

Kaptan İzzet, geminin dümeninde ağır ağır ilerlerken Akdeniz’in masmavi sularında rüzgârla yarışıyordu. Ufukta belli belirsiz görünen bir ada dışında her şey sonsuz bir maviliğe bürünmüştü. Bu sakinliği bozan tek şey, yanındaki Aleksandro’nun durmadan konuşmasıydı. İtalyan denizci, Türkçe'ye olan hâkimiyetiyle İzzet'e İtalyanca öğretiyordu.
"Bak, İzzet, sana önce en temel şeyleri öğreteyim. Şirketin patronuyla konuştuğunda yanlış bir şey demeyesin," dedi Aleksandro, yüzünde belli belirsiz bir gülümsemeyle. “Mesela, ‘Merhaba, nasılsınız?’ diyeceksen: Buongiorno, come sta? diyeceksin. Anladın mı?”
İzzet, kafasını salladı. “Bongiyorno, kome… eee?”
“Come sta. Tekrar et, hadi.”
İzzet homurdanarak tekrarladı: “Buongiorno, come sta.”
Aleksandro neşeyle güldü. “Bravo! Ama biraz daha havalı söyle. İtalyanca öyle düz bir dil değil; şarkı gibi konuşursun. Hani melodik. Tekrar et: Buon-gior-no, co-me staaa?”
İzzet, Aleksandro’nun abartılı ses tonuyla söylediklerini taklit etmeye çalışırken güldü. “Tamam tamam, biraz sabırlı ol. Biz Türkler dümdüz konuşuruz, şarkıya gelemeyiz pek.”
“Ah, Türkler ve müzik!” Aleksandro ellerini kaldırarak sanki bir tiyatro sahnesindeymiş gibi dramatik bir poz aldı. “Ama unutma, Türkçedeki denizcilik terimlerinin çoğunun İtalyancadan geldiğini söylemiştim. Şimdi sıkı dur: Türkçedeki müzik terimlerinin de çoğu yine İtalyancadır! Mesela, senin söylediğin o ‘şarkı gibi konuşmak’ var ya, Türkçede kullandığınız nota, ton, tempo gibi kelimeler doğrudan İtalyanca.”
“E, bu İtalyanlar her şeye bir isim koymuş,” dedi İzzet, hafif bir alayla. “Bizim Türkçe’yi de ele geçirmişler demek.”
“Dur, hemen öyle deme,” dedi Aleksandro, ciddi bir ifadeyle. “Bu kelimelerin bir kısmı, İtalyanca’dan önce Etrüsklerden gelmiş olabilir.”
“Etrüskler mi? Kim bu Etrüskler?”
Aleksandro, İzzet’in meraklı yüz ifadesine bakarak durakladı. Gözlerini ileriye dikti ve rüzgârla dalgalanan yelkenlere işaret etti. “Etrüskler, bizim atalarımız. İtalya’da Milattan bin yıl kadar önce yaşamış bir halk. Ama bazı tarihçiler, onların Türk kökenli olduğuna inanır.”
“Türk kökenli mi? Yani şimdi senin de damarında biraz Türk kanı mı var?”
“Bilmiyorum,” dedi Aleksandro gülümseyerek. “Ama Etrüsklerin denizcilikte çok ileri olduklarını biliyoruz. Belki de kullandığımız birçok denizcilik terimi o günlerden kalmadır. Mesela, İtalyanca’da gemi demek nave, bu kelimenin kökü de Latinceden, ama kim bilir belki daha da eskiye gider. Türkçe’deki navigasyon da aynı kökten gelir.”
İzzet, dudaklarını büzerek başını salladı. “Demek ki yıllardır İtalyanların elinden gemicilik öğreniyoruz ama işin temeli belki de bizdeymiş.”
“İşte bunu kimse bilemez,” dedi Aleksandro. “Ama başka kelimeler de var. Mesela, ‘kaptan’ kelimesi İtalyanca’da capitano...”
“Onu biliyorum, Aleksandro! Bizim de Kaptan-ı Derya var Osmanlı’da, o da aynısından işte.”
“Evet, bravo!” Aleksandro gülümsedi. “Gördün mü, zaten bilgin var. Şimdi sana daha pratik şeyler öğreteyim. Mesela gemide birine emir verirken: Andiamo! ‘Hadi gidelim!’ demek.”
“An-di-a-mo,” diye tekrarladı İzzet. “Bu kolaymış. Başka?”
“Piano piano! Bu da ‘Yavaş yavaş!’ demek. Ama dikkat et, İtalyanlar bunu bazen sabırlı ol ya da sakinleş anlamında da kullanır.”
“Piyano piyano… Tamam, bu da aklımda. Başka?”
Aleksandro gözlerini kısarak düşündü. “Hah, önemli bir şey daha: Attenzione! Bu ‘Dikkat!’ demek. Denizcilikte en çok kullanacağın kelimelerden biri bu.”
“Attensiyone!” dedi İzzet, sesi gittikçe daha gür çıkarıyordu. “Bunu sevdim. Çok karizmatik!”
Aleksandro, gülmekten karnını tutarak İzzet’i izledi. “Biliyor musun, İzzet, sen İtalyanca’yı bir ay içinde kaparsın. Ama unutma, melodik konuşmayı öğrenmen lazım. Bizim dilimiz dümdüz olmaz!”
İzzet, Aleksandro’nun söylediklerini yarı ciddiyetle kafasına kazırken, gözleri ufuktaki bir adaya takıldı. “Peki, Kaptan Aleksandro,” dedi hafifçe gülümseyerek. “Şimdi bana adayı nasıl selamlayacağımızı öğret bakalım.”
Aleksandro, teatral bir şekilde ellerini açtı ve İtalyanca bir cümleyle karşılık verdi: “Ciao, bella isola! Güzel ada, merhaba!”
İzzet, kahkahasını tutamadan tekrarladı: “Çav bella isola!”
İkisi de neşeyle gülerek dümene yaslandılar. Akdeniz’in sonsuz maviliğinde sadece rüzgâr ve yeni öğrenilen İtalyanca kelimeler yankılanıyordu.
Gün batımına doğru, gemi Akdeniz’in derin maviliğinde ilerlerken, İzzet bir yandan öğrendiklerini tekrarlıyor, bir yandan da aklında Helena’yla geçen son anları tekrar canlandırıyordu.
Geminin mürettebatı, akşam yemeği için hazırlıklara başlarken Aleksandro, “Şimdi, Napoli’ye vardığımızda ilk işimiz pasaport kontrolü olacak,” dedi. İzzet başını salladı ama aklı hâlâ başka bir yerdeydi. Helena’yla tekrar karşılaşacak mıydı? Bu düşünceyi aklından çıkaramıyordu. Ama şimdilik Napoli’nin ona ne getireceğini görmek için sabırsızlanıyordu.

Napoli Limanı, 1900'ler
Napoli'nin mavi sularına adım attıklarında, Aleksandro ve İzzet derin bir nefes alıp, sahile yanaşmayı başardılar. Gemi kıyıya yanaştığında, Kaptan Aleksandro gemi mürettebatına gerekli talimatları verdi ve her ikisi de güverteden aşağı inip hızla karaya yöneldiler. Aleksandro'nun gözleri, kasvetli bir şekilde dolan ve hafifçe kırışmış olan buruşuk suratını aydınlatan şehir ışıkları arasında parlıyordu.
Birkaç dakika yürüdükten sonra geminin bağlı olduğu şirketin büyük ofisinin kapısı önünde durduklarında, Aleksandro’nun içi biraz daha sıkıştı. Şirket sahibiyle yapacakları görüşme, her ne kadar planlı olsa bile yine de bir miktar gerginlik taşıyordu. Aleksandro derin bir nefes aldı ve İzzet’e dönerek, "Senin burada çalışmanı sağlamak için her şeyin yolunda gitmesi lazım. Bu iş ikimizin de hayatını değiştirebilir."
O sırada kapı açıldı ve şirketin sahibi olan orta yaşlı ve iyi giyimli bir adam, kapıda görünüp onları içeriye davet etti. "Hoş geldiniz, Bay Aleksandro," dedi güler yüzle. "Sizi görmek ne güzel."
İçeri girdiklerinde, şirket sahibi Signor Aldo Lorenzo dikkatli bir şekilde koltuğuna oturup gözlüklerinin üzerinden onlara bakarak, "Yolculuğunuz nasıl geçti?" diye sordu.
“Zorlu bir yolculuk oldu ama sonunda buradayız,” diye cevapladı Aleksandro. “Signor Lorenzo, sizi tanıştırayım. Genç Kaptan İzzet bir Türk kaptanı ama ilk kez bizim gemide çalışmaya başladı. Antalya açıklarında fırtınaya yakalanmıştık ve İzzet de o sırada balıkçı teknesiyle denizdeydi. Gemimize çıkarak hem gemimizi ve yüklerimizi hem de hepimizin canını kurtardı. Gemi personeli onu bir kahraman gibi görüyor artık.”
Aleksandro, şirket sahibinin şaşkınlığını hoş karşılayarak devam etti: “İzzet, artık mürettebatımızdan biri. Onun burada yani şirketimizde gemi kaptanı olarak sürekli çalışmasını istiyorum.”
Şirket sahibi Signor Lorenzo, Aleksandro’nun dediğini anlamış gibi başını salladı. "Anladım. İzzet çok zeki bir adam, öyle görünüyor. Ama şu an için, deneyimli bir gemi kaptanı olmadan onu kabul etmek biraz zor olabilir."
Aleksandro, sabırla devam etti. “Ama bu bir fırsat. Eğer İzzet, bir süre bizimle aynı gemide çalışırsa, deneyim kazanabilir. Bu şekilde gelişir ve mürettebatla daha güçlü bağlar kurar. Fransızca ve Türkçe biliyor. İtalyanca da öğrenmeye başladı. Birlikte çalıştıktan sonra, başka hiçbir engel kalmaz."
“Ama sen emekli olacağını söylemiştin,” diye hatırlattı Lorenzo.
“Bir yıl daha çalışabilirim. Görünen o ki İzzet’in bir süre benimle birlikte çalışarak hem limanları ve taşıdığımız yükleri hem de kaptanlığı iyice öğrenmesi gerek.”
Signor Lorenzo, düşünceli bir şekilde ellerini birbirine kenetledi ve gözleri uzaklara daldı. Birkaç saniye sessizlik oldu. "O zaman şöyle yapalım," dedi sonunda. "Bir süre beraber çalışacaksınız. Eğer başarılı olursa, işinde ilerlemesi için gereken desteği sağlayacağız. Ama işler yolunda gitmezse, o zaman düşünmemiz gerekecek."
Aleksandro, şirket sahibine dönerek başını salladı. "Anlaştık. Teşekkür ederim. İzzet'in burada çalışmasına izin verdiğiniz için minnettarım."
...
(Devam edecek)
Ayağım karada oldukça, denizden hoşlanırım.
(Douglas Jerrold)
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.29k Okunma |
414 Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |