100. Bölüm
Binnur Tombaş / Vatanaşk (Askerî Kurgu) / 99. Bölüm

99. Bölüm

Binnur Tombaş
yikim2024

1 Ay Sonra...

Gökyüzünde ışıl ışıl bir Haziran güneşi vardı. İnsanlar sokaklara dökülmüş, parklara doluşmuştu. Yaz ayları Ankara gibi ciddi bir şehire bile tazelik veriyordu. Günlerden salıydı. Hazan haftalar önce soruşturma kapsamınca Dokuz Eylül Hastanesi'nden, Hacettepe Hastanesi'ne sevk edilmişti. Tedavisi yapılmış, fizik tedavi görmüş, kolundaki çiviyle sabitlenen kırık yavaş yavaş kendini toparlamaya başlamıştı. İki gün önce taburcu edildiğinde Yaren'in tuttuğu bir eve getirilmişti. Aslı da yanlarındaydı. Bir buçuk aydır devlet koruması altında Hacettepe Hastanesi'nde tedavi gördükten sonra nihayet daha iyiydi.

Hazan'la uzun uzun konuşmuşlardı. VASÖ'nün Bahar'a, onu zehirlemesi için verdiği iğnenin hastaneye sızan bir MİT ajanı tarafından nasıl değiştirildiğini, otopsi için götürüldüğü hastanenin arka bahçesinden çıkarılıp yerine nasıl başka bir ölü bedenin geçirildiğini anlatmıştı. Hazan'ın gözlerini açtığı andan itibaren aldığı ikinci güzel haberdi bu. Diğeri Yaren'in de yaşıyor olmasıydı. Geriye kalan şeyler ise bir Lovecraft öyküsünden alınmış pasajlar gibiydi. Karanlık, belirsiz ve ürpertici.

Hazan, balkonda oturmuş elindeki, kahve dolu kupa bardağı sıkıca tutarken evin karşısındaki parkta oynayan çocukları izliyordu. Sağlık durumundan ötürü izni savcılık tarafından uzatılmıştı. Halit albay arada arayıp hâl hatır soruyor, Şırnak'taki durumdan haber veriyordu. Canan hanım, Bahar ve Zehra bir kez olsun aramamıştı. Bir tek Ömer ağa vakit buldukça arıyordu. Saadettin üzerlerinde büyük bir tahakküm kuruyordu. Hazan'a karşı cephe almıştı ve diğerlerinin de aynı cepheyi almasını sağlıyordu. Üç gün evvel Fırat'ı görmeye gittiğinde de her defasında söylediği o bilindik cümleleri tekrarlamıştı; ben sana dedim bu kız sonun olacak senin diye. Dinletemedim ki. Anlı şanlı askerken bir kız uğruna düşüğün hâle bak.

Fırat'sa sessiz kalıyordu. Saadettin'in sözlerine katıldığından değil, artık söylenen ve söylenecek olan hiçbir sözün anlamı kalmadığından susuyordu. Hazan'ı bir tek Ömer ağaya sorabiliyordu. Ömer ağa ise, iyi diyordu. Yeni yeni kalkıyor yataktan, bugün taburcu oldu, yanındaki kızlarla eve çıktı, Ankara'da hâlâ... Fırat tüm bunlar karşısında başını sallamakla yetiniyor, ardından da kimle görüşüyor olursa olsun görüş süresi dolmadan kalkıp gidiyordu. İki üç cümleden fazlasını kurmuyor, koğuşta da tek kelime etmiyordu. Mahkeme süresince avukatı Caner beyle bile doğru düzgün konuşmamış, ne savcılıkta ne de hakim karşısında kendini savunmak üzere ağzını açmamıştı. Onun yerine Yaren ifadesinde Fırat'ı savunmuş, Ali VASÖ'nün gönderdiği videolardan bahsetmiş, Cihan Fırat'a verdiği kararda destek olup kışkırttığını söylemişti.

Yaman Akar'ın Hazan'a yaptıkları, gönderdiği videolar, Hazan'ı öldüreceğini söyleyerek yaptığı tehditler nefsi ve meşru müdafaa, psikolojik baskı altında bulunma kapsamında değerlendirilmiş, cezada indirime gidilmesi kararı verilmişti. Fakat akabinde, emre itaatsizlik, askeri helikopteri kişisel çıkarlar için kaçırma, devlet malına zarar verme, birden fazla askeri üssü meşgul ederek ülke güvenliğini tehlikeye atma, bir VASÖ üyesi olmanın yanı sıra terör bağlantıları olsa dahi uluslararası bir diplomat olan, devletin sağ ele geçirmek istediği Yaman Akar'ı kasten, karşı taraf kendini savunacak halde değilken öldürme suçlarından dava gözden geçirildiğinde müebbet yemişti.

Kritik nokta Yaman Akar'ın ölümüydü. Geriye kalan diğer suçlar tolera edilebilir, birkaç yıl, rütbe düşümü, ihraç etme gibi cezalarla halledilebilirdi. Ancak Yaman Akar'ın ölümü devletin başını uluslararası siyasette derde sokmuştu. VASÖ uluslararası bir örgüttü. NATO ve AB üyesi ülkerde de ajanları ve yapılanmaları vardı. VASÖ'yü fonlayan ve yatırımda bulunan politik gücü yadsınamaz insanlar bu örgüte arka çıkıyordu. Yaman Akar tüm bu dengeyi sağlayan kişiydi. Uluslararası ilişkileri kuran, fonları işbirlikçilerine dağıtan aradaki en önemli köprüydü. Yıkım kodu devletin elinde olmasına rağmen VASÖ'yü çökertmek Türkiye'nin tek başına verebileceği bir karar değildi. Örgütün yurtdışı bağlantılarına zarar verilebilir, sızdırılan belgeler medyayla paylaşılabilir, ülkeler bu durumu bir siber saldırı olarak algılayabilirdi. Kısaca uluslararası diplomatik bir kriz meydana gelmişti. Foncu ülkelerin VASÖ'nün sisteminde ortaya çıkmasını istemediği belgeler mevcuttu. VASÖ bu belgeleri sürekli olarak silip ortadan kaldırıyordu. Fakat güvenlik bariyerini kıramadıkları yapay zeka modülü her şeyi kopyalıyordu. Eğer devlet kodu kullanıp bariyeri kırarsa foncu ülkeler belgelere ulaşmalarına engel olmak için savaş bile başlatabileceklerini söylüyorlardı.

Eğer Yaman Akar ölmeseydi işler daha kolay olacaktı. Devlet VASÖ'nün Türkiye'den yurtdışına sızdırdığı bilgilerin, bunca yıl çevirdikleri işlerin kayıtlarının, durumun politik boyutlarının büyük bir çoğunluğuna hakim olsa da net tabloyu tam olarak göremiyordu. Diğer üstlere ulaşmaları da mümkün değildi çünkü foncu ülkeler her şeyi kanunlara uydurarak Ankara'daki ana VASÖ binasına asker göndermişti. CIA yıkım kodunun girileceği sistemi koruyordu. Sistem tüm ajanlara kapatılmış, binadaki ajanlar abluka altına alınmıştı. Havadan veya karadan bütün giriş çıkışlar yasaktı. Hâl böyle olunca devlet de kendi önlemlerini almıştı. VASÖ üyesi olan bütün ajanlar ülkedeki görevlerinden ihraç edilmiş, şehir ve ülke degiştirmeleri yasaklanmış, pasaportlarına el konulmuştu.

VASÖ'nün terör örgütleriyle işbirliği yaptığına dair Ali, Aslı ve Yağız'dan ifadeler alınmış, Cihan örgüt içinden bilgiler vermiş, Dilek tutuklanmış, örgütle bağı ve işlediği suçlar kayıtlara geçilmiş, uluslararası bağımsız mahkemelerle paylaşılmıştı. Fakat kesin bir delil olmadığı iddia ediliyordu. İşler iyice sarpa sarmışken devletin önceliği durumu medyadan gizlemekti. Böylesine büyük bir güvenlik krizini halka açıklayamazlardı.

Yaren ve Aslı balkona girdiler. Aslı salıncağa otururken Yaren de yeşil, armut pufa yerleşmişti. Hazan'ı daldığı yerden çıkarmak için dizine dokundu. Hazan'ın donuk gözleri yüzünü bulduğunda, "iyi misin?" diye sordu.

Ne zaman bu soruyu duysa gözleri doluyordu ve yine aynı şey oldu. Alt dudağını ısırırken başını sağa sola salladı.

"Fırat'ı özlüyorum," dedi titreyen sesiyle.

Yaren sıkıntılı bir nefes alıp verdi. Elini dizinden çekip duvara yaslandı.

"İzin vermiyorlar mı?"

"Hayır. Resmî nikâhımız yok diye eşi olarak göremiyorum. Savcı olarak da duygusal bağım olduğu için davaya erişimim yok. Zaten ağır askeri ceza kapsamında yargılanıyor. Birinci ve ikinci derecen kan bağı olmayan kimseyle görüştürmezler."

Sol gözünden düşen bir damla yaşı sildi.

"Ömer bey ne diyor? Az önce onunla konuşuyordun galiba," dedi Aslı. Diş implantları tam olarak bitmediğinden pek konuşup gülmüyordu. Hazan o konuşunca içinde nokta kadar bir yerin ısındığını hissetti.

"İyi, diyor. Kötü olsa da söylemez ki."

"Ne olacak peki?" dedi Yaren. Sonra Hazan tepkisizce dururken, "sana verdiğim babanın VASÖ'yle ilgili gerçekleri açıkladığı video, Yıkım ajanlarının dosyası, infaz raporu...bunlar devletin işine yarar. Neden vermek yerine saklıyorsun?" diye devam etti.

Hazan yutkundu. Elindeki tek işe yarar şey Yaren'in saydıkları değildi. VASÖ köstebeği ararken Kim Chin'le birlikte sistemden çektikleri belgeler de vardı. Aslı'yı Suriye sınırından alıp geldiklerinde 96. üst Yakup Çelik'e verdikleri belleğin içindekiler de devletin işine yarardı. Fakat Hazan aylar öncesinden bu işin sonunun bir şekilde Fırat'a dokunacağını tahmin etmişti. Kim Chin ve Yağız'la herhangi bir olağanüstü durumda bu belgelerden kimseye bahsetmeyecekleri üzerine anlaşmışlardı. Fakat VASÖ belgelerden haberdardı. Buna karşın belgelerin peşine düşüp bulmuşlardı. Tabii Hazan'ın bulmasını istedikleri ve 96. üstün gördüğü kadarını.

Hazan belgeleri VASÖ'ye karşı, Fırat'a dokunmaya kalkışırlarsa kullanmayı planlıyordu. Fakat şu an karşı karşıya geldiği kendi ülkesiydi. Kim Chin bugün Hazan'ın Şırnak'taki evinden, kasadan çıkan çantayı ve belleği alıp Ankara'ya geliyordu. Yıkım ajanları da adayı patlatmadan önce yaptıkları taramada buldukları Hazan'a izletilen videoları alıp saklamışlardı. Mehmet bey ölmeden önce onlara, eğer bir gün VASÖ çökecek raddeye gelirse emirlerine itaat edeceğiniz iki şey var demişti; Hazan ve devlet. Fakat yıkım ajanları Fırat, Yaman Akar'ı öldürdükten sonra işlerin iyiye gitmeyeceğini anlamış ve Hazan uyanıp bir şeyler yapabilecek hâle gelene kadar videoları saklamaya karar vermişti. Adadan da başka bir şey çıkmamıştı. Çünkü VASÖ de bir şeyleri en başından ön görüp önemli belgeleri başka bir adaya aktarmıştı.

Hazan şimdilik o videolardan haberdar değildi. Fakat Kim Chin'in getireceği delillerle Adalet Bakanı'nın kapısına dayanacaktı. Günlerdir Fırat'la bir görüşme yapmak için aradığı bütün telefonlar yüzüne kapanırken bir tabuta zorla kapatılmış da kapağa yüzlerce çivi çakılmış gibi hissediyordu. Bu belgeler Fırat'ı kurtarmasını sağlayamazdı, sağlaması için devleti tehdit yoluna gitmesi gerekiyordu. Ama belki en azından özel bir görüş sağlanabilirdi. Hazan, sevdiği adamla konuşmak istiyordu. Fırat ona, gelmediği her gün daha da kırılıyordu, biliyordu. İçerde olan Fırat değil de o olsaydı Fırat şimdiye kadar onlarca kez bir yolunu bulup yanına gelirdi. Hatta Hazan'ın korktuğu şeyi bile yapıp devleti karşısına alırdı.

"Hazan?"

"Vereceğim. Kim Chin bir gelsin, gidip vereceğim. Karşılığında da Fırat'ı görmeyi talep edeceğim."

"Bu hassas bir konu," dedi Aslı. Yaren'e nazaran Hazan'la daha sevecen konuşuyordu. "Devlet yaptığın şeyi şantaj olarak algılayabilir."

"Biliyorum. Ama Fırat'ı görmek zorundayım. "

Fırat koğuştaki yatağında oturuyordu. Gözleri sol elindeki boş yüzük parmağındaydı. Cezaevine girerken yüzüğünü güvenlik nedeniyle emanete almışlardı. Boş koğuşu inceledi. Sabah yemekhanede, başka bir koğuştaki mahkumla yaşadığı ufak sürtüşmeden kaynaklı öğle yemeği buraya getirilmişti. Yemeğe dokunmamış olmasına rağmen biraz tek başına kalıp kafasını dinleyebilmek iyi gelmişti. Askeri bir cezaevi olduğu için sürekli bir denetim vardı. Özel alan, sessiz sakin geçirilebilecek birkaç dakika bile lükstü.

Aklı hep Hazan'daydı. Belki de aklı Hazan'ın ta kendisiydi. Gardiyan her kapıyı açıp, Fırat Demir Korkmaz ziyaretçin var, dediğinde, göğsünün solunda atmayı artık bir zûlh olarak gören kalbinde küçük bir kıpırtı oluşmasına neden oluyordu. Kapalı görüş odasındaki camın arkasına varıp oturana kadar ona eşlik eden gardiyana kimin geldiğini sormuyordu. Sonra camın diğer tarafında gördüğü kişiyle, ki Hazan değilse kim olduğunun bir önemi yoktu, ruhu yine aynı karanlık dehlize gömülüyordu. Kalıp haline gelen iki üç kelimesi veya cümlesi vardı. Bazen sadece tek bir kelime ya da cümle kullandığı da oluyordu. Görüşlerin süresinin ne kadar olduğunu bile bilmiyordu, çünkü ona iki dakika yetiyor, bazen o bile fazla geliyordu.

Hazan'ı istiyordu. İstemeye hakkı olmadığını, gelemeyeceğini, bir kere gelse bile ikincisinin olmayacağını bile bile istiyordu. Günler peş peşe, aynı kasvet, özlem ve acıyla geçiyordu. Doğru düzgün uyuyamıyor, tutanak tutulmasın diye zar zor birkaç lokma yediği yemeğin çoğunu geri bırakıyor, hava almaya çıkmıyor, zorunlu atölye ve bakım görevlerini yaparken kimseyle konuşmuyordu. Diğer mahkumlara nazaran Fırat bir vatan haini değildi. Bu sebeple mahkumların birçoğu, gardiyanlar ve cezaevi yönetimi ona saygı duyuyordu. Bu bazı mahkumların hoşuna gitmiyor, ya yanından geçerken omuz atıp yemeğini dökmeye çalışıyor ya da laf atıyorlardı. Fırat, ondan beklenmeyecek bir şekilde tüm bunlara ses çıkarmayıp görmezden geliyordu. Fakat bu sabah yemekhanede binbaşı rütbesindeki bir mahkum Fırat'a, burada haberler çabuk yayılır, diyip Fırat'ın neden içeride olduğunu masadaki diğer mahkumlara anlattığında ve, karın güzel miydi bari, diye sorduğunda kan beynine sıçramıştı. Adamın yakasına yapışınca gardiyanlar müdahale etmiş ve Fırat'a bundan sonra yemeklerini bir müddet koğuşta yemesinin daha iyi olacağını söylemişlerdi. Bu iyiydi. En azından günde üç öğün kendi kendine kalabilecekti.

Zayıflamıştı. Askeri cezaevi kuralları gereği saçlarını belirli bir uzunlukta tutup sakallarını kesmek dışında kendine doğru düzgün bakmıyordu. Herkes bir arkadaş edinmişken, onun bir aydır üç dört cümleden fazlasını kurduğu kimse yoktu. Ömer ağa ziyaretine geldiğinde bile sadece, Hazan nasıl, diye soruyor, iyi, cevabını aldıktan sonra ikinci bir soru yöneltmeden kalkıp gidiyordu. Saadettin'in ve ailesinin Hazan'a karşı aldığı tavırdan haberi vardı. Bu durum ağrına gitse de kimseye kızıp tek kelime etmiyordu. Ömer ağa, Yaren'in hep yanında olduğunu söylemişti. Kim Chin'le Yağız da yalnız bırakmıyordu. Ömer ağa da her Fırat'ı görmeye Ankara'ya geldiğinde Hazan'a da uğruyordu. Arada Heja hanım da geliyordu.

Saadettin, Canan hanım, Bahar ve Zehra farkında değillerdi belki ama Ömer ağa Fırat'ın günden güne içine ata ata, Hazan'a duyduğu özlemi yutup susa susa giderek tükendiğinin farkındaydı. Diğerleri her şeylerini Şırnak'ta bırakıp Fırat için Ankara'ya taşınmışlardı, fakat Fırat yine de en çok Ömer ağa geldiğinde bir iki saniye fazladan görüş odasında duruyordu. Ömer ağa bazen ona uzun uzun Hazan'ı anlatmak istiyor fakat özlemi alevlenir, canı daha çok yanar diye susuyordu. Fırat ise Ömer ağaya Hazan'ı sormak istiyordu. Nasıldan fazla, saçları uzamış mı, zayıflamış mı yoksa kilo mu almış, yemek yiyor mu, üşüyor mu, ağlıyor mu, beni soruyor, özlüyor mu, başka biri var mı... Ama sormuyordu. Unutmak istiyordu Hazan'ı. Müebbet yemişti. Artık Hazan'ın bekleyebileceği bir Fırat yoktu. Savcılık, görüşmelerine bile izin vermiyordu. Böyle görmeden, duymadan, dokunmadan nereye kadar Hazan'ın kalbinde yaşayabilirdi ki. Yaşamak da istemiyordu.

Ruh halinin iyiye gitmediğinin gardiyanlar ve cezaevi yönetimi de farkındaydı. Sabah atölyelerinde herkese tahtalarla yaptıkları el işlerinde kesici ve delici aletler, denetim dahilinde verilirken Fırat'a tahtaları zımparalama görevinden fazlası verilmiyor, bir bordo bereli olduğu için başında iki kişi birden özel olarak bekliyordu. Bir ara askeri psikiyatrise yönlendirilmiş, doktorla da konuşmayınca daha sıkı bir gözetimle izlenmeye başlamıştı. Kapının yanında bekleyen gardiyanlar da bu sebeple oradaydılar. Yemek saati sona erdiğinde, köpük tablotu alıp yemeğini yemediğine dair ilk tutanağı tutup gittiler.

Ertesi gün Hazan, Kim Chin'in Yıkım ajanlarının koruması altında getirdiği dosyalar ve ajanların nihayet ona teslim ettiği videolarla birlikte evden çıktı. Yaren ve diğerleri de onunla gelmek istemiş, fakat kabul etmemişti. Apartmanın önüne gelen taksiye bindi. Altındağ'dan Adalet Bakanlığı'nın bulunduğu Çankaya'ya 15 dakikalık bir yolculuğun ardından ulaştı. Büyük, siyah çantasını alıp, kahverengi topuklu botlarıyla dengede durmaya çalışırken araçtan indi. Botlarına nazaran daha açık tonda olan trençkotunu düzeltti. Mavi gömleği, kot pantolonu ve beline taktığı kahverengi kemerle ruh haline nazaran daha aydınlık görünüyordu. Olur da Fırat'ı görebilirse ona içindeki karanlığı, kıyafetleriyle dahi olsa göstermek istemiyor, ona iyi gelmek, içini açmak istiyordu.

Ana caddeye sıfır olan binanın yüksek duvarlarla ve demir kapılarla çevrili girişine ilerledi. Kapının önünde iki polis memuru nöbet tutuyordu. Hazan önlerinde durdu.

Polislerden biri, "buyrun," dedi.

Hazan, Heja hanımın bir önceki gelişinde getirdiği eşyalarının arasından aldığı savcı kimliğini çıkarıp gösterdi.

"Adalet Bakanı'yla görüşmek için geldim."

"İzin verin üstünüzü arayalım."

"Tabii."

Polislerden diğeri x-ray cihazıyla, çantasını taradı. Konuştuğu polis ise metal dedektörle Hazan'ın üstünü aradı. Cihaz, askıdaki sol koluna gelince öttü. Polis şüpheli bir ifadeyle Hazan'ın gözlerine baktı.

"Kolumda medikal çivi var. İsterseniz sağlık raporlarımı gösterebilirim."

"Gösterin."

Hazan diğer polisin uzattığı çantasını aldı. İçinden çivinin göründüğü röntgen fotoğrafını ve sağlık raporlarını çıkardı. Polis inceledikten sonra giriş kapısını açıp, "buyrun," dedi.

Hazan kapıdan içeriye girdi. Kağıtları çantasına koyup, her iki yanı bakımlı çimenler, çam ağaçları, çiçekler ve Türk bayrağı ile süslü olan asfalt yolu arşınladı. Beş katlı, bej rengindeki, pencere pervazları koyu kahverengi tonlarında olan geniş binanın önündeki merdivenleri çıktı. Altın yaldızlı kapıdan, güvenliklerin üstündeki gözleri eşliğinde geçti. Parlak mermer zeminde tok sesler çıkaran botlarıyla resepsiyona ilerledi. Danışmanlığın arkasındaki, bilgisayarla ilgilenen kadına, "merhaba, iyi günler," dedi.

Kadın, Hazan'a baktı.

"İyi günler?"

Hazan savcı kimliğini uzatıp, " Adalet Bakanı'yla görüşecektim," dedi.

Kadın kimliği alıp telefona davrandı.

"Görüşebilme ihtimaliniz düşük, yine de haber vereyim," dedi.

Kulağına götürdüğü telefon açıldı.

"Cumhuriyet savcısı Hazan Hilal Türkoğlu bakan beyle görüşmek istiyor."

Telefonun diğer ucundaki ses beklemesini söyledi. Bakan beyin özel kalem müdürü kendisine haber verdi. Hazan da görüşebileceğini sanmıyordu, fakat bu tabuttan çıkmak ve yeniden nefes alabilmek için elinden geleni yapmak zorundaydı.

Kadın karşı taraftan gelen cevapla şaşkın bir şekilde kaşlarını havalandırdı. Telefonu yerine koyup, "4. kat," dedi.

"Nasıl yani? Kabul etti mi?"

Kadın aynı şaşkınlığı paylaşan yüzüyle, "evet," dedi.

Hazan hafifçe tebessüm edip, "teşekkür ederim," dedi.

Asansöre binip dördüncü kata ulaştı. Kalbi çok hızlı atıyor, göğsü sıkışıyordu. İki polis memurunun önünde beklediği ve küçük bir masada sekreterin oturduğu kapının önüne geldi. Sekretere kimliğini verdi. Ve fazla bekletilmeden içeriye alındı. Baştan sona resmi ve ciddi bir havası olan odanın içinde, kahverengi parke zeminde sakin adımlarla Bakan'a doğru yürüdü. Bakan kırklarında, esmer tenli, aralarına beyazlar karışmış olsa da siyah saçlı, orta boylu, siyah takım elbiseli bir adamdı.

Hazan odaya girdiğinde ayağa kalkmış, masanın önünde durduğunda ise elini uzatmıştı. Hazan ona uzatılan eli saygıyla sıkıp başıyla selam verdi.

"Kusura bakmayın, rahatsız ettim sayın Bakanım," dedi. "Kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim."

"Rica ederim, buyrun, oturun, lütfen. "

Elleri ayrıldığında ikisi de koltuklara yerleştiler. Bakan ellerini masanın üzerinde birleştirip gerginlik verici ifadesiyle, "geliş sebebinizi öğrenebilir miyim?" dedi.

Hazan düğüm düğüm olan boğazıyla yutkundu. Koskoca bakandan onun gönül işleriyle uğraşmasını isteyecek olmak midesini yakıyor, kaburgalarını eziyordu.

"Biliyorsunuz ben bir VASÖ ajanıyım. Yani VASÖ ajanı olan herkes mesleklerinden ihraç edildi. Benim de kim olduğumu..."

"Bu kadar gerilmenize lüzum yok. Evet, sizin kim olduğunuzu biliyorum. Evet, diğer ajanlar görevlerinden ihraç edilmişken, siz edilmediniz. Ve evet, sizi makamıma kabul ettim. Şimdi açık açık konuşun, lütfen. "

Hazan çantasına tırnaklarını geçirdi. Mesleki bir mevzu olsa asla bu kadar ezilip büzülmezdi, ancak bu an gurur kırıcıydı. Yanağının içini ısırıp gözlerinin dolmaması için çabaladı.

"Buraya kişisel bir mesele için geldim. Ve söylemesi o kadar zor ve utanç verici ki şimdiden çok özür dilerim."

Sesi titremek üzereyken sustu. İki haftadır travma sonrası stres bozukluğu sebebiyle psikolojik destek görüyor, onun üzerinde ilaç kullanıyordu ve sinirleri bir hayli laçkalaşmıştı.

"Meseleyi söyleyeyin, ben de ona göre özrünüzü kabul edip etmeyeceğime karar vereyim."

Hazan derin bir nefes alıp zihninde kelimeleri hızla toparlamaya çalıştı.

"Öncelikle buraya iki nedenden ötürü geldim."

Çantasını açıp CD, bellek ve belgelerin bulunduğu dosyayı çıkarıp masaya koydu.

"Bunlar nedir?"

"Aslında buraya getirip sizi meşgul etmemem gereken şeyler. VASÖ'yle ilgili delil ve belgeler."

"Nereden buldunuz?"

"VASÖ'den çalındı. "

Bakanın kaşları çatılmış, yüzündeki çizgiler derinleşmişti.

"Ne var içlerinde?"

"Babam...yani VASÖ'nün kurucusu Mehmet Türkoğlu'un ölmeden birkaç ay önce bana bıraktığı, fakat elime henüz yeni ulaşan VASÖ'nün kuruluşunu ve olayların bu noktaya nasıl geldiğini anlatan bir video. Mehmet Türkoğlu'un infaz anını içeren ikinci bir video. Ve Aslı Kodan'ın gördüğü işkencelerin kayıt edildiği üçüncü bir video. 96. üst Yakup Çelik'in taciz edip intiharına sebep olduğu bir kızı taciz ediş anını içeren bir başka video. Mehmet Türkoğlu'un infaz raporu ve ifadesi. Yıkım ajanlarının dosyası ve Ali Türkoğlu'nun VASÖ ajanı olduğunu beyan eden evraklar. VASÖ'nün devletten gizli yönettiği soruşturma ve operasyon tutanakları. Kaçak silah ve mühimmat sevkiyatı raporları."

Bakan elinde tuttuğu dosyayı incelerken, "neden bugün ve neden bana getirdiniz?" diye sordu.

"Hastaneden üç gün önce çıktım..."

"Haberim var. Soruşturma kapsamında sizinle de ilgileniliyor ve raporlar elime ulaşıyor."

Hazan başını salladı.

"Birçoğu elime dün ulaştı. Şırnak'taydılar..."

"Haber verseydiniz güvenli bir şekilde aldırılırdı."

"Biliyorum. Bahane üretmiyorum sayın Bakanım. Gerekçelerimi açıklıyorum. Daha fazla dramatize etmeden asıl sebebi söyleyeyim..."

"Lütfen."

Hazan bir kez daha yutkundu. Sırtı kaskatı kesilmişti. Bakanın delici bakışları vücudunu ağırlaştırıyordu.

"Fırat...Fırat Demir Korkmaz. Ben günlerdir onunla bir görüş sağlamaya çalışıyorum. Cezaevi Komutanlığı, Askeri Savcılık, Milli Savunma Bakanlığı ve ilgili mahkemeyle telefon üzerinden görüştüm, kapılarına gittim. Fakat bir savcı olduğum ve Fırat bey ağır askeri suç kapsamında tutuklu bulunduğu için her defasında reddedildim. Son çare buraya geldim..."

"Çünkü Fırat beyle duygusal bir bağınız var?"

"İnkar etmeyeceğim..."

"Etmeseniz iyi olur."

"Var. Bu durum çok karışık. Ülkenin içinde bulunduğu kaosun farkındayım. Fırat beyin nasıl bir krize sebep olduğunun da. Aldığı cezayı hak ettiğini biliyorum. "

Ağlamamak için kendini sıktı.

"Ama asıl suçlu benim. İşler benim yüzümden bu raddeye geldi. Beni kurtarmak için kendini ateşe attı. Biliyorum, tüm bunlar sizi ilgilendirmiyor, ama ben onu görmek zorundayım..."

"Bu yüzden bu delilleri alıp geldiniz, çünkü benimle pazarlığa oturabileceğinizi düşündünüz?"

Hazan elleriyle oynarken, "düşündüğüm şeyin adının ne olduğunu bilmiyorum," dedi. "Pazarlık ya da şantaj. Daha ılımlı bir adı yok sanırım."

"Şantaj yaptığınızı düşünmedim. Öyleyse bile kötü bir girişim. Delilleri doğrudan önüme bıraktınız."

"Çünkü niyetim her ikisi de değil. Burada olmamam gerektiğini, yanlış yaptığımı, ülkemi düşünmem gerekirken...bencillik ettiğimi biliyorum..."

Gözleri dolmuştu. Yaş dökmemek için duraksadı.

"Hazan hanım, ben de bir insanım. Duygularınızı anlayabiliyorum. Ama çok yanlış bir yerde duruyorsunuz."

"Biliyorum."

"Hayır, aynı şeyden bahsetmiyoruz. Ülkemiz hem ulusal hem de uluslararası ciddi bir krizin eşiğinde, bu doğru. Uluslararası sözde bağımsız mahkemeler taraf tutup, bizi köşeye sıkıştırmaya çalışıyor. Ve bizim gibi cehennem hattında yaşayan bir ülke için bu yeni bir şey değil. Biz her gün kelle kucakta, bayrak sırtta yaşıyoruz bu topraklarda. Halkın bilmediği ne felaketleri önlüyoruz her gün. Bugüne kadarkilerin tek bir müsebbibi olmadığı gibi, bugün olanların da tek bir müsebbibi yok. Yanlış 11 yıl önce yapıldı. Babanız tarafından değil, en azından tek suçlu olarak onu gösteremeyiz. Yıllardır mücadele ettiğimiz bir örgüt VASÖ. Bizi aptal yerine koyan ve öyle olduğumuzu zanneden bir örgüt. "

Oturduğu koltukta geriye yaslandı.

"İçinde on binlerce MİT ajanımız var. Elimizde bunlar gibi yüzlerce delil mevcut. Yaman Akar'ın ölmesi işimize gelmedi, ama Türk Devleti ikinci bir planı olmadan asla savaş meydanına çıkmaz. Elbette kaybettiğimiz, yenik düştüğümüz noktalar var, olur, olacaktır da. Ama ülkemiz ve milletimizin güvenliği kaybedeceğimiz noktalardan biri değildir, olamaz. Bu ülke, böyle büyük bir suçun, ulusal, politik, siyasi, stratejik bir suçun tüm vebalini bir askerin sırtına yıkmaz. Fırat yüzbaşı gözümüzde bir vatan haini değil. Adayı koruyan radarlara yaklaşan Türk savunma gemisini ve takip helikopterini korumaya çalışırken sergilediği tavır niyetinin bu olmadığını açıkça gösteriyor. O sadece duygularına yenilen ve dozunu fazla kaçıran bir asker. Neden şerefsizin birini öldürdüğü için vatanına bu denli sevdalı bir askerimizi harcayalım?"

"Üzgünüm, ama anlamıyorum sayın Bakanım. "

"Anlaşılamayacak bir şey yok. Yaman Akar sözde uluslararası bir diplomattı. Bir hain olduğunu diğer ülkeler kabul etmiyor, bu yüzden çenelerini kapamaları için Fırat yüzbaşıyı hapse attık. Tabii yüzbaşının yaptığı şeyin bedelini ödemesi de gerekiyordu."

"Geçici olarak mı hapiste yani?"

Bakan başını salladı.

"Ama yüzbaşı bunu bilmiyor, bilmeyecek de."

"Görüşmeme izin verecek misiniz?"

"Mesele büyük ve derin. Olaylar tamamen ne zaman çözülür, bilmiyoruz. Birkaç aydan fazla sürmemesi için elimizden geleni yapacağız. Yüzbaşı da bu süre zarfında içeride kalıp emre itaatsizliğin, üstlerine karşı gelmenin bedelini ödeyecek. Ne zaman ki VASÖ'yü ülkemizden tamamen def ederiz, yüzbaşı o zaman kurtulur. Görüşüp görüşmeme mevzusuna gelecek olursak... Ömer Korkmaz, Ali Türkoğlu'na ait örgüt hisselerini bize devretti. Siz de size ait %20"lik hisseyi bize devrederseniz..."

"Edeyim edeyim de benim hisselerim 97. üstte."

" 100. üstün imzası olmadan hisse devir işlemi yapamazlar. Sizin öyle düşünmenizi istemişlerdir. Siz sadece yarın evinize gelecek avukatın getirdiği evrakları imzalayın yeter. VASÖ'nün üzerinde üstlerden fazla söz sahibi olabilmemiz için devletin o hisselere ihtiyacı var."

"Tamam."

"Peki, şimdi dışarı çıkın ve yüzbaşının bulunduğu cezaevine doğru yola koyulun."

Hazan gülüşünü bastırmaya çalışarak, "teşekkür ederim," diyip el sıkıştıktan sonra odadan çıktı.

*********

Koğuşun kapısı açıldı. İçeriye giren gardiyanın gözleri, duvar dibindeki yatağında uzanan Fırat'ı buldu.

"Yüzbaşı Fırat Demir Korkmaz."

Fırat gönülsüzce yataktan kalkıp ayaklandı. Konuşmak yerine gardiyana bakmakla yetindi.

"Benimle geliyorsunuz."

İkiletmeden, koğuştakilerin gözü üstündeyken gardiyanı takip edip kapıdan çıktı. Bileğine takılan kelepçenin ardından, koluna giren iki gardiyan eşliğinde, iç karartıcı koridorları geçip koğuş bölümünden ayrıldı. Fırat tek bir soru bile sormamıştı. Dün öğle yemeğinden sonra akşam yemeğini ve sabah kahvaltısını da yememiş, bugünkü öğle yemeğine de neredeyse hiç elini sürmemişti. Bunun üzerine dördüncü tutanakta tutulmuştu. Bu durumla alakalı olarak cezaevi müdürünün yanına götürüldüğünü zannediyordu.

Bile isteye, inadına yemek yemiyor değildi. Bir ölü nasıl ki nefes alamaz, bir ağaç nasıl ki köklerini topraktan söküp yürüyemezdi, o da çabasızca yemek yiyemiyordu işte. Öylece durmaya bile takati kalmamıştı. Hazan'ın yokluğunu yüreği kabulleniyor ve aklı artık varoluşunun, sıradan insani eylem ve ihtiyaçlarının bir önemi kalmadığını içselleştirerek kendini tüketiyordu. Yemek yemese, su içmese, uyumasa, sağlıklı olmasa da olurdu. Yaşamak için bir nedeni kalmamıştı.

Mahkumların bulunduğu binadan ayrılıp idari işlerin görüldüğü binanın üçüncü katına çıkarıldı. Gri, soluk renklerin hakim olduğu koridor boyunca ilerlerken burnuna tanıdık, aklıyla oynayan, ona delirdiğini düşündüren bir koku çalındı. Ruhsuz duvarlardan güller fışkırıyordu sanki. Canı bedeninden çıkıp geri girmiş gibi baştan aşağı titredi.

Müdürün odasının önünde durdular. Gardiyanlardan biri kapıyı çaldı.

"Gir!"

Kapı yavaşça açıldı. Fırat yerdeki gözlerini kaldırdığında, müdürün karşısındaki koltukta oturan kişiyle donup kaldı. Rüya gördüğünü sandı. Gözlerinin ardında kıyametler koptu, alevler birbirine girdi. Kulakları uğuldadı. İçi sızladı. Göğsü bir harp meydanı gibi liğme liğme parçalandı. Saç diplerinden parmak uçlarına kadar karıncalanıp uyuştu. Bu gerçek miydi? Tam da umudunu kesmişken, her şeyden vazgeçmişken, gelmez, gelemez demişken ve buna inanmışken Hazan, karısı, canının içi, yavrusu, gülü oradaydı. Düzleştirdiği saçları uzamış, iyice kilo vermiş, ateş parçası gözleri ona dolmuş, dizleri, ayağa kalktığında onun için titremişken kanlı canlı oradaydı. Öyle güzeldi ki, bakmaya doyamazken göz bebekleri titredi.

Gardiyanlarla birlikte odaya girdi. Müdür Hazan'la el sıkışıp odadan çıkarken de, bileklerindeki kelepçe çözülürken de Hazan'a kilitlenip kalan gözlerini bir saniye olsun kırpmadı. Sadece kapının kapanış sesini duydu ve sevdiği kızın bakışları onu bulduğu an zihindeki bir şeyler, dağınık raflardan düşüp tangır tungur sesler çıkararak irkilmesine neden oldu.

Bir müddet hareket edemedi. Benzerlerini defalarca kez gördüğü bir rüyaydı belki de bu. Bir adım atsa, elini uzatsa, bir ihtimal dokunsa dağılıp gider, odanın içini dolduran cennet kokusu yerini tozlu ve habis duvarların beton kokusuna bırakırdı. Bir öncekiler gibi aç gözlü davranmak istemedi. İzlemenin de yetebileceğini düşündü. Yaşlarla ışıldayan gözlerinden birer damla yaş düşüp burnunun kenarından akıp giderken, pencereden vuran ışıkta parladı.

Hazan, yavaşça, topuklu ayakkabılarının ses çıkarmamasına dikkat ederek Fırat'a yaklaştı. Bulanık gördüğü yüzündeki kederi, çökmüş göz altlarındaki hüznü, zayıflayan bedenindeki çaresizliği, uzamamış olsa da, tanıdık birkaç asi tutamın alnına düştüğü saçlarındaki, içinden çıkılamaz karmaşayı fark etti. Dizleri titriyor, elleri buz kesiyordu. Saniyelerdir süre gelen derin sessizlikte zaman bir şeyleri alıp götürdü mü yoksa yerine daha büyük ağırlıklar mı getirdi bilemedi. Yerde yatan hareketsiz bedende umut verici tek bir nefes var mı diye kontrol etmeye giden küçük bir kız çocuğunun ürkekliğiyle Fırat'a yaklaştı.

Bir adım daha atılacak mesafe kalmadığında topuklarının üzerinde sendeleyerek durdu. Sevdiği adamın kelepçe çıkarılmış olmasına rağmen birbirine yapışık duran ellerini sakince kavradı. Fırat canı yanmış gibi aldığı kısa ve ani nefesi tuttu. Hazan, ona daha da sokuldu. Ellerini beline koyup sarılmasını sağladı. Tek kolunu sırtına dolayıp başını zar zor yetişebildiği göğsüne koydu. Siyah tişörtünün üstünden kokusunu içine çekti. Soğuk suya düşmüş gibi titriyor, kaynar suya girmiş gibi de yanıyordu her zerresi. Hıçkırıkları boğazında tıkanıp kaldı.

Fırat, ellerinin arasındaki zayıf ve kırılgan beli önce gerçek olup olmadığını sorgularcasına temkinli dokunuşlarla okşadı. İnce gömleğin altından, haftalardır dokunup öpmenin hayalini kurduğu teni hissetti. Midesi kasılıp, ciğerleri sıkışırken tuttuğu nefesi titrek, cansız bir soluk gibi verdi. Gözlerini kapattı. Birer damla yaş daha firar etti kirpiklerinin arasından. Derince yutkundu. Önündeki engeli aşan bir şelâle gibi bir şeyler kopup taştı içinden. Bu sefer daha gerçekçi bir rüya görüyorsa ve hâlâ bu tüy kadar hafif hissetiren, elleri azıcık daha sıkılaşsa darmaduman olacakmış gibi duran beden bir hayalse bile karşı koyacak gücü kalmamıştı. Hazan'ı ani ve hızlı bir hareketle kucağına alıp boynuna gömüldü. Adını kısık sesiyle bir çığlık, acı bir haykırış gibi söylerken kalbi delicesine çırpınıyordu. Bir kelebek kozasından çıktı. Bir anne bebeğini henüz birkaç saniye önce kucağına alıp kokusunu solumuştu. Aylarca sussuz kalmış bir toprak yağmura doydu. Bir hasta ilk kez huzurlu bir uykuya daldı. Tüm yangınlar söndü. Yalnızlar kalabalıklara karıştı.

Kolunu boynuna sararken, "Fırat..." dedi. Tenine peş peşe inen dudaklar, vücudunu bir mengene gibi sıkıştıran kollarla sesi boğuk çıkmıştı. Hüngür hüngür ağlamamak için direniyordu, fakat Fırat'ın gırtlağında patlayan hıçkırıkları duydu. Dehşetli bir kâbusta, ateşli bir sıtmadaymışcasına alıp verdiği hızlı soluklardaki feryatlar kulaklarında çınladı. Saçlarına dolanan hoyrat, ancak merhamet ve özlem dolu parmakları hissetti.

Fırat, bir hayal olmadığına ikna olduğu kıza sarılmaktan ziyade tutunuyordu. Gerçekti lan işte. Buradaydı. Günlerdir kaçırdığı aklı, ölü kalbi kollarının arasındaydı. Bu bir rüya değildi. Yüzünü öpüp, tenini tenine sürterek kendinden geçerken, "gerçeksin?" dedi.

Hazan yüzünde gezinen dudakların durulmasını beklerken, "gerçeğim," dedi. "Sana..." derken dudaklarına çarpan dudaklarla sustu. Kocası boynuna sokulduğunda devam etti. "Sana geldim. Çok özledim seni. Çok özledim Fı-Fırat." Hıçkırıkları sevdiği adamın ismini parçalara böldüğünde saçlarını öptü. Sırtını okşadı. Boynunda nefeslendi.

Fırat, "ölürüm," dedi bastırarak. Hazan sevdiği adamın ilk kez ağlarkenki sesini duyuyordu. Bu canını yaktı. "Sesine ölürüm senin...off..."

Yanağını öpüp boynunu severken, "Fırat," dedi. Adını söylemeyi ve ona duyurmayı özlemişti. Ağlama, diyecekti, çünkü buna dayanamıyordu ama sustu. Bu ilişkide güçsüz olan taraf o gibi görünse de ayrılığa dayanamayacak, nefes alamayıp kafayı sıyıracak kişi Fırat'tı. Haftalardır bir deliğe tıkılıp, şu hayatta sevdiği tek insanı görmeden yaşayan Fırat'ın içinde bulunduğu duygusal boşalım, kendinden geçme hali kelimelerin tasvir edilebileceğinden fazlasıydı.

Hazan, göğsüne gömülmüş ağlayan adama, "sevgilim," dedi. "Oturalım mı şöyle?"

Fırat'ın titreyen bedeni onu korkutuyordu. Başını gömleğinden açıkta kalan teninden ayırmadan, pencerenin önündeki iki kişilik, deri koltuğa yığılırcasına çöktü. Hazan askıdaki kolunu hareket ettiremezken tek koluyla Fırat'a sarsılabildiği kadar sarılıp eliyle yumuşacık saçlarını sevdi. Başını öpücüklere boğdu.

Fırat ise Hazan'ın tenindeki bütün kokuyu ciğerlerinde saklamak istercesine derin derin nefesler alıyordu. Hıçkırıyor, geniş omuzları şiddetle sarsılıyordu. Yüzünü öyle bir bastırıyordu ki göğsüne, delip geçmek, kalbine gömülmek istiyordu sanki. Beline sardığı kolları Hazan'ı bırakmaktan, hızla geçen ve bir sonu olan zamanın onu ellerinden almasından korkuyordu.

Bir saatleri vardı. Odadaki kameralar kapatılmıştı.

Hazan, gözyaşlarına eşlik ederken Fırat'ın durulmasını bekledi. Nihayet dakikalar sonra biraz sakinledi. Sırılsıklam ettiği tenden ayrılıp karısının yüzüne baktı. Gözleriyle saçlarını sevdi, kaşlarına dokundu, uzun, kıvrımlı kirpikleri yüreğinin ucuna battı, ateş parçası gözlerde yandı, minik burnunu seyretti, gül kurusu dudaklara daldı. Öpülmekten kızaran, hafif etli yanaklarda ruhu hayat buldu. Yüzüne yaklaşıp küçük çenesini öptükten sonra geri çekildi. Alınları buluştuğunda Hazan Fırat'ın yüzündeki yaşları sildi. Şarap kırmızısı dudaklarını öptü. Fırat Hazan'ın her verdiği nefesi içine çekiyordu.

Hazan, dudaklarını ayırmadan, "iyi misin?" diye sordu.

Fırat gözlerini kapatıp duyduğu bu yumuşacık, sıcak ve tatlı sesi ruhuna sindirmek istedi.

"Gördüğün gibi," dedi duyulur duyulmaz bir sesle. Göğsündeki ağrılık sesini eziyordu.

Kirpiklerini araladı. Belindeki ellerinden biri Hazan'ın dudağının kenarını buldu. Bir ay önce gördüğü yaralar iyileşmişti. Alınlarını ayırıp boynuna sarılı olan kolunu tuttu. İncecik bileğinin üstünü okşadı. Zincirlerin açtığı kesik iyileşmeye yüz tutmuştu. Dudaklarına götürüp öptü. Bir damla yaş düştü yanağına. Elini omzuna bıraktı. Gömleğinin düğmelerini buldu elleri. Belindeki yaraya bakmak istiyordu. Fakat gözleri duvardaki kamerayı buldu. Sevdiği kıza özgürce dokunamayacağını hatırlayıp geri çektiğinde Hazan elini tutup göğsüne bastırdı. Gözleri buluştuğunda, "dokun," dedi. "Kameralar kapalı."

Elini, büyük ve kaba elin üzerinden çektiğinde Fırat memelerini okşadı. Hazan'ın kalbi göğsünde kıvranıyordu. İkisi de birbirlerinin tenine susamıştı. Fırat oturduğu yerden kalktı. Masanın önündeki koltuktan trençkotu alıp, Hazan'ı kucağına yan bir şekilde oturtarak üzerine örttü. Düğmeleri sakince açıp beyaz atleti pantolonun içinden çıkardı. Karısının alıp verdiği hızlı nefeslerle yükselip alçalan göbeğini gördüğünde yutkundu. Haftalar sonra ilk kez varlığını, aldığı nefesi, atan kalbini, yaşadığı yerin bir boşluk değil, dokunup değecek birçok şeyi barındıran dünya olduğunu hissediyordu.

İp kesiği neredeyse tamamen iyileşmişti. Belli belirsiz bir izi kalmıştı. Usul usul okşadı elinin altındaki yumuşaklığı. Hazan, göbeğine eğik olan başını çenesinin altından tutup kaldırarak dudaklarını buluşturdu. Göbeğindeki el beline kaydı. Sırtında gezinip sütyen kopçasına dokundu. Öpüşmeleri fazla sıcak ve ıslaktı. İkisi de her şeyi unutup sadece birbirlerini hatırlamak istiyordu. Zaman, bir kum saatindeki tanecikler misali uçuşarak yanlarından geçip gidiyordu, fakat mekan, gözlerini kapatıp birbirlerine dokundukları an yok olmuştu. İniltileri, özlem dolu can çekişmeleri anımsatıyordu.

Fırat uzun zaman sonra ilk kez sertleştiğini fark etti. İçindeki arzuları ve tutkuları hatırladı. Bu şaşılacak bir şey değildi. Hazan yoksa onu erkek yapan hiçbir şeyin önemi yoktu. O an aklına dank eden, kalbini yeniden kan kırmızısından, ölü bir siyaha boyayan gerçekliği hatırladı. O müebbet yemişti. Hazan buraya nasıl geldi bilmiyordu, ama bir savcıyken ve resmî nikahları yokken bu gelişin ilk ve son olduğundan emindi.

Dudaklarını ayırdı. Hazan'ın şişip kıpkırmızı kesilen dudaklarına baktı. Yutkundu. Dudaklarındaki tat hiç gitmesin isterken göğsündeki ağrılı acı da geri dönmüştü. Daha sıkı sarıldı. Gözlerine değdirdi gözlerini. Hazan o kara gözlerdeki yıkımı ve umutsuzluktan doğan çaresizliği yeniden gördü. Dudaklarını birbirine bastırıp, "noldu Fırat'ım?" dedi.

"Nasıl geldin buraya?"

"Buldum bir yolunu, geldim," diyip dudaklarına uzandı. Fırat geri çekilmeden öptü onu. Bu anın kıymetini biliyor ve Hazan'ın burada oluşunun sırrını çözmek isterken ondan uzak kalmak istemiyordu.

"Dur," dedi öpücüklerinin arasında. "Dur...kurban olurum sana...canımın içi."

Nefes nefese geri çekildiler. Burunları birbirine değerken Fırat, "sen bir savcısın," dedi. "Bizim resmi nikâhımız yok. Ben...müebbet yemiş bir askerim. Buraya gelişin, buldum bi yolu, geldim, diyebileceğin kadar basit değil. Öyle olsa bile...beni sana bu kadar yaklaşlaştırmazlar. Başını belaya sokacak bir şey yapmadın, di mi?"

"Yapmadım kocam."

Fırat içindeki yangını söndürmek için derin bir nefes aldı.

"Yalan söyleme bebeğim bana."

Hazan durumu nasıl açıklayacağını bilemedi. Bakanın söylediklerini Fırat'a anlatamazdı. Çenesini öpüp emdi. Sevdiği adamla böyle kucak kucağa, ten tene olmayı çok özlemişti. Fırat ise Hazan onu, her öpüp dokunduğunda, gözleri gözlerine değip nefesi nefesine karıştığında daha bir iyileşip kendine geliyordu. Ama burada oluşu aklına yatmıyor, yanında yokken başını, bir daha hiçbir zaman özgür olamayacak, ona bir gelecek veremeyecek, yok hükmündeki bir adam için belaya sokmasından korkuyordu.

Dudaklarını alnına dokunurdu. Saçlarını kokladı.

"Hazan," dedi uyarıcı bir sesle. Bir daha asla eski Fırat olamayacağını düşünürken, sevdiği kız gelip kollarının arasına girdiğinde ruhundaki bütün çürükler aniden hiç olmamışcasına kaybolup gitmişlerdi. Şimdi olduğu yerden dakikalar öncesine baktığında nefes alacak gücü bile yoktu. Fakat şimdi Hazan'la böyle, mümkün olsaydı eğer, bir ömür geçirir, bildiği bütün kelimeleri cümle içinde kullanabilirdi.

Hazan, Fırat'ın boynuna gömüldü.

"Adalet Bakanı'yla görüştüm," dedi.

Bu bile yapmaması gereken büyük bir şeydi Fırat'a göre ve Hazan'ın onca zamandan sonra ondan hâlâ böyle çekinip ürkmesi, az önce kelepçelerle gördüğü mahkum bir adamı önemseyip, kâleye alması içini ısıttı. Hazan için hâlâ aynı Fırat'tı. Sevdiği, aşık olduğu, korkup çekindiği ve gönlünce şımarıp nazlanabildiği kocasıydı onun. Fakat Fırat bu nikahın bir gün düşeceğini biliyordu. Hazan'la bir geleceklerinin olmadığını da.

"Eee?" dedi sert bir tonda.

"Ona elimdeki VASÖ'ye ait delilleri verdim. Karşılığında da seni görmek istedim. İzin verdi."

Dudaklarını alnından ayırıp, "koskoca bakana şantaj mı yaptın?" dedi.

Hazan saklandığı yerden çıkıp, "şantaj diyemezsin," dedi. "Anlaşma demek daha doğru."

"Adını ne koyarsan koy, bu yaptığın doğru değil. Başın belaya girebilirdi."

Hazan Fırat'ın ona böyle kızmasını bile delicesine özlediğini fark etti. Çatılan kaşlarını, kararan gözlerini, birbirine bastırdığı etli dudaklarını, güçlü ve kalın boynunda şişen damalarları izledi.

"Başım belaya girmedi. Direkt olarak bakana gitmedim ki. Birçok yolunu denedim. En son çare ona gittim. O da cezaevi müdürüyle konuştu. Yemeklerini yemiyormuşsun, doğru düzgün konuşmuyor, uyumuyormuşsun. Psikolojik olarak iyi değilmişsin. Belki beni görürsen..."

"Buraya gelmemeliydin. Tüm bunlar seni ilgilendiren şeyler değil."

Hazan duyduğu bu sözlerle kalakaldı. Göğsüne ani bir kurşun saplanmıştı. Gözlerinin içi yanıp midesinin içinde bir şeyler kırılıp dökülürken, "ne?" dedi hayal kırıklığı dolu sesiyle.

Fırat, Hazan'ın dolan gözlerine bakmaya dayanamayıp başını çevirdi.

"Ne, ne Hazan? Bunun bir sonu olmadığını biliyorsun."

Neden bahsettiğini biliyordu. Müebbet yediğini düşündüğü, bunun geçici bir hükümlülük olduğunu bilmediği için canı yanıyordu ve anladığı kadarıyla ayrılmak istiyordu. Öyle bile olsa Hazan bunu kabullenemedi. Ruhu sıkıştı.

"Ayrılmak mı istiyorsun?"

Gözlerini sıkıca yumup Hazan'a döndü. Kirpiklerini aralayıp yüzünü inceledi.

"Bu benim elimde olan bir şey değil. Ben artık bir hiçim. Biz zaten ayrıldık. Müebbet yemiş bir adamla ne yapacaksın?"

"Seveceğim. Seviyorum. Sen de beni seviyordun. Noldu şimdi?"

"Hâlâ seviyorum. Çok seviyorum lan. Benim burada yapacak başka bir şeyim yok zaten. Ama sen..."

Hazan Fırat'ın sesindeki çaresizliği, gözlerindeki acının, can çekişin ağırlığını kaldıramıyordu. Sandığının aksine bunun bir sonu olduğunu, mutlu olacaklarını, Yaren'in anlattığına göre, tam da onun istediği gibi beyaz bir gelinlik giyeceğini, Fırat'a bir kız çocuğu vermek istediğini söylememek için, kocasına deli gibi aşık olan vicdanıyla cebelleşti.

"Ama ben ne?" dedi.

Fırat ona mümkünmüş gibi daha sıkı sarılıp askıdaki kolunu öptü. Yanağını sevip alınlarını birleştirdi.

"Çok küçüksün," dedi. İçi sızlıyordu. "Önünde koca bir ömür var. Hayatın boyunca hiç gelmeyecek bir adamı bekleyemezsin."

"Kim demiş? Yazılı bir kural mı bu? Uymayanı hapse mi atıyorlar?"

Fırat, burukca gülümsedi. Bu küskün ve şımarık hallerini, büzülüp düğme kadar kalan dudaklarını, inatçı minik burnunu, kararlı ateş parçası gözlerini bir ömür görmeden nasıl yaşayacağını düşündü. Baktıkça özlüyor, özledikçe ölüyordu.

"Dayanamazsın," dedi.

"Ama sen dayandın. Altı yıl boyunca dokunmadan yaşadın, sabırla bekledin..."

"Aynı şey değil. Ben beklediysem gelip gördüm de seni. Ayrıca bir ömür nereye, altı yıl nereye? Zaten bir daha gelemezsin...Unut beni. Kendi hayatına bak."

"Bakıyorum zaten," dedi. Eli yanağını bulup sevdi. "Benim hayatımın çok güzel, kapkara gözleri var..."

"Hazan..."

"Kömür karası, yumuşacık saçları, upuzun, kıvrım kıvrım kirpikleri, hokka burnu, köfte dudakları var."

Adem elmasını öpüp derin bir nefes aldı.

"Ve o kadar güzel kokuyor ki...ben onu kurtarmak için elimden gelen her şeyi yapacağım."

"Hayır," dedi katı bir sesle. Başını tutup boynundan ayırdı. "Hiçbir şey yapmayacaksın. Unutacaksın beni."

"Sen de unutacak mısın?"

"Hazan, aynı yerde değiliz. Ben bittim artık."

"Niye? Ben öldüm mü ki?"

"Yavrum..."

"Sen ancak ben ölürsem bitersin. Ya çıkartırım seni buradan ya da nikah memurunu alır gelir, senin karın olurum. Aydan aya aile görüş odasında sevişir, yaşar gideriz işte. "

Tüm bunları Fırat'ın çıkacak olmasına güvenerek söylemiyordu. Eğer Bakan Fırat'ın geçici olarak hapiste olduğunu söylemeseydi gelecek planı buydu.

Fırat başını belli belirsiz sallayıp Hazan'ın dudaklarını öpücüklere boğdu.

"Öyle bir şeyin olamayacağını biliyorsun," dedi tükenmiş bir sesle. "Bir savcıyla hüküm giymiş bir askerin evlenmesine kim izin verir Hazan?"

"Savcılıktan istifa ederim."

"Tamam, hadi ettin diyelim, ben ağır askeri ceza kapsamında hüküm giydim. Benim öyle bir hakkım yok. Sözde ailemle bile bir camın ardından, telefonla konuşuyorum ben. Sen de biliyorsun bunları. Kendine göz göre göre acı çektireceksin, yapma. Söz dinle."

"Bulurum bir yolunu. Acı benim acım sanane."

"Ne demek sanane? Sen benimsin."

"İstemiyorsun beni."

"Gülüm," dedi, sesi de içi gibi titriyordu. "İstemiyorsun ne demek? Ben haftalardır aklımı kaçırıyorum burada. Keyfimden mi diyorum ayrılalım diye..."

"Buradan bakınca öyle görünüyor. Ortada ayrılmamız için hiçbir sebep yok çünkü."

"Hazan...yakma canımı. Zaten yeterince yanıyor. "

"Benim ki yanmıyor mu?"

Göğsüne çekti. Sırtını sıvazlayıp saçlarını sevdi.

"Ölürüm senin canına ben. Ama elimden, Allah kahretsin ki başka türlüsü gelmiyor."

"Gelebilirdi. Niye öldürdün o adamı?"

Fırat sertçe kasılıp öfkeyle soludu.

"Vurdu sana. Az kalsın...öldürüyordu seni. Ben...ne hâle geldim lan seni öyle görünce?"

O anı tekrar yaşıyormuş gibi hissederken içi sıkıldı. Kollarındaki küçük bedeni daha sıkı kavradı.

"Keşke ölseydim," diye fısıldadı Hazan.

"Hazan!"

"Ne?! 4 yıl önce, o denizin dibinde geberip gitseydim keşke..."

"Neyin değişeceğini sanıyorsun? Ha...ölmüşsün ha senden ayrı kalmışım Hazan, benim için ikisi arasında hiçbir ayrım yok. Konuşma şöyle."

Başını, onun için attığını bildiği kalbe bastırıp göğsünü öptü.

"Benim için de benden istediğin bu şeyin ölümden hiçbir farkı yok."

"Defalarca ayrılmak istedin benden."

"Ayrılmadık ama."

"Ben bırakmadım."

"Şimdi de bırakma o zaman."

Sıkıntıyla içini çekti. Saniyeleri aşan bir süre sessiz kaldı. Keşke zamanı Hazan'ın sesini ilk duyduğu güne sarabilseydi. Tutup elini yanına alsaydı, VASÖ hayatlarına hiç girmeseydi. Geç kalmıştı. Sol gözünden süzülen bir damla yaşla saçlarını öptü.

"Hazan...bizim bir geleceğimiz yok."

"Bir gelecek isteyen de yok."

"Bugün böyle söylüyorsun, bir ömür aynı düşünceye sahip olamazsın."

"Gelecek benim geleceğim. Nasıl yaşayacağıma ben karar veririm."

Yüzünü aşağı eğip göğsünde, gözlerini kapatmış öylece duran kıza baktı. Burnunu yanağına sürtüp teninde nefeslendi.

"Yok öyle bir şey," dedi, kısık sesiyle. "Senin geçmişin benim yaram, geleceğin benim umudum. Hayatını yok hükmündeki bir adam için harcamanı istemiyorum."

Hazan'ın içi ürperdi. Kirpiklerini aralayıp, "neden böyle söylüyorsun?" diye sordu. Sesi durgun ve tedirgindi. "Yok hükmünde ne demek Fırat?"

Fırat boynuna gömülürken, "şşş," dedi. "Kendimi öldürüp, sana bir de bunun acısını yaşatmam, korkma."

"Gerçekten mi?"

Hazan Fırat'a inanmamıştı. Bu umutsuzlukla kendine bir şey yapmasından korkuyordu.

"Hazan..."

"Eğer...öyle bir şey yaparsan seni asla affetmem," dedi. Sesi ağladığı için titriyordu. "Benim senden başka kimsem yok. Günlerdir kendimi nasıl yalnız hissettiğimi bilmiyorsun. Nasıl özlüyorum seni bilmiyorsun. Sana gelmek için neleri göze almayı düşündüğümü bilmiyorsun..."

"Hazan'ım..."

"Deme bana öyle şeyler. Eğer kendine bir şey yapacaksan, yemeyip içmeyeceksen, uyumayacaksan, iyi olmayacaksan o zaman benim de yaşamak için bir sebebim kalmaz. Söz ver."

Fırat sessiz kaldı. Her zaman, şimdiki gibi, hatta Hazan gittikten sonrası için bile bu aklı başında, olgun hallerinin olduğu yerde kalmayacağını biliyordu. Karanlık, öfke canavarının yerini alan, çaresizlikle kol kola kapının dışında bekliyordu. Kendini öldürmek değildi mesele, haftalardır yaşamıyordu ki. Hazan'ın kokusunu duymuyorsa, soluduğu hava ölümcül bir zehirdi. Başlı başına var olmaklaydı derdi. Hiçbir çaba sarf etmeksizin, atmosferde parçalanan bir göktaşı gibi günden güne yok oluyordu ve buna engel olmak elinde değildi.

Hazan bu sessizlikte boğuluyormuş gibi hissetti. Küçük bir hıçkırıkla birlikte vücuduna sıkıca sarılmış kolların arasından çıkmak için debelendi.

"Bırak," dedi, güçsüz bir öfkeyle.

"Yavrum..."

"Haklıydın, keşke hiç gelmeseydim buraya! Hiç açmasaydım gözlerimi! Hatta keşke...keşke hiç sevmeseydim seni! İlk zorlukta vazgeçtin benden!"

Kollarını sıkılaştırdı.

"Hazan saçmalıyorsun."

Debelenmeye devam ederken, "sen çok mu mantıklı konuşuyorsun sanki?!" dedi. "Bırak."

Fırat, tam da istediği şey olmuş, Hazan ondan vazgeçip gitmeyi istemişken neden engel olmaya çalıştığını düşündü. Kollarını istemeye istemeye çözdü. Hazan, esasen Fırat'ın onu bırakmasını istemiyordu. Bir saatin dolmasına daha vardı. Gidesi yoktu. Verilen sürenin tamamını kullanmak istiyordu. Ama Fırat besbelli bütün umudunu kaybetmişti. Bir sonu olmayacağını bilerek onunla vakit geçirmeye tahammül edemiyor olmalıydı. Bu, VASÖ yok olana kadarki ilk ve son görüşmeleriydi. Bakan, henüz odasından çıkmadan önce ikinci bir görüşün tutukluluk kuralları ve gizlilik açısından mümkün olmayacağını söylemişti. Bu yüzden bir saat gibi, onlara göre uzun, Hazan'a göre ise bir nefeslik bir süre vermişler, özel alan sağlamak içinse kameraları kapatmışlardı.

Hazan gönülsüzce ayağa kalktı. Üstüne örtülü trençkot yere düşmüştü. Eğilip aldı. Masanın önündeki koltuğa koydu. Duvarın dibine geçip atleti pantolonun içine soktu. Yanaklarına doğru süzülen yaşlarla burnunu çekip, dudaklarını ısırıp dururken, gözlerini bir an olsun ayırmadan onu izleyen Fırat'a arkasını döndü. Tek eliyle gömleğinin düğmelerini iliklemeye çalışıyor, başaramadıkça terliyor, elleri titriyordu.

Fırat Hazan'ı baştan aşağı süzerken yumruklarını sıktı. Küçük ayaklarına, incecik bacaklarına, yuvarlak, dolgun kalçalarına, el kadar beline, zayıf kollarına, kalçalarını aşan saçlarına, avuçlarında kaybolan kafasına baktı. Kısacık boyu nedensizce yüreğini ezdi. Çok küçüktü daha. Bir günden bir güne mutlu olamamış, hayatını yaşayamamıştı. Fırat, onu bir kez olsun tasasızca gülerken görmemişti. Göz pınarlarında her zaman bir damla yaş akıp gitmeyi beklerdi. Boynu hep büküktü onun. Nerede azıcık sevildiğini hissetse gözlerinin içi parlar, oraya çöker kalırdı. On dört yaşında babasız kalıp, sokağa atılmış bir kızdan ne istemişti? Biliyordu lan! Bu hikayenin sonunun böyle biteceğini biliyordu. Böyle olmasa, başka türlü olacaktı. Kendini tanıyordu çünkü. Yıllarca peşinde gezinirken de aklının köşesinde hep bir ses, bu iş olmaz, olsa da yürümez, diyordu. Çünkü Fırat Hazan'ı bir kez severse ona tapacağını biliyordu. Tüm sınırlarının yıkılacağını, kendisine bile saygısı kalmayacağını, öfkesine yenilmemişken sevdaya yenileceğini, Hazan için elini kana bulamaktan çekinmeyeceğini, günün sonunda da ikisini birden harcayacağını biliyordu. Peki Hazan'ın ne suçu vardı? Şu yaralı, hasta haliyle, üflesen uçacakken, daha hayatının baharında burada, onun yanında ne yapıyordu? Niye sevmişti onu? Fırat neden ona aşık olmasını sağlamıştı? Niye deli gibi sevip pamuklara sardığı kızı bu hâle getirmişti? Ne olacaktı bundan sonrası? Çıkmaz sokak mı, yoksa uçurum mu? Ne fark ederdi? Yeryüzünde acının yuva yapmadan geçip gittiği tek bir insan var mıydı? Hadi o hapse girmişti, peki bunca adaletsizliğin bedelini kim ödeyecekti?

Yüzündeki ıslaklığı avuç içiyle silip burnunu çekti. Oturduğu yerden kalkıp Hazan'ın arkasında durdu. Saçlarını koklayıp, uzaklaşmasına fırsat vermeden kollarını beline sardı. Sırtı göğsüyle buluştuğunda, "gitme," dedi. "Kal biraz daha."

Hazan gömleğini sıkıp hıçkırdı.

"Sen beni istemiyorsun," dedi.

Fırat, kırık olan kolunun omzunu öptü.

"Kim istemiyor lan?" dedi. "Ben sen yokken var mıyım yok muyum hissetmiyorum bile. Canın yanıyor...ben yaktım, biliyorum, ama yapma şöyle. İçim sökülüyor seni böyle gördükçe. Bütün dünyaya nefret duyuyorum, en çok da kendime."

Kulağının altına dokundurdu dudaklarını. Tenini teniyle örttü. Titrek bir nefes aldı. Hazan yumurtasından yeni çıkmış bir kuş gibi titriyordu.

"Olur sandım. Seni çok seversem içimdeki öfke ölür sandım. Ölmüyor. Kökü çok derinde. Ne zaman bir şeyden çok korksam ruhumu ele geçiriyor. Hata benim. Sevmeyecektim seni. Çok seversem, çok korkardım, sevmemeliydim. Özür dilerim. Gözünden süzülen her bir damla yaştan özür dilerim Hazan."

Hazan, şiddetli bir hıçkırıkla kollarından kayıp yere düşecekken kucağına aldı.

"Astım spreyin nerede?" diye sordu.

"İ-i-istemiyorum."

Şakağını öptü. Hazan içi çekile çekile ağlarken aklının sınırlarıyla oynuyordu. O bu haldeyken ayrılırlarsa bir ömür o koğuşun içinde deliye dönerdi.

"Bebeğim...canım, canımın içi yapma. Yalvarırım yapma. Söyle hadi, bak dayanamıyorum sana."

Boynuna sığındı. Fırat'ın içinde bulunduğu durumu düşündü. İkisi de iyi değildi, ama sevdiği adam daha büyük bir cenderenin içindeydi. Onun bir umudu vardı, ama Fırat'ın yoktu. Sakinleşmeye çalışıp, "ça-çantam," dedi.

Fırat, masanın üstündeki çantayı alıp ikili koltuğa oturdu. Tek eliyle fermuarını açıp spreyi buldu.

"Gel yavrum. "

Hazan başını kaldırıp ilacı ağzına sıkmasına müsade etti. Sonra Fırat yanaklarındaki yaşları silip dudaklarını öptü.

"Ne kadar vaktimiz var?"

Duvardaki saate bakıp, "45 dakika," dedi.

Normal görüş sürelerine göre oldukça uzundu. Fırat bunu sorgulamakla vakit kaybetmek istemedi. Başını sallamakla yetinip gömleğin düğmelerini ilikledi. Eteklerini pantolonun içine sokup üstünü düzeltti. Yanağını öpüp arkaya yaslanarak Hazan'ı göğsüne yatırdı. Askının üzerini okşarken, "acıyor mu?" diye sordu.

"Bazen."

"İlaçlarını iç Hazan. Yemeğini ye. Beni düşünme, tamam mı?"

"Sen de beni düşünme o zaman."

"Her şeyi, bir şeyle kıyaslamak zorunda değilsin yavrum. Aynı şey değil, sen hastasın."

Hazan cevap vermeden gözlerini yumup kocasına sokuldu. İkisi de aynı anda zamanın burada takılıp kalmasını diledi. Hazan uyumak istiyordu. Yaren her gece uyurken koluna zarar vermesin diye başında bekliyor, Aslı tek başına kalmaktan korktuğu için yanlarına geliyor, üç kişi birden iki kişilik yatakta sabaha kadar, yarı uykulu yarı uyanık konuşup duruyorlardı. Hazan'ı bir an olsun yalnız bırakmıyorlardı. Hazan da yalnız kalmak istemiyordu zaten. Ancak Fırat'ın yokluğu bütün kalabalıkları önemsiz kılıyordu.

Fırat Hazan'ın ıslak ve iç içe geçmiş kirpiklerini izlerken içini çekti. Nasıl yapacaktı lan? Hazan'dan ayrı, böyle bir anın bir daha yaşanmayacağını bilerek nasıl dayanacaktı? O, benliğine işkence eden ihtimalle nasıl savaşacaktı? Hazan...başkasını severse, bir gün...başka bir herifin...kucağında olursa böyle, o dudaklara...başka dudaklar dokunursa...onun kurduğu hayalleri bir başkasıyla yaşarsa...

Dişlerini sıktı. Bilmemeliydi. Bir gün öyle bir şey olursa bilmemeliydi. Ya kendini öldürürdü ya da bir yolunu bulup hapishaneden kaçar o herifi gebertirdi. Dilinin ucunu ısırdı. Hazan gözlerini açıp baksaydı yüzünde sek bir nefret ve öfke görecekti. Bakmadı. Fakat inip kalkan göğsünden, giderek ısınan teninden bir şeyler olduğunu anlıyordu. Gözlerini açıp sormadı ama. Fırat'ın öfkesi yüz göz olmak istediği bir şey değildi.

Fırat da sesini çıkarmadı. Artık, bütün ipler ellerinden kayıp gitmişti. Suya düşmüş, dibe batmış ve Azrail tarafından dört bir yanı kuşatılmıştı. Teslim olmak zorundaydı. Çırpınmak kurtuluşu getirmeyecekti.

💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦

Bölüm : 07.10.2025 13:15 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...