15. Bölüm
Yıldız Tozu / AHVES / 13. BÖLÜM Part 1: 'ZİYAN OLMAK'

13. BÖLÜM Part 1: "ZİYAN OLMAK"

Yıldız Tozu
yildiztozuyazari7

Yeni bölümden kocaman merhabalaaarr yavrularımmmm.😍 Bu bölüme bol bol Leyal ve Artun okuyacağız, artık aralarındaki o mesafenin kapanmasının zamanı geldi bu yüzden bu ve bir sonraki bölüm daha çok Leyal ve Artun Agâh'ın yüzleşmesi ve aralarındaki bağın güçlenmesini ele alacak ayrıca 15. Bölümden sonra daha hareketli bölümler bizi bekliyor diyebilirim. Umarım bölümü beğenirsiniz.🙈🤍

Bol bol yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayalım ballarım. Yükselmemiz sizin elinizde lütfen bir aile olarak elimizden geleni yapalım, şimdiden çok çok teşekkür ederim 🥺🤍💜

Beni Instagramdan ve Tiktoktan takip ederek destek olabilir ve benimle istediğiniz zaman iletişime geçebilirsiniz.

Instagram &Tiktok: yildiztozuyazari7

 

 

Türk’ün nefesi rüzgâr, öfkesi yıldırım, kılıcı tufan.”

Zihnimin kıvrımlarında yankılanan sesler karanlığın ardında kimseye duyurulmayan bir orkestranın sessiz notaları gibiydi. Ne benimle tamamen uyumlu ne de tam anlamıyla kaos dolu... İçimde benim bile kaybolduğum görünmeyen bir şehir vardı. Yönümü bulmak için dar sokaklarında yankılanan adımlarım her penceresinde yarım kalmış hikayelerin saklı olduğu yollara evlere çıkıyordu. Kalbim bazen bir saatin tık takları gibi düzenli bazen de fırtınada yönünü kaybetmiş bir gemi gibi savruk çarpıyordu.

Aldığım her nefes kendi içimdeki boşlukları doldurmak için verdiğim kısa molalardan ibaretti sanki.

Her soluk, yitirdiğim zamanın boşluklarına tutunmak için verdiğim bir uğraştı.

Tekrar derin bir soluk alıp verdiğimde bana bakan iki çift göze tekrardan bakma gafletinde bulundum.

İnsanlara baktığımda gözlerinde sadece suretler değil, kırılan hayallerin, unutulmuş sözlerin, sönmüş umutların, gizli sırların izlerini görüyordum. Tıpkı şimdi benden saklanan sırları gördüğüm gibi...

Belki de bu yüzden benliğim uzun zamandır kalabalıklarda bile kendini soyutluyor yapayalnız ilan ediyordu çünkü herkes bir parçasını bir başkasından saklamak ile meşguldü ve ben saklanan her sırrın yükünü sezebiliyor onları kendime dert edebiliyordum.

"Leyal..." Artun bana doğru adım attığında oturduğum sandalyeye sırtımı iyice yaslayarak ona bakma tenezzülünde dahi bulunmadan elimi kaldırarak onu durdurdum. Bana attığı adımı yarım kalırken kasılan bedenini göremesem bile hissedebiliyordum. Bir açıklama yapmasını bir şeyler zırvalamazını istemiyordum, buradaki asıl muhattabım o değil karşımda duran kadındı.

"Seni daha erken bekliyorduk teğmenim." sesim ağır ağır kanayan bir yara gibiydi. Bu yara sadece bana ait değildi, bu yara bizim için en büyük darbeydi ve ben bunu göstermekten çekinmeyecek kadar sert ve ketumdum.

Hazan bana doğru bir kaç adım atarak tam önümde durduğunda Artun Agâh sıkıntılı sesli bir soluk bırakarak sırtını koyu gri duvara yaslayarak kollarını birbirine bağlayıp ikimizi izlemeye başladı. Onu dikkate almayacağımı anlamış ve sessizce geriye çekilmişti.

"Hemen çıkamadım komutanım." Hazan'ın ses tonu o kadar sakin çıkmıştı ki bir an bugün gördüğüm kadının o değilde bir başkası olduğunu düşünecektim. Ama bu sadece bir andı, zira ben bugün ne gördüğümü çok iyi biliyordum. Başımı sağa doğru mekanik bir hareket ile yatırdım ve ciddiyet ile Hazan teğmenin gözlerinin içine baktım.

"Oysa sana hemen tesise gelmen emredilmişti." söylediklerim odanın üzerine ağır bir kaya gibi çöktü. Artun Agâh'ın dikkatli bakışları ruhumuzu delip geçmek istermiş gibi ikimizin üzerinde gidip geliyordu. Özellikle bana olan ağır ve düşünceli bakışlarının farkındaydım lakin bile isteye görmezden geliyordum.

Hazan iki elini arkaya doğru koymuş dümdüz bir yüz ifadesi ile bana bakıyordu. Duruşundan bile asker olduğu bas bas bağırıyordu ve gözlerinde öyle bir korkusuzluk ve baş kaldırı vardı ki bunu bir tek ben fark etmiş olamazdım.

"Sizden sonra hemen çıkmam şüphe uyandıracağını düşündüğüm için geciktim komutanım." Oldukça sakin bir eda ile dile getirdiklerine karşılık derin bir soluk alıp verdim. Yüzünde hem ciddiyet hemde tuhaf bir yorgunluk vardı. İçten içe hesap vermenin yorgunluğu taşıdığını fark edebiliyordum çünkü aynı yorgunluk bende de vardı...

"Operasyonu bu kadar düşünüyor olman gurur verici teğmenim." Dudaklarımın kenarında beliren belli belirsiz bir tebessüm dışarıdan durup bizi izleyen biri için takdir gibi görünse de bakışlarımın ardındaki fırtınayı saklamıyordum ve karşımda duran kadın bunu çok iyi anlıyordu.

Hazan teğmen duruşunu bozmadı. Gözlerinde bastırmaya çalıştığı öfke ve huzursuzluğu hissedebiliyordum ve bu durum beni de fazlası ile geriyor, huzursuz ediyordu. Nasıl bu kadar soğukkanlı olmasına rağmen endişesini belli edebiliyordu? Nasıl hem bu kadar sakin hemde huzursuz durabiliyordu? Derin bir nefes alıp verirken oturduğum yerden yavaşça ayaklandım.

" Şuan burda bulunuyor olmamızın sebebini çok iyi biliyorsundur diye düşünüyorum. Yanlış mıyım?" sesim keskin bir kılıç gibi aramıza indiğinde Hazan'ın gözleri direkt olarak beni buldu.

Yüzündeki ifade, soğuk bir maskesinin ardında gizlenen öfkeyi taşıyordu. Bana mıydı bu öfkesi? Yoksa burda olmasına neden olan gerçeklere mi? Yada belki de başka bir şeye...

Hazan başını belli belirsiz salladı.

"Biliyorum komutanım." bakışlarındaki kaçınılmaz kabulleniş ile ruhsuz bir şekilde beni cevapladığında bulunduğumuz toplantı odasını sakince adımlamaya başladım. Başımı yana yatırarak aynı ruhsuz ifade ile konuştum.

"O zaman vardır bir açıklaman."Sözlerim kısa, keskin ve tartıya konulmuş gibi netti. Laf ebeliği yapmanın anlamı yoktu, bir an önce her şeyi öğrenip ona göre hareket etmek istiyordum.

Hazan sıkıntılı bir soluk bıraktı, gözleri biraz daha daraldı; loş ışıkta göz bebekleri siyaha çalan bir göl gibi büyümüştü.

"Var komutanım." Tekrar derin bir nefes aldı, göğsü ağır bir yük taşır gibi kalkıp indi. "Oturabilir miyim? Belli ki uzun bir konuşma olacak?"Dudaklarını aralarken sesinde hem teslimiyet hem de gizlenmiş bir direniş yankılanır gibi oldu. Neye teslim olacak ve neye direnecekti?

Bakışlarım Artun'u bulduğunda onun başını bir kere aşağı doğru indirdiğini ve gözlerini usulca kapatıp açarak kısa bir şekilde onay verdiğini gördüm.

"Otur bakalım." Sesimin tonundaki sertliğin koyuluğuna engel olamadım. Oturduğum uerden yavaşca kalkarken adımlarımın yankısı uzun toplantı masasına oturan Hazan'ı buldu. Kollarımı göğsümde kenetleyip kalçamı sertçe kenara yaslayarak gözlerimi Hazan'ın üzerinde sabitledim.

Hazan bakışlarımın baskısını fark edince yerinde dikleşti, derin bir soluk alıp verdi ve konuşmaya başladı.

"Daha teşkilat kurulmadan önce Dinçer Aslan'ın peşindeydik biliyorsunuz." Sözleri odaya yayıldığında Artun çattığı kaşları ile yaslandığı duvardan ayrılarak bize doğru yürümeye başladı. Bu hareketi Hazan'ın bakışlarının ona dönmesine neden oldu. Şimdi sanki ona anlatıyormuş gibiydi...

"Börü timine girmeden önce MIT'e bağlı destek personeli olarak görev yapıyordum, time girince MIT ile ilişiğimin kesileceğini düşünmüştüm lakin öyle olmadı..." Yüzünde kısa bir tereddüt dalgası belirdi ama bu o kadar kısa bir andı ki fark edebildiğime şaşırmıştım. Gözleri dalgınlık ile yerdeki gölgelerde gezindi, zihninde verdiği savaşları buradan bile görebiliyordum.

"Devam et!" Artun'un yanı başımdaki buyurgan sesi aramıza girdiğinde Hazan başını kaldırarak bakışlarını Artun'a sabitledi, gözleri sanki görünmez zincirlerle bağlanmışçasına, bir an olsun Artun'un yüzünden ayrılmadı. Dudaklarının arasından dökülen derin soluk, içindeki sıkışmış fırtınaları dışa vurmak istiyormuşcaşına içli çıkmıştı.

"Saha operasyonlarına fazla çıkmazdım, genelde tugayda kalır evrak işleri ile uğraşırdım. Bir gün MIT müsteşar yardımcısından gelen emir ile Dinçer aslanın şirketine sızmam emredildi." sesinde tek bir titreme dahi yoktu, sanki sıradan bir olayı anlatıyormuş gibi sakin ve duru çıkıyordu.

"Böylelikle hem zamandan hemde operasyonda büyük bir avantaj sağlayacak ve size kolaylık sağlayacaktık."

Artun'un omuzlarının gerilerek kasıldığını fark ettim. Bakışları sertleşirken yüzünün çizgileri, taş duvarların karanlıkta aldığı gölgeler gibi daha keskinleşti. Göz kapaklarının altında, yılların deneyimiyle yoğrulmuş bir öfke ile parlıyordu.

" Peki sen bize kolaylık sağladın mı?" Sözlerim ağır bir çelik kapının gıcırtılı açılıp kapanması gibi havaya çarptı. Hazan'ın bakışları bana döndüğünde bir an duraksadı.

"Ben... Komutanım..." ne diyeceğini bilemiyormuş gibi bir hali vardı ama bu durum bana hiç inandırıcı gelmiyordu çünkü karşımda son derece zeki bir kadın vardı. Her şeyin hesabını yaparak karşımıza çıkmış bir kadın...

"Bana sorduğum soruları tekrarlatma teğmenim, sorulan sorulara doğru düzgün cevap ver!" Sesim duvarları titreten bir tokat gibi aramızda yükseldiğinde Hazan'ın bedeni öfke ile gerildi. Yüzündeki gerginlik alnında ki damarlarına kadar işlemişti adeta.

Zihnimin dar koridorlarında yükselen şüphe çığlıklarını susturmaya çalışsam da Hazan'ın durumu zihnime ve yüreğime büyük bir ihanet eriyordu.

"Bu benim elimde olan bir durum değildi komutanım, albaydan aldığım emir ile bu durumun bir süre gizlenmesi gerekiyordu." Hazan'ın sesini yeniden duyduğumda derin bir soluk alıp verdim; enseme doğru sızan keskin bir sancı beni iyice rahatsız etmeye başladığında boynumu bir sağa bir sola çevirerek gergin kaslarımı gevşetmeye, bedenime birazda olsa rahatlık vermeye çalıştım.

"Albay diyorsun, emir diyorsun öyle mi?" Artun'un gözleri şüphe ile kısıldı; bakışları, sanki karşısındakini parçalayacakmış gibi deliciydi. Ellerini serçe saçlarının arasından geçirdikten sonra o masaya yasladı; öfkesini dizginlemeye, kendini kontrol altına almaya çalıştığını biliyordum.

Hazan, Artun'a kısa ve keskin bir bakış attı; gözlerinde ne sıcaklık ne de öfke vardı, yalnızca duygusuz, donuk bir ifade belirmişti. Sanki tüm hislerini bir zırh gibi geride bırakmış, sadece bize karşı mesafeli ve ölçülü bir yanıt vermekle yetiniyordu.

"Öyle komutanım." İçinde kopan fırtınalara inat sesinin tonuna hiç bir damla yağmur yağmıyor gibiydi. Dışarıdan bakıldığında ne kadar sakin görünse de içindeki yıldırımların birbirini boğazladığını gayet iyi biliyordum.

Aramızdaki gerginlik, görünmez bir sis gibi ağırlaştıkça ağırlaştı. Zaman, o an sanki gerilmiş bir telin üzerinde asılı kalmış, en küçük kıvılcımda kopmaya hazır bizi bekliyordu.

Artun'a tek bir bakış bile yöneltmeden, önümdeki sandalyeyi sert bir hareketle kavradım, soğuk metalin sürtünüşüyle zeminde kaydırıp onu önüme çektim ve kararlı bir edayla Hazan'ın tam karşısına geçip oturdum.

"Şuan karşında kim var Hazan." Sesimin tonuns sızan otoriteyi bastırmaya ne kadar uğraşsam da başaramıyordum. Zira içimdeki ince ruhlu, incitmekten çekinen Leyal kendini geri çekilmiş; yerini acımasız kararların, katı duvarların ardına gizlenmiş gaddar Bige'ye bırakamış gibiydi.

Hazan sıkılmış bir şekilde sesli bir soluk bıraktı.

"Siz komutanım." Hazan'ın bakışları bana sabitlendi; gözlerinin içinde hiç bir korku veya teslimiyetin gölgesi yoktu, sanki kendi kaderini ilmek ilmek örüyordu ve bu ilmeklere bizleri de çekiyor gibi bir hali vardı.

Oturduğum yerde dirseklerimi dizlerime yasladım; bedenim, düşüncelerimin ağırlığıyla öne doğru eğildi. Gözlerimde beliren kısa bir parıltıyla, dudaklarıma uğramayan bir tebessümün yerine hafif bir göz kırpışla karşımdaki kadına baktım.

"Ben kimim peki Hazan?" sorusu dudaklarımdan çıkarken sesim bile bana yabancı gelmişti. Bu konuşmayı uzatmak istemiyordum ama karşımda duran kadın beni o kadar zorluyordu ki hâlâ bu kadar sakin kalmam büyük bir kazançtı benim için.

"Komutanım." sorumu kısa ve net bir şekilde cevap verdiğinde başımı usulca öyle der gibi aşağı yukarı doğru salladım.

"Peki görevdeki konumum ne?" sesimin gürültüsü odanın duvarlarında çarptığında Hazan derin bir nefes alarak kendini toparladı.

"Görev komutasındaki üsteğmensiniz komutanım." Verdiği cevap ile dudaklarımdaki alaycı gülümseme daha da büyüdü. Bunu fark etmesi hoş bir ayrıntıydı; en azından bazı şeylerin hâlâ farkındaydı. Ancak yüzümdeki gülümseme bir anda silikleşip kaybolduğunda, oturduğum yerden hafifçe Hazan'a doğru eğilerek, sessiz bir ağırlıkla ona yaklaştım.

"Toplantıda neden bize gerekli bilgileri vermedin?" keskin bir buyruk gibi görünen sorum karşısında kısa bir an durdu. Kaşları usulca çatıldıysa da oturduğu yerden en ufak bir kıpırtı göstermeden, soğukkanlılığını korumayı sürdürdü.

"Emre-" Sözlerini sürdüreceği anda elimi sertçe kaldırarak onu susturdum; ardından aniden yerimden kalkıp ağır adımlarla masaya yöneldim. Önümde duran birkaç dosyayı kararlı bir hamleyle kavrarken umursamaz ve ketum bir ifade ile konuştum.

"Anlaşıldı yalan söylemeye devam edeceksin, görevden çekildiğini üsterimize bildirecek ve en kısa sürede tesisi terk edeceksin ayrıca elinde sana bize verilmesi emredilen dosyaları teslim edeceksin." Sözlerime karşılık Hazan'ın öfkeyle yankılanan sesi kulaklarımı doldurduğunda, omzumun üzerinden ona kısa ama keskin bir bakış fırlattım.

"Böyle birşey olmayacak." Kendinden fazlasıyla emin bir tonda sarf ettiği sözlere karşılık, kaşlarım bak sen' der gibi alayla hafifçe havalandı. Başımı iki yana sallarken omuzlarımı sen bilirsin der gibi silkeledim.

"Pekala ben albay ile görüşürüm." derken toplantı masasının soğuk yüzeyinde boş bir oyalanışla vakit geçiriyordum, kirpiklerimin gölgesinden Hazan'ın her hareketini dikkatle izliyordum; aslında yaptığım şeyin ardında gizlenen tek amaç, ondan beklediğim tepkiyi koparabilmekti.

Ve yalnızca birkaç saniyenin ardından Hazan, öfkesini bedenine sığdıramazcasına hışımla ayağa kalktığında, ben de refleksle yerimde dikildim. Dakikalardır sessizliğe gömülmüş olan Artun ise, benim gibi merakın gergin iplerinde asılı kalmışçasına yerinde doğruldu.

"Komutanım olmaz anlamıyorsunuz." Hazan'ın sesi bir çığ gibi yükselirken gözleri baş kaldırı ile parladı; gözbebekleri karanlık bir fırtına gibi çalkalanıyordu adeta.

"Neyi anlamıyorum, neyi anlamadığımı iddia ediyorsun Hazan? Gördüklerimi mi? Bizden sakladıklarını mı? Daha bir kaç gündür burda olmana rağmen, başarılı bir askerin bile isteye ekibinden sakladıklarını mı? Neyi anlamıyorum ben?" Sesimin tonu kapkara bir öfke ile yükseldiğinde Artun'u bir adım ötemde buldum.

Hazan, başını öfkeyle iki yana savururken, dudaklarından dökülen her kelime sanki beni dinleme gereğinde bulunmuyormuş gibi gergin ve keskin bir ifadeyle aramızda yankılandı.

"Bu görev benim herşeyim komutanım olmaz ayrılamam." Sözler ağzından fırlarken gözlerinde hem yalvarış hem isyan vardı. Parmakları yumruk olup titredi, çenesindeki kasların gerildigini fark ettim.

Ona doğru bir adım attığım an, Artun'un kolumun etrafına usulca dolanışını hissettim. Bakışlarımı ona çevirdiğimde ise, gözlerinde fırtınalarımı dindirmeye çalışan, sessizce sakinliğe davet eden derin bir ifade ile karşılaştım. Ben zaten sakindim sadece yapmam gerekeni yapıyordum... Bakışlarımı ondan çekerek Hazan'a çevirdiğimde onun donuk bir şekilde bize baktığını gördüm.

"Sana ayrılacak mısın diye sormuyorum, ilişiğin kesilecek dediysem bitmiştir." Kararım, sarsılmaz bir kaya gibi kesin ve netti; timimde, bizleri tehlikenin ortasına sürükleyip ardından kendi yolunu bulmaya yeltenen bir askere yer yoktu.

Hazan, öfkesini saklayamayan bir iniltiyle soluk alıp verdi. Yerinde tutunamayacak kadar gergin ve agresifti. İçinde, dile gelmek için birbirini zorlayan sayısız söz vardı biliyordum fakat rütbem, boğazına dolan bir zincir gibi onu susturmaya mecbur bırakıyordu ve bu durum onun için en zor olanıydı.

"Benim bu operasyona ne kadar emek verdiğimi bilmiyorsunuz." Hazan'ın sesi bu kez çatladı, kırılgan bir tınıyla titredi; ancak bakışlarındaki o korkusuz, dimdik duran kızdan bir zerre bile eksilmemiş, aksine derinleşerek ve katlanarak güç kazanmıştı. Bam telini yakalamış gibiydim...

Hemen yanımda duran Artun Agâh'ın bakışları buz gibi keskinleşti.

"Demek ki verdiğin emekleri göz ardı edecek kadar önem vermemişsin operasyona." Dakikalar sonra tekrar konuştuğunda Hazan'ın kırık bir umudu bağrında taşıyan bakışları onu buldu.

"Vereceğiniz her cezaya razıyım lakin görevden uzaklaşmamı istemeyin." söyledikleri bir itiraf kadar ağır, bir yemin kadar sarsılmazdı. Hazan'ın gözleri yere değmedi, kararlılıkla tam kar duran Artun'un gözlerine mıhlanmıştı. Sanki ondan bir medet umuyor sanki bütün umudunu ona bağlıyordu. Artun ise daha düz ve ifadesiz bir şekilde bakışlarına karşılık veriyordu.

Karşımdaki kadına doğru bir adım atarken tekrar konuştum.

"Bak Hazan ne kadar başarılı olduğunu biliyorum, bunu seni tanımayan biri bile gözlerinden anlar. Ama ben böyle bir operasyonda hatayı kabul edecek bir asker değilim." sesim konuşamamızdan bu yana ilk kez bir nebze yumuşak çıkmıştı. Çünkü onu anlıyordum, onu bir kadın olarak anlıyordum, onu bir asker olarak anlıyordum...

Çünkü bir kadını anlamak, yalnızca sözlerini dinlemek değil; ruhunun derinliklerine inmek, duygularının kudretini ve sabrını hissetmek demekti...

Hazan'ın bana yönelttiği bakışlarında hiçbir değişiklik olmamıştı, ona söylediklerim sanki zerre tesir etmemişti onu, Hâlâ öfke ile dolu, sert ve düz bir çizgi gibi bana bakıyordu.

"Leyâl..." Yanı başımda yükselen sese başımı o tarafa çevirdiğimde gözlerim Artun'un bakışlarıyla ile bir araya geldi. Kaşlarım kendi kendine, anlamsız ama sert bir çizgi halinde çatıldı. "Üsteğmenim." diyerek normal tutamaya çalıştığı ses tonu ile devam etti Artun.

"Buyrun komutanım." ifadesiz bir şekilde geriye çekildiğimde Artun Agâh'ın bakışları benden çekilmedi. Dudaklarının kenarı şüpheyle büküldü; sanki her nefeste içindeki öfkeyi bastırmaya çalışıyor, boğazında yutamadığı kelimeler birer birer zincire vuruluyordu.

"Kendisi ile özel konuşmak istiyorum." Sesi derinden, tok ve yavaş geldi; tonunda, kesin kararın ağırlığı kadar, derinlerde gizlenmiş bir sızı da vardı.

Dudaklarımda alay dolu bir gülümseme yerleşti. Dudaklarım vay be der gibi havalandı. Kaşlarımın arasında ince bir kıvrım belirdi, ama bu ne öfke ne de şaşkınlığın kıvrımıydı. Yalnızca soğuk bir kabullenişin zarif sessizliği ile dudaklarımı araladım.

Bir kaç saniye Artun'un gözlerine baktım. Ne yapmaya çalıştığını anlayamıyordum yinede ses etmedim, soru sormadım. Başımı iki yana sallayarak kendisine baktım ve toplantı salonundan çıkmak için yanından geçerken konuştum.İstemeye istemeye de olsa başımı belli belirsiz bir hareketle sallayarak oynayladım onu.

"Elbette, umarım gerekeni yaparsınız." Sözlerimin ardından bağıran alayı sezmiş olmalıydı çenesi gerginlik ile kasıldı. Dudaklarının kenarında belirsiz bir çizgi oluştu; ona inanmadığımı anlamıştı.

"Şüphen olmasın." Donuk bir ifadeyle bana cevap verdiğinde, bakışlarını ve varlığını umursamadan, görmezden gelerek kendimi dışarı attım. Aklım içeride kalan o ikilide kalsa da, şimdi yerine getirmem gereken daha mühim bir işim vardı. Adımlarım kendi odama doğru ilerlerken yapacağım şeye çoktan karar vermiştim...

 

YAZARDAN

Artun'un yavaş fakat kudretli adımları toplantı odasının zemininde yankılanırken, Hazan ile aralarındaki sessizlik ağır bir yemin misali gittikçe büyüyordu. Adımlarının ritmi, sanki suskunluğun üzerine kazınan keskin bir mühür gibiydi. Karşısında duran kadına bakarken zihnini kemiren dağ gibi bir tereddüt vardı; hangi sözcük doğru olurdu, hangi cümle hakikati taşıyabilirdi, yahut bundan sonra gerçekten anlaşılabilir miydi, işte bundan pek emin değildi. İçinde kabaran buhranı bastırmak istercesine aldığı derin nefesleri göğsünün darlığından dışarı sürerken, kasılmış bedenini son bir iradeyle, mekanik bir itaatle dakikalardır dikkat ile kendine bakan kadına doğru çevirdi. O an, içinde taşıdığı bütün gerginlik bakışlarının kıyısına vurmuş, kelimelerin önüne set çeken sessiz bir tufan gibi çehresine yansımıştı...

Artun içindeki fırtınayı dizginlemeye çalışırken bakışlarını kadının gözlerine siper aldı. Derin bir soluk alıp verdi ve konuşmak için dudaklarını araladı.

"Seni buraya gönderdiklerini ilk öğrendiğimde bunu kabul etmemiştim." kelimeler, zincire vurulmuş mahkûmlar misali boğazında kıvranırken sesindeki gür ton duvarların gölgesini bile titretecek cinstendi. Kaşlarının arasındaki derin çizgileri öfkeyle birleşmiş, dudaklarının kenarı ise güvensizlik ile bükülmüştü. "Nedenini hep sordun bana şimdi cevabını hem sen aldın hemde ben aldım hatta hepimiz aldık değil mi?"

Hazan adamın söyledikleri karşısında dik durmaya çalıştı. İçinde içinde ormanlar devrilse, fırtınalar kopsa da sesinde ve yüzünde hiç bir kırılma olmadı.

"Ben yanlış birşey yapmadım komutanım."dedi. Çenesi kasılmış, gözleri bir an bile kaçmamıştı Artun'un gözlerinden. "Ben bana ne emir verildiyse onu yerine getirdim."

Artun'un bakışları çelik keskinliğinde sertleşti; sadece bir an için gözlerindeki mavi, karanlığın en koyu perdesine bürünmüş, sanki bir gecenin uçsuz bucaksız derinliğine dönüşmüştü.

"Sen sana verilen emri yerine getirdin amenna ama sen bunu yaparken bu timde bulunan herkesin güvenini, güvenliğini, canını hiçe saydın." Sağ elinin işaret parmağını göğsüne sertçe vurdu ve durgun, ifadesiz bir çehreyle konuşmaya başladı; sesi, sanki duvarlardan yankılanan ağır bir hüküm gibiydi.

Hazan, ellerini hiddetle saçlarının arasından geçirerek başını geriye savurdu; göz kapaklarını birkaç saniyeliğine kapatıp yeniden açtığında, bakışlarının derinliğinde zelzeleler vardı.

"Kimseyi tehlikeye atacak birşey yapmadım ben komutanım." Tıslarcasına yanıtladı adamı; yüreğini kemiren asıl sancı, kimsenin onu anlamıyor oluşuydu. İkisininde suçlayıcı bakışları öfkesini körüklüyor, fakat en çok da karşısında duran adamın anlayışsızlığı yakıyordu canını; zira en çok onun anlaması gerekirken, uçurumun kenarına en sert itişi yine o yapıyordu.

Artun Agâh, öfkeyi boğazının derinliklerinden çıkarır gibi, gülümsercesine kadına baktı, ardından başını yana eğip, sanki zamanın akışını kendi ritmine uydururcasına, ağır ve kasvetli bir şekilde salladı.

"Yaptın..." Dedi sakin bir eda ile. "Sen bugün yaptığımız planı hiçe sayarak hepimizi yok saydın." diye devam etti yüzündeki tuhaf ama suçlayıcı ifade ile.

Hazan, Artun'a doğru birkaç adım ilerledi; attığı her adım nir meydan okuma gibiydi. Omuzları sanki bütün yükleri sırtında taşısa da yere eğilmeyecek kadar dimdik duruyordu. Çenesi öfkeyle titediğinde dişlerini sıkarak buna engel oldu.

"Ben plana sadık kaldım komutanım." dediğinde sesinde en ufak bir titreme yoktu; öylesine sakindi ki sanki hiçbir şey yapmamış, sanki asıl suç kendisinin değilde onların omuzlarına yüklenmiş gibi duruyordu. Oysa içinde kasırgalar kopuyordu; haklılığını haykırmak ile suskun kalıp disiplinin duvarlarına çarpmak arasında sıkışıp kalmıştı. Gururu, kendini savunmaya çağırıyor ama o buna tenezzül dahi etmiyordu. Ne bir adım geri atabiliyor, ne de ileri çıkıp bütün gerçeği haykırabiliyordu.

Artun Agâh Hazan'ın sakince söylediklerini duyunca aldığı nefesler bir an için ağırlaştı, göğsünden çıkan her soluk taş gibi odanın içine düştüğünde gözbebekleri öfke ile daraldı, çakırları koyulaşıp çelik gibi keskinleşirken bir anda gürleyen sesi, sanki bozkırın ufkunda ansızın yükselen uğultulu bir rüzgâr gibi bütün odayı doldurdu." Yeter lan! Nereye kadar böyle devam ettirecektin? Ne zamana kadar bizi ayakta uyutacaktın?" söylediği her kelime Hazan'a çarptığında genç kadın gözlerini kapatıp bir kaç saniye bekledi. Böyle bir tepkiyi bekliyordu hatta daha erken bekliyordu...

Birkaç iri adımda kadın ile arasındaki mesafeyi yok etti. Hazan'ın tam önünde sert bir gölge gibi dikilirken göğsünü döven solukları fışkıran öfkesinin ateşine karışarak Hazan'ın tenine çarpıyordu. Hiddet ile devam ettiğinde Hazan'ın bedeni istemsizce titredi.

"Biz günlerdir bu operasyon için kendimizi paralıyoruz! Madem sen çoktan o piçin karanlık inine sızmıştın, madem elinde en başından beri bütün bilgiler vardı, niye bizi bambaşka bir oyunun içine sürükledin?"

Yüksek sesi odanın dört duvarını çatlatacak bir gürültüyle patladı; öfkesi, hem ihaneti sorgulayan bir celladın soğukluğunu hem de bozkırda yolunu kaybetmiş sürüleri savuran fırtınanın şiddetini taşıyordu sanki.

Hazan ellerini yanında yumruk yaparken dişlerini sıkarak dişleri arasından fısıldadı:

"Emredilen buydu komutanım."

Artun'un damarları şakaklarında belirginleştiğinden elini gürültü ile masaya vurdu.

"Hadi diyelim Kalkan timine güvenmedin, bana da mı güvenmedin kızım sen? Biz seninle aynı timdeydik lan, ben senin komutanındım, gelip bana durumu çıtlatsaydın ben öğrenirdim lan!" Sesindeki kırgınlık, öfkesinin içinde kanayan bir yara gibiydi. "Bu kadar mı gözün kör oldu Hazan?! Bu kadar mı kör oldun sen." hayal kırıklığı barındıran sesi bir sis gibi aralarında dağıldığında Hazan titrek bir soluk bıraktı dudakları arasından. Yinede geri adım atmayacaktı, gözlerini kararlı bir şekilde kaldırdı. "Ne söylersem söyleyeyim beni anlamayacaksınız komutanım, tek söyleyeceğim bu operasyondan ayrılmayacağım."

Artun Agâh bir an için başını geriye attı, göz kapaklarını sakın kalmak adına sımsıkı kapadı. Sonra yeniden alev alev açıldığında bakışları yanan bir kibrit gibi kadının üstünde gezindi. Kendini bir adım geri çekti ve parmak uçları ile burnunun kemerini sıktı.

"Sen benimle dalga mı geçiyorsun? Sen karşında kimin olduğunu unuttun." Karanlık sesi aralarına bir çığ gibi düştüğünde beklemeden işaret parmağını sallarken devam etti. "Belli ki sen çok şeyi unutmuşsun beni yapmayacağım şeyleri yapmaya mecbur bırakma!" Bunları söylerken sesi alaylı çıksa da hissettirdiği cehennemin soğuk ellerini yakalarında hissedebiliyordu Hazan ama geri adım atmak şöyle dursun sanki daha fazla hırslanmış gibi meydan okuyan bir ifade ile konuştu.

"Rütbe indirebilir miyiz komutanım?"

Artun'un damarlarına tırmanan histerik öfke ensesini kavurup geçerken, bedenindeki hararet sanki derisinin altından taşmak istercesine kabardı. Yumruğunu öyle bir hiddetle masaya indirdi ki, darbeyle birlikte çıkan çatırtı yalnızca tahtayı değil, odanın duvarlarını da zangırdatarak yankılandı. O an masa değil, sanki bütün oda onun öfkesine boyun eğmişti; sessizlik bile çatlayıp dağılmış gibiydi.

"Lan, lan! Çıldırtmak mı istiyorsun lan sen beni?!" Yüzünü hiddetle ovuştururken ciğerlerinden taşan sert solukların uğultusu, sesinin tonuyla amansız bir kavgaya tutuşmuş gibiydi."Çık dışarı!" Arkasını kadına çevirdiğinde, Hazan'ın gözleri adamın gerginlikten taş kesilmiş sırtına ilişti; dimdik duran omuzları ve kasılmış çizgileriyle sanki önünde bir insan değil, aşılmaz bir duvar vardı. Artun Agâh'ın öfkesini biliyordu, yıllar içinde buna alışmış ve hep kendini bu öfkeden sakınmıştı. Ama bugün onun öfkesinin hedefi olmak içinde bir yerlerde büyük kırılmalara ve yıkımlara sebep oluyordu.

Hazan iki elini ensesine atarak başını geriye attı ama pek sakin olabileceğini sanmıyordu. Sesinin tonunu istemsizce yükselirken adama doğru bir adım attı, bu adım kendi içinde verdiği savaşın dışa vurumuydu sanki.

"Beni bu görevden alamazsınız! Böyle bir yetkiniz yok!"

Sözcükler dudaklarından fırlarken, sesi ikisinin arasında bir dalga gibi çarpıp yankılandı. Gözleri, öfkenin ve kırgınlığın karıştığı bir fırtınayla titrerken yumruklarının boğumları bembeyaz kesilmişti.

Artun Agâh, yavaş ve ruhsuz bir şekilde topuğunun üzerinde döndü; bakışları, buzla örülmüş bir duvar gibi sert düzdü. Dudakları kıpırdamadan önce bir kaç seniye sessizliğe gömüldü, yalnızca gözlerindeki gölge, içindeki öfkenin sanki donmuş bir volkan misali beklediğini ele veriyordu.

"Ne istiyorsun?" derken; sesinin tonu öylesine sakindi ki, Hazan bir an için şaşkınlık ile durakladı. Adamın bu kadar sakin kalabilmesine inanamadı. "Ne istiyorsun lan sen?!" Ama bir saniye sonra bütün odayı bir sel gibi dolduran gür ve bariton sesi ile öyle titredi ki asıl büyük kıyametin şimdi kopacağını düşündü Hazan.

"Bana bak... bugüne kadar her yaptığına göz yumdum. Kadındır dedim; bir Türk askeridir dedim, her yaptığın hatayı tolere ettim. Bana duygularını açtın, kalp kimi seveceğine karar veremiyor, sevgisine saygı duy dedim... Ama bu, son yaptığın, bardağı taşıran damlaydı." Sağ elini göğsüne götürüp yumrukladı, göğsünden yankılanan çarpıntı her kelimenin ağırlığını katlayarak boğazından hırıltıyla fırladı. Hazan'a doğru büyük bir adım attı ve tam gözlerinin içine bakarak bakışlarındaki hiçlik ile devam etti.

"Sen bugün bende bittin. Ne saygı ne sevgi... zerresini sana gösterirsem namerdim." İçinde biriken bütün öfke ve hayal kırıklığını bir anda dışa vururcasına patladığında Hazan boğazında düğümlenen ağlama hissini geriye atmaya çalıştı. Fakat içinin derinliklerinde öyle bir boşluk da vardı ki ne konuşabiliyor ne hareket edebiliyordu. Bir kaç saniye öylece bekledi ve sadece karşısında duran adamın çakılarına hüzün ile baktı. Kendi içinde verdiği büyük savaşlar vardı ve bu savaşlarda verdiği büyük kayıplar... İçli bir soluk bırakarak her şeyi bir kenara atarak durduğu yerden kendini hızla toparladı, derin bir soluk alıp verdi ve ifadesiz bir tonda konuştu.

" Sen bir yüzbaşısın mantıklı düşünmek gerekir, ne bu tavırlar?" derken elini göğsüne kendini gösterircesine hafifçe vurdu "Ya ben ne yaptıysam operasyon için yaptım. Şanlı bayrağımız göklerde dalgalanmaya devam etsin diye yaptım, toprağımızın bütünlüğü için yaptım. Sende çok iyi biliyorsun ki ben olmasam başkası olacaktı, pişman değilim olmayacağım."

Artun bir an kadına inanamıyormuşcasına baktı.. Yıllardır tanıdığı kadın ile şuan karşısında duran kadın aynı kişi miydi? Bir yanılgının içinde yaşadığını, aslında onu hiç tanımamış olduğunu fark etti. Hem de hiç! Şimdi karşısında duran yüz, yılların yaşanmışlıklarını hiçe sayan darbenin sahibiydi. Bu darbe, savaş meydanında göğsüne saplanan bir kurşundan daha keskin, daha acımasızdı. Onlarca yara almış bedeni ilk kez sırtından vurulmuş gibiydi, şimdi ise içinde büyük bir kavgaya tutuşmuş öfkesi ve hayal kırıklığı ile baş başa kalmıştı.

Dişlerini kırarcasına sıkarken bir yılanın tıslamasını andıran bir ses ile konuştu..

"Lan görev mi kaldı?" diyerek sakin ama öfke barındıran bir hâl ile devam etti. "Ben bu operasyon için kaç hayatı kendimle beraber sürükledim haberin var mı? Hâlâ pişkin pişkin pişman değilim diyorsun!" Derin bir soluk alıp verirken öfkesinin ardında sinen sitem ile kadına baktı. "Keşke biraz pişman olsaydın işte o zaman seni anlayabilirdim."

Hazan adamın sesindeki sitemi fark ettiğinde buruk bir şekilde gülümsemek istedi, keşke kendisi de biraz onu anlayabilseydi diye düşünmeden edemedi. Keşke biraz da olsa onun tarafından bakabilseydi ve keşke biraz onu sevebilseydi...

Omuzları ağır bir yük taşır gibi çökerken aynı sitemli ifade ile Artun Agâh'ın gözlerine baktı.

"Bana emredilen buydu, neden anlamak istemiyorsunuz?"

Artun'un yüzündeki kasılmış çizgiler gevşer gibi oldu; bakışlarını Hazan'ın gözlerine kilitlediğinde, sanki onun derinliklerinde yanıt arıyordu. Sessizlik, iki ruh arasına gerilmiş ince bir ip gibi uzandı. O an, dudaklarının kıyısından boğuk, ağır ve göğsünün derinliklerinden sökülüp gelen bir soru döküldü.

"Biz kimiz Hazan? Görevimiz ne?"

Hazan bir anlığına duraksadı. Bir zamanlar kendilerine 'aile' diyen bir timin parçasıydı; şimdi ise daha geniş bir ekibin içinde, aynı kelimeyi tekrar tekrar dile getirenlerin arasında yer alıyordu. Fakat hiç gerçekten onlardan biri olmuş muydu? Asıl soru daha da yakıcıydı hiç bir yere ait hissetmiş miydi kendini?

"Askeriz ve bir ekibiz." Durgun bir ifade ile cevapladı adamın sorusunu.

Artun Agâh başını aşağı yukarı doğru bir kere salladı.

"O zaman ona göre hareket, edeceksin! Ne bizi ne de kendini tehlikeye atmayacaksın!"

ArtunAgâh'ın asıl hazmedemediği noktada buydu. Kim bilir kaç kez onlardan habersiz göreve çıkmış, kaç kez kendi canını hiçe sayarak ateşin içine atılmıştı. Kaç kez ifşa olmanın eşiğinden dönmüştü. Meslek hayatı boyunca her askerinin selameti için titizlikle uğraşmış, birinin ayağına en küçük bir taş değse bile suçu önce kendinde aramıştı. Ama şimdi, bütün bu fedakârlıkların karşılıksız kaldığını görmek; ne yaparsa yapsın herkesi koruyamayacağını anlamak, ruhuna ağır bir yük gibi çökmüştü.

"Buradaki kimseyi tehlikeye atacak, hiç birşey yapmam!" Elleri yanlarında kenetlenmiş, parmak uçları görünmez bir acının izini taşıyormuş gibi yumruk olmuştu. Yutkundu, ama gözlerinde pişmanlık değil, yalnızca kör bir sadakatin sönmeyen kıvılcımı vardı ve Artun Agâh bunu çok iyi görüyordu yinede içinde filizlenen şüphenin tohumları çoktan sulanmış ve kendilerini büyümeye hazırlanmışlardı.

Artun Agâh, düşüncelere dalmış bir hâlde uzun süre Hazan'a baktı. Zihninde birbirine çarpıp duran düşünceler başını zonklatmaya başlamıştı. Sağ eli şakağına kaydı, parmak uçlarıyla orayı hafifçe ovalarken gözlerini kapadı. O an, içindeki fırtınayı susturmak istercesine derin bir nefes aldı. Ama ne yaptıysa olmadı; gürültü azalmıyor, aksine daha da büyüyordu. Gözlerini tekrar açtığında yorgun bir kızgınlık ile konuştu.

"Pekala çekilebilirsin."

Hazan, hoşnutsuz ve bıkkın bir ifadeyle adama baktı. Konunun uzayacağını tahmin etmişti belki, ama Artun Agâh'ın böylesine keskin bir kararla her şeyi noktalamış olabileceğini aklının ucundan geçirmemişti. Belki de içinde, ona karşı duyduğu o güçlü hisler gerçeği görmesine engel olmuştu-kim bilir? Bildiği tek şey vardı artık: Hiçbiri ona eskisi gibi güvenmeyecek, hiçbir bağ eskisi kadar sağlam kalmayacaktı. İçinde büyüyen yakıcı hiç ile tekrar dudaklarını araladı. "Emredilen-" demişti ki Artun'un acımasız ve itiraz istemeyen sesi konuşmasına dahi izin vermeden araya girdi.

"Bu bir emirdir asker!" diye hiç bir duygu barındırmayan ifade ile konuştu...

Hazan yalnızca başını eğip usulca sallamakla yetindi. İçinde fırtınalar kopsa da artık biliyordu; ne söylerse söylesin onu dinlemeyeceklerdi, dinleseler bile anlamayacaklardı. Hatalı olduğunu inkâr etmiyordu, ama işlediği hatanın bedeli böylesine ağır olmamalıydı. İçinde büyüyen isyan, boğazına düğümlenen suskunluğu parçalamak istiyor, ama gururu ve kararlılığı o çığlığı geri itiyordu. Görevden uzaklaştırılmak... Bu, onun için yalnızca bir ceza değil, kimliğinin sökülüp alınması demekti. Derin bir soluk alıp verirken hızlı bir şekilde arkasını dönüp odadan çıkmaya hazırlanıyordu ki odanın kapısı tıklayarak açıldı ve Üsteğmen Leyal vakur bir eda ile içeri girdi... Hazan komutanı olan kadına kısa bir baş selamı vererek odadan çıkmak için tekrar bir hamle yaptığında Leyal'in sesi bir yıldırım gibi toplantı odasının ortasına düştü.

"Sana emredilen, herşeyi bize anlatmak ve dosyayı bize teslim etmendi."

Hazan durdu, kalbi bir anlığına göğsüne sıkıştı. Dudaklarının kenarında istemsiz bir kıvrım belirdi, ama gözleri kaçamak bir bakış arıyor, içinde büyüyen öfke ile çaresizlik arasında gidip geliyordu. Artun Agâh Leyal'in sesini duyduğunda bir adım ileri attı; gözlerinin mavisi buz gibi sertleşmişti ve anlamsızca Leyal'e bakıyordu.

"Leyâl?" derken sesi fazlası ile sorgu dolu çıkmıştı.

Leyâl adama bakma gereği bile duymadan bakışlarını bir saniye bile Hazandan ayırmadan soğuk, keskin bir kabullenişle devam etti:

"Albaylar ile tek tek görüşme sağladım, tesise geldiği ilk gün bize dosyayı teslim edilmesi, toplantıda herşeyi, operasyondaki rolünü anlatması emredilmiş." Derin bir hayal kırıklığı ile Hazan'a bakıyordu. Şimdiye kadar itiraf etmese de, içten içe Hazan'ın suçsuz olduğuna inanmayı, onun haklı olduğunu kabullenmeyi arzulamıştı. Ama albaylarla yaptığı görüşmelerin ardından içindeki güven duygusu paramparça olmuş, yerine soğuk, keskin bir şüphe yerleşmişti. Bu sarsıcı şüpheyle birlikte soluğu tekrar ikisinin yanında almak zorunda kalmıştı.

Artun Agâh gözleri yırtıcı bir eda ile Hazan'ı buldu. Kendini sakinleştirmek için verdiği büyük sabır sonunda çatlamıştı ve büyük bir yıkım misali üzerlerine serpe serilmişti. Dişlerini sıkarken kendine hakim olamadı.

" Sabrım taşıyor, anlat." Sesi biraz daha yükseldi. "Ben bu tesisi senin başına yıkmadan anlat yoksa canını yakarım Hazan inan bana yaparım bunu."

Hazan başını ağır bir vakarla kaldırdı. Adamın sesine sinmiş o keskin kararlılık, sanki kendi mezar taşına kazınmış soğuk ve değişmez bir yazı gibiydi; İçinde derinlerde yankılanan kırgın gurur ile ateşten bir öfke, göğsünde birbirine çarpıp duran iki fırtına gibi kabarırken başını usulca iki yana salladı, bu hareket bir teslimiyet değil, aksine sessiz bir meydan okumanın nişanesiydi. Artık bu yoldan geri dönüş olup olmadığını bilmiyordu; belki de bütün kapılar çoktan ardına dek kapanmıştı. Fakat bildiği tek bir hakikat vardı: bazı sırlar, onların selameti uğruna mezara kadar taşınmalıydı ve kendisi ne olursa olsun bunu sağlayacaktı.

"Bunu yapamam komutanım." ruhsuz bir şekilde karşısında duran adama bakmaya devam etti. Her ihtimali düşünmüş, her olasılığı en ince ayrıntısına kadar gözden geçirmişti; fakat sevdiği adamın nefretini kazanmayı asla hesaba katmamış katmayı aklından dahi geçirmemişti, çünkü, bir gün mutlaka onun da kendisini anlayacağına inanmıştı. Şimdi ise yaptığı hatanın ağırlığını taşıyordu; belki görevden alınacak, belki de tamamen dışlanacaktı. Yine de kalbinin derinliklerinde tek bir dileği vardı: Onun tarafından, hiç değilse bir anlığına olsun anlaşılmak...

Artun Agâh, bir elini beline yaslayıp diğer eliyle burnunun kemerini sıktı; birkaç saniye boyunca öylece hareketsiz kaldı. Derin bir nefes alırken başını kaldırıp artık çakırlarının ev sahipliği yaptığı öfke ile Hazan'a baktı.

"Siktir git o zaman, git bizden uzakta yap sana emredilenleri."

Hazan bedenini tam anlamı ile adama çevirirken aynı öfkeli bakışlarıyla karşılık verdi; gözlerinde kırılmış gururun paramparça ışıkları parlıyordu ama buna rağmen dik bir şekilde duruyor olması takdire şayandı...

" Siz benden emeklerimi yok saymamı istiyorsunuz?" Derken sesine, bastıramadığı bir şaşkınlık dalgası karıştı. Duyduğu şeyler doğru mu yoksa bir kötü bir şakanın yansıması mı olduğunu kavramak istercesine kaşlarını daha da derin çatıp, birkaç adım ötesinde duran kadına baktı.

Leyâl kendisine sorgu dolu bir şekilde bakan teğmene donuk bir ifade ile baktı.

"Biz senden artık hiç birşey istemiyoruz." derken alnı stres ile kırışmıştı. Zihnindeki düşünceler o kadar yormaya başlamıştı ki sadece biraz dinlenmek ve bundan sonra ne yapmaları gerektiğine karar vermeleri gerekiyordu.

Hazan'ın gözleri parladı; bakışları meydan okuyan bir hançer gibi komutanın Leyal'in üzerine saplandı. İçinde biriken öfke ile kendine hakim olmazken odanın ortasına doğru bir kaç adım attı.

"Siz kimsiniz? Siz kimsiniz de beni bu görevden uzaklaştırabileceğini düşünüyorsunuz?" Artık gösterdiği bütün tahammüller yavaşça masadan ayrılırken Hazan'ın hesap soran sesi sis gibi dağıldı aralarına. İncelediği yerden mi kopardı yoksa kopan her bağı yeniden daha sağlam bir şekilde bağlarlardı bu onların sorunuydu. O an yüreği yırtıcı bir kuş gibi çarpıyordu ve sinirleri artık kendine hakim olmakta güçlük çekiyordu.

"Haddini aşma!"Artun'un sınanan sabrı sonunda çatladığında tehlikeli sesi keskin bir uyarı gibi odanın duvarlarını yalayıp geçti.

Hazan iki kolunu isyan edercesine açtı, tenine batan stresin yoğun emareleri ile hınçla bir kez daha sesini yükseltti.

"Had mi kaldı lan ortada, iki saattir almışsınız beni aranıza top gibi sektirip eziyorsunuz."

Sözleri odada yankılanırken havayı bir kaç saniyelik keskin bir sessizlik bürüdü. İçinde kıvranan gurur, kırgınlık ve öfke birbirine çarpıp büyürken hem onu hem de odadakileri görünmez bir çember gibi sarıp sarmaladı.

Leyâl'ın hüzünle örülmüş bir sertlik ile derin bir soluk alıp verdi. "Yazık..." dedi sakin bir eda ile. Sesi buz gibiydi ama sesinin tonunda altında yatan hayal kırıklığının puslu varlığı kendini belli ediyordu.

Hazan bir an kahkaha atmak istedi, içindeki öfke ile kırgınlığın karışımından doğan alaycı bir dürtü boğazına düğümlenirken dudaklarından kısa, kesik bir "Hah" nidası döküldü. Gözlerinde varlığını koruyan acı ve küçümseme ile "Yazık olan size!" diye karşılık verdi. "Ben bu operasyon için neler yaptım biliyor musunuz? Sizin hiçbir zaman anlayamayacağınız şeyler. Şimdi kalkmış bana ahkâm kesiyorsunuz. Benim komutanımsınız, eyvAllah. Ama beni bu görevden men edemezsiniz." sonunda titrek bir soluk bırakırken düşmek için direnen omuzlarını daha da dikleştirdi. Şimdi düşmeyecekti, onların karşısında olmayacaktı, buna izin vermedi...

Leyâl, kadının bir noktada haklı olduğunu inkâr etmiyordu elbette. Bu görev uğruna ne kadar bedel ödediği ortadaydı; belki onlarca kez canını hiçe saymış, her defasında ölümün kıyısına sürüklenmiş ama yine de operasyona sadakatinden ödün vermemişti. Fakat aralarına giren o koca güvensizlik duvarı, tüm emeklerin üzerine kocaman bir gölge düşürmüştü. Bu gölgeyi nasıl kaldırabilir, bir daha Hazan'a nasıl inanabilirlerdi? Bilmiyordu... Çenesindeki hatlar gerilirken yüzünün çizgileri daha da keskinleşti. Kadına doğru ağır bir adım attı.

"Ben Üsteğmen Leyâl Bige Kılıç." Derken doğrudan karşısında duran Hazan'ın gözlerine bakmayı sürdürdü. "Bugünü unutma Hazan Teğmen." Kadına doğru bir adım daha attı ve aralarında bir bir adımlık mesafe bırskırken hiç bir ifade barındırmayan sesi ile devam etti.

"Çünkü günü geldiğinde eğer ki aramızdan birine bir şey olursa senin esamen bile okunmayacak." Başını sağa yatırırken ketum bir ifade ile konuşmasını sürdürdü. "Sana güvenmiyorum, güvenmeyeceğim. Verdiğin bilgileri yüzlerce kez kontrol edeceğiz. Ve sen, türbemizi hiçe sayarak konuştuğun için kınama alacaksın."

Hazan Leyal'in omzunun üzerinden Artun Agâh'a tepkisizce baktı. Onunda zaten kendisine baktığını fark ettiğinde kalbinde toplanan kırgın cümleleri dilinde geriye iterken bakışlarını tekrar Leyal komutanı ile buluşturdu.

"Özür dilerim komutanım lakin pişman değilim, beni anlamayan sizlersiniz. Anlamamak için direnenlerde sizlersiniz, kendimi savunmak verdiğim emekleri savunmak en büyük hakkım." Hazan’ın sesi tekdüze, neredeyse odanın sessizliğine karışacak kadar sakin çıkıyordu. Dudakları sertçe kıvrılmış, gözleri ise hiçbir duyguya teslim olmadan karşısındaki Leyal ve Artun'a ifadesizce bakıyordu.

Leyal Hazan'a alaycı bir gülümseme ile baktı. Başını sorgulayan bir ifade ile hafifçe yana yatırdı.

"Hâlâ bireyleri saklayarak mı emeklerine sahip çıkıyorsun?" Sözleri keskindi, net cevaplar istiyordu ve Hazan kendisine kaçamak cevaplar verdikçe içindeki hırs daha da büyüyordu.

Hazan kısa bir an durakladı, dudaklarını öfke ile sıktı. Gözleri Leyâl’in gözleriyle buluştuğunda bir anlığına tüm savaşını, direnişini ve savunmasını bir bakışta aktarmak istedi ama yerine, sessiz bir meydan okuma ile daha da dikleştirdi omuzlarını.

"Her şey ortada, saklanacak bir durumun kaldığını düşünmüyorum." Hazan’ın sesi yine kontrollüydü, ama dudaklarının kenarında beliren hafif bir titreme, içindeki çelişkiyi ele veriyordu.

Leyâl Hazan'ın hâl ve hareketlerini pür dikkat izlerken son derece düşünceliydi. Hazan'ın duruşu her ne kadar kendinden emin olsa da bu sağlam duruşun ardında sakladığı bir şeyler olduğu barizdi. Odadaki sessizlik büyürken kıstığı gözleri ile konuştu.

" Tek bir kere soracağım sende tek bir kere cevap vereceksin?" derken gözleri Hazan'ın gözlerine hesap sorarcasına saplandı. " Hain misin?" Sesinin tonundaki karanlık suçlama ortama buz gibi çökmüştü. Artun Agâh'ın inanmayan bakışları Leyal'i bulduğunda Leyâl sanki adamın bakışlarını hissetmiş gibi derin bir soluk bıraktı.

Hazan içten içe bir ah çekerken sadece gördülerine aldanan bu ikiliye ne diyeceğini bilmiyordu. Aslında Leyal komutanına kızmıyordu çünkü daha yeni tanışıyorlardı ve daha bu evredeyken kendisine güvenmesini bekleyemezdi ama Agâh... İçinde bir yerlerde sızlayan acı kıymık gibi kalbine batarken sakin olmak adına gözlerini kapattı. "Değilim!" dedi donuk bir ifade ile. " Sadece bir hatamda beni nasıl böyle bir şey ile suçlarsınız?" içindeki zehri akıtmak istercesine devam etti. Madem her şey bu kadar karışmıştı kendi hakkını savunacaktı. Suçlu dahi olsa...

"Sadece bir hata..." Leyâl başını düşünceli bir şekilde sallarken Hazan'ın son söylediklerini tekrar etti. "Yapılan tek bir bir hatanın hepimizin mezarı olur..." Aldığı her nefes zihini talan ederken işaret parmağını Hazan'ın göğsüne bastırarak devam etti. "Bunu bilmeyecek kadın değilsin sen Hazan!"

Hazan'ın içi alev almış bir cephanelik gibiydi. Zihninin içinde sesler birbirine çarpıyor, suçlama ile savunma arasında kalan aklı kanlı bir savaş veriyordu. Yine de yüzünde en ufak bir kıpırtı dahi yoktu. Gözleri buzdan bir perdenin ardına saklanmış gibi dönüktü, ne kırgınlığını belli ediyordu ne de öfkesini. Yalnızca bakışlarının derininde, bastırılmış fırtınanın gölgesi usulca titredi. İçinde çığlık atan tarafını susturmayı seçti. Derin bir soluk alıp verdi.

"Özür dilerim. Size anlatmam gerekirdi, evet." Geriye doğru bir kaç adım atarak Leyal'den uzaklaştı. "Ama bu benim elimde değildi." Derken oldukça ciddiyidi. "Emir derin kökten geldi. Size açmam doğru olmazdı. Anlayın beni." Agâh'a bakmak istemeyen bakışları iradesine başkaldırarak bir ihaneti andırırcasına istemsizce adamın çakırlarını buldu. Oysa dönmemeye, o bakışlardan uzak durmaı için elinden geleni yapıyordu fakat kalbi, aklının kurduğu bütün duvarları sürekli yıkıyor ve sonunda yine kendini ona bakarken buluyordu. Gözleri, kendisine beklenmedik bir sükûnetle bakan o adamda asılı kaldı. Agâh'ın gözlerindeki anlayış vardı, Hazan'ın içinde susturmaya çalıştığı bütün fırtınaları sessizce dile getiriyordu sanki çakırları.

Leyâl, Hazan'ın bakışlarının yönünü fark ettiğinde başını yavaşça arkasına çevirdi. Gözleri, hemen ardında sessiz bir heykel gibi duran Artun Agâh'ı buldu; o gözlerde buzdan bir perde, duyguların tamamını saklayan soğuk bir sis vardı. İkisi arasında nasıl bir bağ olduğunu bilmiyordu ama Artun'un bu kadar sessiz kalışı, damarlarında biriken öfkenin ateşini daha da harlıyordu. Yine de bir kelime dahi etmedi, özellikle bir şey söylemekten kaçındı.

İkisini görmezden gelerek bir kaç adım masaya doğru artarak bir sandalye çekip oturdu. Eli soğukkanlı bir kesinlikle laptopu açarken Hazan'a bakmadan ağır bir eda ile konuştu.

"Pekâlâ. Git odana ve çıkacak kararı bekle."

Hazan, sanki göğsüne saplanmış bir yükü ilk kez gevşetiyormuş gibi derin bir nefes aldı. Ellerini iki yanında kenetledi, başını yukarı aşağı doğru bir kere sallayarak kısa bir selam verdi.

"Emredersiniz, komutanım." arkasını dönüp odanın çıkışına doğru ilerlerken tam sensörlü kapının önünde dururken bir anda durdu ve kırık bir ifade ile omzunun üzerinden hâlâ kendisine bakan adama baktı.

"Var mıydım ki biteyim.?" Dakikalar önce adamın kendisine söylediklerine ithafen konuştu. Daha sonra başka bir şey söylemden kalbinin derinliklerinde kanayan kırıklarına sıkı sıkıya sarılarak orayı terk etti. Çünkü kendi hissesine de gitmek kalmıştı...

Artun Agâh, Hazan'ın odadan sessizce çıkışını izledikten sonra gözlerini kapattı; birkaç saniye boyunca dünyayla tüm bağını kesmiş gibi öylece durdu. İçinde bir fırtına koptu, ama hiçbir şey söylemedi. Kalbinin en kuytu köşesinde büyük bir harp hâkimdi; güven ile şüphe, öfke ile koruma içgüdüsü birbirine çarpıyor, aklını ve ruhunu paramparça ediyordu. Hazan'a inanmak isteyen tarafı, bir yandan onu anlamak, savunmak, sahip çıkmak istiyor, diğer yandan kırgınlığın ve ihanete dair şüphelerin ağırlığıyla boynunu eğiyordu.

"Fazla tepki verdik." öylece beklerken bir dakikanın sonunda dudaklarından firar eden ve odanın sessizliğine karışan ilk cümle buydu. Fazla ileri gitmişlerdi, tam anlamı ile dinlememişlerdi Hazan'ı. Gerçi biliyordu ki Hazan, kendi iradesine sıkı sıkıya bağlıydı; işin içinde derin kök varsa susmak onun için bir zaferdi ve belki de sessiz kalması herkes için en iyi olandı.

Leyâl ona bakma gereği bile duymadan pür dikkat ekrandaki bilgileri kontrol ediyor ve yeni bir plan taslağı oluşurmaya çalışıyordu. Kaybedecek vakitleri yoktu.

"Yerinde bir tepki olduğuna inanıyorum." dedi, sesi oldukça sakin ve duygudan yoksun çıksa da iç dünyasında fırtınalar kopuyordu. Zihni, doğruyu yanlıştan ayırmaya çalışıyor, geçmişin gölgeleri ve olası hatalarla bir savaş veriyordu. Her ne kadar yüzüne soğukkanlılık ve disiplinin maskesini taksa da, kalbinin ritmi ve düşüncelerinin keskinliği onun için bir tür sessiz çığlıktı. Leyâl, hem kontrolü elinde tutmaya çalışıyor hem de kendi içinde titreyen şüphe ve sorumluluk ağırlığı ile cebelleşiyordu.

Artun Agâh mekanik bir hareket ile kadına döndü, bakışları keskinleşmiş alnındaki çizgiler daha derinleşmişti. "Biz de askeriz Leyâl biz de her zaman emir demiri keser." Sözcükler havada asılı kalırken, kendine göz ucuyla dahi bakmayan kadına bakmayı sürdürdü.

Leyâl Artun Agâh'ı umursamdan laptopu kapattı ve sükunet ile ayaklanırken omuzlarını hafifçe silkti.

"Emirleri hiçe saydığını gördük." aynı sakin ve umursamaz eda ile cevaplarken adamı, odasına gitmek için toplantı odasının çıkışına yöneldi.

Artun Agâh, kendisini hiçe sayarcasına odadan ayrılmak için ayağa kalkan kadına donuk bir hayret ile baktı. Leyal'in bakışlarında ne bir duraksama ne de en ufak bir tereddüt vardı; sanki onu bile isteye yok sayıyordu Artun'un içinde bastırmaya çalıştığı bir öfke ile derin bir soluk bıraktı.

"Başka bir iş var bunun içinde," dedi sesini yükseltirken.

Adamın ardından yükselen sesini duyan Leyâl, omzunun üzerinden yüzünü ona çevirdi. Gözlerinde buz gibi bir soğukluk, dudaklarında ise alaycı bir tebessüm vardı. Başını yana eğdi, iğneleyici bir şekilde konuştu.

"Hiç anlamamıştım... sağ ol."bedenini tamamen adama doğru çevirdi çünkü anlaşılan konuşmaları uzayacaktı. Kollarını birbirine bağlarken düz bir ifade ile Artun Agâh'a baktı.

Gözleri hâlâ Leyal'in üzerindeyken kalçalarını masaya dayayarak aynı şekilde kollarını birine bağlayarak bir şeyleri hatırlatmak ister gibi yüzüne baktı.

"Operasyondan men edemeyiz, bunu biliyorsun değil mi?" Leyâl, burnundan öfkeli ve bıkkın bir soluk bıraktı. Biliyordu... Elbette böyle bir yetkileri olmadığını biliyordu. Fakat bilmek, hiçbir şeyi değiştirmiyordu. Hakikatin ağırlığı omuzlarına çökmüş, içini kemiren şüphenin sesi artık susmaz olmuştu. Ve bu demek değildi ki hiçbir şey yapmadan öylece devam edeceklerdi. Aralarında bir hain vardı, belki Hazan değildi ama bir yerlerde onların arasında yılan gibi sürünen bir kötülük soluk alıyordu ve bu demekti ki ihanet odanın köşesinde kıvrılmış bekleyen bir gölge gibi kendilerini izliyordu. Henüz kim olduğunu bilmeden birbirlerinden kuşku duyar hâle gelmişlerdi. Fakat şimdi bir köstebek hâlâ varlığını korurken, Hazan'ın hangi yalanı söylediğini ya da hangi bilgiyi gizlediği ile uğraşmak istemiyordu.

"Gereken cezayı alması gerekiyor. Bugün bu, yarın ne çıkacak ortaya? Biz birbirimize güvenmek zorundayız. Ama güven her şeyin çözümü değil, sen de çok iyi biliyorsun. Burada kaç kişi senin emir komuta zincirinde, kaç kişi benim emrimde Artun?" derin bir nefes alıp verirken adama doğru bir adım attı ve çenesini kaldırarak sanki bir zehri akıtıyormuş gibi devam etti. "Kaç kişinin canını sırtladık biz? Nereden bileceğiz operasyonun ileriki zamanlarında bizden bilgi saklamayacağını,nereden bileceğiz dışarıya bilgi sızdırmadığını?"

Artun tereddüt dahi duymadan gökyüzünde alacalı bir şimşeği andıran bir ses ile cevap verdi.

"Hazan öyle bir asker değil Leyâl. Biliyorum sinirlisin, haklısın da..." bir kaç saniye kadar Leyal'in elalarında onaylandı çakırları. "Ama onunla aynı timde görev almış biri olarak söylüyorum, bu kadarını yapmaz diye düşünüyorum."

Aslında Artun Agâh' da Hazan'a bütünüyle güvenmiyordu. Onun sessizliğinde gizli bir ağırlık, gözlerinin derininde çözülmemiş bir sır vardı. Fakat yine de, Hazan'ın bu kadar ileri gidebileceğine ihtimal vermiyordu. Hele ki işin ucunda kendisi varsa... Ne kadar reddetmeye çalışsa da, Hazan'ın ona duyduğu hisler büyük bir sadakati de kendisiyle beraber getiriyordu. Bu yüzden Artun Agâh, onun hain olabileceğini düşünmüyordu.

Leyâl, başını ağır ağır sallarken elalarından adamın çakırlarına uzanan ince alay, bir hançer gibi Artun Agâh'ın sabrına saplandı. Başını yana sağa yatırırken dudağının kenarındaki küçücük kıvrımdaki meydan okuma ile konuştu.

"Bu kadar güveniyorsanız tamam, albay ile görüşerek Hazan'ı size zimmetleyelim. İşte o zaman operasyon da Hazan da güvende olur." Sözler dudaklarından buz kesmiş bir zarafetle dökülürken Artun Agâh, yaslandığı yerden sabrı tükenmiş gibi doğruldu. Elleri, sanki kendi iradesinden bağımsız birer canlıymış gibi, yavaşça yumruk halini aldı.

Dudakları cevap vermek için aralandığında sesi tok ama tek düzeydi.

"Saçmalıyorsun! Ben kendime bile güvenmiyorum. Sadece bu kadarını yapamayacağını düşünüyorum, hepsi bu." derken oldukça ciddi duruyordu. Çünkü Leyal'in hâl ve hareketleri artık öfkesini kamçılamaya başlamıştı ve bu durum hiç hoşuna gitmemişti.

"Bu benim problemim değil artık, bu senin problemin. Tek bir hata..." Leyâl'ın sesi, odanın soğuk duvarlarına çarpıp geri döndü; her kelime birer terazinin kefesi gibiydi ama gaddardı da. "Tek bir hata..." dedikten sonra Artun Agâh'a bir adım attı ve alçak ve daha ağır bir ses ile devam etti.

"Tek bir hatasında onunla birlikte seni de yakarım. Ve inan bana bundan gocunmam. Ben operasyon aksamasın, " sol eli ile hemen sağ tarafların da bütün duvarı esir alan Türk bayrağını gösterirken devam etti. "O şanlı bayrak dalgalanmaya devam etsin, Türk birliği sarsılmasın, sırtladığım canlar yanmasın diye kendimi bile harcarım. Gözüm kendimi bile görmezken benden seni sakınmamı bekleme." Sözcükler ağızdan çıkarken dudaklarının köşesi sitem ile titredi ama iradesi çatlamadı hâlâ aynı kararlılı ve sağlam iradesi ile dimdik duruyordu.

Artun Agâh'ın çenesinin kenarında titreyen bir damar beliriverdi. Leyâl'ın sustuğu o yerde içli tamamlanmamış bir soluk bıraktı. Gözleri bir an Leyâl'in yüzünde takılı kaldı; bakışları hem anladı hem de anlamaya direndi. Tekrar derin bir nefes alırken içinden geçen fırtınayı saklamaya çalışarak:

"Ben, her şeyi herkesi omuzlarım Leyâl. Alırım senden o yükleri..." Söylemek istediklerini toparlamak adına bir kaç saniye durdu. "Biz bu yolda beraberiz, bu hep böyle olacak. Senin yürüdüğün yolların hepsi bana çıkacak. O yüzden bana güven. Ben ne gerekiyorsa yapacağım." Sesi yalındı ama omuzlarındaki yükü hissettiriyordu.

Adamın söyledikleri ile Leyal'in yüzü bir an gevşedi ama kaşlarının arasındaki derin çizgi yerini hâlâ koruyordu. "Güven, alınacak değil; kazanılacak bir şeydir, Artun." Bunu söylerken kast ettiği Artun'a olan güven değil Hazan'ın kazanamadan kaybettiği güvendi. "Eğer gerçekten bu yükleri omuzlayacaksan, seni yalnız o ağırlığın altında bırakmam; ben de payıma düşeni sırtlarım."

Artun gözlerindeki hayranlık ile Leyal'i izledi. Duruşu, bakışı, söyledikleri... O kadar asil ve güçlü bir kadın olmuştu ki hâlâ bazen onu bulduğuna inanamıyordu ama şimdi karışısında çenesini havaya dikmiş inat ile kendisine baş kaldırışını izliyordu. Gözlerinin çizgisi yumuşadı, parmak uçları masaya basarak doğruldu.

Leyâl'in omuzları yenilmişlik ile çökerken gözleri dakikalar sonra ilk kez titredi, ilk kez o soğuk duvarın ardında yorgun bir kadın belirdi.

"Ama kendinde dahil, bizden kimsenin canının yanmasına izin verme Artun. Benim kalbim taş değil... kaldıramam."

Artun Agâh birkaç geniş adımda Leyal'in önüne vardı. Kadına dokunmak için yanıp tutuşan parmak uçlarını görmezden gelirken karşısındaki kadını sükûnetle, ama içinde yanan bin bir duyguyla izlemeye koyuld. Şimdi kadını tüm çıplaklığıyla görüyordu - rütbesinin, unvanının, disiplinin ardına sakladığı o gerçek hâliyle... Dakikalardır soğukkanlı bir asker gibi konuşmuş, duygularını zırh gibi kuşanmıştı; fakat şimdi karşısında duran kadın çocukluğunu birlikte büyüttüğü o tanıdık Leyal'di.

"Biliyorum Leyal, biliyorum. Ve sana söz veriyorum, kimsenin kılına dahi zarar gelmeden bitireceğiz bu operasyonu." sesindeki ton düşüp kırılırken bakışlarındaki yumuşama ile cevapladı. O an fark etti ki; karşısındaki yalnızca bir asker değil, içindeki tüm yaraları mesleğinin ardına gizlemiş bir kadın vardı.

Leyâl başını eğdi, dudaklarının kenarında umutsuz bir tebessüm belirirken başını usulca salladı.

"Umarım... öyle olur." dedi Leyâl, sesinde umutla karışık bir sızı vardı. Kelimeler dudaklarından dökülürken neredeyse dua eder gibi çıkmıştı; çünkü biliyordu Artun Agâh ağzından çıkan her sözü, her cümleyi bir yemin gibi taşırdı omuzlarında. Ve Leyâl, bu adamın verdiği hiçbir sözü yarım bırakmadığını, bırakamayacağını çok iyi biliyordu. O yüzden içinde ona fazlası ile güveniyordu.

Artun bir adım daha yaklaştı, elleri hâlâ yanında öylece duruyorken her şeyi bastırmak istercesine güçlü bir ses ile konuştu.

"Öyle olacak. Sadece bana güven." dedi Artun Agâh, sesi ikna edici bir tonda çıksa tuhaf bir titreyiş hakimdi. Gerçekten tek istediği, herkesin şüpheyle bakacağı dünyada yalnızca Leyâl'in gözlerinde kendisine dair bir inanç görmekti. İçinde yıllardır bastırdığı o küçük Çakır, masumiyet ve koruma arzusuyla bazen kontrolden çıkacak gibi oluyordu; bu, Ay Tenli'yi bulduktan sonra daha da keskinleşmişti. Artun'un damarlarında kaynayan hisler, tutkuyla karışmış gibi fokur fokur yükseliyor, bazsn saklanamadan dışarı taşmak istiyordu.

Leyâl Artun Agâh'ın sesindeki titremeyi fark ettiğinde kalbinde oluşan ince sızıya engel olamadı. Elalarını adama doğru kaldırırken gözbebeklerinde geçmişin acılı gölgeleri dolaşıyordu.

"Artun..." dedikten sonra devam edemedi elleri ile yüzünü sıvazlarken sıkıntılı bir soluk bıraktı dışarıya. Çocukken hislerini daha net ifade edebiliyordu ama şimdi sanki benliği etrafına onlarca duvar örmüş ve kendini bir kutuya kilitlemiş gibiydi...

"Anlıyorum seni." dedi Artun Agâh hemen araya girerek çünkü anlıyordu onu. Leyâl'in gözlerinde geçmişin sisinden kurtulmaya çalışan bir kadın vardı; hatıralarının kırık parçaları hâlâ zihninde birbirine çarpıyor, her biri ayrı bir yankı bırakıyor hayatlarında. Henüz geçmişini tam anlamıyla kavrayamamışken, kendilerini bu kadar karmaşık bir operasyonun içinde bulmuşlardı. Daha doğru düzgün konuşmaya, birbirlerini anlamaya fırsatları bile olmamıştı. Aralarındaki her söz, eksik kalmış bir cümle gibiydi. Ve Hazan, belki farkında olmadan, onların arasında bir köprü olmuştu ve şimdi o köprünün ayakta kalması, ikisinin birbirini çıplak bir gerçeklikle, bütün kırılganlıklarıyla görebilmesine bağlıydı. İkisinin çabasına...

"Gerçekten anlıyorum. Aramıza giren yılları hâlâ aşamadığını görebiliyorum ama..." devam edip etmemekte tereddüt etti bir an için çünkü şuan bunları konuşmanın yeri miydi emin değildi.

Leyâl, Artun'un sözlerinin bıraktığı sessiz boşluğun içinde asılı kaldı. Kaşlarını hafifçe çatarak, sesini titrek ama keskin bir şekilde devam etmesini istercesine "Ama?" dedi. Ama neydi? O boşlukta asılı kalan kelime, yüreklerine zaten taşıyamayacakları kadar ağırlık yüklüyordu. Yüreğinin sınırlarını zorlayan, içini kemiren hep bir "amaları" vardı; her biri bir yara gibi kanıyor, her biri suskunluğun içinde fısıldıyordu.

Artun Leyal'in gözlerindeki hüznü görünce içini çekti. Kıyamıyordu ona, üzülmesine, kırılmasına ama onunda artık kendisini bir noktada anlamasını da istemiyor değildi. Artık bazı şeyleri ertelemek istemiyordu ve bu konu uzadıkça sanki birbirlerinden daha fazla uzaklaşıyormuş gibi hissediyordu. Bu onun için yavaş yavaş ölmekten farksızdı...

“Ama bunun için bir çaba göremiyorum Ay tenli.” Artun’un sesi, güçlü ve derin bir yankı ile odada aralarında dolaştı, yüreğinde haftalar boyunca biriken sitem, bir dağ gibi Leyâl’in önüne serilmişti. Sözleri bir süre havada asılı kaldı, ikisi arasında derin bir sessizlik yarattı; sessizlik, kelimelerden çok daha ağırlık yapmıştı sanki.

Leyâl, Artun’un haklılığının ağırlığını omuzlarında hissetti. Omuzları istemsizce çöktü, göğsü daraldı; titrek bir soluk bırakırken elleri istemsizce formasının pantolonunu buldu. İçinde fırtına kopuyordu: bir yanda başkalarının güvenini taşımak, bir yanda kendi kırılganlığıyla baş edebilmek, bir yanda geçmişi ve geleceği.. Kaşları hafifçe çatıldı, dudakları gerildi ve bir süre boyunca kelimeler zihninde sıkışıp kaldı.

Ve nihayet, dudaklarından çıkan kısık, kırılgan ve isyan dolu bir fısıltı sessizliği parçaladı. “Ben… ben bunu nasıl yapacağımı bilmiyorum.” omuzlarını küçük bir kız çocuğu gibi silkti; sanki bütün dünyanın yükü bir anda sırtından düşsün ister gibiydi. Bu hareket, Artun Agâh’ın belli belirsiz gülümsemesine neden oldu. Onun bu hâline ne kızabiliyordu, ne de kayıtsız kalabiliyordu. Hâlâ içinde bir yerlerde küçük Leyâl’i sakladığını biliyordu. Ve bunu bilmek, onun için her şeyden daha kıymetliydi.

Büyük ve kararlı bir adım daha attı. Aralarındaki mesafe kısaldığınde içli bir soluk bıraktı. Elini uzattığında parmakları titriyordu; o kadar narin, o kadar kırılgan görünüyordu ki, dokunmak bile bir günah gibiydi. Leyâl'in İnce kemikli kollarını, incitmekten korkarcasına tuttu. Parmak uçları, kadının tenine değdiği anda zaman yavaşladı. Kendinden bile sakındığı bir kadındı Leyâl. Ona dokunurken bile sanki bütün dünyayı ellerinin arasına almış gibi dikkatliydi.

Kılına zarar gelse, ölen kendisi olurdu.

Onu korumak isterken, aslında kendi içindeki yaraları da onun varlığıyla sarmaya çalışıyordu.

"Bırak o zaman, yanında olayım. Bırak, beraber aşalım." Sakin ama kararlı bir şekilde konuştu. "Bırak, yanında olayım.” diye devam etti tok bir ses ile.

Yıllar önce, ikisi de kendi savaşlarını tek başına vermek zorunda kalmıştı. Her biri, bir başka gecede, bir başka acının içinde büyümüştü belki. Karanlıkla mücadele etmeyi öğrenmişlerdi ama ışığı paylaşmayı değil, çünkü o ışık kendilerinden zorla koparılmıştı. “ Şimdi ise artık biraradaydılar ve artık onu her anlamda hayatında istiyordu. Belki bir dost olarak, belki de yoldaş… Belki de bir eş, bir aşk... Ama ne olursa olsun, onu hayatının kıyısında değil, tam merkezinde istiyordu.

Çünkü onunla konuşmak, nefes almak gibiydi; çünkü Leyâl sustuğunda bile, Artun’un içinde Leyal'i anımsatan bir ses vardı.

Leyâl gözlerini kaçırdı; çenesinin hattı zihnindeki sertleşti, bakışlarını kaçırırken içinde bir fırtına kopuyordu. Sanki gözlerini kaldırsa, o anda Artun’un çakırlarında kendini kaybedecekti. Dudakları titredi, nefesi boğazına düğümlendi.

“Ya aşamazsak…” dedi, sesi bir rüzgâr gibi ürkekçe esti. “Ya ben içimdeki bu karmaşadan kurtulamazsam?”

Sözcükler titrek bir itiraftı; korkudan değil, sonunda yorulmaktan, tükenmekten ve kendini kaybetmekten…

Artun’un gözleri bir an kapandı, sanki kadının söylediği her kelime kalbini bir hançer ile acımasızca oyuyordu. Sonra başını kaldırdı; sesi bir yemin kadar ağır, bir dua kadar derindi. “Kurtulacaksın, Ay tenli…” dedi. “Sana yemin olsun, kurtulacaksın.” Göğüs kafesini zorlayan kararlılık ile cevapladı. Leyâl’in parçalanmış yanlarını kendi yüreğinde taşımaya hazırdı, ne olursa olsun Leyal'den gelen her şeye razıydı.

Leyâl derin bir nefes aldı, göğsü hızla inip kalkarken başını umutsuzca iki yana salladı ve arkasını Artun Agâh'a dönerek çökmüş omuzları ile durdu.

“Ya kurtulamazsam…” dedi, sesi bu kez daha boğuk, daha kırık çıktı. “Ya bizi dibine çekmeye hazırlanan o karanlığa sürüklenirsek?”

Artun Agâh, sessizliğin içinde bir adım attı, öyle bir adım ki aralarındaki bütün mesafeyi, bütün suskunluğu yerle bir etmişti.

Bir anda Leyâl’in önünde durdu; birbirlerine bakarken gözlerinde konuşulmayan yüzlerce cümle, binlerce kırık yankı vardı.

Hiçbir şey söylemeden, sadece Leyal'in ellerine uzandı.

Kadının ince, neredeyse kırılacak kadar zarif ellerini kendi büyük ve nasırl ıellerinin arasında kavradı.

Leyâl başını kaldırdığında adamın ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalıştı. Artun hiçbir direnç göstermesine izin vermeden, sadece bakışıyla yön vererek onu yakınındaki sandalyelere götürdü.

Adımlarında ne bir acele vardı ne de bir hız, aksine yılların birikmiş yorgunluğu ile usulca attı her adımını.

Leyâl’i sandalyeye oturttuktan sonra Artun bir an durdu. Sanki zamanın akışı bile o anı izliyordu. Kadının karşısına geçerken bir sandalye çekti, hareketleri yavaş, temkinliydi kalbinde fırtınalar koparken dışı bir heykel kadar sakindi. Sessizliğin içinde, yalnızca metalin yere sürtünme sesi yankılandı; bu, içlerinde kırılmakta olan sessizliğin yankısıydı sanki.

Sandalyeye otururken Leyâl’in ellerini bırakmadı, bırakamadı. Sanki o elleri bıraktığı anda kadını da, kendi içindeki huzuru da kaybedecekti, avuçlarının arasındaki o narin eller, Artun’un yüreğinin tam merkezine tutunmuş gibiydi ve sanki bırakırsa her şey mahvolacaktı.

Bir anlık tereddütle başını eğdi; parmaklarının arasında kalan küçük ve beyaz ellere baktı, bu küçük elleri ile nasıl silah tutuyor diye düşünmeden edemedi.

Leyâl’in ellerini kavrarken parmak uçlarından yüreğine yayılan bir ürperti geçti. O an ne operasyon ne de aralarındaki rütbeler umrundaydı. Sadece artık konuşmak, bazı şeyleri açıklığa kavuşturmak ve aralarındaki mesafeyi bitirmek istiyordu. Gözlerini Leyal'in ellerinden kaldırarak ay gibi parlayan yüzüne dikti. Derin bir soluk bırakırken; “Bana güvenmiyorsun, biliyorum.” dedi. “Anlıyorum ve bunu asla sorun etmiyorum. Çünkü içten içe bana güvendiğini de biliyorum. Dil yalan söyler, Leyâl… ama gözler asla.” Bir an durdu; ve tekrar bir soluk alıp verdi. Söyleyeceği şeyleri zihninde toparlamaya çalışıyordu. “Ve sana yemin ediyorum; gerekirse o karanlığa kendimi atar, seni oraya sürükleyen her sebebi tek tek ortadan kaldırırım.” diye devam etti. Söylediği her kelime öylesine söylenmekten çok uzaktı. Sanki sanki kendi kaderini kadının kaderine mühürlüyordu.

O an sessizlik çöktü.

Leyâl, Artun’un parmaklarının kendi ellerini kavrayışıyla birlikte, derin bir nefes aldı. Adamın büyük ellerinin arasında küçük kalmış ellerine bakarken içinde yankılanan karmaşa, dalga dalga kalbine ve zihnine çarpıyor; bir yanı kaçmak isterken diğeri o sıcaklığa kök salmak istiyordu.

Gözlerini adamın çakırlarından kaçırmak istedi ama yapamadı; kaçarsa düşeceğini biliyordu. Oysa hep güçlü olmuştu, hep kontrolü elinde tutmuştu. Ama şimdi, bu sessiz temasın içinde her şeyi altüst etmiş gibi savunmasızca sararmıştı onu. Küçük bir kızın ürkek kalbiyle, koca bir kadının yorgun aklı arasında sıkışmıştı. Titrek bir nefes bıraktı, gözleri bir an için doldu ama ağlamadı ağlamak istemiyordu asla çünkü ağlarsa adamın elleri bırakması gerekebilirdi ve Leyâl artık hiçbir şeyi bırakacak kadar güçlü değildi.

“O zaman ilk adımı atmalıyız. Ne dersin?” derken sesi sanki gerçeklere ihtiyacı varmış gibi kederli çıkmıştı. Kendinden emin olamazsa bile artık bir şeyleri ötelemek istemiyordu. Hele ki geçmişini ve çocukluğunu..

Artun Agâh, gözlerini bir saniye bile Leyâl’den ayırmadı. Bakışlarının ucunda, yılların biriktirdiği sabır, sessiz bir sevdanın arsızlığı vardı. Yüzüne düşen loş ışıkta belli belirsiz bir tebessüm belirdi; kırık ve yarım...

“Sen nasıl istersen…” dedi, sesi neredeyse fısıltıydı ama taşıdığı anlam bir yemin kadar güçlüydü. “Nereden başlamak istersen, ben her daim beklerim seni.” diye devam etti güçlü bir ses ile. Bunca yıl beklemişti ve tam bulmuşken beklemekten yorulmazdı aksine yılların bir çığ gibi yüreğine kaydığı yorgunluk kadını bulduktan sonra daha da hafiflemişti. Şimdi artık bekleyemem diyemezdi, eskisinden daha çok beklemeye muhtaçtı.

Artun Agâh'ın sözleri o anda Leyâl’in kalbinde bir yerlere saplandı sanki. Bir yanıyla o cümlede teselli aradı, diğer yanıyla içindeki suçluluk kabardı, sanki o kadar büyük bir kabahati vardı ki ne adamın yüzüne bakabiliyor ne ona adım atabiliyordu. Çocukluğunu yıllarca kör kuyulara koymuş ve kulaklarını, kalbini en çokta zihinini her şeye ve herkese kapatmıştı. Dudakları acıyla kıvrılırken “Yıllarca beklediğin gibi mi?” diye fısıldadı; sesi, içinde sönmeyen bir yangının külleriyle yoğrulmuştu. Çünkü biliyordu; beklenmek,dünyanın en zor imtihanıydı ve bazen beklemek sadece acıyı diri tutmanın başka bir yoluydu.

Artun’un nefesleri, içindeki fırtınayı belli edercesine ağırlaştı. İstemsizce, neredeyse fark edilmeden yüzünü Leyâl’e doğru eğdi; aralarındaki mesafe her nefeste biraz daha azdı.

Leyâl’in elleri, onun ellerinin arasında küçücük kalmıştı bu içindeki şefkati, koruma isteğini daha da harlıyordu. Parmakları, temkinli bir tutkuyla Leyâl’in avuç içlerinde gezindi. Başparmağıyla kadının tenini okşarken, bu dokunuş ne sıradan bir temas ne de teselli arayışıydı sadece geçmişin pişmanlıklarını, bugünün özlemini ve geleceğe sızan korkularını taşıyan bir sessiz itiraftı.

Leyâl, o temasla birlikte bütün geçmişin kapıları aralanmış gibi hissetti. Artun’un parmaklarının her hareketi kalbine dokunuyordu; sanki o an elleri ruhuna sarılıyordu.

"Yılları ömrümüze devrildiği gibi…” dedi Artun, sesi yumuşak çıksada içinde derin bir yorgunluk saklıydı. Sözleri dudaklarından dökülürken, yüzündeki sert çizgiler bile bir anlığına yumuşadı sanki yılların bıraktığı ağırlık o cümleyle birlikte omuzlarından süzülüp gitmişti. Leyâl’in kokusu, o an ciğerlerinindolduran tek şeydi. Artun, farkında olmadan bir nefes aldı… sonra bir tane daha. O tanıdık, yıllardır burnunun ucunda taşıdığı ama asla doyamadığı koku, kalbine bir sızı gibi işledi. İçinde bastıramadığı bir dürtü kabardı; burnunu kadının boynuna gömüp o kokuyu ciğerlerinin en derinine kadar çekmek, zamanı orada dondurmak istiyordu. Ama yapmadı. Sadece gözlerini kapadı, kendini geri tuttu. Çünkü biliyordu ki Leyal bu kadar yakınlıkta bile kendini rahat hissetmiyordu. Onu rahatsız etmek isteyeceği en son şeydi...

Leyâl’in parmakları titredi, nefesi boğazına takıldı. Onun bu cümlesi, yılların sessizliğini tek darbede kırmıştı. Aralarında oluşan sessizlik ile bakışları konuştu. Biri geçmişin gölgesinde sığınacak bir sıcaklık ararken, diğeri o sıcaklığı yıllar sonra ilk kez bulmuştu. Başını hafifçe öne eğdi.

Göz kapaklarının ardında eski bir akşam canlandı, yağmurun kokusuyla karışan toprak, gülüşleri birbirine dolanmış iki çocuk, ıslanmış saçlarının altından süzülen saf bir masumiyet… Şimdi ise o anılar, iki yorgun askerin kalbinde solmuş birer hatıraydı sanki belki de sadece kendisi için öyleydi çünkü Artun'un her şeyi hâlâ taze bir şekilde hatırladığını biliyordu.

"Biz küçükken de böyle güzel konuşurdun.” dedi, dalgın bir eda ile, gülümsemesi kederliydi. “Hiç değişmemişsin.” derken bakışlarında geçmişin gölgeleri vardı. Zihninde geçmişin tozlu hikayeleri bir bir yer edinirken içindeki bir ses: 'Belki de ben çok değiştim.' diye fısıldadı sinsice.

Artun başını yana eğdi. Gözlerinin kenarındaki çizgiler derinleşti; zaman orada iz bırakmıştı, hem de acımasızca.

“Değiştim, Ay tenli.” dedi sonunda, sesinde hem kabulleniş hem yorgunluk vardı. “Değişmek zorunda kaldım." duraksadı ve bir süre öylece Leyal'in yüzünü izlemeye koyuldu.

"Ama bir tek sana aynıyım, bir tek sana değişmedim.” diye devam etti kendinden emin bir sesle. Çünkü söylediği her şey doğruydu, Leyal'i kandırmak için hiç bir yalana başvurmamıştı.

O an, Leyâl’in yüreği sarsıldı, bir şey göğsünde sıkıştı ve büyüyerek boğazında bir yumru oluşturdu. Bir an konuşamadı, sadece derin bir nefes alıp verdi, O nefes, yıllardır bastırdığı her duygunun ağırlığıyla ikisi arasında titredi. Bakışlarını kaçırdı; çünkü Artun’un gözlerinde kendisini görüyordu ve bilmek isterken korkup kaçtığı geçmişi.

Sonunda, kısık bir sesle, bir dua gibi fısıldadı: “Keşke… keşke ben de değişmeseydim.”

Artun Agâh’in bir şey diyemedi, söylemek istediği onca şey, boğazının kıyısında asılı kaldı.

'Değişmedin… sen hâlâ aynı Leyal'sin. ” demek istedi, ama diyemedi. Çünkü biliyordu kadının gözlerinin ardında artık karanlıkla yoğrulmuş, acının harladığı bir geçmiş vardı. Ve o geçmiş, kim olursa olsun, kimseyi aynı bırakmazdı kendisini de bırakmadığı gibi. Ama yine de… Artun’un kalbinin derinlerinde, tüm o yaralara, sessizliklere, eksik gülüşlere rağmen; Leyâl hâlâ aynıydı ,onun için zaman Leyâl’i değiştirmemişti, sadece üzerine ince bir keder perdesi sermişti. Ve Artun, o perdenin ardındaki kadını, o saf, çocuk kalpli Leyâl’i hâlâ görebiliyordu.

Aralarında bir kaç dakikalık sessizlik olduğunda Leyal sonunda söylemek istediği şeyi dillendirmek adına dudaklarını araladı. “Artun?” diyerek çekingen bir eda ile konuştu.

Artık Agâh başını hafifçe ona çevirdi, bakışları yumuşaktı. “Hım?" Dedi dudakları arasından.

Leyâl’in gözleri bir an boşluğa daldı, sanki kelimelerini oradayadı ve onlara bağlıyordu söyleyeceklerini.

“Ben…" bir süre kendine zaman tanımak adına durdu ve burnundan deri bir nefes verdi. " Beni Dilem Teyze ve Mete babama götürür müsün?" dediğinde, sesinin tınısında çocukluğunun ürkekliği vardı. "Onları çok özledim.” sonunda günlerdir söylemek için kıvranan kelimler dudaklarından döküldüğünde Artun Agâh'ın bedeni Leyal'in isteği ile kasıldı.

Hiç bir ifade barındırmayan düz bir ifade ile sadece Leyal'e baktı. Ne söyleyeceğini bilemedi, söylemesi gereken şeyler her biri bir bıçak gibi keskin, her biri Leyâl’in zihninde yeni bir yara açacak kadar tehlikeliydi.

Eğer gerçeği söylese, onu daha derin bir karanlığa itecek;

ama susarsa, bu defa kendi vicdanını kandırmış olacaktı. Bir an gözlerini yere indirdi; çünkü o bakışların içinde hem pişmanlık hem de koruma içgüdüsü birbirine karışmıştı.

Kandırmak istemiyordu.

Ama bazen, bir gerçeği saklamak da sevmekten daha masum geliyordu insana. Derin bir nefes alıp verirken şefkat ile kadının ellerini daha da sarmaladı.

“Onlar da seni çok özledi." dedi yavaşça, sanki kelimeleri Leyâl’in kalbine dokunmasın diye yumuşatıyordu. Ardından bir an durdu, bakışlarını derinleştirdi. “Ama onları görmeye hazır mısın, Ay tenli?” derken belki de kendisi de bu gerçekten kaçmaya çalışıyordu. Çünkü yıllardır yaptığı tek şey kaçmaktı, kaldıramadığı her şeyden kaçmak.

Leyâl dalgın bir şekilde gri zemini izlerken yavaşca yutkundu.

“Hazır mıyım değil miyim bilmiyorum.” omuzlarını silkerken hâlâ birleşik olan ellerine baktı. “Açıkçası düşünmek de istemiyorum. Sadece… onları çok özledim ve görmek istiyorum.” durgun bir tonda devam etti söylediklerine.

Artun gergin bir eda ile başını ağır ağır salladı.

“Nasıl istiyorsan öyle olacak Ay tenli.” dedi sesi bir ipek kadar yumuşaktı, gözleri kadının yüzünde gezinirken sanki her detayını aklına kazımak istiyordu. “Yarın sabah gideriz.”

Leyâl gözlerini kapattı, kirpikleri hafifçe titredi, dudaklarının kenarında bir tebessüm belirdi, tebessümü yorgun ve umut doluydu. İlk defa yıllardır özenerek inşa ettiği duvarların ardından çıkarak saklanmadan, kaçmadan, bütün çıplaklığıyla Artun Agâh’ın gözlerinin içine baktı.

“Teşekkür ederim.” …derken, içinde garip bir huzurun kök saldığını hissetti. Sanki yıllardır sırtında taşıdığı o görünmez yük, bir anlığına hafiflemişti. Belki bu konuşma için doğru bir zaman değildi, belki de hiç doğru bir yer ve zaman yoktu böylesi yaralar için. Ama bazı anlar vardı ki, ne geçmişin ne geleceğin hükmü geçerdi sadece şimdi vardı. Ve ikisi de tam o anda, düşünmeden, ölçmeden, sadece kalbinin yönünü dinleyerek hareket etmeyi seçmişti.

Artun Agâh durgun bir suyu andıran bakışları ile gözlerini Leyal'in gözlerine doladı. “Asıl ben teşekkür ederim çabaladığın için.” derken sesi pürüzlüydü. Derin bir nefes aldı.

Leyâl sustu bir süre. Sessizlik, odanın içinde ağır bir sis gibi dolaşırken Artun Agâh'ın yüzüne baktı tanıdık, ama bambaşka bir yüzdü bu. Çocukluğunda hayran olduğu aynı gözler ama farklı bir beden... Kelimeleri seçmeye çalışırken, kendi zihninin karmaşasında kayboluyordu.

“Bu bir çaba mı emin değilim. Kafam geçmişin o kederli karmaşasını yaşıyor. Görmezden gelsem bu bize haksızlık. Ve ben…” Bir an sustu, kelimeler dudaklarının ucunda titreyerek kaldı. Bakışları adamın gözlerinde asılı kaldı; orada hem geçmişini hem geleceğini gördü.

Derin bir nefes aldı, sanki içindeki bütün yılları bir solukta bırakmak istiyordu. “Artık hiçbir şeyi ötelemek istemiyorum.” Kaçmanın, susmanın, zaman kazandığını sandığı günlerin aslında onu daha fazla yorduğunu ve eksilttiğini fark etti. Kaçtığı her şeyin bir şekilde geri dönüp önüne dikildiğini anladı.Ve geçmişin gölgesinden kaçmak yerine , kalbinin sesinini dinlemeye karar verdi. Çünkü biliyordu bazı şeyler ertelendikçe iyileşmiyor, sadece daha derine gömülüyor, daha da acı veriyordu.

Artun Agâh Leyal'in gözlerinde gördüğü karmaşa ile anlayış ile gülümsedi. “Sana söz veriyorum Leyâl… Geçmişin yüküyle değil, geleceğin omuz omuza yürüdüğümüz hâliyle var olacağım yanında. Ne olursa olsun, düşsek de kalksak da… seninle göğüsleyeceğim her şeyi. Her daim.” sesi son derece ılımlı çıkmıştı ve sadece karşısında ki kadın için geçerliydi ve bu istemsice oluyordu.

Leyal'in ela gözleri Artun Agâh'ın üzerinde gezintiye çıkarken kendine gelmek adına derin bir soluk alıp verdi ve ellerini usulca Artun Agâh'ın ellerinden uzaklaştırırken burnunu hoşnutsuzca kıvırdım. “Aldım sözünü, ileride hatırlatırım bak.” derken sesi fazlası ile ılımlı çıkmıştı.

Leyâl’in elleri avuçlarının arasından usulca çekilirken, Artun’un içinden bir şey sessizce koptu. Dokunuşun ardından kalan boşluk, sanki bütün salonu kaplayacak kadar büyümüştü. Bir an, Leyâl’in parmaklarının sıcaklığı hâlâ avuçlarında olduğunu düşündü, hem tanıdık hemde eksiltici bir sıcaklık... İçinde bastıramadığı bir dürtüyle sanki o sıcaklığı avuçlarının içinde tutmak istercesi ellerini yavaşça yumruk yaptı. Gözlerini yumruk olmuş ellerimden kaldırırken Leyal'in gülümseyen yüzüne iç geçirerek baktı. Burnunu kıvırışındaki dudağının kenarında ki kıvrım ve gözlerindeki ışıltı... İçine işliyordu sanki.

Kendine gelmek adına omuzlarını dikleştirirken oturduğu yere sırtını rahat bir şekilde yaslayarak elini masaya dayayıp kaşlarını kaldırdı.

“Hatırlamayan namert olsun ne Ay tenli.” dudaklarının kıvrımlarında kendini ilan eden kendini beğenmişlik Leyal'in gözlerini devirmesine neden oldu. O da aynı rahatlık ile sırtını sandaleye yasladı.

“Sırf bu kelimen için bile hatırlarsın, sen bilirim. Çünkü namert olmayı göze alamazsın sen.” Leyâl’in sesi alaycı bir zarafetle çıktı ama içinde belli belirsiz bir yorgunluk vardı. Yinede Artun Agâh ile uğraşmaktan çekinmiyordu.

Artun Agâh derin bir nefes aldı. Omuzları hafifçe kasıldı, sanki kendini savunmaya hazırlanıyordu. Gözlerinde, Leyâl’in o tanıdık keskinliğini görmenin verdiği hayranlıkla parladı.

“Bak sen, nasıl da tanırmış beni. Ee başka neleri göze alamam?” Sesi kısık olsa da sesinin tonunda hınzır bir tebessüm saklıydı.

Leyâl’in başı hafif yana eğildi, gözlerinin kenarında kıvrılan o belirgin çizgi bakışlarına oyunbazlık katmıştı. “Mesela…” dedi, kelimeyi uzatarak. Bu tonu, bakışlarındaki kıvılcımı Artun Agâh çok iyi tanıyordu bu bir meydan okumanın habercisiydi. “Birazdan askerini yalan makinasına bağlamamı göze alabilirsin ama onu buradan göndermeyi göze alamazsın çünkü…” Parmak uçlarını ritmik ama ölçülü bir şekilde masaya vurdu, Kendisini kontrol altına almış ve karışısındakini delirtmek için harekete geçmiş bir kadının hareketiydi.

Artun Agâh'ın başı önüne düşerken hafifçe gülümsedi, kadının zekası onu büyülüyordu...

“Ne derler bilirsin, dostunu yakın, düşmanını daha yakın tut. O zaten bir dost değildi ama düşman olduğu da net değil. Yine de onu göz önünde tutmakta yarar var, en azından müdahale etmemiz daha hızlı olur.” Konuşurken sesi son derece sakindi. Tınısı bir çelik kadar kırılmazdı.

Leyal adamın her mimiğini dikkatle izlerken yüzündeki gülümseme daha da büyüdü. Bakışlarını adamdan ayırmadan: “Güven kazanılması zor ama yıkılması kolay bir kaledir, Yüzbaşım. Bugünden sonra bize güvenmesi zor olacaktır.” Sözleri soğukkanlı bir tespitten ibaret gibi görünüyordu, ama tonunda bir şey vardı. Farklı bir şey...

Artun’un dudak kenarı hafifçe yukarı kıvrıldı, o kendine has alaycı gülümseme yine yerini aldı. Sanki söylediklerinin her kelimesinde Leyâl’in nabzını ölçüyordu “O bana hep güvenir, Üsteğmenim. Zaman ve mekân fark etmez.” diye net ve kendinden emin bir ifade ile konuştuğunda Leyâl kollarını göğsünde birleştirdi, başını yana eğip kaşlarını havalandırarak baktı.

“Aranızdaki bağ ne kadar kuvvetliyse demek ki?” Elleriyle masadaki kalemi aldı ve yavaşça çevirirken meydan okuyan iğneleyici bir ifade ile konuştu. Dudaklarındaki hafif alaycı tebessüm yerini hâlâ koruyordu.

Artun Agâh'ın gözleri ince bir kasılma ile onun gözlerine kilitlendi. Göz göze geldikleri anda ortamın havası bir anlığına değişti. Meydan okuma artık kelimelerle değil, bakışlarla sürüyordu. “Bu bir bağ değil,” dedi, sesi bu kez daha sert, daha soğuk bir tonda yankılandı. “Kendisi bana güvenmeyi tercih etmiş bir Türk askerî.”

Artun kısa bir tebessümle karşılık verdi.

sesinde ise yumuşak ama iğneleyici bir ton vardı. Parmaklarında çevirdiği kalemi masaya üç kez tıklattı, sonra başını hafifçe yana eğdi. “Öyle diyorsanız öyledir Yüzbaşım.”

Artun Agâh tek kaşını kaldırarak Leyal'i baştan aşağı arasızca süzdü. “Öyle zaten Üsteğmenim. Kafanızdaki tilkileri birbirine bağlayıp sallandır zira düşündüğün gibi bir şey yok.” sesi, keskin bir bıçak gibi havayı yardı. Sözcükleri ölçülüydü ama içinde saklı bir oyunbazlık vardı. Yüz hatları sakin görünse de gözlerindeki ışıltı ne kadar eğlendiğini gösteriyordu.

Leyal bir an kahkaha atmak istedi ama kendini frenlemeyi başardı. “Eğitimlerde akıl okumayı da öğrettiklerini bilmiyordum.” derken tekrar elinde duran kalemi ince parmakları arasında çevirmeye başladı.

Adam ile uğraşmak hoşuna gitmişti ve bunu göstermekten çekinmiyor aksine keyif aldığını gayet belli ediyordu.

Artun başını arkaya atıp kısık bir kahkaha attı. “Doğuştan gelen bir yetenek diyelim.” derken sesi gülmenin etkisi ile derinden gelmişti.

Kısık sesli kahkahası Leyâl’in kalbine saplanan sıcak bir ok gibi yankılandığında kalbi bir an durdu, sonra yeniden atmaya başladı ama başka bir ritimle, daha derinden, daha tanıdık, daha başka...

O kahkaha sanki geçmişin küllerinden yeniden yükselmiş bir alev gibi hem huzurlu hissetirmiş hem de yüreğini derinden sarsmıştı. Gözleri istemsizce adamın dudaklarına kaydı; o küçük gülümseme bile kalbinin kapalı kapılarını zorlamaya yetmişti. Bir nefes aldı, yutkundu, ama o ses hâlâ göğsünde çınlıyordu sanki. Gözlerini kendine gelmek için kaçırdı, ama kalbi çoktan teslim olmuştu adamın gülüşüne. Başını eğdi, yarı ciddi yarı alaycı bir ifadeyle mırıldandı:

“Ah ne mütevazı bir yüzbaşı.” derken sesi fazlası ile iğneleyici çıkmıştı.

Artun bu sözü duyar duymaz başını hafifçe yana eğdi. Gözleri kısılmıştı, ama o ifadede sertlikten çok merak vardı. “Kindar…” diye geçirdi içinden. Belki de haklıydı. Çünkü o, güvenmeyi uzun zaman önce bırakmıştı. Şüphe onun zırhıydı; öyle ki o zırh, artık derisine işlemişti yinede kadının gözlerindeki eğlenceli parıltılar onunla daha fazla uğraşma isteğini kamçılıyordu.

Dirseğini masaya yaslamış baş ve işaret parmağını alt dudağında gezdirirken sesinin üzerine giydirdiği ağırlık ile konuştu.

“Ah ne kindar ve şüpheci bir üsteğmen.” sabahın şafağın andıran sesi Leyal'in göğsünü bir kez daha zorladı. Yerinden doğrularak dirseklerini dizlerine yaslarken sesinin kıyısına vuran keskinlik ile sesini yükseltti.

“Şüphe her zaman diri tutar. Sana da öneririm zira güvendiğin ya da ‘hayatta herkes bir şansı hak eder’ mottosuyla şans verdiğin herkes, bir gün boynumuza sarılan bir urgan olur.”

Artun Agâh’ın çakır gözleri, bir anlığına geceyi andıran bir koyuluğa büründü. O an gözlerinin derinliklerinde bir pusu kuruldu; içinde kıvrılan düşünceler, avını bekleyen tilkiler gibi sinsice kıpırdadı. Dudağındaki yumuşak gülümse yerini şimdi ve kurnaz bir kıvrımı aldığında, masanın kenarına parmak uçlarını bastırarak aynı Leyal gibi eğildi, gölgesi kadının üzerine düştüğünde; “Ben ikinci bir şansı verdiğim herkesin boynuna zaten o urganı geçirmişimdir. İpler benim elimde ve hep öyle olacak.” bunu öyle ürpertici bir tonda söylemişti ki Leyal asla ama asla adamın düşmanı olmak istemedi çünkü onun yapacaklarının haddi de hesabı da olmazdı.

Leyal gözlerini kısarken, bakışları bir bıçak gibi keskinleşti. “O zaman o ipleri sıkı sıkıya tutun zira kesmek isteyen çok olacaktır.” derken sesi uyarıcı çıkmıştı.

Artun, başını hafifçe yana eğdi. Aralarındaki mesafe o kadar azdı ki, nefesleri birbirine değse kıvılcım çıkaracak gibiydi.

Leyal’in her kelimesi, onun dudaklarının kıvrımında yankılanırken; o sesin altına gizlenmiş meydan okuma, Artun’un damarlarında ılık ılık gibi dolaşmaya başladı. Kadının kokusunu ciğerlerine hapsederken, “Sen varken mi? Pek sanmıyorum." Dedi gözlerini dahi kırpmadan.

Leyal adamın yakınlığı karşısında bir an yutkundu ama geri çekilmedi, çekilmek bile istemedi. Çenesini havaya dikerken elalarındaki o korkusuz ve cüretkarlık ile konuştu.

“Ben varken buna cüret eden her kelle silahımın tadına bakmak zorunda kalır.” Sözlerinin ardından hava daha da ağırlaştı. Leyâl’in yüzüne düşen ışık, gözlerindeki o ince gurur çizgisini daha da belirginleştirdi.

Artun Agâh hafifçe başını eğdi, gözlerinde gururlu bir parıltı geçerken yoğun bir ifade ile Leyal'in yüzünün her ayrıntısını izledi.

“Bundan şüphem yok zira sen bir Tomris torunusun. Silahı kuşanıp er meydanına korkmadan çıkarsın.” derken son derece ciddiydi.

Artun Agâh'ın söylediği Leyal'in kalbine bir kurşun gibi sallandığında gülümsemesi büyüdü. Bunu birilerinden duymak hele ki çocukluk aşkından duymak onu hiç olmadığı kadar gururlandırmıştı. Sanki o an damarlarında kan değil, atalarından kalma bir kudret dolaşmaya başlamıştı.

“Ben bütün doğrulara, bütün normallere inat farklı bir askerim. Bu imkân dahilinde mi? Asla. Zira benim durumumdaki kimsenin bu mesleği asla yapamayacağının farkındayım. Çok düştüm, çok ezildim, pes etmeye zorlandım. Bizler bir deneydik ve başarı ile sonuçlandık ama ben bir deneyden daha fazlasıyım. Ben bir Türk askerîyim; şanım ve şerefimle ölüme yürür, onurum ile şehit olur, Vatan sağ olsun derim.” bunu öyle güçlü bir şekilde söylemişti ki onun bu güçlü duruşuna Artun Agâh daha fazla hayran kaldı. Onu nasıl bulacağını ne halde bulacağını hep düşünüp durmuştu ama şimdi gördüğü kadın karşısında göğsü gurur ile kabardı. Kalbinde tarifsiz hisler peyda oldu saygı, hayranlık ve içinde gizlenen bir koruma içgüdüsüyle karışmış bir yankı...

“Sen benim gözümde dünyanın en cesur askerisin Ay tenli. Sen şansın, şerefsin, onursun. Bakışların al bayrağa işlenmiş hilal, gülüşlerin yıldız. Sen tepeden tırnağa vatansın. Bu yüzden taşını toprağını, al bayrağını ve kendini koruyacaksın. Sana güveniyorum, sana hep güvendim.” Leyal'i anlayan bir saygılı gözler ile süzdü. Ona olan güveninin sınırı yoktu, tıpkı onun için yapacağı şeylerin sınırının olmadığı gibi.

Leyâl’in kirpikleri hafifçe titreşti; gözleri bu kez kaçmadı, aksine Artun’un gözlerine mıhlanmış gibi kaldı.

Zaman, o anda sanki nefesini tutmuştu. Odaya çöken sessizlik kırılmak için zorladı lakin bu pek olası görünmüyordu çünkü birbirlerine öylesine yakındılar ki, aralarındaki boşluk artık bir mesafe değil, dokunulmayı bekleyen bir vaat gibiydi. Leyâl’in kalbi göğsünde deli bir ritimle çarpıyor, her çarpışında Artun’un varlığına biraz daha yaklaşıyordu. Solukları sıcak, ağır ve tuhaf bir elektrikle birbirine karışmıştı. Her nefes alışında Leyâl, Artun’un varlığını ciğerlerinde hissediyor, dudaklarının hemen önünde titrek bir umutla bekliyordu. Kendini geri çekmek istiyor ama bunu yapamıyordu. Gözleri gözleri ve dudakları arasında gidip geliyor, içindeki heyecan ve korku birbirine karışıyordu.

Artun’un bakışları Leyâl’in gözlerinde kaybolurken kadının her bakışı bir dokunuş kadar gerçek, her an bir yemin kadar derindi.

Leyal istemsizce dilini dudaklarının üzerinde gezdirdiginde Artun Agâh'ın arzulu bakışları kadının parlayan dudaklarını buldu. Derince yutkunurken sert bir soluk bıraktı. İçinde bir engel olunamaz bir istek şaha kalkmış sadece bir öpücük diye bas bas bağırıyordu ve bu çenesinin daha da kasılmasına neden olmuştu.

Solukları birbirine karıştıkça; dudakları sanki her an birleşecekmiş gibi, her an dokunacakmış gibi davetkardı.

Tam o anda, sessizliğin büyüsü kırıldı, keskin bir telefon sesi sessizliği parçalayarak düşen bir hançer gibi aralarına saplandığında Leyâl telaşla irkildi, gözlerini hızla Artun’dan ayırırken dudaklarındaki o hafif titremeyi fark etti; heyecan, bir an için yerini hayal kırıklığına bıraktı. Kalbi hâlâ deli gibi çarparken kendini geriye çekerek adamdan uzaklaştı.

Artun' da aynı şekilde yumruk olmuş ellerini dizlerine bastırarak geriye çekildi ve öfkeli bir soluk bıraktı.

"Hay seni bana bağlayan hattın da, telinde, uydusunda da... " Kasılmış bedeni ile ayağa kalkarken çalan telefona saydırmayı ihmal etmiyordu. Yeri döven sert adımlar ile masanın ucunda duran kablosuz telefona uzanırken Leyal'de onunla beraber ayaklanmıştı.

İkisi de hâlâ anın etkisindeyken Artun Agâh gözlerini bir saniye bile Leyal'den ayırmadan istekli ve yoğun bakışlar ile kadını izlerken ağır bir hareketle telefonu aldı, kulağına götürdü bakışlarını kadının yüzünde gezdirirken gergin ve tok bir şekilde konuştu.

"Yüzbaşı Artun Agâh, dinliyorum."

Karşıdan her ne duyduysa o an omuzları kasıldı, çenesinin kasları belirginleşti, yüzü taş kesildi. Gözbebekleri küçüldü, çakır ton bir anda karanlığa döndü; sanki içinde bir şimşek çakmış ama gökyüzü bu şimşeğe sessiz kalmıştı. Kaşları derince çatılırken olağanüstü bir dinginlikte konuştu, öyle ki bu dinginlik, yaklaşan fırtınanın habercisiydi sanki.

“Yer bildirimi alındı mı?” Kelimeler net, kısa ve keskin çıkmıştı. Leyal adamdaki değişimi fark ettiğinde merak ile bir kaç adım yaklaştı.

"Artun ne oldu?" Derken sesi fazlası ile endişeli çıkmıştı. Kötü bir şey olduğunu biliyordu, birine bir şey olmuştu ve bu durumun sınır dışında hâlâ görevden dönmemiş Börte ve diğerleri hakkında olduğunu anlamıştı.

Artun Agâh Leyal'e cevap vermeden. Telefonu anlaşıldı diyerek kapatırken bir robot edası ile kadına döndü.

Leyâl, onun o anki hâline baktığında dakikalar önceki o sakin adam yerine donuk ve intikam için yanıp tutuşan bir adam gördü.

"Timi topla, albaylar ile iletişime geç, ameliyathane ve doktorlar hazır bir şekilde beklesinler." Emirleri bir bir sıralarken yeri döven adımlar ile toplantı odasından çıkmak için yürümeye başladı.

"Ayrıca sekiz kişilik bir ekip oluştur. Her an sınır dışı yapabiliriz."

Ve o an Leyâl anladı kendilerinden biri yaralanmıştı ve durumu kritikti...

 

 

Duruuuuuunn, bu öpücük gerçekleşemeeezz. Çünkü, çünküü siz kardeşsinizz. 🤭 Tamam şaka şaka ama gerçekten olmaz yani ben bile hazır değilim buna ayy kalbim duracak, bir kaç bölüm daha bekleyin canım aaaa. Kavuşturacağım sizi merak etmeyin. O iş bende 🙈🤭

 

Bölümü okuyup oy vermeyen ve yorum yapmayan herkese küserim, valla üzüntüden çok hasta olur yataklara düşerim söyleyeyim. Narin kalbimi kırmayın, beni üzmeyin lütfeeeeennn 🥲🥺🐣

Bölümü nasıl buldunuz?✨

 

Instagram: yildiztozuyazari7

Tiktok: yildiztozuyazari7

 

Bölüm : 10.10.2025 16:08 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...