes alıyor olsaydı Fırat'ın bütün ağırlığını hissedebilirdi.

Nefesini üfleyip, "doyamadım," dedi. "Doyamadım daha sana. Kurduğum hayallerin birini bile yaşayamadım. Gelinlikle görecektim seni. Belki bir gün...sana benzeyen bir kızımız olurdu."

Hıçkırdı. Omuzları şiddetle sarsılmıştı.

"Hazan...aç o güzel gözlerini. Kurduğum hiçbir hayal gerçek olmasın yine. Ama sen nefes al..."

Yutkundu.

"Yalvarırım, nolur. Canım çok yanıyor...seni toprağa koyacak kadar güçlü değilim...itin köpeğin olayım...lütfen."

Gözyaşları Hazan'ın yüzünü sırılsıklam etmişti. O sırada Ersin içeriye girdi. Panzehiri getirmişti. Yaren düşüp kaldığı yerden yüzündeki yaşları silerek kalktı. İğneyi alıp Hazan'ın baş ucuna, Ali'nin yanına çöktü.

Tereddüt ederek, "panzehiri enjekte etmem lazım," dedi. Hazan nefes almıyorken bunun bir önemi olup olmadığını sorguluyordu.

Fırat kalp masajına devam ederken Hazan'ın dudaklarından ayrılmadan, "napıyorsan yap," dedi.

Yaren başını sallayıp Hazan'ın kolunu tutup dirseğine kadar açtı. İç kısmındaki toplardamarı el yordamıyla bulup enjektörü sapladı. Panzehiri boşaltıp geri çekildi.

Ersin, "çatışma durdu," dedi. "Revire götürelim. Defibrilatör lazım. Böyle olmaz."

Yaren, "kalp masajını bırakamayız. Panzehirin kana karışması lazım," dedi.

"Sedye getirin," dedi Cihan. Köşede bulduğu sandalyeye çökmüş öylece Fırat'ın çırpınışlarını izliyordu.

Yağız ve Kim Chin Ersin'le birlikte koşarak odadan çıktılar. Yaman Akar kan kaybı ve acıdan dolayı bayılmıştı. Kesilen sesi kimsenin umrunda değildi.

Ali, geçmişi düşünüyordu. Hazan'la gülüp eğlendikleri anları. Son sarılmalarını. O kasvetli evdeki bir elin parmaklarını geçmeyen güzel anıları. Hayat nasıl bir rüzgardı ki her şeyi bir anda önüne katıp götürüyordu. Dünya o kadar hızlı mı dönüyordu ki bir şeyler yitip giderken kimse farkına varmıyordu. Hak edip etmeme meselesi miydi bu? Neler görmüştü. Gerçek şuydu ki birçok insan başına gelen felaketleri hak etmiyordu. Yanlış bir seçim miydi onları ayıran? Kaç kişi vardı yeryüzünde doğru seçimi yapan? Fırat. O hiç yanlış bir seçim yapmış gibi durmuyordu. Ama şimdi aynı ölünün başında benzer acılar çekiyorlardı. Yine de Hazan'a bir özür borçluydu. Cevap yanlış seçimdi. Mehmet beyin başlattığı ve onun devamını getirdiği amansız bir yanlış seçim.

"Gülüm?"

Fırat elinin altında hissettiği kıpırtıyla gözlerini açtı. Dudaklarının altında ezilen dudaklar hareket ederken boğuk bir öksürük sesi duydu. Güçsüz bir el yakasına tutundu. Hazan altında sarsılırken ondan uzaklaşıp yüzüne baktı. Kaşları çatılmış, uzun kıvrımlı kirpikleri yavaşça açılırken altında sakladığı kehribar rengi gözlerini, o gözlere bakabilmek için deli olan kocasına göstermişti.

Hazan sarsıla sarsıla öksürürken ciğerlerine toplanan su ağzından fışkırdı. Fırat bu anı, yeni yeni açıp taç yapraklarının güzelliğini doğaya sunan bir gülün serpilişini izler gibi izledi. Göğsündeki ağırlık kalkıp gitmiş, ölü solucanlar damarlarını terk etmişti. Gün henüz sabaha kavuşmamıştı ama onun için güneş çoktan doğmuştu.

Hıçkırmakla gülmek arası bir ses çıktı dudaklarından. Kalbindeki elleri yüzünü buldu.

"Hazan..." dedi derin bir nefes alırken. Ancak soluduğu hava değil Hazan'ın adıydı.

Hazan küçük elleriyle bileklerine tutundu. Yüzü öksürmekten kıpkırmızı kesilmişti. Alnındaki ince derisinin altından görünen damarlar belirginleşmiş, boynundakiler ise şişmişti. Cihan'ın düşen omuzları dikleşti. Ali çöktüğü yerde toparlandı. Yaren'in gözleri ışıl ışıldı.

Fırat karısını kollarıyla sıkıca kavrayıp bacaklarının üzerine yatırdı. Yüzünün her bir zerresini öpüp saçlarını sevdi.

"Bebeğim," dedi dolu dolu. Sesi Hazan'ın öksürüklerine karışmıştı. Cebinden ne olur ne olmaz diye getirdiği astım sipreyini çıkarıp, biraz durulmasını bekleyerek ağzına sıktı. Göğsündeki minik el tam kalbinin üstündeydi.

Sprey dudaklarından çekildi. Gözleri, yeni doğmuş bir bebeğin gözleri gibi yorgundu. Sevdiği adam ağlıyordu. Vücudunda hissettiği acılardan ziyade bu canını daha çok yaktı. Göğüs kafesindeki baskıyı yok sayıp onu izleyen adama, "ağlama," dedi zayıf bir sesle.

Fırat dudaklarına kapandı. Peş peşe öpüp, "ölürüm sana," dedi. "Ölürüm sana," diyerek tekrarladığında bunu gerçekten yapabileceğini her ikisi de ilk kez bu kadar derinden hissetmişti.

********

Bilinci yerine geldikten yaklaşık on dakika sonra Hazan yeniden şuurunu yitirmişti. Askeri helikoptere bindirilip İzmir Çiğli Hava Üssüne iniş yapılana kadar geçen 30 dakikalık süreçte Yaren sürekli nefesleriyle ilgilenmişti. Soluk alışverişleri yavaş fakat kontrollüydü. Üsse iniş yaptıklarında helikopter Şırnak'a gönderilmek üzere teslim alınmış, kısa bir hasar tespitinden sonra kayda geçirilmişti. Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinden gelen ambulans Hazan'ı ve akabinde iki askeri personelle birlikte Fırat'ı da almıştı.

Hastaneye ulaştıklarında Hazan acil servisten yoğun bakıma götürülmüştü. Vücudundaki zehir tek bir panzehirin baş edebileceğinden fazlaydı. Belostomatidaeler tarafından sokulan derisine nüfuz eden toksinler ödem ve enfeksiyon oluşturmuştu. Kolundaki kırık ameliyat gerektiriyordu. Başına aldığı darbeden ötürü ciddi sayılamayacak ufak bir beyin kanaması geçirmişti.

Fırat yoğun bakımın önünde yerde oturuyordu. Karşısında, onu tutuklamak için bekleyen bir yüzbaşı ve kıdemli astsubaydan oluşan iki kişilik ekip vardı. Üsse inmeden önce kuleyle yaptığı görüşmede Hazan uyanana kadar başında beklemek için neredeyse yalvarmıştı. Halit albay Ankara'yla kısa bir görüşme yapıp savcılıktan 24 saatlik geçici izin almıştı.

Suçları sabitti. Devlete ait hava aracını izinsiz kullanma, emre itaatsizlik, birden fazla askeri üssü alarma geçirip meşgul ederek ülke güvenliğini tehlikeye atma ve devletin sağ ele geçirmek istediği VASÖ lideri Yaman Akar'ı kendi kişisel meseleleri için öldürmek suçlarından ağır ceza mahkemelerinde hem askeri hem de sivil suçlar kapsamında yargılanacaktı. Alacağı cezaların ucu müebbet hapse kadar uzanıyordu. En iyi ihtimalle 20-30 yıl yerdi.

Başı ellerinin arasında öylece dururken üstünde garip bir durgunluk vardı. Göğsünün üstündeki ağırlık geri gelmişti. Çirkef kuyusunun kapağı açılmış, bütün lağımlar, ölü böcekler, çürümüş yemekler onu, gırtlağına kadar boğmuştu. Hazan'ın durumu hâlâ kritikti. Uyanıkken, Fırat zihninin bulanık olduğunu fark etmişti. Babasının işkence gördüğünden, Aslı'nın tecavüze uğradığından bahsediyor; sürekli şu videoyu kapatın, duymak istemiyorum artık diye sayıklıyordu. Belindeki ip kesiği ve bileklerindeki yaralar oldukça derindi. Birkaç kez şiddetli astım atakları geçirmişti. Hafızası gidip geliyordu.

Fırat helikopteri kullanırken Hazan'a pek fazla yakın olup dokunamamıştı. İçindeki özlem ve korku dinmek yerine iyice harlanmıştı. Bir ömür ya da birkaç yıl...Hazan'ı görmemek ne demekti lan? Buna nasıl dayanacağını bilmiyordu. Yaptığı şeylerden pişman değildi, tek pişmanlığı Hazan'ı o düğüne götürmek ve yanından uzaklaşmasına izin vermekti. Belki de altı yıl önce sevdiği kızı yanına almadığı içindi başlarına gelen tüm bu felaketler. Beyni sürekli geçmişe sarıyordu. Orada artık düzeltilebilecek bir şey yoktu. Geleceğe dönse yüzünü umut edecek bir yarın yoktu. Bugünde sıkışıp kalmıştı. Son 24 saat. Daha fazlası yoktu.

Yoğun bakımın kapısı açıldı. Fırat hızla ayağa fırladığında karşı duvara yaslanmış olan Yaren de doktora doğru ilerledi.

"Durumu nasıl?" diye sordu Fırat.

"Stabil. Vücudundaki zehiri ve toksinleri tamamen atması zaman alacak. Beyin kanamasını kontrol altına aldık. Kesikler sarıldı. Kolundaki uzun kemik kırığı ameliyat gerektiriyor. İntramedüller çivi takmak zorundayız. Ama önce 24 saat geçmesi gerekiyor. Ameliyata yarın alacağız. Şimdilik morfinle ağrıyı kontrol altında tutuyoruz. Geçmiş olsun. "

Doktor gitmeye yeltenirken Fırat durdurdu.

"Görebilir miyim?"

"Şu an mümkün değil. İlk 24 saat çok kritik."

Doktor yeniden gitmeye hazırlandığında Fırat adamın kolunu tuttu. İstemediği bir şekilde sert bir tutuş olmuştu.

"Benim o kadar vaktim yok," dedi.

"Anlıyorum. Ama yapabileceğim bir şey yok. Şimdi kolumu bırakın lütfen."

Fırat, doktorun gözlerine kilitlendi. Öfkesinin kızgın demirden elleri gırtlağını sıkıyordu. Gözleri kan çanağına döndü. Yüzbaşı ve kıdemli astsubay gelip Fırat'ı doktordan ayırdılar.

Doktor, gömleğini düzelterek giderken Samet yüzbaşı tehditkar bir sesle, "rahat dur," dedi. "Bileğine kelepçe taktırma bana."

Dişlerini sıktı.

"Taksana," dedi.

"Üstündeki üniformaya saygın olsun. Göğsündeki Türk bayrağının hatrını say. Canımı sıkma benim."

Bir süre göz göze kalıp birbirlerine meydan okurcasına baktılar. Geri çekilen Fırat oldu. Öfkesine yenik düşüp yanlış bir şey yaparsa savcılık izni iptal edebilirdi. Kalktığı duvarın dibine çöktü. Hazan'ın çektiği ve çekeceği acıları düşündü. Yanında olamayacaktı. Ameliyata giderken elini tutamayacak, gözlerini açtığında göreceği ilk kişi olamayacaktı. Kalbi koca bir alev topuydu sanki. Cayır cayır yanıyor, fakat bir türlü kül olup soğumuyordu. Ömrünün geriye kalan yıllarını Hazan olmadan yaşayacaktı. Belki göz görmeyince gönül unutur, ayrılmak zorunda kalırlardı. Hazan belki bir başkasını severdi.

Yüzünü sertçe sıvazlayıp saçlarını çekiştirdi. Elleri saçlarından kayıp ensesini buldu. Tırnaklarını etine geçirip kanatana kadar sıktı. İlk defa bu kadar çaresiz hissediyordu. İşlediği suç askeri bir suçtu. Muhtemelen Ankara'daki askeri hapishaneye atılırdı. Hazan Şırnak'a dönecekti. Resmî nikahları da yoktu. Savcılık görüşmelerine izin vermeyebilirdi. Verse bile kaç kez gelirdi ki? Her hafta Şırnak-Ankara arası, o hasta, yaralı haliyle nasıl gidip gelirdi? Ne zaman bir başına, bir yere gitse ya yaralanıyor ya da tacize uğruyordu.

Bir zaman sonra sıkılırdı da zaten. Peki buna hakkı var mıydı? Fırat altı yıl boyunca bulduğu her boşlukta Şırnak-İstanbul arası mekik dokumuştu. Aynı şey mi, dedi içinden bir ses. Altı yıl nereye, koca bir ömür nereye?

Yaren yanına gelip oturdu. Fırat dönüp bakmadı.

"Ali'yle Cihan'ı Ankara'ya sevk etmişler," dedi.

Ali terör suçundan, Cihan'da bir başsavcı olmasına karşın devletin yürüttüğü operasyonu baltalayan bir askere yardım ve yataklık etmek, bir terör örgütü mensubuyla işbirliği yapmak suçlarından tutuklanacaktı.

"Ne yapayım?"

"Yapacak bir şey yok. Bil diye söyledim. "

"İyi. Siktir git şimdi."

Yaren başını duvara dayadı. Fırat'ı inceledi. Sınır ötesinde Ali'yi öldürmekle görevlendirildiğinde Fırat'ı ilk gördüğünde etkilendiği doğruydu. Hazan'a, onu ilk ben gördüm, derken yalan söylememişti. Fakat şu an sadece konuşmaya çalışıyordu. Hazan'a ihanet etmezdi. O kimseye ihanet etmezdi. Destek olmak, kafasını dağıtmak istiyordu. Ancak onca yıl bir fare gibi bir delikten diğerine saklanmaktan, insanlarla onları öldürmek dışında herhangi bir iletişim kurmamış olmaktan ötürü Fırat'a nasıl yaklaşacağını bilmiyordu. Elbette konuşup görüştüğü erkekler olmuştu. O da birkaç dakikalık birliktelik ve zevk içindi.

Bugün Fırat Hazan'ı kollarına alıp öpüp koklarken, onun için gözyaşı dökerken içinde yabancısı olduğu bir his, tuhaf bir boşluk oluşmuştu. Yaren daha önce sevgiyi tatmadığı gibi görmemişti de. Hazan'ın sahip olduğu gibi bir sevgiye sahip olmanın nasıl hissettirdiğini merak ediyordu.

"Hazan'la da mı böyle konuşursun?"

Fırat gözlerini kapatıp dilini ağzının içinde gezdirdi. Kendi varlığına bile tahammül edemiyorken bu kadının sesine dayanamıyordu.

Yaren bir cevap alamayacağını anlayıp ikinci bir soru sordu.

"Bir şey ister misin?"

Yine aynı sessizlik cevap verdi.

"Tamam. Ben kahve almaya gidiyorum o zaman."


Saatler geçti. Gün akşamüstüne döndü. Fırat oturduğu yerden hiç kalkmadı. Yemedi, içmedi ve uyumadı. Yaren koridorda voltalar atıyordu. Yüzbaşı ve astsubay hâlâ aynı yerde ayakta dikiliyorlardı. Hazan uyuyordu. Durumunda bir değişiklik yoktu. Fırat her geçen saniyede bugün ömrünün son günüymüş de ölmeden önce yapmak istediği tek şeye izin verilmiyormuş gibi hissediyordu.

Öne eğik olan başını arkaya atıp sertçe duvara vurdu. Çıkan tok ses askerlerin ve Yaren'in dikkatini çekmişti.

Samet yüzbaşı, "rahat dur," dedi.

Fırat yutkunup, "Hazan'ı görmek istiyorum," diyerek karşılık verdi.

"Doktor gelince sorarız tekrar. Kendine zarar vermeyi bırak."

O sırada doktor yoğun bakıma girmek üzere geldi. Fırat ayağa kalktı. Samet yüzbaşı, "affedersiniz doktor bey," dedi.

"Buyrun?"

"Hazan hanımı görme şansı var mı?" diyerek gözleriyle Fırat'ı gösterdi.

Doktor Fırat'a kısa bir bakış atıp bıkkınca içini çekti.

"Durumunu kontrol edeyim. Haber veririm."

Doktor yoğun bakım kapısından girip gözden kaybolduktan dakikalar sonra bir hemşire Fırat'ı içeriye aldı. Tek kullanımlık steril ameliyat önlüğü ve bonesi giydirip Hazan'ın bulunduğu odanın önüne getirdi.

"Enfeksiyon riski var. Maskenizi indirmeyin lütfen. Beş dakika sonra çıkmanızı söylemek üzere geri geleceğim."

Hemşire gitti. Fırat titreyen eliyle kapı kolunu tutup indirerek odaya girdi. Monitörde görünen kalp ritmine baktı. Ardından ağzında oksijen maskesiyle öylece yatan Hazan'ı buldu gözleri. Yüzündeki yaralarla nefesi tekledi. Serum iğnelerinin delik deşik ettiği, morarmış incecik beyaz kollara baktı. Sargılı bileklerini izledi. Monitörün mandalının takılı olduğu küçük elini gözleriyle sevdi.

Saatlerdir, başını bekleyen askerlerin ve o kadının yanında gözlerine, durup durup biriken yaşlara direniyordu. Yatağa doğru adımlarken nihayet akmalarına müsade etti. Baş ucunda durdu. Tıbbi eldivenin takılı olduğu elini saçlarına uzatıp geri çekti. Uzun kıvrımlı kirpiklerini, minik burnunu, solgun yanaklarını zihnine kazıdı. Boynunu öpmek istiyordu. Elini tutmak, sıcaklığını hissetmek, tenine dokunmak için yanıp tutuşuyordu. Ama, yanına girmek için ısrarla doktoru sıkıştırmış olsa da Hazan'a zarar vermekten, enfeksiyon kapmasına neden olmaktan deli gibi korkuyordu.

Köşedeki sandalyeyi alıp oturdu. Hazan'ın, alçıya alınmış sol kolunun üst kısmını inceledi. Doktor çivi takılması gerekiyor demişti. Sonrasında bir süre fizik tedavide gerekirdi. Yumruklarını sıktı. Monitörden yükselen sesler kafatasına işliyordu. Bir başkasına ait olsa bundan rahatsız olurdu belki, ama Hazan'a ait tek yaşam belirtisi olan bu ses, buz kesen bedeninde ufacık bir yeri ısıtıyor, ona, böyle bir günde biraz olsun huzur veriyordu.

Öne doğru eğilip karısının elini tutmak istedi. Cesareti yoktu. İşaret parmağıyla hafifçe serçe parmağına dokundu. Yavaşça okşadı. Teninin soğukluğunu eldivenden dahi hissedebiliyordu. Göğsüne sert bir ayaz vurdu. Kalbi dondu. Gözleri yağmur misali yaş döküyordu. Dudaklarını aralayıp titrek bir nefes aldı. Maskeyi iyice burnunun üzerine çekip düzeltti.

"Yavrum," dedi.

Hazan'ın tatlı sesiyle, efendim, hı ya da sevgilim dediğini hayal etti. O güzel gülüşünün dudaklarında yer edindiğini düşledi. Eğer gerçekten gülümsüyor olsaydı gözleri kısılır, dudağının kenarında, ölüp de gömülmek istediği o küçük çukur peyda olurdu şimdi.

"Ne diyeceğimi bilmiyorum." Duraksadı. Birçok şey söylemek istiyordu aslında. Ama göğsü sıkışıyor, içi daralıyor, vakti yetmeyecekmiş, zamanını boşa harcıyormuş gibi hissediyordu. Hangi cümleyi daha evvel kurmalıydı bilmiyordu. Kelimeler diline işkence ediyordu sanki.

"Offf."

Serçe parmağını sevmeye devam etti. Gözlerini kırpmadan yüzünü ezberledi. Bu an bitsin istemiyordu. 24 saat dolana kadar burada böylece kalamaz mıydı? Sadece serçe parmağına dokunarak geçecek birkaç saat. Onu bile dilemeye hakkı yoktu. Bu sefer o kadar inanmıştı ki bir şeylerin yoluna gireceğine, Hazan'la, biraz daha savaştıktan sonra güzel bir yuvaları olacağına o kadar emindi ki bu son, tam da bu yüzden ölümle eşdeğerdi.

Fırat inançlı biriydi. Yeterince çabalarsa, çabalarının karşılığını alacağına inanırdı. Ama bazen olmazdı işte. Ne kadar çabalarsan çabala olmazdı. Fırat daha önce hiçbir şey için, bu denli kendini unutacak kadar çabalamamıştı. Operasyonlar stratejilere dayalıydı. Mermi hedefi bulur ya da bulmazdı. Bomba patlar veya patlamazdı. Düşman kaçar, kaçamazsa yakalanırdı. Ortada bir emir ve komuta olurdu. Hedefe ulaşılır veya ulaşılamazdı. Ama hayat öyle değildi. Kimse senden yaşamanı beklemiyordu. Nefes almanı, yemek yemeni, gülmeni, mutlu olmanı ya da başka bir şey. Hayat tamamen insanın kendi yaşama hevesiyle ilgiliydi. Eş dost bir aradayken ortamın neşesini bozma diye bir iki hâl hatır sorar, hasbihal ederdi. Annen, annen olduğu için açlığını tokluğunu sorardı. Kardeşinle bile bir yerde kopardı bağların. Günün sonunda bir sen vardın, bir de aynadaki yansıman. Eğer intiharlar insan kendine tahammül edemediğinde gerçekleşiyorsa, yaşam da birileri değil, sen istedin diye vardır. Kendini en sevmediğini söyleyen kişi bile bu cümleyi kurma hakkını kendine verirken kendisini seviyordur aslında.

O da seviyordu. Öfkeliydi, çünkü yaşamak istiyordu. Annesinin oğlu, Bahar'ın abisi, Saadettin'in kuzeni, Feyzullah'ın dostu, bu toprakların askeri, bu milletin kahraman Mehmetciği ve Hazan'ın kocası. Tüm bu sıfatları alırken derdi yaşamaktı. Kendisiyle uzlaşamazken bile ortada bir anlaşma vardı. O öfke canavarıyla bunca yıl bu yüzden savaşmıştı. Bir kere uyuşturucu aldıktan sonra ikincisini almamıştı. İllegal dövüşlerle milyonlarca lira kazanıp yine de subaylık okulundan ayrılmamıştı. Birkaç kez kumar oynamış ama devamını getirmemişti. Yanlış yollara sapabilirdi. Saptığı yollarda kalabilirdi. Hazan'ı sevmek yerine her gün bir başka kadınla olabilirdi. Madem güzel bir sonu olmayacaktı bunca savaş niyeydi? Neden bu kadar çabalamıştı? İyi yolların sonu da kötü yollarla aynı yere çıkıyorsa iyiyle kötü arasındaki savaşın anlamı neydi? Tüm o pisliklerin içinde yaşarken sevseydi Hazan'ı bugün bambaşka mı olurdu? Asker değil de bir kumarbaz olsaydı, uyuşturucu bataklığında boğulsaydı, illegal dövüşlerde her gün ayrı bir can pazarını yaşasaydı, şerefi yerine şerefsizliği seçseydi Hazan'la kaderleri başka türlü mü yazılırdı?

Tanrı zar atmazdı, ama insan sürekli deneye yanıla öğreniyordu. Ve bir kez yanıldı mı ikinci bir şansı olmuyordu insanın. Belki de hayatı bu kadar kâleye alarak yaşamak gerekmezdi. Dünya bir ipti, bizse ipteki cambaz. Mezarlıklar ipten düşenlerle doluydu. Fırat bu oyunu fazla ciddiye almıştı. Babasının yaptığı ihanetin diyetini bu ülkeye kendi kanıyla ödeyecekti. PKK yanlısı bütün soydaşlarına karşı kendi canını siper edecekti vatanına. Sonra bir kızı sevdi. Ama öyle böyle bir sevmek değildi onunkisi. Hikaye burada bitmemeliydi, ancak bitti. İp; cambazları, cambazların onu umursadığı kadar umursamamıştı.

Derin bir nefes aldı. Kırgındı. Hatta paramparça. Öfkeliydi de. Ama onca hissin birini bile anlatamadı Hazan'a. Ve hemşire geldi. Beş dakika dolmuştu. Parmağını, serçe parmaktan çekti. Ayağa kalkıp sandalyeyi aldığı yere bıraktı. Son kez Hazan'a bakıp dışarı çıktı. Son kez...

💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦

Bölüm : 03.10.2025 13:34 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...