

Aleksandro, hızla durumu kavradı. "Bu iş sadece bir kayıp kişi arayışı değil. Leyla’nın peşinde olan insanlar hala bu işin içinde olabilir," dedi.
İzzet ve Aleksandro, dikkatlice ofisten çıktılar ve izlendiklerini fark ettikleri adamların gözünden kaybolmak için dar sokaklarda hızla ilerlediler. Marsilya’da kendilerini tehdit eden bu karanlık gölge, Leyla’nın geçmişinin hala canlı bir tehlike taşıdığını gösteriyordu.
Marsilya’da Leyla hakkında önemli ipuçları toplayan İzzet ve Aleksandro, artık bir sonraki durağın Beyrut olacağına karar verdiler. Ancak bu sırada izleniyor olmaları, yeni zorlukların onları beklediğinin habercisiydi.
Marsilya’daki gerilimli olaylardan sonra İzzet ve Aleksandro, kendilerine birkaç günlük bir mola vermek için Paris’e gitmeye karar verdiler. İzzet çok iyi Fransızca biliyordu. Şirketin küçük gemisiyle Seine Nehri üzerindeki bir limana geldiler. İlk kez Paris’e gelen İzzet, şehrin atmosferinden etkilenmişti. Görkemli Eiffel Kulesi, Seine nehri üzerindeki zarif köprüler ve dar sokaklardaki kafelerin cıvıltısı, onu başka bir dünyaya taşımış gibiydi.

Aleksandro Eyfel Kulesi hakkında İzzet’e bilgi verdi: “Bu ucube yapı Fransız Devrimi’nin 100. Yılı nedeniyle düzenlenen fuar için yapılmıştı. ‘Fuardan sonra yıkılacak’ dediler. Zaten büyük sanatçılardan, ressam ve mimarların hepsinden olumsuz tepkiler aldı. Gerçekten de şehrin güzelliğini ve bütünlüğünü bozan bir yapı. Daha sonra 1909 yılında kaldırılacak dediler ama yabancılar nedense çok sevdiği için, işlemecileri ve yakınındaki kafeler kaldırılmasını istemiyor. Paris Belediyesi de her iki taraftan da sürekli baskı görüyor. Yakın bir zamanda Paris’in simgesi olursa hiç şaşırmam.”
“Bence gerçekten de ilginç ve estetik bir yapı. Eyfel kulesi olmasaydı buraya gelmeyi o kadar da istemezdim doğrusu” diye yanıtladı İzzet.
Aleksandro, çantasından çıkarttığı bir haritayı açarak, "Görmek isteyeceğin yerleri seç. Ama unutma, bu sadece bir tatil değil. Leyla’nın peşindekilerle ilgili daha fazla bilgi edinmeliyiz," dedi. İzzet uzun zamandır aklından geçirdiği yerleri işaretleyerek ona gösterdi.
Paris’te bir butik otelde geceyi geçirdikten sonra ilk gün, Montmartre tepesindeki bir kafede kahvaltı yaptılar. Aleksandro, Paris’te bağlantıları olan eski bir dostuyla görüşmek için bir plan yapmış ve onu buraya davet etmişti. Arkadaşı Marcel, eski bir denizciydi. Yeraltı dünyasında tanınan biriydi ve birçok sırra vakıftı.
Kahvaltı sırasında Marcel, İzzet ve Aleksandro’ya katıldı. Gözleri keskin, gülümsemesi inceydi. "Leyla’dan haberim var," dedi. "Ama onun peşinde olan insanlarla uğraşmak cesaret ister."
İzzet, sabırsızlıkla sordu: "Leyla’nın kimlerden kaçtığını biliyor musunuz?"
Marcel, sessizce çevresine baktıktan sonra devam etti. "Leyla, zamanında önemli bir ticari sır taşıyan belgelerle ilgili bir olayın içine çekilmişti. Bu belgeler, onu hem kurtardı hem de tehlikeye attı. Peşindeki insanlar hala onu bulmaya çalışıyor. Bu iş Marsilya’dan Beyrut’a, hatta buradan başka yerlere kadar uzanıyor."
Marcel, İzzet ve Aleksandro’ya yardım etmek için bir arşivciden bahsetti. Louvre Müzesi’nde çalışan bu kişi, Leyla’nın Paris’teki zamanında bıraktığı bazı ipuçlarını biliyor olabilirdi. Marcel, "Onun adı Genevieve. Ona ulaşmak kolay olmayabilir ama denemeye değer, onu haberdar edeceğim" dedi.
Louvre Müzesi’nin görkemli kapısından içeri girdiklerinde, İzzet’in dikkatini Mona Lisa’nın sakin ama derin gülümsemesi çekti. Aleksandro, "Sakın çok oyalanma," diye uyardı. "Genevieve ile buluşmamız gerek."
Genevieve, müzenin arka koridorlarından birinde küçük bir odada çalışıyordu. Ellerinde tozlu belgelerle onları karşıladı. "Marcel’den bir mesaj aldım. Leyla hakkında konuşmak tehlikeli ama size bir şey gösterebilirim," dedi.
Genevieve, eski bir haritanın arkasına işlenmiş bir mesajı ortaya çıkardı. Leyla’nın el yazısıyla yazılmış bu mesajda, Beyrut’ta bulunan bir kasanın bilgisi yer alıyordu. Kasanın içinde ne olduğu belirtilmemişti ama Leyla’nın hayatındaki sırrın çözülmesine yardımcı olabilecek bir anahtar olabilirdi.
Müzeden çıktıklarında, İzzet ve Aleksandro, kendilerini uzaktan izleyen bir adam fark etti. Adam, siyah bir ceket giymişti ve hareketleri son derece dikkat çekiciydi. Aleksandro, hızlı bir şekilde bir kafeye girip izlerini kaybettirmeye çalıştı.
"Bu adam muhtemelen Leyla’nın peşindeki grubun bir üyesi," dedi Aleksandro. "Artık daha çok dikkatli olmalıyız."
İzzet, bir an için Leyla’nın yıllarca bu tür bir tehlike içinde nasıl yaşadığını düşündü. Hem ona hayranlık duyuyor hem de içindeki koruma duygusu daha da artıyordu.
Seine Nehri kıyısında yürürken, İzzet ve Aleksandro bir sonraki adımlarını planladılar. Ellerindeki ipuçları, onları Beyrut’ta Leyla’nın geçmişinin tam merkezine götürecekti. Ancak Paris’te yaşadıkları, bu işin sadece bir sır arayışı olmadığını; aynı zamanda tehlikelerle dolu bir yolculuk olduğunu gösteriyordu.
"Yarın sabah yola çıkıyoruz," dedi Aleksandro kararlı bir şekilde. "Beyrut’a gidip bu kasayı bulacağız. Ama hazırlıklı olmalıyız. Leyla’nın sırrı, peşindekiler için hala çok değerli."
İzzet ve Aleksandro, Paris’teki araştırmalarını tamamladıktan sonra Marsilya’ya döndü. Şirketin küçük gemisiyle Napoli’ye doğru yola çıktılar. Yol boyunca Akdeniz’in sakin sularında ilerlerken İzzet, bir yandan Leyla’nın sırrını çözmek için plan yapıyor, bir yandan da Süreyya’yı düşünüyordu. Napoli’ye vardıklarında, İzzet kısa bir izin alıp İsabella ile buluştu. İsabella, limanda İzzet’i kollarını açarak karşıladı. İzzet, İsabella’ya verdiği kısa süren mutluluğun içindeki pişmanlıkla, "Bir gün belki bu koşturmalar biter," diye cevap verdi.
İsabella ile güzel bir gün geçiren İzzet, bu kısa ama anlamlı molanın ardından Aleksandro ile birlikte yine her zamanki gibi Girit’e doğru yola çıktı.
Girit’te İzzet ve Aleksandro, artık yakın dostları olan Helena’nın evine misafir oldu. İzzet, Helena’nın sıcak gülümsemesini fark ettiğinde, Süreyya’yı düşündü. Helena, yine her zamanki gibi neşeli ve misafirperverdi ancak İzzet’in gözleri aklına Süreyya’nın yüzünü getiren her detayda takılı kalıyordu.
Helena ile vedalaşan ikili, Akdeniz’in sıcak havasında İskenderiye’ye doğru ilerledi. İskenderiye’nin ihtişamlı limanı, Aleksandro için eski bir ev gibi tanıdıktı. İskenderiye’de fazla kalmamaları gerekiyordu çünkü bir an önce Beyrut’a giderek Süreyya’nın annesi Leyla Hanımı bulmaları daha önemliydi. Yine de Rabia ve ablalarıyla bir akşam yemeği yedikten sonra ertesi gün sabahtan yola çıkarak Beyrut’a doğru yol almaya başladılar.
Beyrut limanına vardıklarında, İzzet ve Aleksandro, geçmişin gölgelerinin hala peşlerinde olduğunu hissettiler. İlk iş olarak Genevieve’den aldıkları ipuçlarını takip ederek kasaya ulaşmaya çalışacaklardı. Ancak Beyrut’un kalabalık sokaklarında, İzzet’in gözleri sürekli tanıdık olmayan ama dikkatli bakışlarla karşılaşıyordu.
Bir akşamüstü, Aleksandro ile eski bir liman hanına geldiler. Hanın arka odasında, kasanın bulunduğu yer hakkında daha fazla bilgi edinmeye çalışırken, Leyla’nın peşindekilerle karşılaşacaklarının farkındaydılar. İzzet, sessiz bir kararlılıkla, "Bizi kimse durduramaz," dedi. Aleksandro, elindeki haritayı masaya yayarak gülümsedi. "O zaman Leyla’nın sırrını çözmeye çok yakınız."
Beyrut’un dar ve kıvrımlı sokaklarında İzzet ve Aleksandro, takip edildiklerini hissediyorlardı. Kaldıkları hana dönerken, gölgelerin arasından gelen adımları fark eden Aleksandro, alçak bir sesle, "Peşimizde birileri var," dedi. İzzet, sakinliğini koruyarak başını salladı. "Bizi izliyorlar, ben de farkındayım ama şimdiki planımız onları şaşırtmak."
Bir ara sokağa saparak küçük bir dükkâna girdiler. Dükkânın sahibi, Aleksandro’nun eski bir tanıdığı olan Ahmed Bey, onlara yardımcı olmayı kabul etti. Ahmed’in yönlendirmesiyle, arka kapıdan çıkarak sokaklara yayılan kalabalığa karıştılar. Takipçiler, kısa süreliğine izlerini kaybetmiş gibi görünüyordu.
İkili, kararlaştırdıkları gibi gece vakti limandaki eski depolardan birine ulaştı. Kasayı sakladıkları yer, limanın tenha bir köşesindeki terk edilmiş bir depodaydı. Depoya girerken, Aleksandro kapıyı hızla arkasından kapattı. "Başardık," dedi İzzet’e gülümseyerek. Ancak İzzet, bu anın fazla sessiz olduğunu fark etti.
Depoda kasanın yerini açığa çıkarıp tam aramaya başlamışlardı ki, bir gölge kapının önünde belirdi. İzzet, hızlı bir refleksle dönüp baktığında, bir adamın silahını onlara doğrultmuş olduğunu gördü. Adamın yüzü sert, gözleri ise soğuktu. "Beni bu kadar kolay atlatabileceğinizi mi sandınız?" dedi kalın ve tehditkâr bir sesle.
...
(Devam edecek)
Umudun bir rengi olsaydı mavi olurdu; deniz gibi, gökyüzü gibi sonsuz.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.29k Okunma |
414 Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |