

Kaptan Aleksandro ve mürettebatı Girit’ten ayrılarak İskenderiye’ye doğru yola çıktılar. Birkaç saat sonra gece olup dolunay yükseldiğinde deniz açıklarında gemi, beklenmedik bir şekilde kara bulutların gölgesine girdi. Hızla çıkan rüzgâr, sakin suları hırçın dalgalara dönüştürdü. Fırtına çıkacağına dair en küçük bir işaretin olmaması Kaptan Aleksandro’yu oldukça şaşırtmıştı. Mürettebat, gemiyi fırtınadan korumak için ellerinden geleni yapıyordu. İzzet, kaptana yardım etmek için ileri atıldı. “Ne yapabilirim?” diye sordu.
Kaptan Aleksandro, direklerin sağlamlaştırılmasını işaret etti. “Halatları sıkıca bağlasınlar! Yelkenler yırtılmamalı!” dedi. İzzet de mürettebatla birlikte çalışarak, gemiyi fırtınadan korumaya çalıştılar. Ancak bir anda, gemi şiddetli bir dalgayla sarsıldı ve rota değişti.
Kaptan Aleksandro bağırdı: “Bir adaya sürükleniyoruz! Karaya oturmadan demir atmalıyız!”
Fırtına yavaş yavaş etkisini yitirirken gemi, tropik bir adanın sahiline yaklaştı. Yolcular ve mürettebat, derin bir nefes alarak kılıçlarını yanlarına alıp sahile çıktı. Adanın ortasında yükselen yemyeşil ağaçlar ve derin ormanlar dikkat çekiyordu. İzzet gözlerini büyüleyici manzaraya dikerek, “Burası gerçek mi? Yoksa hayal mi görüyoruz?” dedi. Aleksandro ise buranın haritalarda yer almadığını ve ilk kez geldiğini belirtti.
Aleksandro çevresini dikkatle incelerken, İzzet taşların arasında deriye işlenmiş eski bir korsan haritası buldu. Haritanın üzerindeki simgeler, onları bir mağaraya yönlendirdi.
Mağaraya vardıklarında, girişte eski yazıtlar ve karmaşık bilmece taşlarıyla karşılaştılar. "Bu işaretler burada bir hazine ya da değerli bir şey olduğu ve korunduğu anlamına geliyor," dedi Aleksandro.
Bilmece taşlarının üzerinde şunlar yazıyordu: "Doğru yolu bulmak için ay ışığını takip et. Yanlış bir adım atarsan, sonsuz karanlık seni yutacak." Biraz bekleyip mağaraya ay ışığının vurmasını izlediler. Ay ışığı, taşların üzerinde bir desen oluşturdu. Deseni takip ederek, derinliklere doğru ilerlediler.
İçeride, eski tuzaklar ve kapanlarla dolu bir yolculuk başladı. İzzet, dar bir geçitte ilerlerken ayağı bir taşa çarptı ve bir mekanizmayı çalıştırdı. Tavandan sarkan dikenli tuzaklar harekete geçti. Aleksandro hızlıca İzzet’i çekip kurtardı. Aleksandro geriden gelenlere dönerek "Daha dikkatli olmalıyız," dedi.
Mağaranın en derin kısmına ulaştıklarında, büyük bir hazine sandığıyla karşılaştılar. Sandığın kapağını açtıklarında, içi altınlar, mücevherler ve tarihi eserlerle doluydu. Aleksandro, sandığın yanında duvara dayalı duran eski bir kılıcı fark etti. Kılıcı eline aldığında, kabzasındaki işlemeleri dikkatle inceledi ve yüzünde bir gülümseme belirdi. "Bu kılıç... Bu, benim ailemin yadigârı. Kara Korsan, benim akrabam olabilir ya da atalarımı soyan bir hırsız" dedi heyecanla.
İzzet şaşkınlıkla Aleksandro’ya baktı. "Demek bu yüzden burayı bu kadar önemsedin. Bu kaderin bir cilvesi olabilir."

Hazinelerden küçük bir sandığı taşımak için iki kişi gelerek gemiye doğru gittiler. Ancak ikinci sandığı götürmek istedilerse de birden bir fırtına koptu. Gökyüzü yine kapkara bulutlarla kapandı ve şiddetli bir yağmur başladı. İkinci sandığı bırakmak istemeseler de Kaptan Aleksandro onlara emir verdi:
“Sandığı bırakın, derhal gemiye gidin!..”
Neyse ki denizciler bu emri duydukları anda koşarak canlarını kurtarmak istediler. Mağaranın kapısından çıktıkları anda fırtınanın etkisiyle büyük bir taş ve çamur yığını mağaranın girişini kapatmıştı. Kaptan Aleksandro ve diğerleri onları da alarak kıyıdan hızla uzaklaşıp gemiye bindiler.
Kaptan Aleksandro "Bu ada, atamın mirasını korumaya devam edecek," dedi. İzzet başını sallayarak ona destek verdi.
Gemileri adadan ayrıldıktan kısa bir süre sonra, fırtına daha da şiddetlendi. Deniz aniden çalkalandı ve uzaklardan gelen gök gürültüsü, adanın üzerindeki kara bulutlarla birleşti. Gözlerinin önünde ada, yavaşça sulara gömüldü. Aleksandro, adayı izlerken, "Bu ada sadece bir efsane değil," dedi. "Kara Korsan’ın mirası, hepimizin hayal gücünde yaşamaya devam edecek."
Fırtına dindiğinde, mürettebat tekrar sakin sulara döndü. Aleksandro ve İzzet, hazinenin kalan kısmını bölüşerek mürettebatı ödüllendirdi. Ancak Aleksandro, kılıcını gururla beline taktı. "Bu kılıç, artık sadece bir yadigâr değil. Yeni bir efsanenin başlangıcı," dedi. İzzet gülümseyerek ekledi: "Bakalım, bundan sonra bizi ne maceralar bekliyor."
Gemi ufukta kaybolurken, arkalarında yalnızca anılar ve suya gömülen adanın gizemi kalmıştı.
Birkaç gün sonra gemi İskenderiye limanına girdi. Burada tam dört günlük süreleri vardı ve bu süre etrafı gezip görmeleri için oldukça yeterliydi. İskenderiye’ye adım atar atmaz, onları limanda bekleyen dört kız kardeşle karşılaştılar: Vahide, Saniye, Salise ve Rabia. Sıcak bir karşılama ve “Hoşgeldiniz” faslından sonra yine İzzet ve Aleksandro’yu tepedeki mavi köşklerine davet ettiler. Bu kez iki faytonla gelmişlerdi, birkaç dakika sonra köşke vardılar. Yemekler hazırdı ve hemen masaya oturup yediler, sonra Rabia’nın yaptığı kahvelerini içerlerken İzzet’in gözü yine Rabia’ya takıldı. Rabia da İzzet’ten gözlerini alamıyordu. Aleksandro öksürerek herkesin dikkatini çektikten sonra evin büyük kızı olan Vahide Hanım’a dönerek:
“Vahide Hanım, konukseverliğiniz için çok teşekkür ederiz. Bu kez burada tam dört gün kalacağız. İskenderiye ile birlikte Kahire’yi de gezip görmek istiyoruz. İzzet Kahire’ye ilk kez gidecek ama ben birçok kez gitmiştim oralara, piramitleri filan gördüm.”
“Çok iyi olur Kaptan, bizim de canımız sıkılıyordu zaten. Hep beraber gideriz, hem faytonları da alıp rahat bir yolculuk ederiz birlikte, ne dersiniz?”
Hem Aleksandro’nun hem de İzzet’in sevinç ve şaşkınlıktan gözleri parladı. İzzet hemen söz alarak konuştu:
“Vahide Hanım, size zahmet vermek istemeyiz ama bizim için çok iyi olur gerçekten de.”
“Ne demek efendim, hep birlikte gezeriz, hem de başımızda erkek olunca oralarda daha güvenli oluruz biz de. Biraz sonra yola çıkalım, bugün akşama kadar İskenderiye’yi gezelim. Yarın da erkenden yola çıkıp Kahire’ye gideriz, olur mu?”
İzzet ve Aleksandro bakıştılar ve bu teklifi kabul ettiler. Rabia sevinçle hemen koşarak çıkıp fayton sürücülerine haber verdi ve faytonlara ikişer at koşulup yeterli su ve saman arabaya yerleştirildi.
İki faytonla önce İskenderiye’nin tarihi sokaklarına doğru yol aldılar. Geniş bulvarlar, palmiyelerle çevrili yollar ve antik kalıntılar arasında geçen gezileri, Aleksandro ve İzzet’i büyülemişti. Vahide, onları eski bir liman kalesine götürdüğünde, İzzet hayranlıkla, "Burası gerçekten inanılmaz. Tarih burada yaşıyor," dedi.
Vahide, faytonla İskenderiye'nin kalbine doğru ilerlerken Büyük İskender’den bahsetmeye başladı:
"İskenderiye, M.Ö. 332 yılında Büyük İskender tarafından kuruldu. Büyük İskender, Makedon Kralı ve tarihin en büyük askeri stratejistlerinden biriydi. Hedefi, Makedon kültürünü dünyanın dört bir yanına yaymaktı. Bu yüzden Mısır'a geldiğinde burayı bir kültür ve ticaret merkezi haline getirdi. İskenderiye'yi kurarken hem kendi kültürünü hem eski Mısır mimarisini harmanladı. Ne yazık ki genç yaşta, sadece 32 yaşında hayata veda etti. Ölüm nedeni hâlâ tartışmalı ama geride böylesine büyük bir miras bıraktı. Onun vizyonu sayesinde İskenderiye, antik dünyanın en önemli şehirlerinden biri oldu. Ayrıca dünyada birçok şehir kurdu, insanların yaşam kültürünü zenginleştirdi."
Saniye ise onlara Büyük İskender Kütüphanesi’nin eski yerini göstererek, "Bu kütüphane zamanında dünyanın en büyük bilgi hazinesiydi," diye anlattı. Rabia, "Bir zamanlar burada dünyanın dört bir yanından gelen tüm gemilerden kitaplar toplanırdı," diye ekledi. Aleksandro, bu bilginin karşısında başını sallayıp, "Keşke bu hazineler günümüze kadar ulaşabilseydi," dedi.
Ertesi gün, geceyi limana yakın bir otelde geçiren Kaptan Aleksandro ve İzzet’i, sabahleyin yine iki faytonla gelip alan kız kardeşler, hep birlikte Kahire’ye doğru yola çıktılar. Kahire’ye vardıklarında, ilk vardıkları yer olan piramitlerin ihtişamı herkesi büyülemişti. Salise, gruba piramitler hakkında bilgi verdi:
"Piramitler, firavunların mezarlarıdır. Eski Mısırlılar, ölümden sonra yaşamın devam ettiğine inanırdı. Firavunlar, bu yüzden mezarlarına değerli eşyalarını, yiyeceklerini ve hatta hizmetkârlarının heykellerini koyarlardı. Gize'deki bu üç büyük piramitten en büyüğü, Keops Piramidi’dir ve yaklaşık 4500 yıllık bir tarihe sahiptir."

İzzet, şaşkınlıkla sordu: "Bu kadar büyük taşları buraya nasıl getirmişler? İnsan gücüyle mi?"
Rabia gülümseyerek cevap verdi: "Evet, tamamen insan gücüyle. Ancak bu iş için özel rampalar ve makaralar kullanıldığı düşünülüyor. Ayrıca binlerce işçi, bu yapılar için yıllarca çalışmış."
Vahide ise eski Mısır'ın bilimsel başarılarına değindi:
"Eski Mısırlılar matematik, astronomi ve tıp alanında çok ileriydi. Güneşin hareketlerini gözlemleyerek takvimi geliştirdiler ve tıbbî metinler yazdılar. Hatta bazı yöntemleri günümüzde bile kullanılabiliyor."
...
(Devam edecek)
Bardak bardak bir denizi boşaltmaktır sevdiğini unutmak.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.29k Okunma |
414 Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |