13. Bölüm
Yıldız Tozu / AHVES / 11. BÖLÜM:'DERİN DEVLET'

11. BÖLÜM:"DERİN DEVLET"

Yıldız Tozu
yildiztozuyazari7

Yeni bölümden kocaman merhabalaaarrr.🐥 Hadi bol bol oy vererek kitabımızı üst sıralara çıkaralım Ahves ailesi, size güveniyorum ayrıca satır aralarındaki yorumlarda olacağım orda buluşalııımmmm. Şimdiden çok teşekkür ederim.🥳

NOT: WhatsApp'tan açtığım kanala Instagram hesabımdaki linkten ulaşabilir ve kanala katılabilirsiniz. Orda bölümler hakkında bilgiler ve bölümlerden spoiler, bazen de küçük alıntılar bırakıyorum. Ayrıca kanala bıraktığım linkten bana anoanim olarak istediğiniz soruları sorabilirsiniz hepsini seve seve cevaplayacağım.🤍

Bana ulaşabileceğiniz sosyal medya hesaplarım.

Instagram: ahves___

Tiktok: yildiztozuyazari7

31 ARALIK 2004

Karanlığın hüküm sürdüğü figan günlerin yerini ışıltılı kahkahaların aldığı bir yılbaşı gecesinde edilen sohbetler eşliğinde anlatılan hikayeleri bölen tek ses küçük bir kızın kıkırtısı bütün kötülükleri silip atacak kadar güzel ve güçlüydü. Gönülde parlayan yıldızları saklayan puslu sis bulutları kar yağışının habercisi gibi bütün havayı sarmalıyordu. Bu durum en çok çocukları ve çocuk ruhlu olan kimseleri sevindiriyordu elbet, sokakta bulunan her ev tatlı bir telaşe içerisindesindeydi. Hava kararmış olmasına ve soğuk olmasına rağmen dışarıda duyulan mutluluk ağıtları Mete babasının dizlerinde oturan küçük Leyal'i hem heyecanlandırıyor hemde mutlu ediyordu. Büyük gözlerini kocaman açmış meraklı bir ifade ile tekli koltuğa sırtını dayamış ve babacan bir ifade ile eski anılarını anlatan Ferhat dedeyi pür dikkat dinliyor bazen kıkırdıyor, bazen küçük elleri ile dudaklarını kapayarak şaşırıyor bazense küçük kiraz dudaklarını büzerek üzülüyordu. Onun bu tavırları evdeki herkesin neşe kaynağı olmuştu, uslu uslu anlatılanları dinlerken bir anda bıcır bıcır sorduğu sorular ile herkesin yüzünde eşsiz gülümsemeler oluşturuyor, geçirdikleri geceyi daha keyifli hale getiriyordu.

İçi eriyen ve mutlu olan elbette sadece büyükler değildi. Hemen babasının yanında bütün sakinliği ile oturmuş ve anlatılan hikâyeleri dinleyen Artun Agâh içi giderek bakıyordu küçük kıza. Dedesi ve babaannesi bir haftalığına kendilerine misafir gelmiş ve böylece yeni yıla beraber girme fırsatı doğmuştu. Her ne kadar dışarıya belli etmese de mutluydu. Ailesi yanındaydı, Leyal gülümsüyordu ve bu onu içten içe daha mutlu ediyor, huzurlu olmasını sağlıyordu.

Bazı mutlulukların çığlıkları olmazdı, yürekte yaşanır ve ruhta ince ince tangırdardı.

İşte böyle bizde zamanında az yaramaz değildik." Sevecen bir ton ile konuşan Artun Agâh'ın dedesi Ferhat, kırlaşmaya yüz tutmuş saçları, hafif çıkmış göbeği, üzerine giydiği jilet gibi beyaz gömleği ve siyah kumaş pantolonu ile hem çok sevecen hemde gözlerindeki o karanlık ve sert bakışları, uzun ve heybetli duruşu ile fazlası ile sarsılmaz duruyordu. Kendisi MIT'e bağlı eski subaylardan biriydi, geçirdiği yaralanma sonucu emekli olmak zorunda kalmış ama bağlantısını da hiç bir zaman kesmemiş, Leyâl ve annesinin bugün burda olmasının en büyük etkenlerinden biriydi. Zeki ve güçlü bir adamdı vesselam.

"Gerçektende çok yaramazmışsın." Kırık bir ifade ile mırıldanarak oturduğu kucağa sığındı Leyâl. Aklından neler geçirdiğini, neleri düşündüğünü kimse bilmiyordu. Çattığı kaşları ile o kadar sevilesi duruyordu ki, bir an onu bütün kötülüklerden korumak ve daha çok seçebilmek için sarıp sarmalamak ve hiç bırakmamak istedi Mete. Bir erkek çocuğu babasıydı, babalığı ilk kendi oğlu ile tatmış ve o kadar sevmişti ki hep bir kızı olsun istemişti. Allah onun karşısına Leyal'i çıkarmış ve şimdide küçük bir kız çocuğuna babalık yapmaya çalışıyordu. Kırmadan, incitmeden ona sahip çıkmaya hep gülümsemesi için çaba gösteriyordu. Biliyordu ki Leyâl baba eksikliğini iliklerine kadar hissetmiş küçük bir kızdı, hayatı boyunca hep bunun bel kırıklığı ile yaşayacak, çoğu zaman hep gülümseyecek ama her başını yastığa koyuşunda yarım kalmışlığı, kanatlarının kırıklığını en derinlerinde hissedecekti.

Babası onun hayallerinin bel kırıklığı, en acı sancısıydı.

"Öyleydik evlat öyleydik, güzel vakitlerdi." Dalgın bir ifade ile cevap verdiğinde, oda da bulunan herkes ona hüzün ile baktı. Ferhat Özçelik güzel günlerini düşünüyor olmalıydı. Bunu anlayan karısı buruk bir ifade ile sol avucunu kocasının elinin üstüne yaslayarak varlığını belli edercesine sıktı. Yıllar ömürlerinden çalmış olsa da sevgilerinden gram eksiltmemişti.Birbirlerine olan sevgileri ve saygıları hayranlık uyandıracak cinstendi doğrusu .

"Bende yaramaz mıyım?" Mete dizlerinin üzerinde oturmuş ve kocaman açtığı ela gözleri ile kendisine bakan minik kıza iç geçirerek baktı. Sorduğu soruya nasıl bir cevap vermesi gerektiğini bilemedi zira Leyâl yaşadığı travmaları yaramazlığa vurarak atlatmaya çalışan yaralı bir çocuktu ve o bu kadar yaralıyken onu kırmaktan ölesiye korkuyordu Mete.

"O nereden çıktı güzelim?" yavaş ve kırmaktan korkar gibi Leyal'i kendisine doğru çevirdi. Kendisinden merakla cevap bekleyen haline küçük bir tebessüm bahşetti. Eve ilk geldiği ilk günler gelmişti düştü aklına, ürkek ama bir o kadar hırçın tavırları, sürekli annesine sığınmaları, gece ağlayarak uyanmarı... Çok zor zamanlar geçirmiş güçlü bir kızdı.

Leyâl karasız bir ifade ile bir Ferhat dedeye birde Mete babasına baktı, söyleyip söylememek arasında kalmış gibiydi ama bu korkudan kaynaklanan bir çekingenlik değildi elbette, sacece Ferhat dedeye ayıp yapmak istemiyor ve çocuk aklı ile Ferhat dedenin kendisine küseceğini düşünüyordu. Ama bilmediği birşey vardı ki ne yaparsa yapsın hiç kimse ona kırılmaz ve küsmezdi.

"Hani Ferhat dede söyledi ya, annesini az üzmemiş diye. Bende mi sizi üşüyorum yaramazlıklarımla?" Yavaş ve temkinli bir şekilde Mete amcasına doğru yaklaşarak tatlı bir tonda konuştu. Bu hali o kadar komikti ki Ferhat dedenin kendisini duymadığını düşünüyordu lakin Ferhat dede onu duymuş üstelik bu haline içten bir şekilde gülümsemişti. Mete Leyal'in bu tatlı tavrına kıkırdamamak için derin bir nefes alıp verdi, Leyal'in kafasının içindeki düşünceler her daim kendisini şaşırtıyordu.

"Ferhat dedenin yaptığı yanlışmış ama o zaman daha çocuk olduğu için pek birşey diyemeyiz ve sen biraz yaramaz da olsan bizi üzmüyorsun." Kendisine huysuzca bakan küçük cadısına verebileceği en tatmin edici cevabı verdiğini düşünüyordu. Bakışları Leyal'in vereceği tepkiyi kaçırmamak için yüzünde bir müddet dolaştı. Leyâl önce kaşlarını havaya kaldırarak anladığını belirtilircesine başını salladı daha sonra aklına her ne geldiyse bir insanın içini ısıtan büyük ela gözlerinde küçük bir parıltı geçip gitti.

"Ben zaten annemi hiç üzmem ki." Ses tonu büyük haylazlıkların küçük tınılarını heybesinde saklıyor gibi heyecanlı ve tiz çıkmıştı.

"Tabiki üzmesin sen akıllı bir kızsın." Elbette Leyal annesini üzecek bir çocuk değildi. Daha bu yaşında uğruna canını verecek kadar çok seviyordu annesini, sadece annesinin varlığı ile büyüdüğü için miydi bilinmez lakin o kadar derin bir düğüm ile bağlıydı ki annesine bu durum çoğu zaman Mete ve Dilem'i fazlası ile şaşırtıyor lakin gurur duymalarına sebep oluyordu. Leyâl annesini küçük ve yaralı kahramanıydı...

"Çok akıllı tabi ne demesin baba." Artun Agâh Leyal ile uğraşma isteğine engel olamayarak kinayeli bir ifade ile konuştu. Gözleri bir babasının birde Leyal'in arasında gidip geldi, kinayesi birazda gerçeği barındırıyordu zira Leyâl o kadar yaramaz bir çocuktu ki onunla uğraşırken bütün devrelerinin yandığını hissediyordu ama onunla uğraşmaktanda vazgeçemiyordu.

"Oğlum!" Mete hoş bir tını ile Artun Agâh'ı uyardı lakin Artun Agâh babasının yaptığı uyarıya karşılık sadece omuz silmekle yetindi.

"Birşey mi dedin Çakırcım." Leyâl iki avucunu yanağına yaslayarak muzip bir ifade ile hayran olduğu çakırlara baktı. Aslında ne söylediğini duymuştu ama bazen onu böyle sorguya çekmek hoşuna gidiyordu. Çoğu zaman günlerini hep didişerek geçiren ikilinin en sankin vakitleriydi aslında.

Çakır sıkıntılı bir soluk bırakarak önce babasına sonra kendisine çok tatlı bir ifade ile bakan Leyâl'e bakarak ağzının içinde birşeyler geveledi. Yakalanmış olması umrunda bile değildi lakin babası yanındayken Leyal ile uğraşma fırsatı bulamıyordu.

"Çok akıllısın dedim ay tenli." Zerre inandırıcı olmayan ses tonu Mete'nin kıkırdamasına neden oldu. Oğlunun bu kadar ketum ve soğuk olması bazen onu şaşırtıyordu ve bu soğukluğu Leyâl'e karşı kullanmaması ayrı bir güzel geliyordu gözüne. İkisininde çocuk olduğunu ve çocukça hisler ile birbirlerine bağlandıklarını biliyordu ve bu durumu düzeltmek, sürekli onları yönlendirmek için herhangi bir girişimde bulunmuyordu zira ikisininde kendi aralarında kuracakları iletişimin birbirlerini daha iyi anlamaları açısından daha sağlıklı olacağına inanıyordu.

"Ay öyleyimdir Çakır'cım." Açık duran gece karası saçlarını geriye doğru savurup gözlerini kırpıştırarak Artun Agâh'a üstten bir bakış attı. Kendisine gıcık olmuş bir şekilde bakan Çakır'a karşı pek umursamazdı yada Mete amcasının güvenli kolları arasında olduğu için bu kadar güveniyordu kendine kim bilir...

"Hıhı aynen." açık bir alay sezilen ses tonu ve devirdiği gözleri ile oldukça sinirli duruyor gibiyidi tabi bunda bir kaç saat önce Leyal ile kavga etmelerinin de sebebi büyüktü. Bazen onu anlatmakta zorluk çektiğini düşünüyordu, bazen ise onu en iyi anlayan oydu. Bunun en büyük sebebi ise Leyal'in hâlâ kendini ifade ederken zorlanmasıydı, normal bir sohbeti kastetmiyordu hislerini ifade etmekte zorluk çekiyor bazen fazlası ile çekingen davranıyordu. Bu bu bir bebeğin ilk adımları kadar sarsak ve güvensizdi lakin biliyordu ki bazı şeyler zamanla aşılırdı. Leyal'in hayatındaki o siyah lekeyi bir gün aşacağını biliyordu...

Leyâl Çakır'a nazlı bir eda ila trip atıp başını Mete amcamın omuzuna yaslayarak düşünceli ve kırık bir heves ile mırıldandı.

"Mete amca sence bu gece kar yağar mı?" Günlerdir karın yağlarını bekliyordu, karı hep sevmiş hepte sevecek bir kız çocuğuydu. Hiç karla oynama fırsatı olmasa bile lapa lapa yağdığında ki o muhteşem görüntüsü, daha sonra sanki bütün dünyayı kirlerden arındırılmak istermiş gibi her tarafı beyazlar altında bırakman o manzarasını deli gibi seviyordu.

"Hava durumunda yatacağı söylendi güzelim." Mete kendisine sorulan soru ile derin bir iç çekti. Dudağında sonbaharın renklerini taşıyan hoş bir tebessüm mevcuttu, Leyal'in kendine bu denli sığınması hoşuna gidiyordu zira kimseye güvenmeyen ve kimseyi sevmeyen inatçı bir kişiliği vardı. Ona kıyamıyordu, yaşadıklarına bizzat şahit olmuş biri olarak, onu o köhne delikten çıkaranlardan biri olarak onun bu tavırlarını normal karşılıyordu.

"Ama yağmadı ki hiç." Dudaklarından firar eden kelimler bir yılbaşı ağacının dallarında asılı kaldı. O kadar masum ve o kadar içten söylemişti ki bunu elinde olsa kar yağdıracaktı Mete.

"Yeni yıla girmemize daha var bekleyelim. Olur mu?" Ilımlı bir ifade ile cevap verdi Leyâl'e. Karın yağmasını umut ediyordu, yılbaşı gecesi için güzel bir sürpriz olabilirdi.

"Peki olur." İsteksiz bir mırıldanış dudaklarından çaresizce döküldüğünda onun bu hali Mete'yi gülümsetti. Evet çocuklar karla oynamayı severdi ama ilk defa Leyâl kadar karı seven bir çocuk ile tanışıyordu, onun bu denli sevdiği şeylere sıkı sıkıya tutunuyor olması Mete'yi mutlu ediyordu. Çünkü Leyâl tahmin ettiğinden de hızlı iyileşiyordu.

"Leyâl, kızım?"Mutfakta, yılbaşı yemeği için hazırlık yapan Dilem teyzesine yardım eden annesini sesini duyduğunda, bakışlarını annesinin sesinin geldiği yere çevirip dudaklarını büzerek cevap verdi.

"Efendim anne?"

"Yemek masasını kurmamız için bize yardım eder misin kızım?" Sıkıntılı bir soluk bırakarak başını onaylarcasına sallayarak cevap verdi.

"Tamaaam." Mete amcasının kolları arasından ayrılarak ayaklarını parke zemin ile buluşturdu. Yerinden memnundu, hiç rahatını bozmak istemiyordu ama annesini de geri çeviremezdi. Hem bugün yılbaşı gecesiydi, birazda onların yanında olmalıydı değil mi? Hep Mete amcasının yanında kalırsa belki annesi ve Dilem teyzesi üzülebilirdi. Küçük ve uysal adımlar ile ilerlerken Çakır'ın sesini duydu.

"Bende yardım edeyim sana Ay tenli."Artun Agâh Leyâl'e kıyamadığı için oturduğu yerden kalkarak yanına doğru sakin adımlar ile ilerledi.

"Ay olur Çakırcım." Hoş bir kıkırtı dudaklarından gökkuşağı misali firar ettiğinde Artun Agâh onun bu haline tebessüm ederek karşılık verdi. Varlığına ve şen gülüşlerine alışmıştı, ona sanki hep hayatındaymış gibi ve hepten hayatında olacakmış gibi alışmıştı. Pek arkadaş edinmeyi seven bir çocuk değildi lakin Leyâl ile olan arkadaşlığını seviyordu, tabi kavga etmedikleri sürece.

İkisi aynı anda mutfağa girdiklerinde annelerinin yoğun telaşı ile karşı karşıya gelmek durumunda kalmışlardı. Hayat hiç olmadık bir yerden, cehennememin ek kuytularında yaşam savaşı verirken kendilerine uzatılan, avuç içlerinde baharları yaşatan ve kendilerine can suyu olacak eller göndermişti. Hem umulmadık bir anda kendilerini böyle bir ailede, böyle bir mutluluk ve huzur içinde bulmuşlardı. Halbuki ölmek için günleri ömründen eksiltmeye karar vermiş bir anne ve herşeye rağmen hayatın haksız oyunlarında yaşamaya çalışan bir çocuk ile iki gariban yürekti onlar.

Kanadı kırık ruhların, kalbi hüzünlü yaralı çocuklarıydı onlar...

"Heh geldiniz mi çocuklar? Şimdi Artun oğlum sen çatal, kaşıkları masaya bırak, Leyâl güzelim sende masadaki pencereleri düzenli bir şekilde yerleştir. Olur mu?" Leyâl Dilem teyzesinin heyecanlı ve şen ifadesi ile ellerini dudaklarına bastırarak hafifçe kıkırdadı. Hep böyle bir kadındı Dilem teyzesi ve bugün kendini hâlâ çocuk gibi hissedebiliyorsa buda Dilem teyzesinin bitmek bilmeyen enerjisinden kaynaklıydı bu yüzden annesinden sonra en çok değer verdiği ve kendine anne gördüğü tek kadın Dilem teyzesiydi.

"Peki anne."

"Peki Dilem teyze." İkisi de senkronize olarak sanki anlaşmışlar gibi aynı anda cevap verdiklerinde bu halleri annelerini gülümsetmişti. Bu hallerine göz deviren Artun Agâh mutfak masasına ilerleyerek küçük bir tepside duran çatal ve kaşıkları alırken Leyal'in yemek masasına yerleştirmesi gereken desenli peçeteleri de tepsinin üzerine koyarak arkasını döndü ve kendisine dikkatle bakan birden fazla çift göz ile karşı karşıya kaldı. Dilem hanım oğlunun bu jestine karşılık saçlarını karıştırıp imalı bir göz kırptı. Artun ise annesinin bu hareketi ile yanakları bir domates gibi kızarırken bakışlarını yere indirerek bir an önce mutfaktan çıkmak için Leyâl'e doğru ilerledi ve "hadi" diyerek kendisiyle beraber küçük kızı da mutfaktan çıkardı.

"Kar yağarsa bahçeye çıkalım mı seninle Çakır?" koridordan salona doğru ilerlerken Leyâl giydiği kot tulumun düğmeleri ile oynayarak mahzun bir ifade ile aralarında ki sessizliğe bir son verdi.

"Çıkamayız." Leyâl'e bakmamaya dikkat ederek katı bir ifade ile cevap verdi Çakır. Ses tonu ne kadar katı olsa da yüz ifadesi yumuşaktı çünkü Leyâl'e karşı hiç bir zaman sert bir tutum sergileyemiyordu ama yanındaki küçük cadıya karşılık gardını indirmemesi gerektiğinin de farkındaydı.

"Neden ki?"dudaklarını büzerek düşünceli bir ifade ile konuştu. Aslında nedenini çok iyi bilen cin gibi bir kızdı ama her seferinde dışarı çıkma isteğini söylemeden duramıyor ve hep yanında Çakır olsun istiyordu.

"Hava soğuk ve sen hemen hasta oluyorsun. O yüzden olmaz." bir büyük gibi kararlı ve keskin bir ifade ile cevap verdiğinde çoktan salona girmişlerdi. Dedesi, babaannesi ve babasının bakışları kendilerine dönerken Leyâl utangaç bir bakış atarak küçük ve paytak adımlar ile Artun'un arkasında bitmiş ve küçük elleri ile Artun'un giydiği kazağın ucundan tutmuştu.

"Montumu giyerim ki çakır." Yine bir ikna etme girişimindeydi, bunu görebiliyordu Artun Agâh ama kesinlikle bu sefer onun bu tatlı görüntüsüne kalmayacak ve kararının arkasında duracaktı.

"Olmaz dedim Ay tenli, hem annelerimiz izin vermez." Göz ucu ile kazağındaki minik ele bakarak belli belirsiz gülümsemiş ama sert sesinden de ödün vermemişti. Leyal'in hasta olmasından nefret ediyordu ve bu sefer buna izin vermeyecekti.

"Lütfen lütfen lütfen, Çakııııır" yumuşak yüz hatları ile kendisine bakan kocaman ela gözleri ile fazla inatçı duruyordu. Leyâl hep istediğini alırdı ve Artun'un Agâh'ı çabuk kandırırdı. Artun Agâh onun bu ısrarına karşılık derin bir soluk bıraktı ve kaşlarını iyice çatarak yanında hayli küçük duran küçük kıza baktı. "Olmaz dediysem olmaz Ay tenli." O inatçı ise kendisi daha inatçı ve dediğim dedikti. Sürekli dışarı çıkma isteğini anlayamıyordu ayrıca karın yağıp yapmayacağı bile belli değildi, şimdiden dışarı çıkmaknın garantisini almaya çalışıyordu.

"Bende Anıl'ı çağırır onunla oynarım tamam mı?" Kollarını birbirine bağlayarak sırtını Artun'a çevirerek küskün bir eda ile omuz silkti. Artun'a küsmek istemiyordu ama o da hiç bir istediğini kabul etmediği için hep küsmek zorunda kalıyordu.

"Anıl kim Ay tenli?" Duyduğu yabancı isim ile ellerinde tuttuğu çatal ve kaşıkları dizmeyi bıraktı ve gözlerini kısarak kendisine sırtını dönmüş olan Leyâl'e bakarak konuştu.

"Sana ne?" Omuzlarını yukarı kaldırarak söylemeyeceğini belirtircesine bir kaç defa silkti. Cevap vermeyecekti...

"Sana ne ne demek? Ayrıca Anıl kim?" Aralarındaki bu konuşma sürekli bir sarmaşık gibi etraflarında dolanıp duruyordu. Hep bir "sana neler" hep aralarında uçuşup duruyor ve bu durum Artun Agâh'ı daha fazla sinirlendiriyordu.

"Sana ne demek sana ne demek Çakırcım neden anlamak istemiyorsun." Kocaman ela gözleri ile yandan nazlı ve tripli bir bakış attı Çakır gözlü Artun'a. Onu deli etmek deli gibi hoşuna gidiyordu.

"Beni çok sinirlendiriyorsun Ay Tenli." öfke ile tekrardan kaşık çatalalları eline alarak dizmeye başladı, bir yandanda ağzının içinden birşeyler geveliyordu. Küçük yaşına rağmen agresifiği çok fazlaydı ama onu bu kadar agresif yapan da karışında küskün bir eda ile kendisine bakan leyâl'den başkası değildi.

"Sen zaten hep sinirlisin Çakırcım." Leyâl ellerini beline yaslayarak bilmiş bir ifade ile konuştu. Gözlerinde sayısız yıldızın kaydığı haylaz pırıltıları görebiliyordu Artun Agâh ama yumuşamamak için bakmaktan kaçınıyordu.

"Değilim beni sinirlendiren sensin ayrıca Anıl kim?" annesinin kendisine verdiği görevi bitirdikten sonra Leyal'in yapmaktan özellikle kaçındığı peçeteleri de katlayarak çatal ve kaşıkların yanına bırakmaya başladı.

"Sorma cevap vermeyeceğim." Başını yukarıya kaldırarak derin bir soluk bıraktı, birazdan kesinlike sinirden bağıracaktı ve bunu yapmak istemiyordu.

"Leyâl?" Elindeki peçeteleri bırakarak kollarını birbirine bağlayarak küçük kıza döndü.

"Artun?" Leyâl'de aynı şekilde kollarını birbirine bağlayarak onu taklit etti. Onu taklit etmeyi ve onun gibi davranmayı seviyordu.

"Sen... Sen gerçekten delirtiyorsun beni." başını iki yana sallayarak küçük omuzlarını düşürerek kalan işini bitirdi ve masadaki tepsiyi alarak yerinde dikleşti. Yine bütün iş kendisine kalmıştı, buna acilen bir çözüm bulmalıydı.

"Az iş çok laf Çakırcım hadi hadi." Leyâl laf dalaşına girmekten kendisine verilen görevi çoktan unutmuş ve Artun'un onun yapması gerkeni yaptığını fark etmemişti bile.

"O az laf çok işdir Ay Tenli." Artun elindeki tepsiyi mutfağa bırakmak için adımlarken bir yandanda Leyâl'e laf yetiştiriyordu. Arkasından duyduğu paytak ve küçük adımlar ile dudağında eşsiz bir gülümseme oluştu. Onun sürekli küçük adımlar ile kendisine gelmesi gülümsemesine sebep oluyordu.

"Birşey olmaz, çok laf az iş Çakırcım." Mutfağa girdiklerinde annelerinin hâlâ yemekler ile uğraştıklarını gördüğünde onlara seslenmeden tepsiyi mutfak masasına bırakıp yine küçük elleri ile kazağını yakalamış olan Leyâl ile peşi sıra tekrar çıktılar mutfaktan.

"Az laf, çok iş Leyâl tamam mı?" Leyal'i tekrar düzeltmek isteyerek cevap verdiğinde küçük kız umursamaz bir eda ile omuz silkti.

"Tamam bende aynısını dedim işte." Artun Agâh nereye gidiyorsa o da onun peşinden ilerleyerek kafa patlatmaya çalışıyordu.

"Anıl kim?" Artun Agâh tekrar salona girdiğinde kendisi ile beraber yürüten Leyâl'e yukarıdan bir bakış atıp kafasından atamadığı soruyu tekrar sordu. Anıl denilen çocuğun kim olduğunu merak etmiyordu tabiki, sadece sormak istemişti.

"Çok soru soruyorsun Çakır." Sıkkın bir ifade ile Artun'un kazağını bırakıp boş olan üçlü koltuğa doğru ilerleyerek oldukça kibar bir hareket ile oturdu. Aynı şekilde Artun Agâh'da yanına oturup gıcık olmuş bir ifade ile yüzüne baktı.

"Sende söylesen ölür müsün?" Artık dayanamamış bir şekilde patladığında Leyal'in gözleri kocaman açıldı.

"Söylemesem ölür müyüm ki Çakır?" titrek ve tedirgin bir ses tonu ile konuştu. Ölecek miydi?

"Allah korusun, deme öyle şeyler." Artun'un çatık olan kaşları daha fazla çatıldı, bu düşünce ile göğsünde bir yer sızladı. Ah bu kız diye içinden sitem etti yine nasıl olmuştu da yanlış anlamıştı anlayamıyordu?

"Ama sen öyle dedin ya." Aynı şekilde Leyâl'de sinirle patladığında Artun kendini açıklama ihtiyacı hissetti ama bunu nasıl yapacağını bir an bilemedi.

"O anlamda söylemedim ki ben. Neyse..." Ne söylerse söylesin anlamayacaktı o yüzden açıklamaktan vazgeçmiş yılgın bir ifade ile sırtını koltuğa yasladı.

"Off Çakır kafamı karıştırıyorsun." Leyal'in isyan dolu sesi ile dudaklarında kaybolan gülümseme tekrar kendini gösterdi. Ona kıyamıyordu.

"Eğer kar yağarsa dışarı çıkabiliriz." Yine kararlarının arkasında duramayarak çok büyük bir başarı göstermişti. Kendini içten içe alkışlıyordu ama Leyal'in yüzündeki gülümsemeyi görünce bunun ona değeceğini düşündü. Gülümsemesi için değerdi...

"Gerçekten mi Çakırcım?" heyecan ile koltukta toparlanıp dizlerinin üzerinde durarak Artun Agâh'a döndü. Elalarında taşıdığı ışıklar karanlık bir geceyi aydınlatacak kadar parlaktı.

"Ama o Anıl denen çocuğu çağırmayacaksın?Tamam mı?" ses tonundaki umursamazlığa karşılık gözlerinde yoğun bir merak hakimdi.

"Söz veriyorum Çakırcım." Leyâl bir anda Artun Agâh'ın boynuna sarılarak sevincini belli ettiğinde küçük Artun'un yanakları kızardıkça kızardı, öyle ki kulakları bile kızarmıştı. Yinede buna rağmen o da Leyâl'e karşılık verdi. Sarılmak bütün sorunların çözümüymüş gibi her küstüklerinde sarılarak barışırlardı ve bu ikisinin arasında ki bağı daha da güçlendirirdi.

Sarılmak diyorum efendim, hayatın en müthiş hissi.

Ölüm...

Beş harf iki heceden oluşan insanlığın en saf ve en acı cehennemiydi. İnsanoğlu doğar; büyür, büyürken kâh mutlu olur kâh üzülür, yaşamın bütün duygularını ruhunda çizikler bırakacak kadar derin yaşar ve sonra ölürdü.

İnsanoğlu yaşamın kırık çiziklerinden daha çok ölü kalırdı...

Ölüm ruha mıhlanmış bir geminin ağır ve paslanmaya yüz tutmuş çapası gibiydi, zamanı geldiğinde sonsuzluk için bir yola çıkan o gemi güvertesinde hiçliğin kasvetinde yorulmuş ruhları misafir eder ve arkalarında yaşamın sınırlı sularında kendini kaybetmiş acılı insanlar bırakırdı...

Ölüm zaman kavramından habersiz yaşamın gırtlağına sarılmış, kana susamış bir feryattı.

Ölüm insanlığın ruhunda kederli yaralar bırakan ağır bir isyandı.

Ölümün yaşa ve yaşanmışlıklara saygısı olmazdı

Bir çığlık tangırdıyordu küf, kan, idrar ve pasın kan kokusunun sindiği ve hiçliğin ortasında bulunan bir depoda. Bu çığlıkların ve haykırışların bastırıldığı devrilmez bir kurdun yadsımaz savaşıydı. Düşman çelikten bir sırtı bıçaklayacak kadar kalleşti. Düşman kanaması durmayan yaralara tuz döküp can yakacak kadar acımasız, bir Türkü karşılarına alacak kadar akılsız, hırslarına yenik düşecek kadar zayıf ve ölümün ellerinde olduğuna inanacak kadar aptallardı.

Düşman vicdanın köreldiği bir ruhun şeytanıydı...

Bir kurdu ya öldürerek yada zincirleyerek etkisiz hâle getirebilirdiniz. Genç adam kollarındaki zincirlerle asıldığı boş deponun paslı kokusunu her nefes alışverişinde ciğerlerinde hissediyordu. Hırpalanmış bedeni yaralı bir kurttan farksızdı lakin o kadar dirayetliydiki dört gündür tutsak edildiği bu izbe depoda var gücüyle dayanmış ve kendisine sorulan hiç bir soruya cevap vermemiş, tek kelime etmemiş gıkını dahi çıkarmamıştı. Yüzündeki yaralar kabuk bağlamadan yenisi açılıyordu, vücudunda darbe almadığı tek bir yer dahi kalmamış, nefes aldıkça kaburgalarındaki kırıkların iç organlarına nasıl battığını bile hisseder hale gelmişti. Üstündeki beyaz gömlek artık gövdesini sarmaktan ziyade kurumaya yüz tutmuş bir sarmaşık misali sadece emanet gibi duruyordu. Çıplak ayakları buz gibi zeminde artık yara tutmaya başlamış, bileklerindeki zincirler artık teni ile bütünleşmiş gibiydi.

Saatler günlere devrilmiş ve günlerin enkazı altında kalmış gibi hissediyordu genç adam. Kaburgalarındaki kırıklardan dolayı zar zor aldığı soluğu aynı zorluk ile dışarı bıraktı. Dili damağı kurumuş, dudakları susuzluktan kurak bir çöle dönmüş, zihni ona oyunlar oynamaya başlamıştı. Yediği darbeleri bir kenara bırakıyor bu dört günde o kadar çok bilmediği bir ilaç enjekte edilmişti ki damalarlarına zaman ve mekan kavramını yitirmek hatta elleri kolları bağlı olmasa kafasına sıkacak raddeye gelmişti. Yinede zihnini açık tutmanın yollarını bir şekilde buluyordu, o özel olarak yetiştirilmiş, her türlü eğitimden geçmiş bir özel kuvvetler askeriydi. Hemen pes edecek ve düşmana konuşacak bir adam değildi, onun lügatında kahbeye boyun eğmek demek vatana ihanet, devletine hıyanet etmek demekti. O canı için vatanına ihanet etmezdi, edemezdi zira canının pekte bir kıymeti yoktu. Eğer ki canının bir kıymeti olsaydı gözünde bu mesleğe gönül vermez, o dikenli yollara adımını atmaz göz bile uzatmazdı.

Asker olmak demek, yaşamın heybesinde dört nala ölüme koşmak demekti...

Bu meslekte soluk alıp vermek azrail ile her daim omuz omuza yaşamak demektir. Bu meslekte ölmek bile yaşamak kadar meşakkatliydi lakin en meşakkatli ve en acı olanı ise ardında bırakılan canlardı. Ömür boyunca acısı yüreğinde ağırlık yapacak bir ana baba, belki hep yarım kalacak bir evlat, belki yarım kalan sevdasını sarıp sarmalayacak bir yaren...

Saatlerdir kendisini davet eden sessizliğin sağır edici çığlıkları arasında zihninin kendine oynadığı oyunlar ile cebelleşiyordu genç adam. Ruhuna ve bedenin aldığı yaralardan ziyade zihindeki arbede kendisini çıkmazlara sürüklüyordu. Sabrının son kırıntılarına o kadar sıkı tutunmuştu ki artık o kotanın sınırlarında dolaşıyordu.

Deponun gıcırdayan iğrenç sesi büyük boşlukta yankılandığında lakin genç adamın gözleri kırpışmadı bile zira kimlerin geldiğini biliyordu ve onları görmek öfkesini hiç olmadığı kadar kamçılıyor, içinde bulunduğu zincirleri ölesiye parçalamak istiyordu.

Payiz yüzündeki sırıtış ile elinde tuttuğu sigarayı zipposu ile yakarak derin bir nefes çekti. Kendinden emin ve dik adımlar ile zincirlere vurulmuş askerin karışında dikildi. Bu özgüven ellerindeki adamın güçlü zincirler ile bağlanmış olmasından geliyordu zira o depoda bulunan herkeste biliyordu ki o asker özgür olduğunda hepsinin infazı kesinleşmiş olacaktı.

" Demek konuşmakta kararlısın he esker?" Payiz denilen örgüt üyesi bakışlarını genç adamın yüzünde memnun bir ifade ile gezdirdi. Eserinden gurur duyuyormuş gibi bakıyordu.

"Kanı beş para etmez asalaklarsınız." Genç adam gözlerini aralayarak tutulan boynunu kırklattı ve gözlerindeki dipsiz öfke ile karışında ki adamın çirkin yüzüne baktı.

"Ne diyin lan sen? Tekrar et hele?" Payiz'in ses tonu alay doluyudu, bu korkak bir farenin kapana yakalanmış bir aslan ile dalga geçmesi ile eşdeğerdi.

"Toplasanız bir bok etmeyecek asalaklarsınız diyorum." Gür sesi depoda yankılandığında Payiz'in arkasında bulunan iki terörist öfke ile genç adama atıldı lakin Payiz buna izin vermedi. Elini kaldırarak ikisini tek hamle ile durdurdu ve bu genç askeri güldürmeden edemedi. Sahipleri tarafından emir bekleyen evcil hayvanlara benziyorlardı.

"Canına susamışsın sen esker." Payiz elindeki bitmeyen sigara ile genç adamın etrafında bir tur döndü. Ellerine geçen bir özel kuvvetler askerini bu hale soktukları için kendisini övüyordu içten içe.

"Kana susadım diyelim." Genç adamın delirtecek derecede sakin ve umursamaz sesi Payiz'i öfkelendirmişti.

"Kendine çok güvenirsen esker ama bak hele etrafına burda senden ve bizden başka kim var. Bak hele bak..." Tek parmağı ile büyük depoyu gösterdi.

"Ben hiç birşey göremiyorum ne varmış?" sadece bir avuç piçten başka birşey görmüyordu ve onları zihninde kaç farklı şekilde öldürdüğünü, kaç defa öldürdüğünü saymamıştı bile.

"Bana bak senin o güvenin burda bize sökmez, konuşacaksın esker, ya konuşacaksın ya öleceksin."

Payiz aniden genç adamın saçlarından tutarak elindeki sigarayı genç askerin göğsüne bastırarak dişleri arasından tıslayarak konuştu. Dört gündür bu adamı konuşturmaya çalışıyorlardı ama tek bir kelime dahi öğrenememişlerdi. Bu canını sıkıyordu ve kafasına sıkıp gebertmemek için kendisini zor tutuyordu.

"Sık kafama bitsin bu iş Payiz." genç subay sıkılmış bir ifade ile konuştu. Bu işin sonu ya ölüm ya ölümdü, başka bir son yoktu ellerinde. Ya kendisi şehadete ulaşacak yada bu depunun içinde ve dışında ne kadar terörist varsa hepsinin sonu olacaktı.

"Yapamam mı sanarsın esker?" Avuçları arasında ki saçları daha fazla çekiştirerek yüzlerini eşitlemek istedi lakin genç asker o kadar uzundu ki bu Payiz'i zorlamıştı.

"Sanmıyorum biliyorum." Genç adam zor aldığı soluklar arasında tekrar konuştu. Acısını fazlaydı lakin karşısında ölümünü bekleyen leş kargalarına bunu yansıtmayacaktı.

"Konuş!" Payiz öfke ile bağırdı. Nice asker yaralamış, nicesine işkence etmiş,nicesini öldürmüştü lakin ilk defa bir bordo bereli ellerine geçiyordu ve biliyordu ki karşısındaki adam Türkiye devletinin ta kendisiydi bu yüzden alacakları her bilgi örgütlerinin geleceği için çok daha önemliydi.

"Canım pek istemiyor." genç adam bedenindeki ve ruhundaki acılara rağmen kurduğu her cümle kanı bozuk olan teröristleri bir mermi gibi delip geçiyordu. Onları deli etmekten hiç olmadığı kadar keyif alıyordu.

"Konuş! İsim ver esker sende kurtul bizde kendi yolumuza gidelim." genç adam bu sözlere alışıktı. Ancak bir salak bunlara kanar ve öterdi.

"Ali Veli, kırk dokuz..." Karnına yediği yumruk ile bir an tökezleyecek gibi oldu lakin kısa sürede toparladı kendini. Solukları artık kendisine ağır geliyordu ama dayanamak zorundaydı, ekibi gelip kendisini burdan çıkarana kadar dayanmak zorundaydı.

"Bana bak burada kafana sıkarım leşinden kimsenin haberi olmaz." Payiz belinden çıkardığı silahı genç askerin şakağına dayayarak bastırdı. Artık sabrının son demlerinde olduğunu görüyordu genç adam ve bu kadar delirmiş olması kahkaha atma isteği uyandırıyordu kendisinde.

"Kendinle karıştırdın herhalde, biz şehit oluruz cenneti kazanırız siz leş olursunuz cehennem bile sizi kabul etmez." Bilenlerine bağlı olan zincirleri büyük bir öfke avuçladı. İçinde patlamaya hazır tehlikeli bir volkan harekete geçmişti ve bunun önünde dahi geçmek istemiyordu.

"Leşini hayvanlara yem edecem esker, bir mezarın bile olamayacak." Elinde tuttuğu tabancanın horozunu indirdi. Görüyordu ki hiç birşey öğrenemeyeceklerdi ve gebertmekten oldukça keyif alacaktı.

"Konuşmayacaksın he esker?"

"Anlama probleminiz olduğunu düşünmeye başladım, gerçi..." Karşısında kendisine silah doğrultmuş Payiz'e üstten alaycı bir bakış atarak devam etti. " Sizde akıl olsa bu yolda olmazdınız."

"Son duanı et esker. Benden günah gitti." Payiz'in ses tonundaki titreme genç adamın doğru yolda olduğunu gösteriyordu.

"Senden âlâ günah mı var it." Gözlerinde yanan öfke ateşi yüz hatlarında yayılmıştı. Biliyordu ki bugün burada kıyamet kopacaktı ve bu kıyametin sebebi kendisi olacaktı.

Payiz karışısında perişan haline rağmen hâlâ dik duran Türk askerine içindeki bütün kin ile yumruk attı. Elinde tuttuğu silahı tekrar şakağına dayayarak tetiği çekmek için kendini hazırladı.

"O çok güvendiğin Türk devleti nerede esker. Hani nerede o çok güvendiğin diğer esker arkadaşların, niye kimse gelip seni kurtarmıyor. Bak son kez diyim güzel güzel konuş, seni bırakalım biz kendi yolumuza sen kendi yoluna." Genç adam sıkkın ve bayık bir bakış attı karşısındaki adama. Az önce yediği yumruk kaşında yeni bir yara açmıştı lakin acısını dahi hissetmiyordu, küçük bir sivrisinek ısırığı sanmıştı.

"Size kendimizle ilgimi bir sır vereyim mi? Yaklaş?" Payiz merak ile genç askere daha çok yaklaştı. Sonunda öteceğini düşünerek zafer ile gülümsedi.

"Hah şöyle yola gel ya. Anlat bakalım." Ses tonundaki keyif arkasındaki iki teröristi de güldürdü. Bir askeri yakalamayı başarı sanan kansız itlerden başka hiçbir şey değillerdi.

"Kurt kışı geçirir lakin yediği ayazı unutmaz Payiz." ve daha ne olduğunu anlayamadan kafasını Payiz'in yüzüne geçirdi. Kırılan bir kemiğin çatırtı sesi bütün depoda yankılandığında, Payiz öfke ve acı ile bağırmaya başladı.

"ŞİMDİ ÖLDÜN SEN ESKER!" Bir eli ile kanayan burnunu tutarken, aldığı darbe ile elinden düşen tabancayı alıp genç adamın şakağına bastırarak hiç düşünmeden tetiği çekti.

Boş depoda yankılanan silah sesi ile dışarıda nöbet tutan bütün teröristlerin bakışı depoya döndü.

Asker öldürülmüştü...

🌙

BİR AY ÖNCE

Leyâl'den

Soğuk bir hazan vakti savrulur durur yüreğim, ben bir ağaç dalından düşen dağılmaya yüz tutmuş yaprak parçasıyım. Bazen havada süzülüyor, bazense sert kayalara çarpıp biraz daha hırpalanıyor ve en sonunda yine bir kar yığınının altında kalıyordum. Kasvetli bir kışın dirençsiz kar taneleri gibiyim, rüzgarın savurup attığı, bembeyaz bir örtünün eksilmeyen o küçük parçasıyım. Ruhum ve zihnim yorgun, aldığım soluklar bir radde de uzaklaşıyor lakin tükenmiyor, oysa tükenmesi için her darbe vuruluyor kanadı kırık yüreğime. İçimde susturamadığım düşleri kırık bir kız çocuğu var, elleri ve dizleri yaralı, ruhunda taşıdığı kelebekler bile ölmeye yüz tutmuş...

Kırık bir pencereden ruhuma batan ayazın kesik soğuğuna direnmeye çalışan köksüz bir kız çocuğuyum. Belki de beni benden eden geçmişimin can yakan parmak izleridir, içimde ruhuma ayak bağı olan herşeyi silkip atma, tutunduğum muammalarla dolu hayatın kıyısından süzülme isteğine engel olamıyorum. Halbuki kırk kere düğüm attığım yaşamın ince dallarına kendime bile güvenmediğim için kırk birinci düğümü atmaya hazırlanan ben değilmişim gibi yılgın ve karamsarım. Ruhumun parmak uçlarını sızlatan anılarım zihnimde ve benliğime bir kıymık gibi batarken, geçmişin tozlu sayfaları kırık bir sancı gibi yüreğimi eziyordu.

Bir ömrün omuzlarıma yıktığı o ağır hüznün altında eziliyorum.

İçimde susturmakta zorlandığım küçük bir kız çocuğu vardı. Bunu daha önceden de fazlası ile hissediyordum lakin hatırladıklarım bir iğnenin sivri ucu gibi zihnime battıkça neyin ne olduğunu daha iyi anlıyor gibiydim ve elbette bunda çakır gözlü bir adamın payı fazlası ile vardı. Yılların eskitmediği bakışları her daim bana tanıdık gelmişti lakin o kadar uzaktım ki hatıralara bana hep parıldayan gözler ile bakan adamı tanıyamamış, hatırlayamamıştım.

Artun Agâh...

Sol yanımı talan edip beni geçmişime kavuşturan çakır gözlü adam. Savruk bir ruhta yaşamaya alışmış yüreğimi bir kış sabahı sahiplenip bir gece hunharca koparıdığım adam. Kağıt kesiği gibi yüreğimde sızı oluşturan, ruhuma kıymık gibi batan adam... Sol yanımı kendine ait kılmış gibi hep solumda soluklanırken buluyordum kendisini, ama o sadece bir sola ait olamayacak kadar yüceydi benim gözümdez gönlümde. O Mete amcamdan sonra güvenip ruhumun parçalanmış sırtını yasladığım dağdı, bir limandı. Kendimi yaşatmak istediğim bu hayat oyununda bilmeden öldürdüğüm buna rağmen benim için benden bütün benliğini ile vazgeçmeyendi...

Yüreğimi gafil avlayan kırık bir zede var, içimde sen diye taşıdığım.

Şimdi tam yanı başımda oturmuş öfkeli soluklarını tenimde hissettimğim, bir girdabı andıran öfkeli ve mesafeli bakışları ile karışımızda bizi bizden edecek o dalga geçilesi manzarayı seyrediyorduk. Aslanlar holdingin yönetim katındaki toplantı odasındaydık. Asansörden indiğimizde gördüğümüz manzaranın gerçek olmamasını dinlemiştim lakin gördüklerimiz bütün çıplaklığıyla karşımızdaydı. Artun'un yanımda bütün sakinliği ile oturuyor olması kopacak olan fırtınanın sessiz habercisi gibiydi, sadece o değil içimde baş gösteren kızgınlık, sinsi bir yılan gibi kalbime çöreklenmeye başladığında kendimi görevi düşünmeye zorlayarak sakinleşmeyi hedefliyordum ama tesiste kopacak fırtınanın önüne geçmeyecek hatta bizzat bu durumun üzerine gidecektim. Yapılan her davranış; doğru veyahut yanlış, açıklaması var veya yok farketmeksizin bende bir yaptırımı olacaktı. Özellikle bu durumda, böyle bir anda yapılmış olan hata için verilecek bir taviz söz konusu dahi olamazdı, olmayacaktı.

Hazan...

Sarı saçlarının yerini kızıl saçlar, yeşil gözlerinin yerini ise mavi lenslerin aldığı, yanağında ki küçük ben ve yaptığı makyaj ile işgalini tanınmayacak kadar değiştirsede tek bir bakışı ile tanışmıştık kendisini. Tanımamayı dilerdim, hatta görmemeyi. Düz ve ruhsuz bakışlarımı ardındaki öfke ve hayal kırıklığı ile baktığım, karşımda oturmuş gözlerinde sağlayamadığı tedirginlik ile bize bakan kadına karşı beslediğim bir güven yoktu ama günler öncesinde yaptığımız toplantıda, sonrasında yapılan görüşmelerde nasıl olurda bu konu hakkında bilgi vermediğini bunu yaparken ne düşündüğünü, amacının ne olduğunu anlamaya çalışıyordum.

Kurduğumuz planların devrilen bir masa gibi dağılışını izliyordum. Dinçer Arslan daha toplantıya teşrif etmemişti ve ben bu toplantının olmasını istemiyordum zira oyun içinde oyun oynamak bütün planlarımızı yıkardı ve ben buna izin vermeyecektim.

"Dinçer bey gelmeyecek herhalde?" Artun benim gibi düşünüyor olmalıydı ki zihninde çalkalanan sorulardan birini çekip alarak karşımızda bize bakan tanıdık gözlere ok gibi yönelti. Öldürücü derecede soğuk olan sesi ortamı daha fazla geriyor, bir çığın düşmeden öncesi sessizliğini andırıyordu.

"Kendisinin sizlerin geleceğinden haberleri yoktu efendim şuan başka bir görüşmede oldukları yarım saat içinde burda olacaklarını size iletmemi söylediler." Zeren şüpheci bakışlar ile gözlerime baktığında birşeyler olduğunu anında kavrayarak yerinde dikleşti.

"Bizim o kadar vaktimiz yok! Bugün kaç toplantımızı erteleyerek buraya geldik ve dakikalardır burda bekliyoruz." Artun Agâh sol bileğine bir yılan gibi sarılmış ve oldukça pahalı görünen saatine bakarak gergince cevap verdi. Şuan burdan çıkmaları gerektiğinin farkındaydı ve bunu elinden geldiğince hızlandırmaya çalışıyor gibi görünüyordu.

"Ben hemen kendisine bilgi vereyim lütfen oturun." Zeren günlerdir planlamasını yaptığımız bu görüşmeyi elimizin tersi ile itiyor olmamıza anlam veremiyordu. Rahat ama bir o kadarda dikkatli bakışlar ile problemin ne olduğunu çözmeye çalışıyordu.

"Bilgi vermenize gerek yok başka bir toplantımız olduğu için ayrılmak durumundayız siz kendisine iletirsiniz." Artun'un cevap vermesine fırsat vermeden yumuşak bir ses tonu ile konuştum. Bir yay gibi gerilmiş bu ortamda yayın keskin ve can yakan gerçekleri üzerinde tepinip duruyorduk. Hazan'ın tedirgin bakışlarını üzerimizde olduğunu anlayabiliyordum, ben ara sıra birkaç saniyelik göz temasları kursamda yanımda duran adam onu yok sayarcasına yüzüne dahi bakmıyordu.

"Efendim lütfen, benim hatam-" Zeren'nin cümlesini yarıda kesen Artun Agâh'ın yukarı kalkan eli oldu. Tepkisizliği Zeren'i korkutmuş olmalıydı ki bir adım geriye atarak yutkundu. İşte o an çok büyük bireyin olduğunu anladı, bunu kahvelerine yansıyan endişeden anladım. Onu rahatlatmak istesemde şuan kendimi fazlası ile gergin hissettiğim için herhangi bir girişimde bulunmadım, bulunamadım.

"Bir hata yok, görüyorum ki Dinçer bey iş konusunda bir disiplini yok, bugün buraya bir teklifte bulunmak için gelmiştik ama bu durumda bundan vazgeçtiğimizi belirtmek isterim." Artun'un itiraz istemeyen tehlikeli sesi ile Hazan ayağa kalkarak dudaklarını araladı.

"Ama efendim..." başka bir bedende bize yönelik kuracağı itiraz cümlesi ile sesini duymak istemeyen Artun'un gür sesi odada yankılandı. Düşmanın sesini duymuş gibi gözlerinden püsküren lavlar karşısına çıkacak her canlıyı kül edecek kadar güçlü ve ölümcüldü.

"Bu kadar yeter! Gidiyoruz!" yeri sarsan sert adımları toplantı odasını delip geçtiğinde seri adımlar ile kendisini takip etmeye başladım. Yan yana ayakta durmuş Zeren ve Hazan'ın yanından geçerken tehlikeli bir gülümseme ile dişlerim arasından tıslayarak konuştum.

"Tesise geliyorsun, hemen!"

Attığımız adımlar bizi bir boşluğa sürüklüyormuş gibi sarsak olsada bunu belli etmeyecek bir güçte kendimizden emin adımlar ile şirketten çıktığımızda soluk boruma takılmış olan gerginliğin durgun ipi bir ölüm meleği gibi ruhumu sıkıp sıkıp bırakıyordu.

Arslanlar Holding'ten nasıl çıkmış nasıl arabaya binmiştik hepsi dumanlı bir filmin parçası gibiydi. Aramızda süre gelen sessizlik yuvasından çıkmış bir mermi gibi dördümüz arasında sekip duruyor ama hiç birimize isabet etmiyordu. Sanki kim dudaklarını aralasa ona saplanacak ve onun canını haykırırcasına yakacaktı. Buna gönüllü olmuş bir denek gibi dudaklarımı araladığımda o mermi ilk olarak benim dilimi parçalayıp geçti.

"Artun-" dilimden ruhuma doğru akan kanlar tuzla buz olup Artun tarafından hızla kesildi.

"Şimdi değil Leyal, şuan değil." Şuan bu konuyu konuşmak istemediğini sert bir dil ile belirttiğinde kafamı sallayarak kendisini onayladım. Gergin bedeninden bana doğru akan o enerjiyi dibine kadar hissediyordum ama bunun için yapabileceğim hiçbir şey yoktu.

Bakışlarımı sağımda duran pencereye çevirerek büyük kaosun sessizliğine ortak oldum. Artun Agâh cebinden çıkardığı telefondan birşeyler yazarak gönderdi, kiminle iletişime geçtiğini bilmiyordum lakin üstlerimizle olmasını umuyordum. Bunun bir açıklaması varsa bile şuandan itibaren yoktu. Saklanmış bir gerçeğin, can alıcı bir açıklaması ve gerçekçesi olması gerekirdi ama bizler bunu kabul edemeyecek kadar profesyonel bunu göz ardı edemeyecek kadar eğitimli askerlerdik. Bugün göz ardı ettiğimiz gerçekler ileride bizi intihara sürükleyecek sebeplere gebe olurdu.

Avucumun içinde yazan hayalî gerçekleri bir kum gibi ezmek ister gibi yumruk yaptığımda kendimi çaresizce kaybolmuş gibi hissediyordum. Bazen bu mesleğe girdiğim için pişman olduğum anlar oluyordu ama bu anlar o kadar azdı ki bir elimin beş parmağını bile geçmezdi, şuan o anlardan birinde gibiydim. Sürekli sırtımdan bıçaklanacağımızı biliyordum, bu yaralar genelde düşmanların açacağı derin kesikler olurdu lakin ilk defa içimizden birinin ihanetine uğradığımızı görüyordum.

İhanetin uzun tırnakları omuzumdaki yükleri tırmalayarak geçip gittiğinde geride bıraktığı izlerin ne zaman kapanacağını bilmiyordum. Düşüncelerimin ruhuma çektirdiği ızdırabını bölen şey yumruk yaptığım elimin üzerine konulan büyük ve güçlü bir el oldu. Daldığım düşünce okyanusundan titreyerek ayrıldığımda küçük elimin üzerindeki elin sahibine döndü sancılı bakışlarım.

Bana herşeye siper olacakmış gibi bakan Artun'un güven veren çakırları ile rastlaştığımda göğüs kafesimde unuttuğum soluğumu dışarı bıraktım. Elimin üstündeki elini parmaklarım ile sarmalarken bu hareketim karşısında gözlerinde sönmeye yüz tutmuş yıldızlar belli belirsiz parladı. Elimi ben burdayım der gibi sıktığında tek yapabildiğim gözlerine bakabilmekti...

Varlığın koca bir gaflettir, yüreği buruk çocukluğuma...

Topuklu ayakkabılarımdan çıkan hiçliğin bunaltıcı ve uğultulu sert sesi tesisin gri ve ruhsuz duvarlarında yankılandığında öfkeli zihnimde kopan kıyamet birazdan bütün tesisi yakıp yıkacak kadar kuvvetliydi. Yüreğimde bir kor gibi başlayan öfke mideme vurmuş olmalıydı, kıvrandırıyordu. İçime sığdırmaya çalıştığım soluklar ciğerlerime fazla geldiğinde titrek bir şekilde dışarıya saldım. Yüreğimde hissettiğim ağırlığın bir affı olmayacaktı, bugün yaşadığımız bu durumun hiçbir affı hiçbir açıklaması olamazdı. Öfkeyen titreyen bedenim cereyana tutulmuş gibi beni sarsıyordu. Normalde her türlü olayda sakin kalabilen benliğim bugün bunu red ediyor ve isyan bayraklarını fora çekmeye başlıyordu.

Haftalardır gecemizi gündüzümüze katarak hazırladığımız planlar bugün bir hiç uğruna katran karası bir kalemle üstünün çizilmiş olması ve burdan sonrasını nasıl çevireceğimizi bilmiyor oluşum göğüs kafesimdeki ateşi harlıyor ve bu durum canımı okuyordu. Her daim B planı olan ben zihnimdeki karmaşanın önüne geçemiyordum. Arkamdan gelen tok ve kulaklarımı tırmalayan adım sesleri ile aniden arkamı döndüm, bir adım gerimden beni takip eden ve benim anı dönüşüm ile duran Artun yüzbaşı boş ve mimiksiz bir ifede ile beni izlerken onun ardında duran Gaye ve Kağan gözlerindeki bariz öfke ve tedirginlik ile benden gelecek olan tepkileri kestirmeye çalışıyorlardı.

"Hazan teğmen geldiğinde toplantı odasına gönderin. Çeksin siyahları üzerine rütbesi ile çıksın karşıma anlaşıldı mı?" gür sesim tesisin boş koridorunda bir tutsak gibi yankılandı. Zihnimde bir süt gibi kaynayıp taşan öfkem herşeyi yakıp yıkacak cinstendi.

Doğrudan Gaye'nin gözlerine elalarımı bir silah gibi doğrultarak kilit vurulmuş dudaklarımı araladım. Küçük

Sakin kalmaya çalışan bünyem, gördülerini idrak edemeyen zihnim ile yoğun bir savaş içerisindeydiler. İhanetin acı tadı mıydı yoksa kandırılmış olmanın verdiği o keskin koku muydu midemi bulandıran bilmiyordum Tek bildiğim sorulması ve kesilmesi gereken bir hesabın olduğuydu.

"Emredersiniz komutanım!" Gaye ve Kağan kısa bir baş selamı vererek yanımızdan hararetli bir şekilde ayrıldıklarında bakışlarım dakikalardır gözlerini benden ayırmayan adama kaydı. Gözlerinin ardında yanan ateşin sıcak varlığını ruhumda hissedebiliyordum lakin onun nasıl bu denli sakin kaldığını anlayamıyordum. Bugün düşman hattına attığımız bomba bizim elimizde patlamıştı.

"Leyâl biraz sakin ol."Ruhundaki kasvetli nidaların yanı sıra, dudaklarından intihar eden kelimler beni hayrete düşürmeye yetmişti. Kaşlarım bir ölüm çukurunu andırırcasına çatıldığında karşımda olan kişinin bir yüzbaşı olduğunu hiç sayarak sağ elimi kaldırarak sert bir ifade ile konuştum.

"Sakın! Sakın bana ne yapmam gerektiğini söyleme." cümlelerim bir binanın yıkılmadan önceki son darbesini andırıyordu. Ona bu denli sert çıkacağımı bende bilmiyordum ama bugün burda bu haldeysek buna sebep olanlar dışarıda bir yerlerde bizimle dalga geçercesine hamlelerini yapmaya devam ediyordu.

"Haklısın, tamam ama bir cellanmeden dinleyelim teğmeni." dudaklarım arasından çıkan bir "Hah" nidasına engel olamazken başımı bir sağa bir sola kırarak kendimi rahatlatmaya çalıştım. İğne gibi kalbime batan gerçekler bir mıh gibi aklıma kazınmıştı, sesindeki sakinlik bir an duraksamama neden oldu ama bu çok kısa sürdü.

"Bende onu yapacağım,gayet sakin bir şekilde dinleyeceğim şüphen olmasın." hiç bir ifadeyi savunmayan ses tonum ile Artun Agâh sıkıntılı ve sert bir soluk bıraktı. Omuzlarına çöken darbeler bugün benim kadar onu da yıkmış görünüyordu. Ruhlarımıza bir kıymık gibi batan sancılar yeni baş gösteriyordu. İkimizde ne yapmamız gerektiğini biliyorduk ama o benim kadar fevri hareket etmeyecek ve Hazan teğmeni daha sakin bir şekilde dinleyecek ve ona göre bir karar verecekti, bunu görebiliyordum.

Onun bu kadar sakin kalıyor olmasına şaşırmıyordum, askine onu anlıyor ve mesleğinin kendisine vermiş olduğu tecrübe ile olaylara daha mantıklı yaklaşmaya çalışıyor ve tim içindeki otorite ve koordinasyonu da sağlamaya çalışıyordu. Şuan benden bile mantıklı yaklaştığının farkındaydım lakin ben bu durum için hiç bir mantık oturtamıyordum.

" Bak, içimde patlamaya hazır bir volkan var ama sakin kalmalı ve ona göre harket etmeliyiz.Üstlerimiz ile bu konu hakkında bir görüşme yapmalıyız. Hazan'ı onlar seçti, böyle bir durumda yanlış bir asker seçimi yapmazlar." bakışlarında ki hiçliğin ardında bir ışık gibi yanıp sönen öfkeyi çok kısa bir an gördüm ama bu çok belirsizdi. İçinde kendisi ile çetin bir çatışma içinde olduğunu fark edebiliyordum. Dinçer Arslan'ın holdinginden çıktığımızdan beri aramızda süre gelen buz gibi bir sessizlik tesise vardığımızda çatırdayarak erimeye başlamıştı.

"Hazan yanlış bir asker seçimi değil, Hazan bugün o masada neyin yanlış neyin doğru olduğunu, kendinin ne olduğunu gösterdi. Kaç haftadır çalışıp didindiğimiz planları tek hamle ile silip attı." bir dar ağacında kıvranıp duran yüreğimden dilime nükseden zehri akıttığımda Artun'un silah tutmaya alışık olan nasırlı parmakları saçlarını öfke ile çekiştirdi.

Sinirden çenesinde ki kaslar seğirirken çakır gözlerindeki ciddiyet beni ikna etmeye çalışan bir trajedi gibiydi. İlk defa tökezlemediği aşikardı ama ilk defa bu denli tökezlediğini de görebiliyordum. O şeytani bile ininden çıkaracak ve onunla oyunlar oynayarak tekrar cehennemine gönderecek kadar zeki bir adamdı, sadece gözünün önünde duran gerçeği nasıl olur da göremediğini, ekibinden birinin nasıl olurda bunca zamandır böyle bir görevde olduğunu bilmediğini ve bunun nasıl bu kadar başarılı bir şekilde saklandığını anlamaya çalışan bir yüzbaşıydı şuan karşımda duran adam.

"Biz plana sadık kalacağız Leyal bu böyle durumlar bizi hiç bir zaman tökezletmedi, yada bizi hiç düşürmedi biliyorsun." ses tonundaki isyanı yüreğim sezdi, ruhum kabul etti lakin zihnim onu içeri alacak kadar bile güvenmiyordu. Bu benim suçum muydu? Bu benim ön yargılarım mıydı? Ben mi fazlası ile gaddarca davranıyordum yoksa bizi bizden eden gerçekleri bir tek ben mi görüyordum?

"Ben bizi yolumuzda yoracak hiç birşeye izin vermem merak etme sen." Hiçbir duygu barındırmayan ses tonum ve ifadesizce duran elalarımın hedefi çakır gözlerdi.

"Geldiğinde konuşacağız ve bir karar vereceğiz. Ama onun bir asker olduğunu ve bu görevi alırken tek başına düşünüp karar vermediğini, kendisine verilen emirler doğrultusunda hareket ettiğini unutmamanı istiyorum." saçma bir oyunun içinde savrulup duran ruhum Artun'un haklı cümleleri ile sarsıldı. Bir asker gibi düşünüp bir komutan gibi karar veriyor olması hayranlık uyandırıyordu ama şuan karşımda bana ve yürüttüğümüz operasyona karşı savunduğu kadınım sanki çok küçük bir hata yapmış gibi arkasında durması öfkemi kaynattıkça kaynattı.

"Askerinizin arkasında bu denli duruyor olman gurur verici Yüzbaşım." dudaklarımı bükerek kendisine alay dolu bir ifade ile bakış attım. Yalanlar aramızda bir yılan gibi asılı kalırken bu saçma oyuna daha fazla dahil olamayacağıma karar vererek sırtımı kendisine dönerek sert ve öldürücü adımlar ile yürümeye başladım.

"Sadece görevimi yapıyorum." benimle beraber adımlamaya başladığında attığım bir kaç adımı aniden keserek sakin bir eda ile kendisine döndüm. Benim duran adımlarım ile Artun'un da adımları kesilmiş ve aramızdaki mesafe bir adımdan daha kısa kalmıştı, şimdi öfkeli soluklarını siyah saçlarımın kumaşında hissedebiliyordum. Boyu benden uzun olduğu için kafamı geriye doğru atarak pürüzsüz ve net bir ses tonu ile konuştum.

"Göreviniz eğer yanlışı savunmak ise buyrun sizi de Hazan teğmen ile yapacağım konuşmaya davet ediyorum komutanım." üstüneki takımın ceketini çıkarmış ve sadece beyaz gömleği ile kalmıştı. Üstte kalan bir kaç düğmesini sıkıntı ile açtığında kafasının içinden gözlerime düşen pusular bile isteye ruhumun üstüne bakarak geçip gitti.

Bazı anlar vardır ve o anlar yüreğimizin hayal kırıklığı olur ve bu hayal kırıklığı gözlerimize yansırdı. Şuan hayal kırıklıklarımın parçaları ayak ucuma dökülüyordu. Artun bunu görmüş olmalıydı aramızdaki bir adımlık mesafeyi kapatarak kirpiklerime düşen saçlarımı çok değerli birşeye dokunuyormuş gibi incitmeden kulağımın arkasına attı.

"Leyâl..." dudaklarından bir dua gibi dökülen ismim tenimde büyük bir ürpertiye sebep oldu. Kalbim bana ihanet edercesine hızlandığında ses tonunda belli belirsiz bir yakarmayı sezmiştim. Beni anla diyordu, bana hak ver ve sakin ol halledeceğiz diyordu.

Oysa ikimizde birbirimizi anlamalıydık. Ben onu anlıyordum ama onun beni anladığından şüpheliydim... Güçlükle geriye doğru bir kaç adım atarak aramızdaki mesafeyi tekrar açtım, aynı düşüncelerimizin bizim için açtığı mesafe gibi.

"Komutanım, daha fazla konuşmanın lüzumu yok. Gidin formanızı çekin ve bir saat sonra toplantı salonunda olun lütfen." tekrar kendisine sırtımı döndüğümde gür ve katı sesi aramızda yankılandı. Çileden çıkmış kükreyişi ile hışımla arkamı döndüm, bağırarak neyi kanıtlamaya çalışıyordu yada neyi göstermeye çalışıyordu? Gözlerindeki delilik canımı okumaya yemin etmiş gibi benim gözlerimi buldu.

" Ne yapmamı istiyorsun, esip gürleyeyeyim hakaretler edeyim sonra da kapı dışarı mı edeyim? Ne yapayım ekipten mi atayım?"

Başımı ağrıtan at kuyruğum sanki ruhumu sıkıyordu.

Artun'un alnında atan damar zihinimi delip geçecek kadar arsızdı. Ayakta duran heybetli duruşundan yayılan kızılımsı öfke kendisiyle beraber benide yakmak istiyor gibiydi ama ama atladığı birşey vardı ki benim öfkem ikimizi de kül ederdi. Birbirimize kafa tutmanın yeri ve zamanı olmadığını biliyorduk ama onun savunması ile benim gerçeklerim yüzsüzce aramızda sallanıp duruyordu. Bir hainin varlığı midemi altüst etmeye yetiyor ve zihnimin dumanlı bir şekilde kurmasına sebep oluyordu. Ben hata mı yapıyordum? Sırtımda taşıdığım onlarca askerin canını düşünerek hata mı yapıyordum? Bizden saklanan gerçeğe öfkelenerek, ne olduğunu bilmediğimiz bir tuzağa düşmemize engel olmaya çalışarak hata mı yapıyordum?

"Ya benim gördüklerim ile senin gördüklerin farklı şeyler miydi? Anlamıyorum ya! Orda barut gibi olan adam ne olduysa burda bana askerinin yaptığı hatayı yüzüme yüzüme savunuyor!" beynimin içine batan tahtaların küçük kırıntıları canımı yaktığında kollarımı iki yana açarak olabildiğince yüksek bir sesle isyan ettim. Artun'un bu tavrı bozuk olan moralimi gittikçe daha bozuyor ve kendimi hatalıymışım gibi hissetmeme sebep oluyordu.

"Benim kimseyi savunduğum yok! Sadece bir hata yapmana engel olmaya çalışıyorum." gerilen ortamın sesi aramızda çatırdadı. Bilerek üstüne basa basa söyledikleri haince aramıza sızdı, benim hata yapacağımı düşünecek kadar beni tanımıyordu.

"Ordan bakılınca nasıl duruyorum senin gözünde. Mesleği eline yeni almış çaylak bir subay mı? Yada meslek hayatını evrak düzenleyerek geçiren, operasyon nedir, taktik nedir, saha nedir, gizli operasyon nedir bilmeyen bir çaylak gibi mi duruyorum? Sen beni gözünde ne olarak görüyorsun?" kalbim burkulmaya mesken tutulmuş küçük bir kız çocuğuydu. Her daim büyüdüğümü iddia eden ben bugün yine hiç olmaması gereken biri tarafından kırılmıştım. Belki de hatalıydım belki de hata yapacaktım, bunlar olabilecek beyaz gerçeklerdi lakin karşımda kendisi hiç hata yapmamış gibi beni uyaran bu adam bugün belki de aramıza bir hain olarak girmiş bir kadını savunuyor ve bunu görmezden gelmemi isteyerek hareket etmemi istiyordu.

Bende bir askerdim, eksik bir asker... Ama neyin ne olduğunu bilecek kadar işleyişe hakimdim. Kafamın ikiye bölündüğü bu karmaşık zaman diliminde göğsüme bir mızrak gibi dayanan soluklarım boynuma bir urgan gibi sarılmış ve beni boğmak isteyen bir cellat gibi o urganı sıktıkça sıkıyordu.

Hayali celladım bonumda derin ve ölümcül bir iz bırakarak benden uzaklaştığında Artun'un sabırsız, kalın ve bariton sesi kulaklarıma doldu. İrislerim zaten kendisinin üzerindeydi, dakikalardır koruduğu sakinliği şimdi toz olup uçmuş gibi elleri yumruk olmuş şekilde bir o tarafa bir bu tarafa gidip geliyordu.

"Bunu kastetmediğimi çok iyi biliyorsun!" haykırırcasına çıkan kelimeler karışında bir an afalladım ama hemen toparlanmak adına ellerim ile yüzümü sertçe sıvazladım, dizlerimin titremesi için ne yeri nede zamanıydı.

"Artun! Bize bir görev verildi. Devletin en kapsamlı ve büyük operasyonu bize güvenilerek verildi, tek bir hataya göz yumarsak bugün, düşman için kazdığımız mezarlara hepimizi tek tek gömerler haberin olsun." Herşeye rağmen sakinliğimi koruyarak tane tane kendimi açıklamaya çalıştım çünkü başka türlü anlaşamayacak gibi duruyorduk. Duygularımız gelgitliydi, ikimizde bir hızla yükselip aynı hız ile yere çakılabiliyorduk, ikimizde fazlası ile baskındık ve bu baskınlık bizi sonu gelmez yollara sürüklüyordu.

"Buna izin vermeyeceğimi çok iyi biliyorsun." Kendinden emin bi ifade ile omuzlarını dikleştirdi. Sanki şuan bir tehlike dibimizde bitse kendini bana siper edecek, kendini benim uğrumda harcayacak gibi duruyordu karşımda. Ama ikimizinde sürükli hatırlamak zorunda kalacağı bir gerçek vardı ne ben geçmişindeki o küçük Leyal'dim nede o tanıdığım ve sevdiğim Artun Agâh.

"Bilmiyorum! Ben birşey bilmiyorum Artun. Seni tanımıyorum, senin neler yapabileceğini bilmiyor. Görmedim! Görmediğim birşey için sana inanmamı bekleyemezsin."

Dile getirdiğim gerçekler aramızda dağıldığında bana bakan gözleri ardındaki hayal kırıklığı kalbime batarak canımı yaktı. İsyan edercesine söylediklerim çocukluğumuza, geçmişimize haksızlıktı bunu biliyordum ama ben artık kendimi bile tanıyamıyorken karşımda benim uğrumda herşeyi yapabilecek adamı hemen tanıyabilmem imkansızdı.

Geçmişin geleceğimize karıştığı bir kısır döngüde devinip duruyorduk. Bu da bizim beli kırık kaderimizdi...

"Saçmalıyorsun artık, yeter! Ben sana hiç birşey yapmayacağım demiyorum, gereken ne ise o prosedür uygulanacak, sonucu ne olursa olsun." Gözlerine inen ruhsuzluk bir an yüreğime indi. Kelimelerim miydi onu bu denli sarsan yoksa gerçekler miydi zihnine darbe indiren? Kabullenemiyor muydu yoksa kabullense dahi pes mi etmek istemiyordu? Geçmişimdeki Artun ile şimdiki Artun arasındaki benzerlikler fazla olsa da bir o kadar da farklıydı. Aramıza ördüğüm duvarları yıkmak için çabaladığını görebiliyordum ama benliğime sinen kimsesizlik beni ondan kilometrelerce uzaklaştırıyordu.

"Umarım dediğiniz gibi olur komutanım zira benim bu operasyonu tehlikeye atacak tek bir unsuru dahi kabul edecek vicdanım yok. Şimdi izninizle..." yüzünde tek bir mimik dahi oynamadan sıktığı dişleri ve gerilen çenesi ile gereken cevabı bana verdiğinde ruhumda çöken omuzlarım ile arkamı dönerek bu sefer gerçekten uzaklaştım kendisinden. Sırtımı delip geçen hastalıklı bakışları yanan canımın üstüne benzin dökerek yaktı ve ben yanan o alevlerin altında çıtımı bile çıkarmadan ölmeyi bekledim...

...

Ayağımın altında ezilen zeminin tok sesi kulaklarıma dolduğunda öfkeli ve hırslı bir hareket ile odama girdiğimde içimde çağlanan öfke ile bir yerleri yıkıp dökmek hatta yaktığım yerde cayır cayır yanmak istiyordum. Bu öfkem Hazan'a mıydı? Onu korumak isteyen Artun'a mı yoksa sakin kalamayan kendime miydi? Bu öfkem kimeydi? Yalanlar içinde yürüttüğümüz operasyonun ayağımıza dolanaması ve bize çelme takması yüksek bir ihtimaldi. Bu görevi kabul ederken bütün benliğimi canımla beraber ortaya koymuştum, ardımdan gelen ve beni bu yolda bırakmayan yol arkadaşım dediğim ekip arkadaşlarımında canlarının omuzlarımda olması artık beni günden güne çürütüyordu. Aslında beni çürüten timimdeki kadınları korumak zorunda oluşum değildi, beni çürüten kendimle beraber sürüklediğim canların bir köstebeğe sırtlarını yaslayacak olmaları hatta bu uğurda can verme olasılıklarıydı. Bu düşünce bile kanımın damarlarımda ters akmasına neden oluyordu.

Yukarıdan sıkı sıkıya bağladığım saçlarımdaki tokayı kökünden koparıp atmak istercesine söküp aldım. Saçlarım omuzlarıma düşüp ruhuma yeni bir ağırlık eklediğinde kasılan bedenimi gevşetmek ve birazdan koparacağım kıyamet için kendime gelmek amacı ile hızla odamda bulunan banyoya attım kendimi. Ben kimseye ikinci bir şans susmayacak, o ikinci şansı sunanlara da gereken yaptırımı uygulayacaktım. Karşımda ki kişi Artun dahi olsa onu affetmezdim, edemezdim.

Ben bir Türk askeriydim, ben uğruna kan yutup, kan döktüğüm hilal için canımı verecek olan o şanlı Türk kadınıydım. Eğer ki uğruna can verilmesi gerekiyorsa onurumuz ve gururumuz ile gireceğimiz savaşta şehit olurduk, ben Leyal Bige KILIÇ aramıza sızan bir köstebek yüzünden bir hiç uğruna tek bir askerini harcamayacaktı. Harcayan herkesten de bunun hesabını soracaktım...

Kendimden emin düşüncelerim ile aldığım kısa duşun ardından, hazırlanmak için odaya geçtim. Islak saçımı kutladıktan sonra iç çamaşırımı üstüme geçirerek demir dolapta asılı olan siyah üniformamı üstüme geçirip saçlarımı yukarıdan sıkı bir topuz yaparak aynadaki yansımama baktım.

Ben babası tarafından hunharca katledilmesi için teröristlere teslim edilen Leyâl Bige KILIÇ. Uğruna intikam almak isteyecek kadar çok sevdiğim yüzlerce şehit için protez bacağına rağmen bu mesleğe gönül vermiş, uğruna engelleri aşmış o güçlü kadın. Kimsenin beni yenmesine izin vermeyeceğim, kimsenin o bayrağı indirmesine, kimsenin kendi benim askerime silah doğrultmasına izin vermeyeceğim. Doğru bildiğim yoldan şaşmayacağım, bu kendime verdiğim bir sözdür..

Aynadaki görüntüme bakmaya bir son vererek çekmecemde bıraktığım SAR9 tabancamı alarak belime yerleştirdim. Ruhsuz bakışlarımın yerini alan hesap sorma arzusu ile dudaklarım usulca kıvrıldı. Hazır olduğuma kanaat getirdiğimde botlarımdan yükselen ve kulaklarıma bir nota gibi helen garip gıcırtı ile odamdan ayrılarak bir kaç koridor ötemde duran toplantı odasına doğru başım ve omuzun dik bir şekilde ilerledim. Sessizliğin bir çığ gibi büyüdüğü ve beni darlamaya başladığı bir kaç dakikanın ardından kendimi toplantı odasının önünde bulduğumda neredeyse bir saat önce tartışarak ayrıldığım adamın çelik kapının ardında olduğunu biliyordum. Ciğerime doğru çektiğim soluğu özgür bıraktığımda cebimde duran kartı çıkarıp kapının açılması için okuttuktan sonra içeri doğru bir adım attım. Kalbim göz göze geleceğim adam ile hızlanırken gördüğüm görüntü karışında yüzlerce buz küpü gibi etrafa dağıldı. Dakikalardır kendime kızdığım konu artık benden çıkmış gibi görünüyordu zira artık kendimi suçlayacak hiç bir sebep göremiyordum.

"Dakikalar önce bana savunduğunuz askeriniz ile başbaşa ne konuşuyorsunuz komutanım? Yoksa teğmenin bizde bile isteye gizlediklerini mi? Yoksa bunu saklamak yapacağınız planları mı?"

Buzullardan kopan koca bir buz kütlesi bizi dağıtmak istercesine aramıza girdiğinde meydan okuyan bakışlarımı ikisi üzerinde ayırmadım. Saklanılan gerçekler bir idam masasından bize sırıtarak bakarken karşımda benim kadar kendine güvenen ve kendisine asla güvenmeyeceğim bir kadın vardı. Ben tek başıma dururken onun ardında yıllar sonra bile görür görmez sevdiğim çocukluk aşkım vardı. Gerçeklerin er yada geç ortaya çıkmak gibi bir huyu vardı ve ben bugün o gerçekleri saklamak için çaba gösteren herkesten bütün gerçekleri ellerim parçalana parçalana koparacaktım.

"O halde dökelim eteklerimizdeki taşları!" bir kaç adım atarak büyük toplantı masasından bir sandalye çekerek bütün rahatlığım ile oturdum ve alayvari bir ses tonu ile devam ettim. " Ah pardon bizde dökülecek bir taş yoktu Dök eteğindeki taşları dök bakalım teğmenim!"

Hakikatler sırların gölgesinde kalmış birer inci gibi parlardı ve o hakikat incilerine ancak hakikatin peşinden giden adaletli ve dürüst insanlar sahip olabilirdi...

🇹🇷

KUZEY IRAK/ RANİYE

Soğuk bir kış ayazında hayal kırıklıklarına gebe bir garip sancılı bir yüreğim, ruhumun kemikeri sızlıyor lakin sorsan hâlâ ayakta kalmaya çalışan biçare. Miskin bir bedene hapsolmuş, çırpındıkça kanayan yuvasından ayrılmış boynu bükük bir kurt gibiyim. Yalnızlığımın kelimeleri kırılsa ah etmez yüreğime o denli hissiz bir kırgınlık, sis çökmüş dilime konuşsam dönmez, sussam isyan eder. Kırılan dallarımı toplasam yüreğime yuva olur belki ama toplayacak güç bende var mı bir tuhaf muamma. Dünyanın imtihanına boyun eğmiş birer piyon gibi harcanan o delikanlı yüreklerdik bizler, şimdi bakışlarımı diktiğim bu kurak arazi yüreğimin çatlaklarını ayaklar altına alıyormuş gibi soğuk ve bitkindi. Kaç ayak basmıştı bu topraklara, kaç kan akmış, kaç ananın gözünden akan yaşa sebep olmuştu acaba? Kaç haine mezar olmuştu mesela?

Toprağa fısıldasan, koca bir ah çıkardı kurak dudaklarından öyle bir bitmişlikti...

Elimde tuttuğum sigaradan bir duman içime çekerken bir elim siyah ceketinin iç cebindeydi. Hava eksi bilmem kaç dereceydi lakin o keskinliği hissedemeyecek kadar düşünceliydi genç yüzbaşı. Ruhunun derinlerinde bastırmakta zorlandığı haykırışların kinli isyanları baş gösteriyordu. Düşünceleri zihninde zincirle kendini asmaya başladığında burnuna dolan barut kokusuna karışan limon çiçeği kokusu ile dudakları narin bir kurşun misali kıvrıldı. Zihnindeki bütün idamlar tek tek karanlık bir kuyuya hapsolduğunda, ses tonuna hapsettiği karamsarlığın katı tınıları ile dudaklarını araladı.

" Gel Börte." Bir kaç adım ötesinde kendisini bir avcı misali izleyen kadını elbetteki zihninde yankılanan kokusundan tanımıştı. Bir kadına barut kokusu yakışır mıydı? Börte'ye yakışıyordu, yıllardır kendisi ile özdeşleşmiş olan bu koku ilk defa bu kadar ruhuna karışıyor, ilk defa kanına bu denli sızıyordu.

Dişi bir kurdun ardında iz bırakmayan sessizliğini anımsatan adımları ile kendisine yaklaştığında genzine dolan o koku mesleğinin ne olduğunu yüzüne çarpar gibi keskin ve güzeldi. Üzerine giydiği siyahların ardında sakladığı o zarif güç her insanı kendine hayran bırakacak cinstendi, bir gözünde bulunan ve kadın ile özdeşmiş olan o göz bandı onu fazlası ile isyankar ve hovarda gösteriyordu. Bu da genç yüzbaşında kadını bütün dünyaya karşı göğsüne saklama isteği uyandırıyordu.

"Düşünceleriniz yine sizi başka alemlere taşımış komutanım?" ses tonunda barındırdığı merakın garip hiçliği kar taneleri gibi genç yüzbaşının üstüne yağdığında alayvari bir ifade ile sağ dudağı kıvrıldı lakin bu bir gülümsemeden ziyade ölümün çağırıştıran bir meleğin şeytani sırıtması gibiydi.

"Benim düşüncelerimin kendisi başka bir âlem." çelik bir kapının ardında saklanan gerçeklerin yüzsüz fısıltıları genç adamı gerçeklikten alıkoymak ister gibi güçlü ama hemen yenilecek kadar basitti. Artun ile konuştuğundan beri zihninde yankılanmakta olan zehirli ve tehlikeli düşüncerin ardı arkası kesilmiyor onları engellemek için herhangi bir girişimde bulunmuyordu zira düşünmek ona fazlası ile iyi geliyordu, böylelikle kendi yolunu bulması daha kolay ve daha yıkılmaz oluyordu.

Çok şiirsel bir cevaptı, beğendim." ses tonunda barındırdığı o hoş tını Yüzbaşı Öyke'nin içini kıdıkladı, karnına giren küçük kramp kalbine doğru ilerlemeye başladığında yılgın bir soluk bıraktığında gece karası bakışları bir adım gerisinde düz bir ifade ile araziyi izleyen kadına döndü. Yaklaşık bir haftadır burda olmalarına rağmen aralarında Börte'nin ördüğü ve kendisinin sürekli kırmak zorunda kaldığı kalın duvarlar vardı. Bazen köhne bir sessizliğe ortak olan, bazen ise böyle tuhaf ama anlamlı sohbetler eden iki askerden ibarettiler. Belki de normal olanı buydu veya kendi normalleri buydu, bilinmez ama Öyke hep sessizlik ve öfkenin adamı olmuştu bu yüzden uzun süren suskunluklar onu rahatsız etmekten ziyade rahatlatıyordu ama ilk defa bir görevinde biri ile uzun uzun konuşmak istiyordu. Belki de Börte'nin varlığı onun gelişmekten kaçınan ayarlarına pek iyi gelmiyordu, kim bilir?

"Şiir okumayı severim, beni benden daha iyi anlıyorlar." şiir kitaplarını seven bir adamdı, karanlık ruhunu aydınlatan yüreği kırık şiirler kendisini anlamasını sağlıyordu.

Şiir seven erkeklerin taş gibi yüreği, eksik kalmış bir tarafları olurdu.

"Halbuki hiç şiir okuyacak bir tip yok sizde." siyah bir kömürün yanmadan önceki ciddiyetini andıran kelimeleri, yanmış bir kömürün grimsi tebessümlerini barındırıyordu nezdinde. Kar tanelerinin soğuk ve ıslak varlıklarları Börte'nin uzun ve sık kirpiklerine konduğunda, bu hiç umrunda değilmiş gibi duruyordu.

"Açık sözlüsün." Kemikli ve damarlı elleri ceketinin iç cebine doğru usulca sokuldu ve orada bir yerlerde kendime yer edinmiş sigara paketini tek bir hamle ile çıkararak içinden bir dal çıkarıp dudakları arasına bıraktı ve paketi yanı başında duran Börte'ye doğru uzattı. Onunla geçirdiği vakitlerde öğrendiği birşey daha vardı ki o da kadının kendisi ile bir dal sigara içmesi hiç olmadığı kadar hoşuna gidiyordu.

"Gördüğümü söylerim." rüzgarın uçuşturduğu kar taneleri ikili arasına sızdığında Börte kendisine uzatılan paketten bir dal alarak doğrudan yüzbaşının sert ve güzel çehresine baktı. Gözlerine bakmak ve ordaki karanlığa hapsolmak istiyordu çünkü çoğu zaman o gözlerin ardında kendini görüyor gibiydi.

Siyahın bile önünde diz çökeceği, ardında cehennemi barındırdığı kara gözleri kendisine her döndüğünde yüreğini afallatıyordu. Karanlığına hapsettiği cesetlerin ruhani varlığını şimdiden görebiliyordu, o gözlerin ardında bir çok kişinin infazını vermiş olmanın rahatlığını ve bu infazlardan keyif alacağını bas bas bağıran ruhun şeytani tıslamalarını şimdiden duyabiliyordu.

"Ya görmediklerin?" dudaklarına yakışan tek şeyin sigara olduğunu düşünen Öyke cebinden çıkardığı zippo ile ucunu tutuşturarak içinde harlanan ateşin üstüne birde sigara dumanı göndererek konuştu.

Kadının elinde çevirip durduğu sigara dalına göz ucu ile baktı, bugün yakacak gibi durmuyordu. Daha çok vakit öldürmek için elinde tutuyor gibiydi. Çok sigara içen bir kadın değildi zaten Börte ama içtiği zamanda içine içine çeker ve ciğerlerinde hapsederdi, kırk derdini bir dal sigaraya sığdırmak ister gibi...

"Göstermezse görmek için bir çaba sarf etmem."Börte'nin görmedikleri olma görmek istedikleri ve görmezden geldikleri olur ve günü geldiğinde görmezden geldiği herşeyin hesabını misli ile sorar ve cezasını keserdi. Omuzlarına çöken sorumlulukları umursamaz bir eda ile silkti, yanı başında kokusunu soluduğu adamın dudaklarında dans eden sigara dumanına iç geçirerek baktı. Herşey yakışıyordu vesselam.

"İlla göstermesi mi gerekiyor?" sigarasından bir duman daha çekerken ciğerlerine, içe doğru göçen yanakları ile yarım yamalak bir merak ile yöneltti sorusunu. İçine çektiği sigaranın sinsi dumanları ağzından ve burnundan usulca firar ettiğinde bu görüntü bir an Börte'nin kalbinin teklemesine neden oldu. Geniş omuzları ve oldukça kalın pazıları ve heybetli duruşu ile yüzünde cenneti vadeden güzelliği, çoğu zaman adamın varlığını sorgulatıyordu Börte'ye. Kaybedeceğini bileceği bir savaşa girseler sırtını hiç düşünmeden yaslardı yanında dağ gibi duran adamın sırtına. O kadar ki güçlü ve sarsılmaz duruyordu.

"Değişir." dışarı doğru bir soluk bıraktığında, soğuk havanın keskinliğini kanıtlarcasına dudaklarından firar eden buhar rüzgara karışıp yok olduğunda silah tutmaya alışmış olan uzun ince parmaklarının arasındaki sigara dalını tek hamlede iç cebine attı. Genzine dolan sigara, barut ve Öyke yüzbaşının rahatlatıcı kokusu ruhunu ve kalbini rahatlatmaya, zihnini boşalmasına yetiyordu.

"Mesela?" Ses tonunda taşıdığı mezar taşlarının soğuk yüzü dışarıdaki havadan daha soğuktu. Elinde tuttuğu sigara izmaritini yere atıp ayakları altında ezerken sanki düşmanını ezip geçiyormuş gibi sert ve öfkeliydi. Ellerine geçirdikleri her teröristi bu şekilde ezmek ve yok etmek istiyordu Öyke. İçinde her daim yanan öfke bugün biraz dışarı sıçrayaraktı.

"Ben görmek istediklerimi görürüm ve bunda hiç zorluk çekmem ama neyi göreceğime ve görmek isteyeceğime bağlı." sisli bir ölümün ucu boğazına sarıldığında bu hissi dağıtmak için boğazını temizleyerek cevap verdi komutanına. Ruhuna milim milim işleyen mesleğinin kendisine getirdiği bu huzurun yanında bulunan adam belki askerliğin vücut bulmuş hali gibiydi. Öyke yüzbaşı gibi adamlar bu meslek için doğar ve bu meslek için can verilerdi.

"Bir haini görür mü gözlerin yada anlar mı?" asıl meselenin taşları tek tek dillinden dökülmeye başladığında Börte konunun ciddiyeti ile yerinde dikleşti ve ellerini arkasına götürüp belinde birleştirdi. Zihnin aralanan kapısında gördüğü yıkıcı gerçekler onları darmadağın etmek için bekleyen bir grup sırtlan sürüsünden farksızdı.

Düşmanın ruhumuzda ve bedenlerimizde bırakmak istedikleri darbeler bir masanın kırık erkeklerinden tutunarak bize doğru eğilmeye başladığında, onların bu hamlelerini püskürtecek olan yine onlar olacaktı.

"Aramızda bir hain var değil mi? Sizi bu düşünce kuyularında boğan mesele bu mesele?" bir düşünce limanında kendisini boğan bir adamın kendini anlayan bir kadın tarafından çıkarılmasına karşılık dudakları zehirli bir ifade ile kıvrıldı. Düşüncelerini daha önce kimsenin zihninde yankılandığını görmemişti.

"Bir hain var evet, bir şüphelide var lakin emin olamıyoruz" ses tonu bir celladın soğuk gülümsemesini ve kanlı kılıcını anımsatırken gerisinde barındırdığı intikamın cayır cayır yanan öfkesi hissedilecek cinstendi.

"Her zaman karanlığın en belirsiz noktasına bakmak gerekir."

Kana susamış bir kurdun açlığını anımsatıyordu bazı çelişkiler. Yanında duran adamın gözleri ardındaki o saf deliliği görebiliyor, bunu kendi içinde hissediyordu. Zihninde gördüğü ve anlayabildiği gerçekler onları köklerinden sarsmak isteyecek kadar sivri ve güçlü duruyordu ama bu güç onların karşısında ne kadar durabilirdi işte orası bir kelebeğin kanadı kadar belirsiz ve bir rüzgarın sert fısıltısı kadar muammaydı.

"İçimizde bir grinin mi olduğunu düşünüyorsun?" onlar ya siyah yada beyazlardı, onların bir grisi yoktu varsada bu ancak bir hain olabilirdi zira safları belli bir ordunun hedeflerine yürüyen en nadide üyeleriydiler.Yüreklerinde vatan aşkı olan kimsenin grisi olmazdı, onlar her daim bir kırmızının birde hilalin çizgisinde ilerler ve o uğurda can alır ve can verirlerdi.

Bir hilalin gölgesinde soluklanan yüreği mert adamlardı.

"Belki de hiç bizden olmadı." ördüğü bal sarısı saçlarının güçsüz tutmaları yüzüne düştüğünde elini kaldırıp hafifçe o tutamları geriye doğru attı. Zihninde doğan esrarengiz seslerin bilinmez boncukları tek tek dağıldığında aslında herşeyin yerli yerine oturduğunu görebiliyordu. Rüzgarın sert ısırıkları aniden ayakta duran ve araziyi tarayan ikilinin ardında durduğunda arkalarında bir yerlerde onların güvenliğini sağlayan ve kendi zihninde kaybolan bir adam vardı ve hepsi aynı hedef için bir araya gelmiş yüreği delikanlı askerlerdi.

"Belki de zaten hep vardı ve oyuna sonradan dahil olan bizdik." Öyke'nin biçimli kaşları zihnindeki savaştan sağ çıkamadan çatıldı. Dizlerini kırmak isteyen birilerinin varlığı kendini huzursuz hissetmesine sebep oluyordu ve bu birilerinin kendilerine bu denli yakın olması hem can sıkıyor hemde daha fazla öfkelenmesine sebep oluyordu. İsminde öfkeyi taşıyan bir adamdan da sakinlik beklenemezdi zaten.

"Piyonlar her daim oyuna en başta dahil olurlar ve hemen çıkarlar, bizler piyon olamayacak kadar değerliyiz." gökyüzünü kuşatan gri bulutlar bir savaşın çanlarını andıran durgunluğu ile kararmaya devam ederken Börte'nin vermiş olduğu cevaplar onları asıl gitmeleri gereken yolu açık beyan gösteriyordu ama ortada hâlâ içlerinde düşmana bilgi sızdıran bir düşman varlığını sinsi bir yılan gibi koruyordu.

Şeref ve onur ile yaşayan insanlar mutlak suretle sırtlarından bıçaklanırlardı çünkü onursuzluk kanı bozuk olan kişilerin ruhuna işlemiş bir tutkal gibi yapışmıştı. Onlara yapışmış olan bu şerefsizlik ve onursuzluktan kurtarmak onları öldürmekten daha zordu. Bitmek tükenmek bilmeyen bir virüs gibiydiler...

"Peki bizden istenen ne sence?" yüzünün kurmaşına çarpan soğuk havanın burnuna getirdiği tehlike kokusu ile gözlerini tehditkar bir ifade ile bakışlarını bulundukları konumdan etrafta gezdirdi. Gözlerine düşen gölgeler bir avcı misali hedefini ararken yanında duran Börte'de onun gibi çevreyi tarıyordu. Kemik kadar sert ifadesi ve alev alev yanan kara gözleri kopacak kıyametin alameti gibi ölüm saçıyordu. Siyah iflah olmaz saçları rüzgarın sert vuruşları ile dağılırken, ölümcül güzellik taşıyan sessiz bakışlarını bir cevap bekler gibi Börte'ye çevirdi.

"Asıl soru şu bizim onlardan ne alacağımız?" yüzünde eğrelti duran bir rahatlık ile omuzlarını silkti ama Öyke kadının gözlerindeki hoşnutsuzluğu görebiliyordu. İçlerindeki bu köstebek olayı hepsini içten içe çürütüyordu, şuan bile bulundukları operasyonun uçurulup uçurulmadığını bilmiyorlardı lakin ellerinden ne geliyorsa yapacaklar ve diğer adamı da alacaklardı başka çareleri yoktu ya alacaklardı ya öleceklerdi.

Öyke kadının devam etmesi için pür dikkat yüzüne bakmaya başladı. Mavi gözünün ardında anlatmak istediği ama bundan emin olamadığı bazı gerçekleri saklıyordu ve bu durumun neyden kaynaklı olduğunu saptayamamıştı. İşte bu belirsizlik onları fazlası ile yormaya yetiyordu.

Börte zift karası gözlerini kendisine dikmiş ve devam ermesini bekleyen yüzbaşı Öyke ile yaşadıkları durumun sakinliği ile konuşmaya devam etti. Artık aralarında bir adımlık mesafe bile yoktu, yan yana ve dipdibeydiler. Birbirlerini korumak için kollayan iki kurt gibi duruyorlardı.

"Hain her zaman vardı komutanım, bu bizimle veya sizinle alakalı bir durum değil. O hep vardı, şimdi kendi oyununu kurdu ve bizlerden onun kazanmasını sağlayacak olan değerli oyuncular olmamızı istedi ama atladığı birşey var." şeytanın sisli gülüşü Börte'nin dudaklarında can bulduğunda, aklında ki tilkilerin kuyrukları bile birbirine değmiyordu. Küçük bir çocuğun gözlerinde taşıdığı parıltıları şimdi Börte'nin tek bir gözünde görüyor ve bu Öyke'nin ona daha fazla hayran olmasına sebep oluyordu. Bir kuyuda sakladığı gerçekler şimdi gün yüzüne çıkıyor gibi cılız bir ışık gibi parlayıp dönüyordu.

"Bizler her zaman kendi oyunumuzu kendimiz kurarız." Söylediklerini içine çektiği ve ciğerlerini donduran soğuk havayı içine çekip bırakarak bitirdi. Her zaman kurulan oyunlar olur ve her oyunun oyun kuranı farklı olurdu. Bu sefer kurulan oyunların başrolü kendileriydi lakin Börte'nin dediği gibi her kurulan oyunun karşılığında can yakan hamleler olurdu. Öyle hamleler yapacaklardı ki kim oyun kuran kim oyuncu yada kim şah kim piyon işte o hamlelerin sonucunda belli olacaktı.

Türkler oynamayı severdi hele ki karşılarında kaybetmeye doymamış bir çakal sürüşü varsa, işte o zaman oynamakta kazanmakta daha eğlenceli olurdu.

"Eğlenceli günler bizi bekliyor desene." ruhundan yayılan kıkırtıların çığlık çığlığa gözlerinde infilak ederken dudağında taşıdığı sisli pırıltılar gelecekteki hamlelerinin ne kadar zalimce olduğunu haykırıyor ve gökyüzündeki alacalı bir şimşek gibi üstünlüğünü ilan ediyordu.

"Hemde ne eğlence." eğlenceyi severledi, kan kokusunun olduğu her eğlenceye ruhlarındaki kılıçlar ile kuşanıp gitmek, düşmanın yenilgisini görmek ve o yenilgide onları boğmak daha keyif verici olurdu.

"Hain olduğunu nasıl anladın?" çivi sertliğini andıran bir rüzgar tekrar bir taş gibi yüzlerinde çarptığında kendilerine şahit olan bu dağ ve taşın huzurunda yaptıkları konuşma ikisininde arasındaki duvarları bir bir yıkıyor gibiydi. Birbirlerine güvenmenin ne demek olduğunu bilen ve bu güvenin yıkılmaması için sağlam duvarlar örmek isteyen ikili o duvarların ardına kimleri alacak ve kimleri o duvarın ardında bırakarak celladın soğuk ve keskin hançerinin önüne atacaklardı?

"Pusuya düşüğünüz gün anladım aslında ama bunun sadece saha operasyonları ile bağlantısı olduğunu düşünmüştüm ama bir süre sonra MIT'e bağlı ajanların bir kaçı ile iletişim tamamen koptu ve onların cansız bedenlerine ulaşabildik." dilinin kırılan kemiğinden dökülen saf acının can yakan çıtırtısı ikisi arasında kükrediğinde acizliğin o korkunç gerginliği bedenlerini bir yay gibi gerdi. Börte'nin söylediği her kelime can yakarken yüreklerinde ki intikam arsuzunu da körüklüyordu.

" Bu imkansızdı zira gizli operasyonlarda sahaya çıkan hiçbir ajan deşifre olmazdı, olamazdı. Dosyalarına devlet izni olmadan erişim sağlanamazdı. Hele ki hepsi aynı anda deşifre olduysa. MIT müsteşar yardımcısı bize pek bilgi vermedi bu konu hakkında ama..." sesli, acılı ve bir o kadar da öfkeli bir soluk dışarı bıraktı Börte. Zihninde yankılanan gerçekler kalbini koca bir enkaza çevirmeye yemişti. Vatanları ve bayrakları için canlarını veren askerlerin içlerindeki bir köstebek yüzünden haince ve kalleşçe şehit olmuş olmalarını kabullenemiyor, kabullenmek istemiyordu.

Ah dedi içinden binlerce kez ah...

"Ama içeride bir muhabirin olduğunu anladınız." dişleri arasından tıslayarak çıkan kelimeler sessizliğin bir volkan gibi patladığı ortamda bir çığ gibi yankılandı. En başından beri bilinen ama göz ardı edilen bu durum şimdi bütün gerçekliği ile gözler önündeydi.

"Çok yakınımızda." yaptığı tespit dudaklarından firar ettiğinde bunun bir tespitten ziyade bir gerçek olduğunu ikiside çok iyi biliyordu aslında. Bazı gerçeklerin kurulacak cümleleri olmazdı zira o gerçekler gün gelir kendisini patlatır ve bir çok can yakardı.

" Bir o kadar da uzağımızda."

Öyke kafasını arkaya atarak soğuk havayı ruhunu ve kalbini dondurana dek içine çekti. İçinde kavrulan intikamın külleri rüzgarla beraber uçuştuğunda şuan tertemiz olan ellerinin birazdan kırmızıya boyanacağını biliyordu. Uğruna kan dökeceği tanımadığı ama onlarla ölesiye gurur duyduğu arkadaşı, kardeşi, abisi belki de kız kardeşleri vardı. Bir hilal uğruna dökülen kanların alınacak hesapları vardı.

"Bizi tanıyor, biliyor dosyalarımıza erişim var, operasyon bilgilerine kolaylıkla ulaşabiliyor ve bizi korkmadan deşifre edebiliyor." Börte'nin kuru bir ayazı andıran ses tonu Öyke'yi düşüncelerinden ayırdı.

Haklıydı, bu kişi her kimse birçok yetkiye sahip rütbeli bir şahıstı, hem yakınlarında hemde uzaklarındaydı. Onları onlardan daha iyi tanıyan ve onları oyununa dahil edecek kadar cüretkar ama zekalarını hafife alacak kadar salaktı. Yada ne yapıyorsa bile isteye yapıyor ve ardında başka gerçekler saklıyordu.

"Derin devlet?" sesinin oluklarında soluklanan gerçeğin acı tadı soğuk bir gölden çıkarılan ceset kadar ifadesiz ve ağırdı.

Derin devlet...

Daha çok ordunun bilinmeyen ve görünmeyen kısmını temsil ederdi. Destek ve gizli görevleri yürüten bu teşkilat bünyesinde daha çok rütbeli askerleri, polisleri ve özel timleri barındırırdı. Yürüdüğünüz sokakta yanınzdan geçen bir adamın bile asker veya özel yetiştirilmiş ajan olma olasılığı çok yüksekti. Burda eğitilen askerlerin çoğu yaklaşık on-on iki yaşlarından itibaren eğitime tabi tutulur ve her türlü eğitimi alarak, her türlü görev ve hizmete hazır hale getirilirlerdi. Bunu bilenlerin sayısı da oldukça azdır zira ülkenin bütünlüğü ve güvenliği için Derin devlet çok az kişi tarafından bilinir, bilenler ise özel yeminler ile üç maymunu oynarlardı.

"Ta kendisi, bunun arkasında derin devletin olduğunu düşünüyorum." ikisininde ilk aklına gelen bu olmuştu zira son zamanlarda bilinmeyen bir sebepten ötürü teşkilat içinde köstebekler boy göstermeye başlamıştı. Bunun sebebinin ne veya kim olduğu belli değildi, hâlâ araştırmaları sürsede henüz bir sonuca varılamamıştı.

"Bu canımızın ince bir halata bağlı olduğunu gösterir." şeytani bir alaylık ile kurduğu cümle bunun imkansızlığını kanıtlar nitelikteydi. Zira onlar her daim ölüm ile yaşayan adamlardı, ufak bir tehditin kendilerini korkulacağını düşünüyorlarsa işte bu onların en büyük hatası olurdu.

Hata ölümü kendisiyle getirirdi...

"Biz o halattan daha güçlüysek demek ki." Kirpiklerinin gölgesi göz çukurlarına düştüğünde dudaklarında beliren gülümsemenin kanatları uçuştan Öyke'nin kalbine kondu. Kadının kıvrak zekasına hayran kalmış ve kendisini gülüşü ile ödüllendirmesine içli bir soluk bahşetmişti.

"Güveni sağlayacak olan kişi karşımdaki şahıstır, bana bunu siz verdiniz. Güvenmemek de benim ayıbım olurdu." dedi alay dolu bir tınlama ile ama bu gerçeklik kokan bir alaydı zira Börte gerçektende kendilerine güveniyordu.

"Kolay olmadı mı sence?" birbirlerine takılmak için kullandıkları kelimeler havada asılı kalıyordu çünkü ikiside birbirinin ne demek istediğini anlıyor, iğneleyici kelimeleri alarak geri birbirlerine batırıyor ve bundan sadistçe zevk alıyorlardı. İkisininde kafası aynı çakıyordu bu yüzden birbirlerini anlamata zorluk çekmiyor bilakis çok iyi anladıları için neyin ne zaman nasıl olacağını hemen kavrayıp harekete geçiyorlardı. Bu da onları her daim bir adım öne geçiriyor ve her daim karşılıklı bir keyif sigarası yakarak zaferlerini sessiz ulumalar ile kutluyorlardı.

"Komutanım ben kolay güvenirim ama kolay teslim olmam o ince çizgide sallanır ve kendi yolumu bulurum." dedi Börte. Zira güvense bile kimseye kolay kolay teslim olacak bir kadın değildi, onun lügatında teslimiyet demek bütün duvarlarını yıkıp birine sıkı sıkıya bağlanmak demekti. O bunu istemiyordu.

"Teslimiyet farklı bir durumdur, haklısın." genziden gelen kalın ve tok sesi Börte'ye rüzgara karışarak ulaştığında aralarındaki konuşulan konununda başka bir zamanda konuşmak koşulu ile kapandığını anladı. Şuan bir operasyon üzerindeydiler ve bu kadar sohbet bile onların dikkatini dağıtabilir, olmadık sonuçlar doğurabilirdi.

"Şimdi ne yapıyoruz?" Planladıkları gibi operasyonun saati yaklaştığında elini arkaya atarak belinde susturucu takılı olan MC P35'i kontrol etti. Sessiz ve kolay olmasını diliyordu zira fazla gürültü fazla dert açardı ve bunu üçü de istemezdi.

"Biraz ortalığın anasını ağlatalım." gözlerine düşen gölgeler kana susamış bir katilin gülümsemesini andırıyordu. Börte'nin şu bir kaç haftada anladığı birşey varsa o da Öyke yüzbaşının kan akıtmayı çok seviyor olmasıydı, o kadar kinli ve öfkeli bir adamdı ki gerçektende isminin hakkını sonuna kadar veriyordu. Ölüme tek yürüyebilir ve kendisiyle beraber yüzlerce kansızıda sürükleyebilirdi öyle bir delilik ve güç vardı.

"Çoktan ağlamaya başlamıştır, biz sadece biraz eğlenmeye bakalım." bir ruhu ızdırap içinde bırakan bakışı Öyke'nin yüreğine işliyor gibiydi. Hele bu delikanlılığı resmen omuzuna atıp kaçırma isteği uyandırıyordu kendisinde. Halbuki ne delikanlı asker kadınlar görmüştü, ilk defa bu böyle şeyler hissediyor, bunu reddedemiyordu.

"Senin bu raconu sevmeye başladım." ses tonundaki memnuniyetin attığı ciritler Börte'nin yüreğine saplandı. Adamdan böyle bir iltifat beklemiyordu lakin hoşuna gitmediğini de inkar edemezdi.

"EyvAllah komutanım." elini kalbine vurarak sanki bir erkekmiş gibi başını sallayarak cevap verdi. Soğuk havanın bağrında sürdürdükleri bir keyifli sohbet ikisi içinde güzel sonuçlara gebe olmuş gibiydi.

"Sana da eyvAllah."

Kasvetli bir sessizliğin kollarına kendilerini bıraktıklarında ikisininde zihni epey dolu gibi görünüyordu. Sessizlik zihnin en büyük düşmanıydı. Birkaç dakikanın ardından kendilerine yaklaşan sağlam ve sert adımlar ile ikiside ruhsuzca o tarafa döndü gelen operasyon nöbetinde olan ve sesiz bir ölümü simgeleyen Teğmen Alp'ten başkası değildi. Börte adamın tuhaf olduğunu düşünüyordu çünkü bugüne kadar operasyonlarda kullandığı tek tük bir kaç kelimenin dışında hiç sesini duymamıştı. Hep gece nöbeti tutardı, hatta bazen sabaha kadar nöbeti o tutar ama sanki hiç uykusuz kalmamış gibi dinç ve canlı görünürdü. Başarılı bir asker olduğu aşikardı, daha vurduğu hiç bir hedefi ıskaladığını görmemişti Börte. Heleki o heybetli duruşu ve uzun boyu ile cehennemden fırlamış bir ölüm meleğini andırıyordu. Güzeldi, hemde fazlası ile güzel bir adamdı...

" Komutanım..." hiç bir duygu barındırmayan ses tonu ile esas duruşa gecer o izahat vermek için soğuktan çatlamış ve solgun duran dudaklarını araladı.

" Hedef göründü."

Öyke duyduğu izahat ile soğukça gülümsedi. Keskin yüz hatlarına yayılan esrarengiz ifade ayakta durmuş ve komutanlarına bakan Börte ve Alp'i heyecanlandırmıştı. Gözlerinin ardında sakladığı zehiri akıtmak için beklediği gün gelmiş gibi görünüyordu...

"Bizde susamıştık zaten gidelimde şu susuzluğumuzu giderelim değil mi?" Bakışlarında ve ses tonundaki kana susamışlık Börte ve Alp'i harekete geçirdi. Bugün kan alacaktı, hemde çok kan alacaktı.

Börte ve Alp planladıkları gibi tereddüt bile etmeden kendi yerlerine geçerken Öyke durduğu yerden gelmekte olan konvoya kirlenmiş bir şekilde bakmaya devam etti.

Cehennemin uğultusunu andıran ölümcül bakışları, kendilerine gelenlere azrail olmak için yemin etmiş gibiydi. Tehditkar bakışlarını bir süre daha hedefinden ayırmadı, bazı ölümler hak edilirdi ve o bugün hak edene hak ettiğini verecekti. Bu şerefi üzerine ettiği bir yemindi, son nefesine kadar her hainin her itin kökünü kazıyacak, vatanları için kan döken her şehidin intikamını inim inim inleterek alacaktı.

Bir kış uykusundan uyanır ölümün karanlığında. Bir intikam şeytanla işbirliği yapar idamı kararlaşmış olan ruhlara.

Gün intikam günüydü...

Bölüm : 22.12.2024 20:12 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...