

Korsanlar, gemiye çıkmaya çalıştıklarında mürettebat onları püskürtmeyi başardı. İzzet, bir korsanın saldırısını savuştururken Aleksandro'nun bağırdığını duydu. "Daha sıkı tutunun! Kimse panik yapmasın!"
Saatler süren çetin mücadelenin ardından korsan gemisi sonunda geri çekildi. Mürettebat sevinçle bağırdı, zafer kazanmışlardı. Ama Aleksandro hala ciddi bir ifadeyle duruyordu.
İzzet ona yaklaşıp sordu: "Kaptan, kazandık. Neden hâlâ bu kadar ciddi görünüyorsunuz?"
Aleksandro derin bir nefes aldı ve ufka baktı. "Bu bir zaferdi, evet. Ama bir dahaki sefere daha hazırlıklı gelmeleri kaçınılmaz. Bizim de her zaman daha hazırlıklı olmamız gerekiyor."
İzzet, Aleksandro'yu omzundan tutarak gülümsedi. "O zaman kahverengi pantolonlarını hazır tut, kaptan."
Akdeniz'in masmavi sularında yol alan gemi, sabah güneşiyle birlikte dingin bir yolculuk yapıyordu. Nihayet, Girit limanına yaklaşırlarken sahilde bekleyen tanıdık bir yüz dikkatlerini çekti. Giritli Helena, zarif bir elbise içinde, dostça bir gülümsemeyle onlara el sallıyordu.
“Helena bizi karşılamaya gelmiş!” dedi İzzet, şaşkınlıkla.
Aleksandro da mutlu bir ifadeyle başını salladı. “Bizi böylesine sıcak bir şekilde karşılayacağını tahmin etmezdim.”
Gemi iskeleye yanaştığında, Helena hemen yanlarına geldi. “Hoş geldiniz, dostlarım! Sizi tekrar görmek ne büyük mutluluk,” dedi sıcak bir ses tonuyla.
İzzet ve Aleksandro, Helena’nın bu samimiyetine minnetle karşılık verdiler. Helena onları kendi evine davet etti. “Bu kez size gerçek bir Girit misafirperverliği göstermek istiyorum,” dedi.
İzzet gittiğinden beri her gün onu düşünmeden duramayan Helena, iskeleye giderek görevli memurlardan İtalyan bandıralı gemilerinin ismini vererek ne zaman geleceğini sormuş, her ay düzenli olarak aynı günde ve aynı saatte geldiğini öğrenip onları karşılamaya gelmişti.
Helena’nın bu sıcakkanlı davranışı ve samimi davetini İzzet ve Aleksandro kısa bir bakışmadan sonra kabul ettiler ama önce yükleme ve boşaltma talimatları verilmesi gerekiyordu. İzzet ve Helena kısa bir sohbet ederken Aleksandro da resmi işlemleri ve evrak işlerini halledip hemen yanlarına gelmişti. Hanya’nın sokaklarında üçü birlikte yürüyerek ilerlemeye başladı.
Helena’nın evi, deniz manzaralı geniş bir konaktı. Girit'in yerel taşlarından yapılmış, ahşap detaylarla süslenmiş bu ev, hem sıcak hem de gösterişliydi. Yaklaşık bir saat sonra onları büyük bir masa dolusu lezzetli yemek bekliyordu. Yöresel peynirler, zeytinler, taze ekmekler ve Girit'e özgü otlu böreklerle masa donatılmıştı. Helena gülerek, “Umarım aç gelmişsinizdir, çünkü buradan tok ayrılacaksınız!” dedi.
Aleksandro, masaya otururken hayranlıkla çevresine bakındı. “Helena, bu harika bir sofra. Burada gerçekten kendimizi evimizde gibi hissediyoruz.”

Helena’nın içtenliği ve sohbetiyle yemek keyifli bir hale geldi. Yemek sonrasında Helena, onları adanın güzelliklerini tanıtmak için küçük bir geziye çıkardı. İlk durak, Girit’in meşhur açık hava pazarlarından biri oldu. Burada, İzzet ve Aleksandro, yerel halkın el yapımı ürünlerini ve geleneksel giysilerini incelediler.
Helena, bir tezgâhta duran işlemeli mendilleri göstererek, “Bunlar, Giritli kadınların el emeği göz nurudur. Buraya özgüdür ve yüz yıllardır aynı desenler işlenir,” dedi.
İzzet, bir mendili eline alıp hayranlıkla inceledi. Aklına Antalya’daki komşuları Despina teyze geldi. Ona güzel bir sürpriz yapmak istiyordu. “Bunlar ne kadar zarif. Birkaç tane satın alacağım,” dedi.
Helena onları daha sonra Girit’in tarihi bir manastırına götürdü. Manastırın taş duvarları, içindeki freskler ve mistik atmosferi, İzzet’i derinden etkiledi. “Burası sanki bir tarih kitabının içindeymiş gibi hissettiriyor,” dedi.
“Girit’in ruhu burada saklıdır,” diye ekledi Helena. “Bizler için bu manastırlar çok değerli. Osmanlı tam dört yüz yıl boyunca ne dinimize ne de dilimize karışmıştır. Rumlarsa, Türkler adadan kovulup sürgün edilir edilmez onlara ait cami ve mescitleri yakıp yıktılar.”
Gezinin devamında sahilde yürüyüş yaptılar. Girit'in berrak denizi ve altın renkli kumsalı, günün yorgunluğunu unutturuyordu. Helena, yanlarına oturarak adanın efsanelerinden bahsetti. “Buranın her taşının bir hikayesi vardır,” dedi, gözleri parlayarak.
İzzet ve Aleksandro, Helena’nın anlattıklarını dikkatle dinlediler. Gün batımına doğru, onları evine geri götürdü. Dönüş yolunda İzzet, Helena’ya dönüp, “Bize böyle güzel bir gün yaşattığınız için minnettarız. Girit gerçekten eşsiz bir yer,” dedi.
Helena gülümsedi. “Sizler burada her zaman misafirsiniz. Yolunuz ne zaman buraya düşerse kapım size açık.”
İçeri girince onları salona davet eden Helena, kendisi de mutfağa gidip yemek hazırlamaya başladı. Biraz sonra yanına İzzet de gelerek onun yemek hazırlamasına yardım etti, salondaki masaya tabak ve kaşıkları götürdü. Az sonra da Helena elinde yemek tenceresiyle gelerek servis yaptı. Genellikle zeytinyağlı ve soğuk yemeklerden oluşan bu sofra çok güzel görünüyordu, neşe içinde akşam yemeklerini yediler.
Yemekten sonra Helena, evin verandasında oturup denize doğru dalgın dalgın bakarken derin bir nefes aldı. Sonra da Rumca bir şarkı söylemeye başladı. İzzet sonuna kadar dinlediği bu güzel ama acıklı şarkının sözlerini anlamasa da hikâyesini merak ederek sordu:
“Bu şarkı oldukça acıklı bir hikâyeye benziyor.”
Helena’nın gözleri geçmişe dalmış gibiydi. Sessizliği bozarak konuşmaya başladı:
“Size Girit’in eski zamanlarından bir hikâye anlatmak istiyorum. Bu hikâye, her duyduğumda içimi acıtır. Bu şarkı da onlara yazılmıştır...”
İzzet merakla ona döndü. “Neymiş o, kimmiş onlar? Anlat, Helena!”
Helena, dudaklarında acı bir gülümsemeyle devam etti:
“Yıllar önce, burada bir köyde yaşayan güzel bir Rum kızı vardı. Adı Eleni’ydi. Köyün en güzel kızıydı. Gözleri masmavi, saçları altın sarısı... İnsanların yüreğine dokunan bir gülüşü vardı. Bir gün, köyün yakınındaki bir tarlada çalışan Mehmet adında bir gençle karşılaştı. Mehmet, burada Müslüman bir aileden geliyordu. O da oldukça yakışıklıydı ve babası Osmanlı idaresinde memurdu.”
“Eleni ve Mehmet mi?” diye sordu İzzet, şaşkınlıkla. “Kulağa bir masal, bir efsane gibi geliyor.”
Helena hüzünle başını salladı. “Keşke masal ya da efsane olsaydı. İlk karşılaşmalarında birbirlerine âşık oldular. Her gün gizlice buluştular. Deniz kenarında yürüyüşler yaptılar, yıldızların altında birbirlerine sözler verdiler. Ama aşkları hem Eleni’nin ailesi hem de Mehmet’in ailesi tarafından öğrenildiğinde işler değişti. Aileler bu aşkı kesin bir şekilde reddettiler. Din farkı, kültür farkı… Bu farklar onların birlikte olmalarını imkânsız kılmıştı.”
İzzet derin bir iç çekti. “Yazık... Peki ne yaptılar?”
Helena gözyaşlarını saklamaya çalışarak devam etti:
“Eleni ve Mehmet her şeye rağmen birlikte kaçmayı planladılar. Eleni’nin ailesi onu başka bir köydeki bir adamla evlendirmeye çalışıyordu. Mehmet ise gemilerle uzak bir diyara gitmek istiyordu. Ama kaçışları, planladıkları gibi olmadı. Eleni’nin kardeşleri, onları kaçmaya çalışırken yakaladı. O gece Mehmet’i öldürdüler. Eleni’yi de saçlarından sürükleyerek zorla eve getirdiler.”
“Ne?!” diye bağırdı İzzet, gözleri büyüyerek.
Helena başını eğdi. “Eleni ise, bu acıya daha fazla dayanamadı. Deniz kenarına gidip, kendini uçurumdan dalgaların kucağına bıraktı. Ertesi sabah bedenini sahilde buldular. O günden sonra, köyün halkı bu hikâyeyi bir uyarı olarak anlatır oldu: Sevgi bile bazen korkunun, nefretin ve cehaletin önünde yenik düşebiliyor.”
Sessizlik çöktü. Yalnızca dalgaların sesi duyuluyordu. İzzet boğazını temizleyip kısık bir sesle konuştu:
“Bu çok acı bir hikâye… İnsanlar bu kadar zalim olmasaydı keşke.”
Helena gözlerini sildi ve iç çekti. “Belki de Eleni ve Mehmet, başka bir dünyada mutlu oluyorlardır. Ama burada, bu topraklarda onların aşkı hâlâ hatırlanıyor.”
Ertesi gün Girit'ten ayrılırken, Helena onları iskeleden uğurladı. “Yolunuz açık olsun dostlarım. Umarım tekrar görüşürüz!” diye seslendi.
İzzet, gemiye adım atmadan önce Helena’ya sarıldı. “Helena, seni tanıdığımız için gerçekten çok şanslıyız. Bu misafirperverliğini asla unutmayacağım.”
Gemi limandan ayrılırken Helena, iskeleden onlara el sallıyordu. Girit, ardında güzel anılar ve dostluklarla dolu bir iz bırakmıştı.
...
(Devam edecek)
Denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin.
Sevilmek istiyorsan, önce sevmeyi bileceksin.
Uçmayı seviyorsan, düşmeyi de bileceksin.
Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayatı seyredersin.
(Friedrich Wilhelm Nietzsche)
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.29k Okunma |
414 Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |