
Yeni bölümden kocaman merhaba ballarım, nasılsınız? Valla beni soracak olursanız, çok yorgunuumm. Hem ders çalışmak hem bölüm yazmak zor iş ama hangisine daha öncelik vereceğim diye düşünmek daha zor iş yahu. 🙈 Neyse ki sonunda bölüm atabildim ya, valla benden mutlusu yok herhalde. 😅 Şaka maka bir yana canlar biliyorsunuzdur belki bu sene yoğun bir KPSS hazırlığındayım, mübarek herkesin duasıyla inşAllah önümüzdeki sene atanacağım dermişiim. Bu arada kitabımızda basılsa ne güzel olurdu değil miiii? Ah hayaller ve hayatlar.🥺
Neyseee şimdilik bunları düşünmeyelim( her gün, her dakika düşünüyorum.) Biliyorum ki bölümleri geç atıyorum ama gerçekten erken atmak için elimden geleni yapıyorum ama olmuyor maalesef ki. Aile evinde olmak her şeyi daha da zorlaştırıyor maalesef ki. Sanki bütün sorunlar beni buluyormuş gibi hissediyorum. Bölümler geç gelse de atmaya devam edeceğim, biraz bu tempoya alışabilirsem düzenli olarak belli aralıklarla atmaya başlayacağım umarım başarabilirim. Sizden bu süreçte istediğim tek şey lütfen elinizden geldiğince bana destek olmanız. Ahves olarak kocaman bir aile olma yolunda emin adımlarla ilerliyoruz, ben elimden geleni yapacağım ve sizlerinde yapmasını istiyorum. En azından bölümleri okurken oy verseniz ve bir tane dahi olsa yorum yapsanız beni o kadar mutlu edersiniz ki en azından emeklerimin karşılıksız olmadığını görür ve daha hevesle yazmaya devam ederim.
Şimdiden hepinize teşekkür ederim. İyiki varsınızz hepinizi çok çok çok seviyorummm. Umarım bölümü seversiniz.
Bana ulaşabileceğiniz, sizlerle sohbet edebileceğimiz, soru-cevaplar yapabileceğimiz, bölümler hakkında bilgi edinebileceğiniz sosyal medya hesaplarım.
INSTAGRAM KİTAP HESABI: yildiztozuyazari7
TİKTOK: yildiztozuyazari7
Leyâl'den
İnsan bazen zamanın elleri arasında ezilmiş bir toz tanesi gibi hisseder kendini; ne göğe, ne toprağa, nede ikisi arasında ki o ince ve keskin çizgiye... Debelenip dururuz zamanın biçare ellerinde ve sonra bir bakarız bir ses yankılanır varlığın en kuytu yerinde; bu ne bir doğum ne de bir ölümdür. Bu bir hatırlayıştır aslında... Kadim, bin yıl öncesine ait bir yakının yüreğe düşmesidir. Tıpkı bizim yüreğimizde kanat çırpan o gerçek gibi. Türklük gibi, vatan gibi, bayrak gibi... Biz nereye ait olduğumuzu çok iyi bilen bir milletiz. Çünkü biz Türk'üz. Bir asker gibi doğar, bir asker gibi büyür ve bir asker ölürdük. Biz ölürken bile var oluruz. Bizi yok etmek için karışımıza çıkan herkesin sonu olmak için var oluruz... Ve biz, her defasında daha da korkusuz, daha da sağlam şekilde yeniden doğarız, Çünkü biz Türk'üz; köklerimiz toprakla, göğsümüz vatansızlıkla sınanmaz, yüreğimiz bayraksız bir geceyi tanımaz. Biz, var olmak için doğarız; varlığımızın gücü, tarihin en karanlık köşelerini bile aydınlatacak kudrettelidir... Şimdi bulunduğumuz odada Artun Agâh'ın gerilmiş sırtını izlerken düşündüğüm tek şey bizi bizden koparmak ve öldürmek için düşmanın oynadığı haince oyunlardı.
Börte, Öyke ve Alp sınır dışı görevlerinden bir kaç hafta sonra döneceklerdi lakin bir kaç saat önce aldığımız haber ile soluğu karargahın operasyon takip ve komuta merkezine gelmiştik. Börte yaralıydı, Alp ortada yoktu ve en kötüsü bölge koşulları sebebi ile bir intikal söz konusu değildi. Komuta merkezinin solgun ışıkları, tavan boyunca sıralanan beyaz ledlerin altında metalik bir parıltısı üstümüze dökülürken kimimiz ayakta, elleri kollarına kenetlemiş, gözleri dev ekranlarda akan görüntülere kilitlenmişti; kimimiz ise ortada yer alan yuvarlak masanın etrafına oturmuş, sırtlarını sert sandalyelere yaslamadan, her an kalkmaya hazır bekliyordu. Masanın yüzeyinde yer alan dijital harita, mavi ve kırmızı çizgilerle canlı bir organizma gibi nefes alıyor; birimlerin konumları, rotalar ve sinyaller dalgalanır gibi hareket ediyordu.
"Naaşımızı burda bırakma, kurdu çakala yem etme..." Öyke'nin veda eder gibi, titrek ama kararlı çıkan sesi odanın sessizliğinde yankılanırken, her kelimesi havada asılı bir damla gibi aramızda süzüldü. Artun Agâh'ın sırtındaki kaslar, öfkenin buz gibi bir ağırlığıyla gerginleştiğinde her nefes alışında sırtındaki kaslar sanki birbirine çarpan çelik teller gibi geriliyordu.
"Sen bir Börü'sün ve bir Börü gibi çıkacaksın ordan! Anladın mı?" zamana hükmetmek istercesine çıkan gür sesi komuta merkezinin soğuk duvarlarında yankılandığında, zaman bir anlığına durdu sanki. Yanımda duran timin kadınları gözyaşlarını sessizce silerken, güçlü görünmeye çalışarak yüzlerindeki kederi duvarların ardında gizliyorlardı. Her biri içten içe yıkılmıştı ama hiçbirinin bunu göstermeye zamanı da hakkı da yoktu. Çünkü hepimiz görevimizi en iyi şekilde yapacak daha sonra bir köşeye çekilerek acımızı ancak öyle yaşayacaktık. Çünkü bizler hiç acımızı vaktinde yaşayamamıştık.
Ben ise hareket edemiyordum. Nefes almak bile zor geliyordu. Sanki bedenim donmuş, ruhum karanlık bir boşluğa düşmüştü. Kardeşim dediğim sırtımı dayandığım kadın yaralanmıştı; ama nasıl, ne kadar ağır, hiçbirini bilmiyordum. Bilmiyordum... o acı içinde kıvranırken ben ne yapıyordum? Kiminle ne konuşuyordum, hangi saçma düşünceye dalmıştım? Onun canı yanarken ben ne ile meşguldüm, en kötüsü birinin başına bir şey gelse hisseden yüreğim neden bu kadar tepkisiz kalmıştı. Neden hissedememişti...
O an, içimde bir şeyler kırıldı. Aklım ile vicdanımın birbirine karıştığı o ince çizgide, ben kayboldum. Belki Börte bizden kilometrelerce uzakta kutsal şehadet yoluna adım atıyor, belki son nefesini veriyordu ama benim yapabildiğim tek şey boş gözlerle ordan oraya koşuşturan timi izlemekti.
Öyke'nin aldığı derin soluk telsizin cızırtısına karışarak bize ulaştı. Sonra yorgun ve düz sesi duyuldu; "Anlaşıldı kardeşim." dediğinde kelimeleri kısa ve netti. Bir kaç dakika sonra telsiz bağlantısı koptuğunda Sökmen, Barış, Kağan'ın küfürleri odayı doldurduğunda kısa ama buz gibi bir sessizlik aramızda usulca esti.
"Bana Alp'in konumunu bulun hemen!" Artun'un gözleri ekrandaki İHA görüntülerinin her bir karışını dikkatlice incelerken dışarıdan o kadar sağlam duruyordu ki sanki ölümün ucunda soluklanan can dostu değildi. Sanki azrailin soğuk nefesi ensemizde dolaşmıyor, sanki dokunsa bizden birini koparmayacakmış gibi yıkılmazdı.
Eray ve Laçin aldıkları emir ile aynı anda Artun'u onayladı."Emredersiniz komutanım." İkisi aynı anda Delta gözlem-takip ve iletişim masasına geçerken göğsümün altında titrekçe çarpan kalbimi sakinleştirmek adına birkaç derin soluk alıp verdim. Burda böyle boş ve işlevsiz durmak bana göre değildi. Kırılan ruhumun üzerine zihnimin korkutucu mantığı çökerken durduğum yerde hareketlenerek Eray ve Laçin'in yanına sağlam adımlarla ilerledim . Artun'un buz gibi bakışları hâlâ ekranda sabitliyken arkamızda çıkan kuru gürültüyü bile duyduğunu sanmıyordum. Ama biliyordu; arkasında kendisine güvenen bir sürü askeri olduğunu biliyordu.
Ruhsuz bir mekaniklikle yönünü arkasına çevirdi. Bastırmaya çalıştığı öfkesini zihninin kapılarının ardına gürültüyle iterken gözlerini tek tek bütün timin üzerinde gezdirdi. Kimi ayakta bekliyor, kimi masada sınırdaki görevli subaylar ile iletişime geçmiş gerekli bilgileri alıyordu. Ağır soluğunu burnundan verirken konuşmak için dudaklarını araladı.
" Albay Börte'nin ilk müdahalesini Şırnak'ta yapılacağını söyledi, ama tedavisi burada sürdürülecek." Saatlerin tiktakları kaderin adımlarını ağır ağır bizim için işlerken dakikalar sonra bakışları beni buldu. "Her ihtimale karşı sıhhiye ekibi hazırda beklesin." diyerek sert bakışlarını tekrar time çevirdi ve halihazırda tam teçhizat kendisinden komut bekleyen Sökmen'in komutasını üstlendiği sekiz kişilik ekibe bakışlarını sabitleyerek konuşmaya devam etti. "Sizi bölgeye göndermek istiyorum lakin kesin emir, bizim şimdilik beklememiz yönünde. Yinede her ihtimale karşı hazırlıklı olun." Söylediği her kelime hüküm verircesine güçlü çıkmıştı. Çakırlarının perdelerinde araladığı dingin öfke yıkıcı bir tufanın habercisi gibi bize göz kırpıyordu. Artun'un bu kadar sakin olması alacağı intikamın ne kadar kestirilemez olduğunu gözler önüne seriyordu.
"Börte ve Öyke'nin konumunu takipte kalın!" nefes almadan emirlerini sıralarken bir robottan farkı yoktu. Ama içinde biriken öfkesinin sıcaklığını hissedebiliyordum. O sarsılmaz duruşunun ardında gizlediği korkunun emareleri benim yüreğime de çarpıp duruyordu.
Eray ve Laçin'in sessiz gürültüsü odada bulunan herkesi meraklandırıyordu lakin kimse onların dikkatini dağıtmak için bir adım atmıyor, nefes alırken bile ses çıkarmamaya dikkat ediyorlardı.
Artun Agâh elinde tuttuğu kalemi parmakları arasında kıvrak hareketlerle çevirirken arşısında duran bizler, nefesimizi tutmuş, gözlerimizi kırpmadan pür dikkat onu izliyorduk. Odadaki gerilim öylesine yoğundu ki, başımız kopsa bile kan akmayacak, kalplerimiz hâlâ donuk bir buz tabakası altında çarpmaya devam edecekti.
"İntikal timi ve helikopterin pilotu ile iletişime geçin. Bilgi alın." Derin bir soluk verirken devem etti. Gözlerinde bir kaybın kırık ihtimalleri vardı. Bu ihtimaller öyle sivriydiki canımızı yakmadan, bizi heba etmeden geçip gitmek istemiyordu.
"Komutanım, her şey kontrolümüz altında biraz sakin olun." diyerek araya giren Sökmen ile kısa Keskin bir bakış fırlatarak karşılık verdi. Öyle hırçın bir bakışı vardı ki Sökmen sessizce geriye doğru adımlamak zorunda kalmıştı.
Zaman bir sis perdesi gibi etrafımızı sararken içimdeki ağır endişe her an biraz daha derinleşiyordu. Artun Agâh'ı anlıyorumdum, bu yüzden müdahale bile edemiyordum.
"Sakinim ben siz size söylenenleri yerine getirin yeter!" Sesi son derece sertti. Biraz sonra bakışları beni buldu. O kadar ifadesiz bakıyordu ki bir an bütün bedenimin titrediğini hissettim. Sağ elininin işaret ve orta parmağını şakağına bastırarak boynunu arkaya, sağa sola doğru estnetti.
" Bana hemen Tufan operasyonlarında görev alan bütün personellerin dosyalarını buluyorsunuz." Dilinin kemiğine yapışan tehdit odada buluna herkesi yokladı. Aramızda bir hain olduğunu biliyorduk ve anlaşılan artık bütün sınırlar zorlanmış, bütün taşlar yerinden oynamıştı. Artık bunun lamı- cimi yoktu ve Artun Agâh içimizde rahatça hareket eden o köstebeğin başını ezmek istiyordu. "İçerideki temaslarımız kimlerdir? Ne zamandan beri teşkilatta? Evli mi bekar mı? Dün ne yedi ne içti? En son görevi neydi? Hepsinin detaylı bilgilerini istiyorum!" emirlerini tek tek sıralarken söylediği her kelime keskin bir kılıç gibi havada asılı kaldı. Zihninde her ne olup bitiyorsa oldukça kanlı ve vahşet doluydu. Biliyordum bugünden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı; her şey daha karmaşık ama bir o kadarda net olacak, biz yürüdüğümüz bu yolda belki de bir çok yara alacaktık.
"Emredersiniz, komutanım." tim hep bir ağızdan yırtıcı bir edayla karşılık verdiğinde hepsi tekrar işlerinin başına döndü.
" Göktürk albay yarın burda olacak ve ona göre herkes hazır olsun." Artun Agâh bakışlarını yeniden bana çevirdiğinde, aramızda kelimelere gerek bırakmayan o sessiz anlaşma bir kez daha kuruldu. Başımı hafifçe sallayarak onay verdiğimde gözlerini benden yavaşça ayırarak adımlarının yönü kararlı bir biçimde Laçin ile Eray'ın bulunduğu tarafa çevrildi. Onun bu tavrına göz devirmeden edemedim. İçimde biriken düşünceleri idam ipinde sallanmaya mahkum edilirken ciğerlerimde biriken soluğu dışarı bırakarak omuzlarımı dikleştirdim.
"Sökmen sen Çolpan ve Umay Tufan operasyonlarındaki personellerin bilgilerini toplayın. İki gün içinde elimizde olsunlar." Derken sesim fazlası ile yorgun ve uyuşuk çıkmıştı. Zihninde bir labirent vardı; her duvar her köşe düşüncelerimin daha da kaybolmasına neden oluyordu. Ruhumdaki daralma büyürken tekrar derin bir soluk verdim ve bende Eray ve Laçin'in yanına doğru ilerledim.
Laçin intikal timinin komutanı ile konuşurken Eray Tuğrul Alp'in konumunu tespit etmeye çalışıyordu. Artun Agâh'ın yanında durduğumda göz ucuyla bana baktığını daha sonra tekrar ekrana döndüğünü fark ettim.
Zamanın bir nasır gibi ruhumuzuda topladığı vakitlerde sessizlik bizi alaşağı ederken Eray'ın heyecan dolu sesi ile herkes yerinde doğruldu.
"Komutanım, Alp Teğmen'in konumuna eriştik. Şu an kendisinin telsiz kanalındayız!"
Artun Agâh kollarını gerginlikle birbirine bağlarken çenesi ile telsiz mandalına basmasını işaret etti. O kadar ketum ve sert duruyordu ki sanki Alp burda olsa bütün öfkesini ondan çıkaracak gibi bir hâli vardı. Ama biliyordum ki bütün endişesi Öyke'ye ulaşmışken ve ondan kötü de olsa haber alabilmişken Alp'in korkutucu yokluğunaydı.
Çünkü düşman elinde olan bir naaşa ulaşmak zordu. Zihnimi talan eden rahatsız edici düşünceler ile yerimde rahatsızca kıpırdarken Artun Agâh zihninin derinliklerine inen bir bıçak gibi tekrar konuştu.
"Konuş bakalım... Cevap verecek mi?" umut gözlerimizin pınarlarına işlerken Eray kulaklığın mikrofonuna dokunarak r resmi bir edayla konuştu.
"Börü'den Kurt'a, 'G' kodunu kullanarak güvende olduğunu bildir. Tekrar ediyorum, 'G' kodunu kullanarak güvende olduğunu bildir." herkes pür dikkat Tuğrul Alp'ten gelecek cevabı beklerken o kadar gergindi ki onların bu hali görünmez bir zincir gibi omuzlarıma dolanmıştı. Her bakış, her beklenti, her nefes benden bir parça koparıyordu sanki. Sorumluluğun ağırlığı öyle derin işliyordu ki ruhuma eğer birine bir şey olursa, o kaybın yankısı sadece kulaklarımda değil, ömrümün her gününde çınlayacaktı. Bu yükü taşımak değil, onun altında yavaş yavaş erimekti korkum. Çünkü ben biliyordum bazı sorumluluklar insanın sırtına değil, kalbine yüklenirdi. Ve ben ömrüm boyunca bu yükün kalkamayacak ve gün geçtikçe tükenecektim.
Telsizin ince cızırtısı saklandığı kabuğundan çıkarak bütün odaya yayıldığında nefesimi tutmuş bir şekilde içimde yanmaya devam devam eden umut ile bekliyordum. Sessizliğin üstümüze çöktüğü dakikalarda telsiz cızırtısına karışan yarım bir soluk ve sesini duymaya alışık olmadığım bariton bir ses...
"Anlaşıldı. Bürküt'ten Börü'ye, G-Sancak. Bölgeye dönüyorum." O an herkes aynı anda derin bir nefes aldı; ama kimse büyük bir sevinç göstermedi, sadece şükrün sessizliğiyle yaptı bunu. Çünkü kurtuluş bile bu topraklarda yüksek sesle sevinilmezdi, çünkü bizim sevincimiz bile kırık ama gurur doluydu. Çünkü ardımızda bıraktığımız yüzlerce şehidin gölgesinde sevinmek bile yarımdı bizim için... Çünkü her zaferin ardında bir bedel saklı olurdu...
Kirpiklerimin ucunda asılı kalan bir damla ağırlığını taşıyamayarak yanaklarımdan aşağı süzüldüğünde, çenemden düşmesine izin vermeden başımı hafifçe yana çevirdim; kimsenin görmemesi için sessiz bir refleksle parmak uçlarımla sildiğimde dudaklarımı birbirine bastırarak ağlama isteğimi geriye doğru ittim.
"Hedefi almış..." Artun'un yanı başımdaki varlığı hâlâ yerini korurken sesinin tonu da netliğini ve gerginliğini korumaya devam ediyordu. Odanın havası yavaşça dağılırken, herkes bir nebze rahatlamış görünüyordu ama o hiç rahat değildi. Hâlâ gözleri ekrandayken içinde bir şeylerin hâlâ kanadığını hissediyordum; kabullenemediği bir ihtimal vardı ve ben merakın yakıcılığıyla, öğrenmenin bedelini bile bile, o sessizliğin ardındaki sırrı merak ediyordum.
"Ve çok şükür ki... güvende." Gözlerim hâlâ onun üzerindeyken sessizce, kelimelerimi rüzgâra karışır gibi fısıldadım. Belki yüreğine biraz olsun huzur serpilsin istedim, ama bu karanlığın ortasında sabahı beklemek kadar zordu. Zira Öyke ve Börte'nin akıbeti hâlâ belirsizdi; odadaki hava, bir nefes kadar ağır, bir dua kadar sessizdi. Hiç kimse içten bir "oh" çekemiyor, hiç kimse kapıya yönelmiyordu çünkü umut, herkesin avuçlarında titreyen ince bir mum alevi gibiydi. Ve bugün hepimizin tek umudu kardeşlerimizin iyi olmasından yanaydı...
Bakışlarım hâlâ Artun'un üzerindeyken, bana bir tepki vermesini beklerken Umay'ın düşünceli sesi rüzgarın savurduğu kum taneleri gibi zihnimize dağıldı.
"Neden bu kadar geç cevap vermiş olabilir? Neredeydi? Neden onları yalnız bıraktı?" Sesi, bir kaybolmuş geminin gövdesine çarpan dalgaların son yankısı gibi, soğuk ve derindi. Yüzü, bir mezarın içindeki taş kadar katı ve hiçbir şeyin geçişine izin vermeyen duvar gibi düzdü, yinede sorduğu soru bir suçlamadan ziyade, yüreğin çaresizliğinden süzülüp gelen yakarışıydı. Sesinde ne öfke vardı ne de şüphe, yalnızca derin bir endişenin titrek soluğu vardı. Biliyordum biz, bizden olana şüpheyle bakmazdık. O yemin, damarlarımıza mühürlenmişti bir kere. Sadece merak ediyordu, Alp'in başına bir şey mi gelmişti, başı dertte miydi? Öğrenmek istiyordu, hepimiz gibi...
Artun Agâh soğuk bir geceyi andıran bakışlarını uzun bir süre boyunca karşısında titreşen ekrandan ayıramadı. O donuk maviliğin içinde sanki binlerce sessiz çığlık dolaşıyor, her biri geçmişin gölgelerinden süzülüp zihninin en karanlık köşelerine dokunuyordu sanki. Sonunda derin bir nefes aldı, boğazına düğümlenen sayısız kelimeyi yutkunarak bastırdı.
Bakışlarını ekrandan kaldırdığında, gözlerindeki o donuk parıltı sönmüş, sanki tüm dünyanın sessizliği, onun bakışlarında toplanmış gibiydi. O an, hiçbir şey söylemese de herkes farkındaydı: Artun'un içinde fırtına vardı, ama yüzüne yalnızca gece kadar soğuk bir sakinlik yansımıştı.
Monitörlerin solgun ışığı duvarlara yansıdıkça, içerideki herkesin yüzü sanki birer gölgeye dönüşüyordu. Telsizden arada bir gelen cızırtılar, sessizliğe ince bir bıçak gibi saplanıyor, duvarlarda yankılanan kesik sesler sanki sinirlerimizin üzerine kazınıyordu.
Artun, karanlığın içinden süzülen o soğuk mavi ışığa bakarken parmak uçları masanın kenarına düşüncelerinin ritmini dışa vuruyor gibi vuruyordu.
Sonunda, gözlerini ekrandan kaldırıp Umay'a dönmeden tekdüze bir tonda konuştu.
"Tuğrul Alp..." dedi, sesi ne yükseldi ne alçaldı; suyun yüzeyi kadar sakindi. "Görev adamıdır. Eğer bir şeyi kafasına koyduysa, onu halletmeden geri dönmez."
Bir süre sessizlik oldu. Ekranlarda akan koordinatlar, uzak bir dünyayı andıran ışık kümeleri gibi titrerken Artun Agâh önündeki ekrana dalgınca bakmaya devam etti.
"Tuğrul bir şeye söz verdiyse," diye devam etti. Gurur duyan bir ifadeyi çakırlarının saklı sandıklarından göz kırıldığını fark ettim. "Ya o söz tutulur... ya da o sözle birlikte kendini toprağa gömer. Başka türlüsü yoktu onun için." Her kelimeyi aralarına buz gibi bir sessizlik bıracak şekilde dikkatle seçmiş gibiydi..
Umay çatılan kaşları ile sorgularcasına konuştu. "Yani hedefin peşindeydi." derken sözleri masanın üzerine bırakılmış, binlerce ağır olasılığı taşıyan bir mühür gibiydi. Yoğun bir merak vardı Umay'ın ses tonunda, sanki zihnindeki bütün kargaşa sesine yansımıştı.
Komuta-takip ekrandaki kırmızı nokta, şimdi herkesin gözünde bir damla kana dönüşmüşken sessizlik bir çığ gibi aramızda büyüdü.
"Onu geldiğinde öğreneceğiz." bir bekleyişin ağırlığını taşıyan ses tonuyla bu sefer Sökmen cevapladı Umay'ı. O Yorgunluğu gözlerinin altına sinmişti, omuzları çökmeye meyilliydi belki ama duruşu hâlâ dimdikti. Sarsılmış bir bedenin içinde bile, iradesi sapasağlam bir şekilde ayakta duruyordu.
"Bu ne demek komutanım?" bu sefer merakına yenik düşerek kelimeleri titreten Amine olmuştu. Bakışlarım, yıllardır sırtımı dayadığım kadınların üzerine kaydığında, derin ve içli bir soluk döküldü dudaklarımdan. Bazen onları bu karanlık yola ben sürüklemişim gibi hissediyor, her nefesleriyle tehlikenin sınırında yürümelerine neden olduğum düşüncesi içimi delip geçiyordu. Öyle anlarda kendime duyduğum öfke, etimi yakan bir kor gibi içimde büyüyor vicdanımı sessiz ama keskin bir bıçak gibi kanatıyordu.
Yanı başımda sıcaklığını hissettiğim Artun Agâh'ın kor gibi yanan bakışlarını Amine'ye çevirdi. "Bu şu demek," dedi, sesi buz gibiydi. "Alp'in peşinde olduğu tek şey sadece hedef değildi." verdiği cevabın sonunda herkesin bakışları kaygılı bir merakla üzerimizde toplandı. Hepsinin gözlerinin camında aynı iz vardı; aynı cevapsız sorunun gölgesi.
'O zaman neyin peşindeydi?'
Bunca saattir ortadan kaybolmasının nedeni neydi. Tuğrul Alp neyin peşindeydi, Artun Agâh'ın bildiği ama benim bilmediğim ne vardı.
'Senden bir şeyler saklamış, Leyl...' İç sesimin kışkırtıcı tınısı zihnimin kıyılarını okşadı; içimdeki huzursuzlukla istemsizce gözlerimi devirdim. Hayır, durum o kadar basit değildi. Saklamak değildi bu, belki korumak, belki de zamanı gelmeden söyleyememekti ama saklamak değildi. Biliyordum...
'Sen öyle san.' İç sesimin gereksiz gürültüsünü bastırmak istercesine geriye iterken, yanımdaki adamın başını hafifçe eğdiğini fark ettim. Zihninde dolanan düşünceler, sanki parmak uçlarına sızmıştı; elindeki kalem, o karmaşayı taşıyamazcasına parmaklarının arasında daha hızlı dönmeye başladığında Zeren bir adım öne çıktı.
Yüzünde, zamanla aşınmış bir sıkılmışlık ve hafif bir bezginlik vardı. Börte'nin durumu onu o kadar yaralamıştı ki yeni yeni kendine geliyor gibiydi.
"Nasıl yani komutanım?" derken sesinin tonunda okyanusun dalgalarının kayalıklara vurduğu o hırçın uluma vardı. Artık birileri çıksın, karanlıkta bir ışık yakıp bizi bu bilinmezlik çukurundan kurtarsın istiyordu içten içe. Ama Artun Agâh bilgiyi tamamıyla kesinleşmeden paylaşmayı reddeden bir adamdı. Ketumdu; sırları kendi içinde yoğurur, timin sabırsız merakını boşa çıkarırdı. Ve biz şimdilik o gizemli duvarın önünde çaresizce beklemekle yetinmek zorundaydık...
Kağan, sırtını soğuk duvara yaslayıp kollarını birbirine kenetlerken, odadaki sessizliğin içine ruhsuz, donuk bir tonla katıldı.
"Öğreneceğiz." Dedi yalnızca. Bakışları Akın ile kesiştiğinde aralarında kimsenin fark etmediği ama benim dikkatimden kaçmayan anlamlı sessiz bir bakışma geçti. Kaşlarım bunu fark etmemle çatılırken Kağan sanki izlendiğini sezmiş gibi bakışlarını bana çevirdi ve o an gözlerinde alacalı bir şimşek çaktı. Onları izlediğimi fark etmişti..
İkimizin arasında kısa ama etkili bir bakışma geçtiğinde gözlerini ilk çeken o olmuştu.
"Asef Farz'in dışında peşinde olduğu ne olabilir ki?" Umay tekrar konuştuğunda sorduğu soru odada asılı kalan bir rüzgar gibi dolaştı; sessizlik dalgaları etrafımızda kıvranarak geçti. İçimde, geceyle gündüzün çarpıştığı bir gökyüzü gibi bir merak fırtınası koptu. Peşinde olunan şey, sadece bir kişi değildi; bunu çok iyi biliyordum, başka bir şey vardı. Kimsenin bilmediği önemli bir şey...
Artun Agâh, başını hafifçe öne eğdi, gözlerinin altındaki ince çizgiler ışıkla oynarken gölgeler yüzüne düşüyordu. Kaşlarını kısarak dikkatle hepimizi süzdü, sanki vereceği cevabın ağırlığını tartıyordu. Omuzlarını dik tuttu ve elindeki kalemi çevirmeye devam ederken; "Bilgi..." dedi yalnızca.
Sesi, odada ateşi ve gölgeyi birleştiren bir rüzgar gibi yayıldığında Eray başını hafifçe yana eğip gözlerindeki çakıl taşları gibi parlayan ifade ile hınçla konuştu.
"Zaten ötürmeyecek miyiz şerefsizi?" sesi toprağa düşen bir taş gibi patladı ve odada halkalar oluşturarak yayılırken, Artun Agâh gözlerini kırpmadan ona dikti. Gözleri, gökyüzündeki karanlık bir fırtınaya bakar gibi keskin ve uyarıcıydı; dudaklarının kenarındaki çizgi biraz daha sertleşti, çenesi hafifçe kalktı.
"Bilgi, her zaman bir insanın iki dudağı arasında olmaz Yavuz!" Eray'ın soyadına baskı kurarak tekrar cevap verdi, gözlerini bizden ayırmadı; başını hafifçe yana eğdi, kaşlarının ortasındaki çizgi sabit kaldı, ama gözlerindeki çelik ışık, sessiz bir hüküm gibi odadaki her nefesi, her tepkiyi ölçüyordu. Bir noktada doğru söylüyordu çünkü bilgi sadece söylenmezdi; ateşte, gölgede, karanlıkta ve aydınlıkta kendini hissettirir, doğru bakışlarla, doğru hamlelerle açığa çıkardı.
Derin bir soluk alırken başımı aşağı yukarı doğru sallayarak onayladım. "Komutanım haklı," dedim, sesimde tartışmaya kapalı bir tonla. "Bu yüzden Tuğrul Alp gelene kadar bekleyecek ve size verilen görevleri eksiksiz yerine getireceksiniz." Derin bir nefes alırken bakışlarımı tek tek üzerlerinde gezdirdim; her birinin yüzünde aynı karmaşa, yorgunluk, belirsizlik ve bastırılmış bir öfke hakimdi.
Havada, söylenmemiş cümlelerin ağırlığı asılı dururken devam ettim. "Yarın Göktürk Albay burada olacak." sesim biraz daha sertleşti. "Ona göre hazırlığınızı yapın. Yarınki toplantıda en ufak bir aksaklık, en küçük bir eksik istemiyorum." Kollarımı birbirine bağlayıp bir adım geri çekildim. İçimdeki gerginliği bastırmaya çalışarak, kelimeleri dikkatle seçtim. "Albaya 'hiçbir ilerleme kaydedemedik, aksine her şey sarpa sardı' demek istemiyorum. Çünkü biz hata değil, çözüm üretiriz. Ve bunu hepiniz bana kanıtlayacaksınız."
O an, odadaki sessizlik bir anlığına ağırlaştırken keskin bakışlarımı hepsinin üzerinde dolaştırdım.
"Şimdi, Laçin ve Eray dışında herkes gidip biraz dinlensin." Sesim soğuk ve kararlıydı; emrim tartışmaya açık olmadığın bakışlarım ile beyan etmiştim.
"Olmaz-"
"Ama-" İtirazlar birbirine karışırken herkesin ses tonu yorgunluk ve inat arasında gidip geliyordu. Onlara bir adım yaklaştım, gözlerimi hepsinin bitkin yüzlerinde tek tek gezdirdim. Kelimelerimi toparlamak adına bir an sustum, sona kırık bir camın keskin ucu gibi konuştum.
"Bu bir emirdir. Şimdi." derken durdum, kelimeler dudaklarımdan dökülürken sesim bir kademe daha alçaldı. "Bir dakika içinde kimseyi burada görmeyeceğim." O an, rüzgâr uğultusuna benzeyen bir sessizlik çöktü odaya. Gözlerinde isyan olsa bile kimse bir şey diyemedi. Sadece metalin üstünde yankı bulan yorgun bir ritimle ayak sesleri yankılandı. Hepsi çöken omuzlarıyla tek tek komuta odasından çıkarken Artun Agâh'ın parlayan bakışları benim üzerimdeydi.
Tenimi kesen bakışları elalarımla buluşturduğumda yüzündeki yorgun çizgiler, gözlerinin ardındaki kırık öfke ve sessiz bir teşekkür vardı. Dudaklarının kenarı belli belirsiz kıvrıldı, derin bir nefes aldı.
"EyvAllah." Sesi, bir kütüğün kesilmesi gibi tek ve kesikti, yüzü ise sabit ve oldukça katı olsa da o tonun altında yatan teşekkürü anlayabilmiştim.
Hiçbir şey söylemedim; yalnızca gözlerimi kapatıp açarak teşekkürünü kabul ettim. Çünkü bazen kelimeler, sessizliğin taşıdığı anlamı kirletirdi...
🌙
Artun Agâh ile yan yana yürürken, adımlarımızın ahengi sanki sessiz bir ritim tutturmuş gibiydi; koridorun soğuk taş zemininde yankılanan tok ayak seslerimiz kalbimin içinde de tuhaf bir karşılık buluyordu. Yanımdaki adamın nefesi bile bir ölçüde dengemi bozuyordu, ama aynı zamanda güven veriyordu; onun yanında yürümek sanki bütün savaşları kazanabilirmişiz hissi veriyordu bana. Aramızda, kelimelerin bile girmeye cesaret edemediği bir sessizlik asılıydı. Koridor boyunca yan yana yürürken, adımlarımızın sesi bile yankı olmaktan utanır gibiydi. Gün çoktan akşamın yorgunluğuna bürünmüş, ışıklar solgun bir beyaza dönmüştü. Toplantı odasına her yaklaştığımızda o sessizlik biraz daha ağırlaşıyor, sanki her adım, söylenmemiş bir gerçeğin üstüne basıyordu.
Saatlerdir komuta merkezinde bizimkileri büyük bir endişe ve merakla takip etmiştik. Öyke, Alp ve Börte nihayet sınır üssüne ulaşmışlardı. Börte hemen tedavi altına alınmış, timin üzerinden geçici bir rahatlama dalgası yaymıştı. Yine de hepimizin üzerine tuhaf bir sessizlik vardı ve bu sessizliğin içinde fark edilmesi güç bir sızı vardı, tıpkı fırtına öncesi havayı delen o ilk keskin esinti gibi. Artun Agâh ile konuşmuş ve Göktürk albay gelmeden Hazan konusunu time açmaya karar vermiştik çünkü albay geldiğinde hiçbir şeye hazırlıklıksız yaklalanmak istemiyorduk.
Büyük toplantı odasının önüne vardığımızda, beklemeden parmaklarımı personel kimlik paneline yerleştirdim; cihazın soğuk yüzeyi, tenimde kısa bir titreşim bıraktığında kulağıma dolan kimlik tanıma sesiyle birlikte metalik bir tıslama yankılandı, ardından kapı ağır ağır aralandı.
O an, içimdeki asker tarafı devreye girdi; omuzlarımı dikleştirip çenemi kaldırdım. Adımlarımın kararlılığı zeminde yankılanırken, bir anlığına odanın içine dolan sessizlikle göz göze geldim. Artun Agâh'ta yanımda benimle aynı anda adım atmış ve ikimizde aynı senkronize ile içeri girmiştik.
Kapıdan içeri girdiğimizde, toplantı salonu ağır bir sessizlikle bizi karşıladı. Masanın etrafında oturan iki tim kendi düşüncelerine dalmış, birbirlerinin yüzüne bakmaktan kaçınır gibi duruyordu. Bazılarının çenesi hafifçe öne çıkmış, kaşları çatılmış, gözlerinde karanlık bir soru işareti vardı; bazılarıysa nefeslerini tutmuş, elleri masanın üzerinde bir ritim tutturur gibi titriyordu.
Yanımda bütün heybetiyle duran Artun Agâh'a baktım; bakışları o odadaki tüm sessizliği delip geçen bir ışık gibi kırık bir inci gibi parlıyordu.. Ben de bakışlarımı masadakilerin üzerinde gezdirdim; yüzlerdeki çizgiler hepsinin ne kadar yorgun olduğunu gösteriyordu. Bizim geldiğimizi fark ettiklerinde hepsi aynı anda ayağa kalkarak elleri yanlarında esas duruşa geçti.
Derin bir nefes aldım; havadaki ağırlığı dağıtmaya, odadaki bu mahkeme salonu gerilimini dağıtmak için emin adımlarla masaya doğru yürüdüm. Hepsinin gözleri bize çevrilmiş, konuşulacak önemli konunun ne olduğunu merak eder gibi aç bir tavırla bekliyorlardı. Artun Agâh masanın diğer ucuna geçirip sakin bir şekilde oturduğunda bakışlarımı ondan çekerek hâlâ ayakta bekleyen time baktım.
"Oturun, arkadaşlar." derken sesim sert bir taşın üzerinden akan su gibi sabırlı ama delici bir tını taşıyordu. Masanın etrafındaki sandalyeler sürtünerek yer değiştirdi, Kalkan ve Börü timi üyeleri tek tek yerlerine otururken bakışlarım hepsinin üzerinde tek tek gezindi. Bakışlarım hâlâ üzerlerindeyken odadaki bir mahkeme salonunun kararı bekleyen sessizliğin üzerinde binlerce tonluk bir yük asılı kalmış ağır havasını dağıtmak adına derin bir soluk alıp verdim.
"Nasılsınız, faslını geçiyorum zira oldukça önemli bir konumuz var." dediğimde hepsinin meraklı bakışları çatıldı.
Hâlâ ayakta öylece dururken bakışlarım masanın diğer bir ucunda yayılarak pür dikkat beni izleyen adama kaydı. Artun Agâh'a. Toplantı odasına ayak bastığımdan beri yoğun ve delici bakışlarını bir dakika bile benim üzerimden çekmemiş aksina başkalarını daha çok üstümde tutmuştu. Bugün sahne senin der gibi bakıyordu bana. Onun bu deliği bakışlarını yok saymaya çalışarak gergin omuzlarımı dikleştirerek konuştum..
"Komutanım! İzninizle, başlıyorum." sanki göğsümden sökülüp alınan yükü masaya bırakıyor gibiydi sesimin tonu.. Gözlerimde derin bir kararlılık hakimdi ve bunu göstermekten çekinmiyordum.
Artun Agâh, soğukkanlı bir vakarla oturduğu sandalyesinde geriye doğru yaslandı. Odanın loş ışığında belli olan keskin yüz hatlarız alnındaki çizgiler onu ne kadar ciddi gösterse de dudağının bitimindeki belli belirsiz gülümseme aslında her şeyi anlatıyordu. Elini acele etmeden, yavaşça kaldırdı.Gözleri, hâlâ karşısında dimdik duran benim üzerimde kilitlenmiş gibiydi. O bakışlarda güven vardı, ne yaparsam yapayım bana olan inancı vardı, bunu kelimelere dökmesine gerek yoktu bakışlarından bile anlıyordum ve bu bana fazlası ile yetiyordu.
Artun Agâh parmak uçlarıyla masaya hafifçe düşünceli bir eda ile vurdu daha sonra elini açık bir davet gibi ileriye uzattı ve; "Sahne senin üsteğmenim." dedi. Ses tonu sert değildi; ama yumuşak da sayılmazdı. Bana güvendiği açıktı lakin yinede askerini de zor durumda bırakmamı istemiyordu. Derin bir soluk alıp verdim, bu imkânsızdı zira eğer bugün hâlâ bu masanın etrafında oturuyorsak, bugün hâlâ aynı sofrada ekmek bölüşüyor, aynı karanlığa bakıyorsak işte o zaman birbirimize güvenmeyi de, birbirimizin suskunluğunda saklı hakikatleri de tek tek öğrenmek zorundaydık. Çünkü güven bir kurşundan daha ölümcül yara açardı. Çünkü yanlış kişiye güvendiğinde seni savaşmadan da öldürebilirdi...
Karşımda bütün rahatlığıyla oturan adamdan bakışlarımı usulca çektim. Gözlerim, karşımdaki Akkara'a kaydı, hepsinin gözlerinde merak ve o merakın ardında gizlenmiş ince bir huzursuzluk vardı. Onları daha fazla bu merak girdabının boğucu sularında bırakmamak adınaderin bir nefes aldım ve konuşmak için dudaklarımı araladım.
"Burada ne için bulunduğumuzu hepiniz az çok tahmin ediyorsunuzdur, herhalde?" kelimeler dudaklarımdan değil, sanki kalbimin en dar noktasından masaya birer taş gibi düştü.
'Biraz sakin mi olsan Leyl.' İç sesimin alnımın tam ortasında yankılanan ince uyarısını görmezden geldim. Bakışlarım hepsinin üzerindeyken, başka bakışlarda bir alevin rüzgarla dansı gibi benim üzerimde geziniyordu ama bakışlara karşılık vermemek için yoğun bir çaba sarf ediyordum. Umay'ın oturduğu yerden hafifçe doğrulduğunu fark ettim, sanki masadaki havayı delmek için hareketlenmişti. Gözleri, tereddütsüz bir biçimde benimkileri buldu.
"İrdelemekten kendimizi alıkoyamayacak kadar diyelim komutanım." dedi Umay sesi kalın bir perde arkasından sızan ışık gibiydi; kendisine bile itiraf edemediği bir şüphe vardı. Saçları yukarıdan sıkı sıkıya bağlanmış ve güzel yüzünü daha da açığa çıkarmıştı. Kaşları derince çatılmış, ara sıra sert bakışlarını karşısında oturan Hazan teğmene değdirip tekrar çekiyordu.
"Pekala, bilmeyenleriniz için kısa bir özet geçeyim." diyerek sözü tekrar ele aldım. "Biliyorsunuz ki hepimiz buraya vatanımız için önemli bir göreve tayin edildik ve biliyorsunuz ki daha sonra aramıza iki arkadaş daha eklendi biri Barlas diğeri ise Hazan." Sözlerimle birlikte bakışlarım önce duru bir sakinlikle Barlas'ı buldu. Göz göze geldiğimizde, Barlas'ın yüzünde alışılmış o sükûnet vardı; ne fazla sakin nede fazla fazla alçakgönüllü, yalnızca görevine odaklı bir asker gibi omuzları dik bir şekilde, ne olduğunu anlamaya çalışan bir ifade ile oturuyordu. Sonra bakışlarım ruhsuzca yanında oturan Hazan teğmene kaydı. O an, zaman ikimizin arasında bir anlığına yavaşladı sanki. Gözlerim onun üzerinde biras fazla oyalandığında Hazan'ın kaşları belli belirsiz çatıldı, parmak uçları masanın kenarına dokundu. Akkara bakışlarımın odağını merak ederek neredeyse aynı anda, bakışlarını elalarımın odaklandığı yöne çevirdi.. Bu durum Hazan'ın yerinden rahatsızca kıpırdanmasına neden olmuştu.
Yine de, onu bu tuhaf sıkışmışlıktan çekip almak istedim. Boğazıma oturan gerginliği atmak adına hafifçe temizledim ve bakışların birer birer Hazan'ın üzerinden çekilip kendi lehime çevirdim.. Göz ucuyla onun nefes alışının düzene girdiğini gördüm, az önceki kasılmış omuzları yavaşça inmişti ama tam anlamıyla bir rahatlama yoktu. Çünkü bugün bu toplantının asıl amacını çok iyi biliyordu. Gergin ama bir o kadarda güçlü duruyordu.
"Birkaç haftadır yaptığımız planlar doğrultusunda ilerlemeye gayret etsek de oldukça yavaş olduğumuzu gördük. Keza üslerimizden uyarı dahi aldık ve daha dikkatli, bizi Dinçer Arslan'a ulaştıracak bir plan yaparak bugün o adamın inine girdik." derken sesim bir çölün sıcak rüzgarı gibi kuru çıkmıştı. "Ve gördüklerimizden sonra açıkçası bir kaç saattir nerede yanlış yaptığımızı düşünüyorum. Zira yapılmış olan bir plan ancak bu kadar sabote edilebilirdi." Ruhum, her bir kelimemle daha fazla yük alarak bükülürken duruşumdan ödün vermemek adına derin bir soluk alıp verdim. Hazan'ın yaptığı öyle bir dert koymuştu ki omuzlarıma şuan onu burda çaresiz bırakmak ruhumu yüreğimin çorak topraklarında bir damla suya hasret bırakıyordu. Doğru mu yapıyorum, yoksa yanlış mı yapıyorum ikilemi dünden bu yana zihinimin bütün pencerelerini çatlatmıştı.
"Ne gördünüz ki komutanım?" Laçin'in meraklı sesini duyduğumda bakışlarımın gövdesi ona döndü. Dudaklarımın kenarları ince bir sızı ile kasılırken. "Bizim içeri sızdırdığımız istihbaratımız dışında bir kişi daha oradaydı..." diyerek pimi çekilmiş bombayı masaya bıraktığımda gürültülü bir sessizlik bütün masayı ele geçirdi. Kendini ilk toparlayan sökmek olmuş olmalı ki sağ kolunu masaya yaslayarak geniş ve kaslı omuzlarını gövdesiyle beraber bana çevirdi. Kaşları çatık, elleri yumruk halinde sanki bunu kimin yaptığını öğrense üstüne atlayıp yok edecekmiş gibi sert bir ifade ile duruyordu..
"Herkes kendisine verilen istihbarat bilgileri doğrultusunda ilerliyordu ve sizin görevlendirdiğiniz istihbarat ajanlarımız dışında kimsenin orda olması imkansız?" Sesindeki soğukluk, bir çeliğin kara gecede parlaması gibi kesin ve keskindi. Gözbebeklerinde patlayan kıvılcımlar bunun aksini dahi kabul etmiyormuş gibi ahenindi.
Dudaklarım alayla kıvrıldığında kısa bir an Artun Agâh'a bakma gafletinde bulundum. Bakışlarının ardında tuhaf bir anlam yatıyordu sanki o an ve ben yatan o derin anlamı çözme için bir ömür vermeye razı gibiydim. Onunla göz göze geldiğim he an dünyadan koparılmış gibi hissediyordum,sanki her şeyin gerisinde kalmış, yalnızca bir iz gibi izlediğim bu yaşamda sadece o vardı. Bakışlarımı zorda olsa ondan kopardığımda yarı alay dolu ifade ile konuştum.
"Eh, o kadar da imkansız değilmiş Sökmen." Zehrini dökmek isteyen bakışlarım tekrar Hazan'ı buldu. "Değil mi Hazan?"
Hazan, konunun yavaş yavaş kendi etrafında örüldüğünü sezmiş olmalıydı ki oturduğu yerden ağır bir kararlılıkla doğruldu. Her hareketinde tedirginlik değil, içten içe büyüyen bir meydan okuma vardı. Omuzları dimdikti, çenesini milim bile eğmeden kaldırmıştı. Duruşunda en ufak bir eksilme yoktu tam tersine, sanki şimdi daha diri, daha öfkeli, daha savaşmaya hazır gibiydi.
"Doğrudur komutanım." dudaklarından çıkan cevap kısa ve sertti, ama gözlerinde açıklayamadığım bir kasırga öfke ile dönüp duruyordu. Sadece zamanını bekleyen bir volkan gibi, sessiz ama ölümcül bir sabır vardı bakışlarının ardında. Ve bu bakışların hedefi bendim... Benim sabrım ve kararlarım vardı.
Sağ elimi kaldırarak parmaklarımı işte bu der gibi şaklattım. Kuru bir ses odada yankılanırken odada, bakışlarımı Hazan'ın üzerinden usulca çekip Sökmen'e çevirdim.
"Nasılda şak diye cevap verdi?" Kaşlarım ince bir imayla havalandı. "Gördün mü? Çok da imkansız değilmiş demek ki?" soğuk ve alaycı bir tebessümle cevap verdim. Sökmen'in çatılı kasları daha fazla çatılırken yüzü, içindeki tüm savaşları saklayan bir zırh gibiydi, kimse ne düşündüğünü tam anlamıyordu ama öfkesi gözle görülür derecede bakiydi. Başını, sanki boynundaki kaslar kendi iradesinden bağımsız hareket ediyormuşçasına, mekanik bir şekilde Hazan'a evirdi. Floresanların beyaz ışığı yüzüne vururken gözlerindeki öfkenin bütün kıvrımlarını açığa çıkarmıştı. Bakışları donuktu ama o bakışların ardında kaynayan bir şey vardı...
"Ne işin vardı orada?" bir kaya parçasının denize düşüşü gibi ağır olan kelimeleri, odadaki havayı bıçak gibi yardı. Gözleri hâlâ hedefe kilitlenmiş bir nişancı gibi Hazan'da asılıydı. Masayı çepeçevre saran tim sessiz ve gergin bir ifade ile Hazan'a bakıyor ve haklı bir cevap bekliyorlardı. Sanki zaman, o masanın etrafında dönmeyi bırakmış, orada bir yerlerde donup kalmıştı. Hiç kimse konuşmadı; bende dahil herkes Hazan'dan gelecek mantıklı bir cevabı bekliyordu. Ama bilmedikleri bir şey vardı, Hazan onlara mantıklı bir cevap sunmayacak elinden geldikçe kaçacaktı.
"Görev!" tek kelimelik kısa ve kaçış dolu cevabı kulaklarımın perdesini delip geçtiğinde Artun Agâh'ın derin bir soluk alıp verdiğini işittim. Bakışlarım ona kaydığında o da başını kaldırarak çakırlarını şahin gibi bana dikti. Zihnimden geçen düşünceleri bir bir parçalamak onları benden almak istermiş gibi duruyordu fakat yapamadı çünkü biliyordu ki birinin zihninden bir şey alınacaksa bunu ben yapardım... Ve bugün zihninden bir şeyler almak istediğim kişi başka biriydi..
Kağan'ın kolunun yavaş ama tehditkâr bir biçimde masaya doğru uzandığını gördüm; elinin üstündeki damarları belirginleşmiş, bileğindeki kaslar gerilmişti. Gözlerinde karanlık alay varlığını simsiyah bir inci gibi kendini gösterdiğinde; "Görev..." diyerek Hazan'ın cevabını tekrar etti. Sesinin tonunda hem bir tebessüm hem de bir zehir vardı sanki. Başını yana yatırdığında fudaklarının kenarı yukarı kıvrıldı, ama o kıvrımda ne neşe vardı ne de saygı sadece içinde bastırmaya çalıştığı bir öfkenin çığlıkların bölük pörçük emareleri vardı. "Kahramancılık mı oynamak istedi canınız komutanım?" Sözleri odanın içinden geçip masanın ortasına büyük bir gürültüyle çarptığında odada bulunan herkes derin bir soluk alıp verdi.
Kağan'ın söyledikleri il Hazan'ın bakışları buz kesildi. Gözbebekleri, Kağan'ın üzerine kilitlenmişken aynı onun gibi gibi yana yatırdı ve masanın üzerinde yumruk olan ellerini indirerek "Ne zamandan beri astımıza hesap veriyoruz?" Her hecesi buz gibi netti; duygusuz ama hedefinden şaşmayan bir tonla konuşmuştu.
Kaşlarım verdiği cevap ile çakmak gibi çakıldı. Yüzümdeki kaslar istemsizce gerildi; çenemin kenarında bir damar hafifçe belirirken, dudaklarımın kenarı neredeyse fark edilmeyecek bir şekilde titrerken önümde duran sandalyeyi yavaşça çektim. Sandalyenin zeminde çıkardığı o kısa, hırıltılı ses odaya bir bıçak gibi saplandığında sakince oturdum. Hazan'ın bu özgüveni düşüncelerimin birbirine çarpmasına neden oluyordu. Ruhsuz soluğumu tekrar dışarı bıraktığımda donuk bakışlarımı Hazan'a çevirdim. "Ne zamandan beri ait olduğunuz operasyonda, parçası olduğunuz bir timin arkasından oyunlar çeviriyorsanız o zamandan beri!" Zihnimi çatırtadan düşünceleri su gibi dilime döktüğümde sözlerim bir alevin rüzgarla dansı gibi beklenmedikti.
Hazan'ın başı hışımla bana döndüğünde gözlerinde harlanan alev ile; "Oyun çevirdiğim yok, bana verilen görevi yerine getirdim." sesi hiddetle yükseldi, elleri masanın kenarına öyle bir bastı ki damarları çatlayacak gibiydi. Onun bu öfkeli halini izlerken içten içe bir kaygı karışımı ruhumda esip geçti. Sesi sert, bakışları meydan okuyucu olmasına rağmen bu cesur duruşun ardında gerçekten bir samimiyet mi yoksa hesaplanmış bir oyun mu olduğunu kestiremiyordum. Ve bu beni daha da çıkmaza sokuyordu. Sanki ben yanlış yapıyormuşum ama herkes doğruymuş gibi...
"Bizleri tehlikeye atarak mı?" Gaye sabır sınırlarına gösterdiği müsamahayı bir köşeye itmiş ve gözlerinde yanan ateş ile söze girmişti. Buradaki kimsenin ihanete, ihanet etmeye yeltenenlere ve sırtlarını dayadıkları can kardeşlerini tehlikeye atan kimseye tahammülü yoktu...
Biz, birbirimizin yüzünü bile tam anlamıyla tanımayan iki timdik; ama yine de, bilmediklerimizden korkmak yerine, birbirimize yaslanmayı seçmiştik. Kim nedir, neyi ne kadar taşır, hangi sırları saklar... bunların hiçbirini bilmiyorduk. Yalnızca zamanın elini bırakıp bibrimize güvenmeye karar vermiştik. Ve işte o an, bilinmezliğin soğuk sularında bile, birbirimize bir köprü uzatacak kadar cesur ve kırılgan bir şekilde sadece duruyorduk. Güven, bilginin değil, yüreğin sınavında kazanılan bir armağanıydı; biz de bu armağana gözlerimizi kapatarak, sadece kalbimizi açmıştık ama Hazan bu armağana sırtını çevirmiş sadece çevirmekle kalmamış bizi de acımasızca sürüklemeye başlamıştı.
Hazan'ın gözleri odada bulunan herkesi tararken bir an için durdu; derin bir nefes aldı, göğsü neredeyse patlayacak gibi yükselip alçalırken parmak uçları istemsizce titriyordu masanın üzerine eğildi; dudakları sıkıca birbirine bastırılmış, çene kasları gerilmişti. İşaret parmağını iki defa masaya vururken; "Buradaki veya başka bir yerdeki..." diye Gaye'nin gözlerinin içine bakarak konuşma başladı, sesi kararlı bir tonda yükseldi; gözlerindeki fırtınaları gizlemeye çalışsa da, her bir kasının gerilimi içinde tutamadığı öfkeyi ortaya çıkarıyordu. "...hiç bir askerin canını tehlikeye atacak bir şey yapmadım, yapmam!" Sözleri masanın üstünde patlayan bir tokat gibi yankılandı. İçindeki fırtına, bedeni ve sesine yansıyan bir kudretle odanın içine yayıldığında Artun Agâh'ın düz bakışları onu buldu. Oturduğu yerden dingince öne eğildi. "Hâlâ bulunduğumuz durumun farkında değilsin değil mi?" Dakikalar sonra konuştuğunda bakışlarımı onun üzerinden ayıramadım.
Artun Agâh masanın diğer ucunda oturuyordu; o odanın sessizliğini, soğuk disiplinini ve ağırlığını tek başına taşıyordu sanki. Gözleri, sert ve mesafeliydi, detayları kaçırmayacak kadar keskin ve dikkatliydi. Çakırlarının ardında hafif bir ışık vardı; soru işaretleri değilde, daha çok her şeyi bilen, her şeyi gören gibi keskin duruşu vardı.
Hazan, bakışlarını masanın bir ucundan kendisine kilitlenmiş Artun Agâh'ın gözlerine çevirdiğinde dudaklarının kenarı, sessiz bir meydan okumayla kıvrıldı. Bakışları bir hançer kadar keskin ama bir sükûnet kadar soğukkanlıydı.
"Farkında olduğum bir çok konu var, benim için endişelenmeyin komutanım!" derken Sesinde, hem gururun hem öfkenin çıkıntıları vardı, sanki her kelimesi geçmişteki bir yara izinden süzülüp buralara kadar gelmişti.
Artun Agâh'ın tek kaşı alayla kalktı; bu hareket, yüzündeki keskin hatlara daha da belirgin bir ifade kazandırmıştı. Gözlerinin kenarındaki ince çizgiler, uzun süre bastırılmış bir sabrın keskin izlerini taşıyordu.
"Senin için endişelendiğim kanısına nasıl vardın bilmiyorum," dedi, sesi derin ve ölçülüydü; "Zira bu senin hayal ürününde olabilir. Benim endişelendiğim tek şey bu operasyon ve sorumluluğuma aldığım askerler." Sözlerini bitirdiğinde sesindeki sertlik, odanın havasını bir anlığına keskinleştirdi. Bakışlarını Hazan'a diktiğinde, o bakıştan kaçmak imkânsızdı.
Onun bu huzursuz eden bakışlarına karşılık Hazan'ın göğsü hızla inip kalktı. "Bulunduğunuz konum gereği askerleriniz arasında ayrımcılık yapamazsınız. Fakat oldukça açık ki şahsım çoktan sizin gözünüzde o ayrıma girmiş." Sesi, bir dağın zirvesinde rüzgarla dans eden bir yaprağın son çırpınışı gibiydi. İşaret parmağı ile kendini gösterirken; "Ben şu an timden ayrı bir muameleye maruz kaldığım kanısındayım. Bunu söyler, bunu savunurum. Siz söyleyin, bu ne kadar etik komutanım?" Düşünceleri, her geçen saniyede daha da çözülüyor, tıpkı antik bir heykelin yıllar içinde zamanın ağırlığına dayanamayarak kırılması gibi; her bir parça, içindeki bilinçsizliğe doğru sürükleniyordu.
Onun bu tavrı Çolpan'ın göz devirmesine neden olmuştu. Çolpan'ın tek kelime dahi etmeden bakışlarıyla bile her şeyi anlatabiliyor olması gülme isteğimi tetikliyordu. Bakışlarımı usulca ondan çektiğimde sırtımı geriye yaslayarak Artun Agâh'ın konuşmasına fırsat vermeden lafa girdim. "O asker gözümüzde bir hain konumundaysa, pek tabii ayrı bir muameleye ve ayrıma maruz kalacaktır. Zira ihanetin bende açıklaması da affı da olmaz." sesim yargısını çoktan vermiş birinin tonuna sahipti; Artun Agâh'ın hırçın bakışları beni bulduğunda dudaklarımı büzerek belli belirsiz omuz silktim.
'Sen çok yaramaz oldun Leyl.'iç sesimin oyunbaz sesine karşılık ona da içten bir şekilde omuz silktim ve yüzü bir anda sertleşen; bakışları bir çelik gibi keskinleşen ve dudakları öfkeyle kıvrılan Hazan'a odaklandım. "Laflarınıza dikkat edin komutanım. Zira beni neyle itham ettiğinizin farkında olarak konuşun." kaşları ağırlıkla çatılmış, gözlerindeki koyu beneklere asılan nefret nazlı bir şekilde aramıza döşenmişti.
Gözlerini kısarak elimi sertçe masaya indirdiğimde masada bulunan herkes rahatsızca yeridnen kıpırdandı. "Gerçekleri anlat da, ben de seni maruz bıraktığım bu laflarıma dikkat ederim tabii." içim sıkılmıştı. Kanserli bir hücre her nefes alışverişimde zihnimde doğarken Hazan'a karşı olan sabrım misket gibi dağılmaya başlıyordu ve her şeyi anlatsın bizi bu dertten kurtarsın istiyordum.
Omuzları söylediklerim ile gerilirken bakışlarını benden kaçırdı. "Anlatacak bir şey yok. Ben bana verilen görevi yerine getirdim." zaman kara bir gelin gibi üstümüze süzülerek akarken Artun Agâh dakikalardır Hazan'a onun ruhunu kelepçelemek istermiş gibi bakıyordu.
"Bu kadar mı?" dedim bakışlarım duygusuz, neredeyse merak eder gibi üzerinde geziniyor her hal ve hareketini tartıyordu.
İçimde bir yer kıvılcım gibi çakmak çakmak yanıyordu. Gerçekten bu kadar mıydı? Yaptığı bunca olan, sessizliği, yaptığı fedakarlık... Sadece bu iki kelimenin ardında mı saklanacaktı? Gözlerim yüzünde en ufak titremeyi yakalamaya çalıştı. Çünkü en ufak bir mimik bile sakladığı gerçekleri, yalanın sızdığı yeri açık ederdi. Ama hayır karşımda o kadar ifadesiz duruyordu ki onun yalan mı gerçek mi olduğuna bile karar vermek zordu. İçimde Hazan'ın bir şeyler gizledini fısıldayan şeytani ses şimdi benim inancımı sınıyordu.
"Bu kadar!" yanan gözlerini kendini iyiden iyiye belli ederken son derece emin bir tavırla vermişti cevabını. Sesindeki tını içimdeki dengeleri bozmak için ilk hamlesini yapmış gibiydi. Herkesin yüzünde gerilim, belirsizlik hakimken Hazan'ın bu soğukkanlılığının ardında kötü kokan bir korku seziyordum. Bir sır, bir pişmanlık, belki de yakında infilak edecek bir itiraf...
"Bu kadar olmadığı çok açık komutanım." dedi Akın; gözlerini kısmış, dudaklarını belli belirsiz sıkmıştı.
Başımı hafifçe ona çevirdim. Her zaman tez canlı biri olmuştu ama şuan soğukkanlı duramıyor aksine karşısında bir düşman varmış gibi hiddet doluydu. Aslında buraya gelirken düşündüğüm ve emin olduğum tek şey Börü timinde bulunan herkesin Hazan'ı koruyacak hatta bizimle tartışmaya dahi girecek olmasıydı. Ama şuan görüyordum ki hiç biri bir tarafı tutmuyor aksine Hazan'ın bunu yapmış olmasından ötürü büyük bir utanç ve öfke duyuyorlardı.
Hazan ona taraf döndü, bakışlarını Akın'ın yüzüne saplarken "Ne ima etmeye çalışıyorsun Yücel?" Diyerek tıslarcasına konuştu.
Akın başını hafifçe kaldırdı. Gözleri, sanki gökyüzünün en karanlık noktasına bakıyormuş da oradan yıldız koparacakmış gibi Hazan'da sabitti.
"Bir şey ima ettiğim yok komutanım." dedi Akın, sesini sakince ama meydan okuyarak yükseltti. "Açık ve net bir şekilde ifade ettiğimi düşünüyorum."
"Öyle mi?" dedi Hazan, gözleri koyu bir şimşeğin parıltısı gibi masanın etrafında dolaştı. Dudak kenarına belli belirsiz bir alay oturdu, sesi hem meydan okuyan hem de küskün bir yankı gibiydi. "O zaman ben de net bir cevap vereyim sizlere." Bir an nefesini tuttu, sonra derin ve ağır bir tonla devam etti: "Ben bir askerim, ben bana ne emir verilirse onu yaparım, sizler gibi. Ve bana verilen görev buydu, ben de yerine getirdim. Anlaşılmayan bir yer?"
Onun meydan okuyan tavrına karşılık, istemsizce tek kaşımı kaldırdım. Aramızdaki sessizlik sadece bir sözsüz savaş gibi değildi; sanki birbirimizin içine açtığımız bir pencere gibiydi. Korku, öfke ve merak birbirine karışıyor, nefesimizin arasına sıkışıyordu. Kendimi ne kadar sakin kalmak için telkin etsemde karşımda duran kadın buna izin vermiyor sanki bile isteye damarıma basıyordu.
"Sana emredilen, topladığın bilgileri bize transfer etmek ve bizim yaptığımız planlar doğrultusunda ilerlemekti!" dedim, sesim bir taşın yarığını genişleten balyoz gibi çatladı. "Neden bilgileri bize vermedin?"
Hazan'ın bakışları sertleşti. Önünde duran dosyaların kenarına değen parmakları, sanki bir bıçağın yüzeyini yokluyormuş gibi gezindi. Gözlerinin ardında sabrın kırılarak, suların altında kalan bir fırtına vardı.
"Emredilen buydu." dedi, sesi titremeyen bir soğuklukla aramızda gezindi.
Üstüme yapışan stres ve baskıyı çırpmak için masada duran kalemlerden birine uzanırken ölümcül bir sakinlikle konuştum. "Emredilen bize ihanet etmen miydi?"
Hazan bir an sustu. Dudakları titremedi, gözlerini dahi kırpmadı. "Size ihanet etmedim." her kelimeyi bir kurşun gibi, öldürücü bir soğukkanlılıkla fırlattı. Çenesini meydan okurcasına hafifçe yukarı kaldırmıştı. "Durumun farklı olduğunu söylüyorum lakin sizler anlamamak için diretiyorsunuz."
Karşımda oturan Artun Agâh'ın omuzları gerildi. Göz kapaklarının ardında çakan o kısa öfke kıvılcımını fark etmemek imkânsızdı.
"Farklı olan nedir?" sorusu kısa ve netti. "Bize ihanet etmen mi?" dediğinde, sesinde bir ormanın içinden yankılanan gök gürültüsü vardı.
Hazan'ın gözleri daha da karardı, ve o karanlıkta anlık bir kıvılcım çaktı, sönmeyen bir öfke kıvılcımı. Sonra o alev dans eden bir ateş gibi yeniden canlandı gözbebeklerinde.
"Bunun ihanet olmadığını göremeyecek kadar kör mü oldunuz?" dedi dişlerinin arasından. "Yoksa ben mi sizi çok gözümde büyüttüm?" Alayla söylemiş basit bir cümle gibi görünsede öyle değildi. Hazan düpedüz bizlere meydan okuyor ve kendini haklı çıkarmaya çalışıyordu. Masada bulunan bulunan herkesin kendisine inanmayan tavırlarla baktığını gördüğünde sesi yeniden yükseldi, hem ateş hem buz gibiydi.
"İhanet olmadığını kaç kere tekrar etmem gerekecek? Ben bana verilen emri yerine getirdim."
Artun Agâh, masaya avuç içlerini sertçe bastı. Öfke altındaki damarları belirginleştirmiş sanki her patlamaya hazır bir volkan gibi gerilmişti. "Hep aynı cevaplar!" diye tısladı.
Avuçları masaya indiğinde, metalin içinden yankı bulan bir gök gürültüsü koptu. "Elle tutulur bir açıklaman dahi yok!"
Hazan'ın dudak kenarı alayla kıvrıldı, gülümsemesi zehirli bir diken gibiydi. "Hep aynı ithamlar!" dedi, sesi bir hançer kadar keskindi. "Elle tutulur bir sorunuz yok, komutanım."
Kendinden o kadar emin duruyordu ki, gözlerim onu tararken içimde garip bir kıpırtı oluştu. Sanki tüm dünyayı omuzlarında taşırken, aynı anda her tehlikeyi de savuşturabileceğini biliyordu. Sırtını kime yasladığını merak ettim; hangi görünmez duvar, hangi sessiz koruma onu bu kadar dimdik ayakta tutuyordu?
O yüksek kargaşanın arasında Amine'nin öne eğildiğini fark ettim. Kolunu masaya yasladı, gövdesini yavaşça Hazan'a doğru çevirdi; sanki bütün ağırlığını ona vermek, her kelimesini hissettirmek ister gibi. "Bugün bizden birine bir şey olsa," dedi çatallı bir sesle. "Bunun sorumluluğunu alabilecek misiniz, komutanım?" derken son derece düz ve soğuktu. Gözleriyle Hazan'ı süzdüğünde vereceği cevabı ketum bir ifadeyle bekliyordu.
Hazan derin bir nefes aldı, göğsü hızlı bir ritimle inip kalkıyordu. Sanki kalbi, göğüs kafesine hapsolmuş bir savaş davulu gibi atıyordu.
"Kimseyi satmadım!" diye haykırdı sonunda. "Kimseye zarar verecek bir hamlede bulunmadım. Birine bir şey olacak olsa o kişi ben olurum!" elini göğsüne vurduğunda gözlerimi bir kaç saniyeliğine kapatıp açtım. Hazan bakışlarıyla masadakileri birer birer taradı. "Asıl siz, bu sorumluluğu alabilecek misiniz?"
Bir anlığına, sadece bir anlığına içimden bir şüphe geçti. Ya biz onu çoktan bir hatanın günah keçisi ilan ettiysek? Ya gerçekten o hain değilse, ya asıl yanılan bizsek? Bu düşünce boğazıma oturdu, ağırdı; çünkü insanın kendi adaletinden şüphe etmesi, en keskin cezadan bile daha çok can yakardı.
Gözlerim kısa bir an Hazan'ınkilerle kesişti. O bakışta öfke yoktu, sadece soğuk bir teslimiyet vardı ve bu beni daha da çıkmaz yollara sürüklüyordu. Bir noktada ona güvenmek istiyordum ama güven öyle bir kavramdı ki kaybolunca bulması zor bir elmas gibiydi.
"Bizim sorumluluğunu alamayacağımız hiçbir şey olamaz, Hazan..." her kelimeyi bir yemin gibi vurgulayarak. "Sen de dahil!" derken işareti parmağım ile kendisine doğrultarak bitirdim cümlemi.
"O zaman izin verin de devam edeyim." Hazan, dudaklarının arasından sabırsız bir soluk verdi. Yorulmuştu. "Zira yeni bir yoldan ilerlemek sadece zaman kaybı!"
Sökmen'in yüzü ince bir alayla kasıldı, kaşlarını öfkeyle çatarken; "Ha, zaman kaybı olduğunun farkındasın?" dedi sahte bir ilgiyle.
Hazan en sonunda dik duran omuzlarını pes etmiş gibi indirdi.
"Bakın, tamam haklısınız. Emredilen bilgileri size transfer etmemdi, edecektim de..." konuşurken elleri masanın üzerinde birbirine kenetlendi; parmak uçları beyazlamış, damarları belirginleşmişti. Gözleri, masada bir yerde sabitlenmiş gibiydi, bir noktaya değil, bir boşluğa dalmış gibiydi. "Ama..." dedi, derin bir nefes alarak. "Daha üst bir merciden, bilgi transfer işleminin bir süre ertelenmesine dair emir aldım." Sözünü bitirir bitirmez gözleri bir anlığına Artun Agâh'a takıldı. Sanki bakışlarıyla bir şeyler anlatmak istiyor ama onu anlamadığımız için bizi suçluyordu..
"Nedeni hakkında bir bilgin var mı?" diyerek bakışlarının hedefini kendime çektim.
Hazan'ın omuzları hafifçe gerildi, sanki çarptığı görünmez bir duvar vardı ve sürekli bu duvara çarpıp duruyordu. Göz kapakları kısmen indi, nefesi burnundan sertçe verirken;
"Bizler üslerimize neden diye sormayız," dedi düşük ama net bir sesle. "Onlar da bize gerektiği noktada gerekli açıklamayı yaparlar."
Artun Agâh düşünceli bir edayla başını hafifçe yana çevirdi, elini çenesine götürdü. Bir şeyler düşündüğü aşikardı, zihninde bir şeyler dönüp duruyor ve o da benim gibi zihinin girdabına sürükleniyordu.
"Haklısınız komutanım," dedi Akın sonunda, sessizliği yaran tok bir sesle. "Emir demiri keser!" Sözlerinin sonunda dudaklarının kenarı sertçe gerildi, sanki alayla ciddiyet arasında kalmış bir ifadeyle bakışlarını Hazan'ın gözlerine sabitledi.
"Lakin eğer gelip bizlere," elini masanın kenarına vurarak devam etti, "Ben böyle bir şey içerisindeyim, bana şimdilik soru sormayın; zamanı geldiğinde ben gereken açıklamayı yapacağım, siz Dinçer Arslan ile vaktinizi daraltmayın. Deseydiniz." Bir an sustu, dişlerinin arasından nefes verdi. "...belki bu operasyonu bir adım öteye taşımış olurduk." masada bulunan herkes başını sallayarak Akın'ı onayladığında, Hazan Akın'ın söylediklerine karşılık gözlerini kaçırdı; sadece bir saniyeliğine olmuştu bu ama yakalamıştım. Sinirle gülümsedi, sırtını oturduğu sandalyeye yaslarken, "Sorgulamayacaktınız öyle mi?" sesinin soğuk alayı suratımıza çarptığında kinci bir alayla devam etti. "Eşeleyip duracaktınız, sürekli bana şüpheli gözler ile bakacaktınız, şimdi yaptığınız gibi."
"Bizi bu duruma siz sürüklediniz komutanım şimdi kimseyi suçlayamasınız!" dedi Laçin. Gözlerim istemsizce Laçin'e kaydı, sesi beklemediğim kadar öfkeliydi. Kaşlarım şaşkınlıkla havaya kalktığında gözlerimi ondan ayıramadım. Laçin'in gözleri öfkeyle yanıyordu, ve ben bu öfkesini anlıyor, anlamak mecburiyetinde kalıyordum.
Hazan anlayışla karşıladı Laçin'in söylediklerini. Başını usulca sallarken yinede içinde olduramadığı, kabullenemediği bir şeylerin olduğu çok açıktı.
"Sizi suçladığım yok, merak etmeyin asıl suçlu olan benim." sesinde bir kabulleniş değil kederli bir yorgunluk vardı. Hissettiği duyguların ağırlığı omuzlarına çıkmış gibi düşüktü. En başından beri gözünü kırpmadan hepimize karşı gelmiş ama bir çizgiden sonra yorulmuştu.
Yüzünde sağlıksız bir gülümseme peyda olduğunda elimdeki kalemin kapağını açıp açıp kapatıyordum.
"Sonunda bunu kabul etmen ne büyük erdemlik." Hazan yüzümdeki gülümsemeye aldırış etmedi. Önündeki siyah cam masaya bakarken sakince konuştu. "Operasyon konusunu sizden sakladığım için kendimi suçlu olduğumu kabul etmiyorum." sesinin tonunda en ufak bir titreme bile yotku. "Sizlerde bir asker olduğunuz halde beni anlamanız gerekirken kendimi açıklamaya çalışmam, işte bu konuda kendimi suçlu buluyorum." dediklerinin her bir kelimesine özellikle baskı kurmuş, konuşurken hepimizin gözlerine tek tek uğramıştı.
Dakikalardır sessizliğini koruyan Barlas yanında duran Hazan'a bakışlarını mekanik bir şekilde çevirdi. Gözlerinin içinde benim bile anlayamadığım bir ifade, bir merak hakimdi. Burda bize en yabancı olan oydu, ilk defa konuşuyor olmasına bile şaşırmamıştım. Merak ettiği her neyse Hazan'ın yüzünü ezberlemek istercesine bakıyordu. Sanki Hazan'ın içini okumak, bir şeyleri daha iyi kavramak istiyordu.
"Bir noktada haklısın, bizler de askeriz bunu anlayabiliyorum ama..." diyerek konuşmaya başladı. Sesi ne kadar yumuşak çıksa da söylediği her kelime buz gibi esiyordu. "Ne olursa olsun aramızda inşa etmeye çalıştığımız güvenin temelleri yerle bir oldu." sesinin tonu ensemi yokladığında Hazan bakışlarını Barlas'a çevirmeden gözlerini kaydırarak yandan kısa bir bakış attı.
"Buna ben sebep oldum." başını usulca salladı. "Ama bu demek değil ki görevden azledileceğim bilakis devam etmek benim en büyük hakkım." Son cümlesini bana bakarak söylemişti. Biliyordu onu göndermek istediğimi, görevden alınmasını istediğimi, biliyor ve hamlelerini ona göre oynuyordu.
Ellerimi birbirine kenetlerken bakışlarımı olabildiğince herkesin üstünde tuttuktan sonra, "Her ne kadar görevden alınmanı istesem de aldığımız emir doğrultusunda görevden alınmayacaksın." gözlerimi karanlığın yuvası belleyerek Hazan'ın üzerinde tuttum. İçimdeki öfkeyi alayla bastırarak, "Ama tesisteki ve operasyondaki yetkilerin sınırlandırılacak." benim oyunuma karşılık arsızca bakışlarıma karşılık verdi. Elimde her an patlayacak bilgiler varken Hazan'ın bu geri dönülmez duruşu kanımı kaynatmıştı. Evet belki de bir noktada masum olabileceğini düşünmüştüm lakin bu sadece katran karası bir kuyuda hapis kalmış geçici düşünecelerden ibaretti. Zira ben bir Derin Devlet askeriydim. Ve onun bildiklerinden daha çok şey öğrenir, daha çok şey bilirdim. Sadece kendisi anlatsın diye fırsat vermiştim lakin o bu fırsatı elinin tersiyle geri itmişti.
"Teşekkür mü etmeliyim komutanım?" sesinin ayasına yapışan alay sinirlerimi daha fazla tetiklerken Artun Agâh'ın bana dönen bakışlarına aldırış etmedim. O yakıcı ve zihnimin içini görmek isteyen tarafını yok saydım...
"Teşekkürüne değil güvenine ihtiyacımız var Hazan!" Dişlerimin arasından tıslarken masadaki kadınların endişeyle bana baktıklarını farkettim. İhanet şakağımıza dayanmış güçlü bir ihtimalken ona o kadar iltimas tanımam boynuma sarılan urganın ilk düğümü olmuştu . "Tek bir hata..." öne doğru eğildim ve işaret parmağımı ona doğru sallarken, "İnan bana tek bir hatan da görevden alırım seni ve inan bana buna seni koruyanlar bile engel olamaz. Anlaşılmayan birşey?" masadaki hava bir merminin namludan çıkmadan önceki sessizliği ile gerildi.
Hazan ne demek istediğimi anlamış olmalıydı ki yerinde dikleşti ve bana duyduğu bütün öfke ve kine rağmen sakince cevap verdi.
"Anlaşıldı komutanım."
Oturduğum yerden sakince ayağa kalkarken önünde duran tableti de elime alarak Hazan'a dönmeden sabahın şafağını andıran ses ile konuştum.
"Güzel, şimdi bize görevini ve konumunu anlat." derken elimdeki tablette duran fotoğrafı duvardaki şeffaf ekrana yansıttığımda herkesin bakışı şaşkınlıkla fotoğrafa kaydı. Çünkü ekranda duran görsel Hazan'ın kızıl saçlı haliydi...
Hazan bakışlarını fotoğrafa bile değdirmeden derin bir nefes aldı ve anlatmaya başladı.
"Bildiğiniz üzere teşkilatın yıllarıdır hedefi Dinçer Arslan'dı. Bir yıl önce bana verilen emir ile Dinçer denilen herifin inine gizlice girmem, iş yerinde, evinde ve aklınıza gelebilecek her alanlarıda gözlemlemem tüm kritik bilgileri toplayarak, düşman hattında sızma yaparak bilgi taşımamdı." Konuşurken parmaklarıyla masadaki kalemi çevirmeye başladı, ne kadar rahatlamaya çalışsada gerilen omuzları ile gergin olduğunu fark edebiliyordu herkes.
"Görevim, Dinçer Arslan'ın düşman hattı ile bağlantısını çözmek ve hareketlerini inceleyerek, operasyonel açıdan önemli veriler elde etmekti. Ayrıca, zayıf noktalarını keşfederek ve ilerleyen operasyonlar için stratejik avantaj sağlayacak bilgiler toplayacak, topladığım bilgileri güvenli bir şekilde MIT'e iletecek ve geri çekilecektim."
Elimde duran tabletten bu sefer Dinçer Arslan'ın fotoğrafını yansıttığımda arkamdan Umay'ın meraklı sesini duydum.
"Tam olarak hangi sıfat ve meslek ile sızdın?"
Hazan kendisine doğrultulan silahlardan rahatsız olmuş olmalıydı ki rahatsızca kıpırdandı. Bir kez daha nefesini verirken konuşmaya devam etti.
"Nazlı Doğan olarak şirketin lojistik ve IT personeli olarak girdim ilk görevim aslında karısının özel korumasıydı ve bu benim için büyük bir avantajdı zira böylelikle evin güvenlik sistemine sızmam daha kolay olmuştu."
Odanın içi sessizdi, ama bu sessizlik huzurdan değil, biriken yorgunluk ve gerginlikten dolayıydı. Projeksiyon ışığının titrek ışığı, masada oturan herkesin yüzlerini solgun bir maviye boyamıştı.
Sökmen sandalyesinde dönerek ekranda bulunan Hazan'ın Nazlı Doğan kimliğine bakarak ruhsuzca konuştu..
"Pekala Nazlı Doğan kimdir?" Sesi ağır ama netti. Soruyu sorarken parmaklarını masaya vurarak ritim tutuyor, her vuruşta sabrının ne kadar azaldığını gösteriyordu. Çünkü Hazan'a olan öfkesi bakiydi...
"Nazlı Doğan annesi Türk babası İran asıllı, ETH Zürih üniversitesinden mezun olmuş başarılı bir yazılımcı." bu sefer başkanını kendi fotoğrafına çevrildi. Sesinde duygudan çok, alışkanlık vardı, defalarca benzer sorgulamalardan geçmiş gibi cevaplıyordu her soruyu lakin sanki ezberlenmiş cümlelerden ibaretti.
"Nelere ulaştın?" dedi bu sefer Sökmen aynı sert tınıyla. Bakışlarını hiç Hazana değdirmiyor bilakis görmek istemiyor gibi davranıyordu.
Hazan bir an durdu, masanın üzerindeki ellerini gevşetti.
"Önceliğimiz elbette finansal para akışına ulaşmak ve bu para akışının kimlere ait olduğunu bulmaktı. Banka hesaplarına sızma işlemi gerçekleştirerek para transfer işlemlerini kontrol ettik ve her yıl altı ayda bir olmak üzere iki defa yaklaşık yirmi iki milyon doların farklı yöntemler ile başka hesaplara aktarımına ulaştık." Cümlesini bitirdiğinde kısa bir sessizlik çöktü.
Topuğumun üzerinde zarifçe döndüm, gözlerim Hazan'ın üzerinde gezinirken zihnim yoğun bir düşünce kuyusunda debelenip duruyordu. Artun Agâh'ta benim gibi Hazan'ın hal ve hareketlerini pür dikkat izliyor ve bir şeyleri anlamaya çalışıyordu.
"Karşı taraftaki hesapların kime ait olduğu bilgisi var mı elimizde?" kaşlarım ağırlıkla çatılırken sakince sordum. Kelimelerim lezzetli bir tatlıyı bekler gibi sinsice gülümsedi. Alacağım cevabı az çok tahmin edebiliyordum...
"Beş farklı hesap elde ettik lakin bunlardan sadece ikisi biliniyor." kaşlarım söyledikleri ile havalanırken Artun Agâh'ın dudakları devamını biliyormuş gibi havalandı.
"O ikisinin de kimler olduğunu bizler zaten biliyoruz bize geriye kalan üç hesabın kime ait olduğu bilgisi lazım." dümdüz bir bileklik ile Hazan'ın anlattıklarını yarıda kesti. Ellerini önündeki masaya yaslarken boş gözlerle çaprazında duran kadına bakmaya devam etti.
Hazan başını hafifçe eğdi, eliyle saçlarını kulağının arkasına atarken sesi alçaldı.
"Maalesef ki bu bilgilere ulaşmak biraz vakit alacak."
Artun Agâh bu cevap ile sıkıntılı bir soluk bıraktı. "Dinçer Arslan'ı paketleyene kadar elimizde olur mu?" sesi bu sefer daha düşük ama daha keskindi. Bunu yapar mısın diye sormuyordu, yapacaksın buna mecbursun der gibi bakıyordu. Bakışları ölümü yarıp atacak reddedeydi.
Hazan Artun Agâh'tan bakışlarını kaçırırken hiç düşünmeden yanıtladı.
"Halledeceğim."
Artun Agâh başını saklarken oturduğu yerden geriye yaslandı. Uzun bir nefes alırken çakırlarını herkesin üzerinde gezdirdi ve en son benim elalarımda dururken düşüncelerini bir ceket gibi üzerimize attı.
"Güzel, plan değişikliğine gidiyoruz biraz zor olacak ama buna mecburuz önceliğimiz şu herif ile düzenleyeceğimiz toplantıdan kurtulmak." yatışan öfkesinin harlanan ateşi Hazan'ı bulduğunda plan değişikliğine gittiğimiz için oldukça gergin duruyordu. Bunun için, bize bu kadar zorluk çıkardığı için Hazan'a o kadar öfkeliydi ki bağrına bastırdığı öfke bir süre sonra infilak edecek bir bomba gibi patlayacaktı.
Hazan kendini Artun Agâh'ın öfkesinden sakınmak için gözlerini kaçırırken sessiz kaldı... Onun bu sessizliği masada bulunan herkesi sabırsızca irdelerken lafa giren tekrar Amine oldu.
"Bence aniden geri çekilmek şüphe uyandıracaktır bu yüzden bir kaç toplantı yapmalı ve dikkat çekmeden geri çekilmeliyiz." bunları söylerken sesinde bir mantık vardı ama aynı zamanda endişe de hissediliyordu. Her şeyin bu kadar kolay olmayacağını biliyorduk ama yinede kolay olmasını ummaktan bunun için çaba göstermekten geri durmayacaktık.
Artun Agâh Amine'nin söylediği ile katı bir eda ile başını salladı. Oturduğu yerden bütün heybetiyle ayaklandığında alev alev yanan bakışları beni buldu.
"Pekala, ay sonunda yapılacak balo için hazırlıklarınızı yapın o vakit." Her kelimesi, bir pusunun içinden fısıldanan ince bir tehdit gibi, sığırın boynuna takılan bir düğüm kadar sıkıydı. "Çünkü paketlememiz gereken bir piç kurusu var."
Hepimizin cesur ve şeytani bakışları onda toplanırken dudaklarım usulca kıvrıldı. İntikam, kıvrak bir yılan gibi aramızda dolaşıyor; diliyle hafifçe dokunup zehrini ölçüyor ve doğru anı bekliyordu. Her birimiz, içimize sakladığımız hesapları sessizce sayıyor; hangi kelimenin, hangi dokunuşun hangi kapıyı aralayacağını tartıyorduk. Planlar çakıl taşları gibi masanın üzerine serildi; her taşın altında başka bir sır, her sırda başka bir gölge vardı sanki. Gözlerimiz birbirine yaslandığında ikimizinde arasında sessiz konuşma geçti: Yapacaklarımız acı verecek, ama biz bu acının içinde tekrar tekrar var olacaktık.
✨
ERTESİ GÜN LEYAL'DEN
Aracın motoru sustuğunda geldiğimiz yere garip bir şekilde baktım. Kapıyı araladığımda yüzüme çarpan hava ağırdı; toprak, pas ve eski çiçek kokusu birbirine karışmıştı. Çakıllar ayaklarımın altında çıtırdadığında yanımda yürüyen Artun'un yüzü neredeyse bir heykel kadar ifadesizdi. Rüzgâr, kuru yaprakların arasından geçerken uğultulu bir sesle sanki bir şeyler fısıldıyordu bana ama ben bunu anlamayacak kadar donuktum. Gökyüzü karanlık bir fırtına ile süslenmişken bakışlarım mezarlığın demir kapısında sabit kaldı. Neden buraya gelmiştik. Titrek bir kaç adım arabanın önüne atarken dizlerim can çekişir gibi beni taşıyordu. İçimde canhıraş düşünceler birbirine dolanırken midem bu düşünceler ile bulanmaya başlamıştı. Kırık bakışlarım yanımda duran adamı bulduğunda kaşlarımı çatarak, "Niye buraya geldik?" dedim, sesim hem titrek hem tedirgindi. Sanki düşüncelerimden biri gerçek olsa o soğuk toprağın altında yatan beden ben olacakmışım gibi hissediyordum, sanki bir tanesi bile doğru olsa ömrüm bana zindan olacaktı.
Artun Agâh bana cevap vermedi, sadece mezarlığın kapısına doğru sakince yürümeye devam etti. Adımlarının yankısı taş yola vuruyor, sanki her biri geçmişten bir hatırayı uyandırıyordu.
Onun adımları ne kadar ileri atsada benim adımlarım geriye doğru dönmüştü bile. "Çakır?" dedim, ama sesim mezar taşlarının karanlığında kayboldu. Artun Agâh'ın adımları aksadığında omuzlarının an be an çöktüğüne şahit oldum. Sol omzunun üzerinden bana baktı, dudaklarının kenarında belli belirsiz bir hüzün çizgisi vardı ve bu hüzün bugün burda beni yakıp yıkacaktı. Hissediyordum...
"Annemle, babama geldik Ay tenli." dedi en sonunda. Bunu öyle bir tonda söylemişti ki o ton göğsümün tam ortasına bir volkan gibi kaynamaya başlamıştı. Bakışlarında yılların yorgunluğu vardı ve bu yorgunluk ruhumu delip geçiyordu sanki.
Donup kaldım, gözlerim istemsizce mezar taşlarına kaydı.
"Yanlış yere geldik!" dedim, kelimeler dudaklarımdan çıkarken boğazıma bir düğüm oturdu. "Dilem teyzemle Mete babama gidecektik."
Artun başını hafifçe yana eğdi ve gittiği yolu aynı sakin ama bu sefer daha kırık dökük bir şekilde. Şimdi karşımda on yaşında ki Artun vardı. "Ay tenli." dedi yavaşça, sanki her hecesiyle beni teskin etmek ister gibi. Ama ben teskin edilmek istemiyordum, ben ailemizi görmek istiyordum.
"Yanlış yer geldik!"dedim tekrar, bu kez sesim çatladı, nefesim hızlandı. Ama o yerinden bile kıpırdamadı. Bu benim daha fazla delirmeme neden olurken söyleyeceği hiçbir şeyi dinlemek istemiyordum. Ellerini kollarıma koyarken, "Leyâl." dedi sonunda, adıma dokunur gibi bir tonda. Bedenimi hınçla ondan çekerken,
"Beni ailemize götür!" Diyerek hırsla bağırdım. "Hemen!" Sanki bu kötü bir rüyaydı ve ben o rüyanın içinde debelenip duran ve en sonunda orda ölümü bekleyen bir goncaydım. Hayatımın bir çok kısmında yaşadığım bir çok şeyin rüya olmasını dilemiştim. Ama şimdi onların hiçbir önemi kalmadığını daha iyi anlıyordum, çünkü şuan yaşadıklarımın rüya olmasını her şeyden daha çok istiyordum.
Artun Agâh kollarımı tekrar tutarken bu sefer daha kararlı ama daha yıkıktı. "Ailemiz zaten burada Ay Tenli!" Derken eli ile mezarlığın kapısını gösterdi, bakışlarımı o tarafa bile çevirmezken hırsla uzaklaştım.
"Yalan!" Sesim bir sistemden çok kaynayan bir yara gibi çıkmıştı. İçimde konduramadığım acıların yürek yakan gerçekleri vardı ve ben inkar ettikçe daha da fazla ruhumda dağlanıyor, beni gerçekler ile yüzleştirmeye mecbur bırakıyorlardı. "Yalan söylüyorsun." Boğazımda düğümlenen kelimeler kalbimde yutkunamadığım inançsızlıkla çıktı. Sanki bir el var gücüyle beni ölümün kıyısına ötelemek için boğazıma yapışmış nefes alıp vermeme engel oluyordu.
Artun'un bana doğu güçlü bir adım attığını gördüm lakin onun bu adımını geriye doğru attığım kırık adımla savuşturdum. Kalbimde hissettiğim fiziksel acı karşımda duran adamı endişelendirebilirdi ama ben çektiğim acıyı görsün ve bu kötü şakaya bir son versin istiyordum.
"Ay-" devamını getirmesine izin vermeden elimi titreyerek kaldırdım. Gözlerimin önünde biriken geçmişin kanlı elleri ruhumun yakalarına sarılırken kulağımda kırılan pencerelerin çığlıkları yankılanıyordu. Geçmiş sanki ruhuma prangalanmış; ben sustukça büyüyor, unutmaya çalıştıkça geri dönüyordu.
"Görmeyeli yalan konusunda kendini geliştirmişsin..." derken sesimin fazlasıyla duygusuz çıkmasına dikkat ettim ama içinde öyle bir öfke ve kırgınlık taşıyordu ki Artun'un bunu görmemesi imkânsızdı. Bedenimin her zerresi titremeye başlarken dik tutmaya çalıştığım omuzlarım ile bakışlarımı Artun'dan çektim.
"Ama daha fazla bu oyuna ayak uyduracak değilim, şimdi gidelim."bedenimi zar zor arabaya çevirdiğimde derin bir nefes alarak adım attım ama attığım adım koluma umutsuzlukla dolanan güçlü eller ile yarım kaldı. Elalarımın hayal kırıklıkları çakırlarına bir umuda tutunmak ister gibi tutunduğunda sadece bir saniyede biriktirdiğim umutlarım hezeyana uğramış gibi gırtlağıma dağıldı. Şimdi yutkunmak daha güçtü.
"Ay tenli, bana bak gözlerime bak!" gür sesi ikimizin arasında dağıldığında kızarmış gözlerini gözlerimden ayırmadan iki kolumu yumuşak bir şekilde tutarak beni kendisine çevirdi. "Ben sana yalan söyler miyim hiç?Hemde böyle bir konuda." Gözlerinin ardında sakladığı acı ikimizin üzerine yığılıp kaldı. Zamana teslim ettiğim acılar dizimin dibine oturduğunda başımı iki yana sallayarak kollarımı tutuşundan kurtardım. Bu kurtarış o kadar kolay olmuştu ki sanki kollarımı tutan eller benim hayal ürünümdü...
"Küçükken de böyle uğraşırdın benimle ama bunu yapma bana." her an yağmurlar yağdıracak bakışlarım Artun'a yalvarır gibi daha sıkı tutundu. Aldığım her titrek nefes geçmişin zincirlerinin soğuk yüzünü içime işlerken; "Çok yara alırım, lütfen." Diye yalvarırcasına fısıldadım. Sessizlik bir yas gibi etrafımızda dolanırken Artun kızarmış gözlerindeki gerçekleri benden sakınmak ister gibi sıkıca yumdu. Cevapsız kalmanın ağırlığı bedenimi üşütürken yüreğimde acıyla filizlenen öfkenin önüne geçemedim. Geçmek istemedim...
"Birşey de?" Sesim çatlarken hırsla göğsünden ittim. O bana cevap vermedikçe suskunluğunun yakıcı varlığı öfkemi daha fazla körükledi. "Yalan söylüyorum, tepkini ölçmek için yaptım de!"
Artun sanki sanki karşımda taş kesilmiş, sanki dili bağlanmış yıkılmaya yüz tutmuş çürük bir bina gibi karşımda duruyordu. Zamanla sokacağını sandığım hatıralar meğerse hiç solmamış, sadece sessizleşmişti. Ve bugün beni beni gerçeklerle yüzleştirmek ister gibi sırtıma hançerini saplayıp çıkarıyordu.
Sabrım kırılırken çaresiz bir öfkeyle Artun'un yakasına sarıldım. Parmaklarım zangır zangır titriyordu. Buğulanmaya başlayan gözlerimi gözlerine tırmandırdım.
"Bana bak, gözlerimin içine bak ve bana yalan söylüyorum de!" nefesim kesik kesikti ama buna takılacak ne vaktim ne de mecalim vardı."Bekliyorum, Çakır hadi!" Sesim kalbimin dar odalarından çıkmış gibi çaresizdi. Şimdi mezarlarından uyanarak beni en savunmasız halimde yakalayan bu gerçek celladın soğuk nefesini enseme üflüyordu .
Artun yakasındaki soğuktan kızarmış ellerimi büyük avuçlarının arasına alarak dokumya kıyamıyormuş gibi usulca tuttu. Onu ilk gördüğüm an doldu zihnimin en ücra köşelerine. Bana bakan gözlerinde yarım kalan cümlelerin zincir olmuş halkaları boynuma urgan olmuş kanayan yaralarıma mahkum etmişti beni.
"Yapma!" Sesinin tonundaki keder yüreğime gömüldü. O kederin sebebi bendim, o eksikliğin sebebi bendim. Hangi vakit savrulmutuk? Hangi vakit dualarımız bu kadar yarım kalmıştı? Ve biz koca bir enkazın alında kalmıştık?
"Bekliyorum söyle, hadi!" direndim, yakasında duran ellerim sanki ondan kopsa ben oracıkta kül olup savrulacaktım. Oysa ruhumda öyle bir cehennem vardı ki ömrüm yetmiş yıl kahrolsa ruhum kederin gölgesinde yetmiş yıl yanmaya devam ederdi.
"Ne olur söyle, söylesene!" dudaklarımdan firar eden her kelime kalbimi binbir parçaya bölüyordu. Ben ölüyordum...
Artun benden gözlerini kaçırdığında gırtlağıma yapışan kaybolmuşluk ile aylarımın üzerinde yükledim ve çenesini tutarak öfkeyle kendime çevrdim. "Gözlerini kaçırma ve bana bak!"
Yinede cevap vermekten özenle kaçındı. Sanki dudaklarını aralayıp tek bir kelime söylese bunca yılın kaybı bir çığ gibi üzerimize tepecek, ölmesek bile yaşamayacaktık. Artun susmaya devam etti. Suskunluğu binlerce kelimeden daha ağırdı. Kızarmış çakırlarına baktım, gözlerinde bir inkar aradım lakin bulabildiğim tek şey koca bir acıydı. Gizleyemediği, sağlayamadığı, susturamadığı bir acı...
Göğsümde biriken sızı susturulmamış bir açlıkla geçmişin kapılarını alacaklı bir şiddetle zorluyordu. Gözümden damlayan bir yaş usulca çeneme doğru yol aldı. Sanki acılarıma kefil olmak istercesine eksiliyordu benden ama biliyordum ki ateşi su değil sabır bile söndürmüyordu.
"Sana..." Boğazımda tıkanan soluğum ile biraz duraksadım. Ellerim yorgunlukla Artun'un yakalarından kayarken parmak uçlarım kaderine boyun eğmiş gibi titriyordu. Yanaklarımı yakan göz yaşları ile titrek bir nefes alarak devam ettim. "Sana yalvarıyorum." Sesimi ben bile duyamıyordum o kadar ağır ve harabeydi. Artun'un omuzları biraz daha çöktü. Yıkılmaz dediğim dağ o an yerle bir olmuştu.
"Büyümüş bir kadın olarak değil o küçük kız çocuğu olarak yalvarıyorum ne olur yalan de. Herşeyi yaparım, ne olur yalan de." Affedemediğim her şey kulağıma sıkarken zihnimin en karanlık köşesinde oyun oynayan küçük Leyal omuzlarının üzerinden kırgınlık ile bana baktı.
Artun'dan cevap alamadığım boğucu saniyelerde yenilmişlikle alnımı göğsüne dayadım. Kaybetmişliğin ağırlığı omuzlarımdayken kanayan yarama tuz buz olan fırtınalı sesini duydum.
"Değil."
Ve ben bir zamanlar kendimden bile sakladığım bütün yaraların adıydım.
Bölüm hakkındaki düşünceleriniz? Hadi yorumlarda buluşalım.✨🙈
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 10.12k Okunma |
858 Oy |
0 Takip |
17 Bölümlü Kitap |