

Bu teklif hiç de yabana atılacak bir teklif değildi. İzzet’in gözleri sevinçle parladı ve sormadan edemedi: “Ama teknenin parasını kabul edemeyiz, babam hayatta almaz sizden onu. Hele kendi cebinizden verdiğinizi duyarsa çok üzülür.”
“Merak etme sen, kendi cebimden vermiyorum. Zaten bende o kadar para ne gezer? Şirketin parasından vereceğim ve bunu da sigorta karşılayacak. Biz de batmamak için yükümüzün birazını boşaltmak zorunda kaldık. Denize döktüğümüz malların parasını sigorta karşılayacak. Onun içinden sizin teknenin parası rahatlıkla çıkar, merak etme sen.”
Birkaç saat sonra Antalya iskelesine yanaştılar ve geminin yükünü boşaltmaya başladılar. İzzet de Kaptan Aleksandro’yu evine davet etti ve birlikte yürümeye başladılar. O zamanlar Antalya şimdiki Yat Limanı, Kaleiçi, Kalekapısı ve sadece birkaç mahalleden ibaretti. Birkaç dakika sonra Kaleiçi’ndeki evlerine vardıklarında annesi ve babası İzzet’i karşılarında görünce sevinçle sarıldılar. Belli ki çıkan fırtınada teknenin battığını ve İzzet’in boğulduğunu düşünmüşlerdi. İzzet de durumun farkına vardı ve olayı olduğu gibi onlara açıkladı. Teknelerinin battığını söylediğinde ise babası “Oğlum, sen sağ-salim eve geldin ya, teknenin ne önemi var? Zaten bu yaştan sonra balığa filan çıkamam ben” diyerek İzzet’i teselli etti.
İzzet’in babası yanındaki yaşlı adamı sorunca İzzet açıkladı:
“Baba, Kaptan Aleksandro size az önce bahsettiğim geminin kaptanı. Bana gemisinde iş teklif etti ve balıkçı teknemizin parasını da şirketin karşılayacağını söyledi.”
“Ne işiymiş bu? Sen daha yeni mezun oldun oğlum, koskoca gemide kaptanlık yapacak durumda değilsin henüz.”
Kaptan Aleksandro söze girerek durumu netliğe kavuşturdu:
“Beyefendi, bu benim son seferimdi ve artık emekli olacaktım. Ancak eğer şirketimiz İzzet’i işe alırsa onun eğitimini ben üstleniyorum ve en az bir ayıl daha çalışabilirim. Hepimizin hayatını kurtardığı gibi gemiyi de batmaktan kurtardı oğlunuz. Onunla gurur duymalısınız.”
İzzet’in annesi Gülsüm Hanım, konuşulanları mutfaktan duymuştu. Odaya girerek elindeki çay tepsisini masaya bırakıp oğluna sarıldı:
“Maşallah benim aslan oğluma. Büyümüş de kaptan olmuş, insanları ve gemiyi kurtarmış!..”
Babası da oğluyla gurur duydu ve kendinden emin bir şekilde konuşmasını sürdürdü: “Sen zaten çocukluğundan beri ‘denizci olacağım, kaptan olacağım, her limanda bir sevgili bulacağım’ der dururdun. Şimdi senin önüne gerilmek olmaz. Bana karşı gelmezsin bilirim ama içinde bir ukde kalmasın. Git çalış bakalım, yapabilirsen kaptanlığa devam edersin. 'Zor işmiş baba' dersen de yeni bir balıkçı teknesi alır, baba mesleğini sürdürürsün.”
İzzet sevinçle önce babasına, sonra da annesine sarıldı. Hayalleri sonunda gerçek oluyordu, bir tek Kaptan Aleksandro’nun şirketle konuşup onu işe alması kalmıştı. Kaptan Aleksandro çayını keyifle içerken konuştu:
“O zaman yarın yükümüzü aldıktan sonra oğlunuzla birlikte yola çıkıyoruz. Buradan İskenderiye’ye, oradan Girit’e, en son olarak da şirketin bulunduğu İtalya’daki Napoli’ye gideceğiz. Bir ay sonra tekrar burada olacağız. Umarım her şey yolunda gider ve oğlunuzu geminin ikinci kaptanı olarak görürsünüz.”
İzzet’in babası Tarık Kaptan da teşekkür ederek hayırlı olması için dua edeceklerini belirtti. Bu gece evlerinde kalabileceğini söyleyince Kaptan Aleksandro kabul etmek istemedi ama ısrarlara dayanamayıp teklifi geri çeviremedi. İzzet’in annesi Gülsüm Hanım da hemen mutfağa giderek akşam yemeği için hazırlıklara başladı. Yemekten sonra bahçeye çıkıp çardağın altında hoş sohbet ederek hayat hikâyelerini birbirlerine anlattılar. Tarık Kaptan da gençliğinde bir süre gemi kaptanlığı yapmış ama deniz aşırı ülkelere gitmemişti. Kaptan Aleksandro’nun anlattıklarını büyük bir merak ve dikkatle dinlediler ve gece yarısına doğru Gülsüm Hanım’ın hazırladığı misafir odasındaki tertemiz yatakta yatan Kaptan Aleksandro, yol yorgunluğunu üzerinden attı.
Ertesi gün İzzet’in annesi Gülsüm Hanım, herkesten önce kalkarak kahvaltı masasını bahçeye hazırladı, çay demlenince de Tarık Kaptan ve İzzet’i uyandırdı. İzzet hemen elini, yüzünü yıkayıp Kaptan Aleksandro’nun odasının kapısını tıklattı ve kahvaltının hazır olduğunu söyledi. Birlikte kahvaltılarını neşe içinde yaptıktan sonra İzzet ve Kaptan Aleksandro vedalaşarak ayrılıp geminin akşamüstü kalkacağını, vedalaşmaya gelebileceklerini söylediler ve iskeleye doğru yavaş adımlarla yürüdüler. İskeleye geldiklerinde gemilerinin yüklenmeye başladığını gördüler. Büyük sandıklarla portakal ve limonlar işçilerin sırtlarında gemiye taşınıyor, tartılarak geminin muhasebecisi tarafından deftere kaydedilip geminin ambarına yükleniyordu.
Kaptan Aleksandro ve İzzet de gemiye binerek çalışanlara “Günaydın” dedikten sonra kaptan köşküne çıkarak denizi ve Antalya manzarasını; bembeyaz kireç boyalı, kırmızı kiremit çatılı, iki ya da üç katlı evleri seyretmeye başladılar. Bir yanda masmavi Akdeniz, bir yanda ağaçların arasındaki evlerden oluşan falezlerin üstündeki Antalya görünüyordu. İzzet, Kaptan Aleksandro’ya Antalya’yı tanıtmak istedi:
“Sanıyorum kasabamızı gezip görme fırsatı bulamamışsınızdır. Bakın, şu cami Paşa Camisi’dir, burada gördüğünüz de Yivli Minare. Onların arkasında da Muratpaşa Camisi vardır, o da büyük bir cami. Çok eskiden yapılmıştır üçü de. Sağda gördüğünüz beyaz bina un değirmeni. Yanında da buzhane var. Her akşamüstü buz almaya gideriz ve sıraya gireriz orada. Kasabamızın diğer şehirlerle pek bağlantısı olmadığından buradaki buğday ihtiyacı başka ülkelerden, özellikle Mısır’dan geliyor, karşılığında onlara turunçgiller satıyoruz. Portakal, limon, greyfurt, mandalina gibi meyvelerimizin benzeri hiçbir yerde yoktur.”

- 1900'lü yıllarda Antalya -
“Evet, ben de çok severim Antalya’nın portakalını. Özellikle Finike portakalı İtalya’da çok sevilir. Oldukça yumuşak ve tropikal bir iklimi var Antalya’nın. Toprakları da çok verimli üstelik. Güney Amerika’dan muz alıp getirseler yetişir sanıyorum.”
“Haklısınız, ben de muzu çok severim ama çok pahalı satılıyor. Uzak yerden geldiği için olsa gerek. Belki ben de bir gün Güney Amerika’ya giderim, o zaman bol bol muz yerim. Hatta fidan getirebilirsem buraya da dikerek yetişip yetişmeyeceğine bakarım.”
“Çok iyi olur, gerçekten de muz çok faydalı bir besin kaynağı. Napoli’de de çok severler muzu ve burası kadar pahalı değil, çünkü çok geliyor. Kocaman gemiler olduğu gibi muz yüklü olduğundan satmakta zorlanıyorlar hatta.”
Birkaç saat konuştuktan sonra öğle olduğundan acıktıklarını hissettiler ve Kaptan Aleksandro, İzzet’i yemeğe davet etti. Birlikte gemiden inerek iskeledeki bir balık lokantasına girdiler. Lokantanın sahibi Kaptan Aleksandro’yu da İzzet’i de tanıyordu ama ikisinin birlikte gelişlerine bir anlam verememişti. Hemen yanlarına gidip “Hoş geldiniz” diyerek onlara beyaz örtülü temiz bir masa gösterdi ve ne arzu ettiklerini sordu. Oturduktan sonra siparişleri verdiler ve Aleksandro balıkla birlikte kırmızı şarap istedi. İzzet’e de şarap isteyip istemediğini sordu ancak İzzet daha önce hiç şarap içmediği için teşekkür etmekle yetindi. Biraz sonra bol salata ile birlikte balıklar geldi ve yemeye başladılar.
Yemekten sonra İzzet ellerini yıkamak için lavaboya gittiğinde lokantanın sahibi ona Aleksandro’yu nereden tanıdığını sordu. İzzet de ellerini yıkayıp kurularken kısık sesle tüm olanları anlattı. Akşama birlikte gemiyle birlikte yola çıkacaklarını da söylediğinde lokantanın sahibi de, babasıyla yılardır tanıştığı İzzet adına sevindi ve gurur duydu. Kaptan Aleksandro’nun da iyi biri olduğunu, her ay geldiğinde bolca bahşiş verdiğini söyledi.
…
(Devam edecek)
Her gemi sadece kaptanın istediği limana gider.
Kendi istediğin limana gitmek istersen kaptanlığını yaptığın gemiye bin.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.29k Okunma |
414 Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |