

Dört kardeşin en güzeli
Rabia’ydı en özeli
İlk görüşte âşık oldu
Her limanda bir sevgili
…
Giriş kapısında onları iyi giyimli ve güzel bir kadın karşıladı. Güler yüzüyle onlara “Hoş geldiniz” diyerek içeri davet etti. Kaptan Aleksandro da İzzet de teşekkür ederek kapıdan içeri girdiler ve büyükçe bir salonda onları bekleyen üç güzel hanımla karşılaştılar. Bunların gündüz gördükleri hanımlar olabileceği ikisinin de aklının ucundan bile geçmiyordu. Çok güzel elbiseler içinde ve simsiyah saçları açık olan bu kızlar gülümseyerek onların şaşkınlıklarını izliyorlardı. Kapıda onları karşılayan güler yüzü kadın da içeri gelerek kendisini ve kardeşlerini tanıştırdı:
“Ben Vahide, kardeşim Saniye, Salise ve en küçük kardeşimiz Rabia.”
Biraz dikkatle bakan İzzet, Rabia’yı hemen tanımıştı ve yine kalbindeki çarpıntıyla kekeleyerek konuşmaya çalıştı:
“Memnun oldum. Ben İzzet, yanımdaki de gemimizin kaptanı Aleksandro.”
Hanımların hepsi de güler yüzleriyle büyük salondaki koltuklara otururlarken onları da davet ettiler.
“Buyurun, siz de oturun. Ayakta kalmayın lütfen.”
“Teşekkür ederiz” diyen İzzet, Kaptan Aleksandro’ya baktıktan sonra çekinerek oturdu ve yine Rabia ile göz göze gelmekten kendini alamadı. Rabia da İzzet’le her bakıştığında kalp çarpıntısına engel olamıyor, yanındaki ablalarının dürtmesiyle kendine gelebiliyordu. Yine öyle oldu ve bu kez Saniye ablası ayak ucuyla Rabia’nın ayağına vurarak onun kendine gelmesini sağlamaya çalıştı. Onların karşısındaki Aleksandro da benzer şekilde İzzet’in bacağını çimdikliyordu. İkisi de kendine geldi ve birbirlerinden gözlerini alarak kendi önlerine bakmaya çalıştılar. En büyük ablaları Vahide sordu:
“İçecek ne alırsınız? Soğuk meşrubatlarımız ve meyve suyumuz var. İsterseniz alkollü bir şeyler de ikram edebiliriz.”
Aleksandro ve İzzet birbirlerine baktılar ve kararı Aleksandro verdi:
“Meyve suyu alalım zahmet olmazsa. Oldukça uzun yol yürüdük. Gözle görülebildiği için yakındır diye fayton, araba filan tutmadık ama tam yarım saatte ancak gelebildik buraya.”
“Haklısınız, üstelik de yokuş yukarı geldiniz. Epey yorulmuşsunuzdur, acıkmışsınızdır da. Hemen akşam yemeğini hazırlasınlar o zaman.”
Vahide Hanım arkasında duran beyaz önlüklü kadın hizmetçiye Arapça bir şeyler söyledi ve yine önüne dönerek konuşmasına devam etti:
“Efendim, bu köşk bize babamızdan kaldı. Ona da dedemizden kalmış. Dedemiz İsmail Paşa Osmanlı zamanında Mısır Valisiymiş. Hatta Süveyş Kanalı’nı o bitirmiş ve açılışını yapmış. Fransız şirket tamamladıktan bir süre sonra kanala karşı çıkan İngiltere, Mısır ve Süveyş Kanalı’nı işgal etmiş. O zamandan beri de burada İngilizlerin hâkimiyeti var.”
Kaptan Aleksandro şaşkınlıkla dinlediği bu sözler üzerine konuşmaya katıldı:
“Ben de İzzet’e Süveyş Kanalı’nı ve tarihçesini anlatacaktım. Ne kadar mutlu bir tesadüf oldu, demek ki İsmail Paşa’nın torunlarısınız.”
“Evet, İngilizler bu yüzden bizi rahat bırakmazlar, sık sık gelenleri kontrol etmek bahanesiyle asker gönderip arama yaptırırlar. Sizin geldiğinizi görenler çoktan haber uçurmuşlardır bile. Biraz sonra aramaya ve kimlik sormaya gelirler.”
“Anladım, babanız hayatta değil sanırım.”
“Maalesef babamızı kısa bir süre önce kaybettik, sizlere ömür. Ben ve Saniye evlenmiştik ve ikimiz de kocamızı kaybettik. Koskoca konakta hizmetçilerden başka erkek kalmadı. Salise ve Rabia henüz 18 ve on dokuz yaşındalar ve hiç evlenmediler.”
“Başınız sağ olsun Vahide Hanım. İsimleriniz bana biraz tuhaf geldi de. Biraz Arapça biliyorum, o yüzden yani.”
“Haklısınız, Annemiz Arap asıllıydı ve bize Arapça isimler verdi. Araplar kız çocuklarına pek önem ve değer vermezler bilirsiniz. Vahide birinci, Saniye ikinci, Salise üçüncü, Rabia da dördüncü demek, yani sizin anlayacağınız bize isim değil numara vermişler.”
Hep birlikte gülmeye başladılar. Böyle neşeli bir ortama ve biraz gevşemeye en çok İzzet ve Rabia’nın ihtiyacı vardı belli ki. İkisi de gülerken birbirlerine bakıyorlar ve daha çok gülüyorlardı. İkisine de gülmek çok yakışıyordu ve herkes sustuktan sonra bile gülmeye devam ediyorlardı. Neyse ki Rabia’yı ablası Saniye, İzzet’i Kaptan Aleksandro masanın altından dürtünce kendilerine geldiler ve gülmeyi kestiler.
Evin hizmetçisi içecekleri getirmiş ve konuklardan başlayarak herkese tepsi içinde ikram etmeye başlamıştı. İzzet teşekkür ederken Kaptan Aleksandro “Şükran” diyerek hizmetçinin kendisine bakıp gülümsemesini sağladı. Yine neşeli ve güzel sohbetler eşliğinde içecekler bittikten sonra masaya yemekler konmaya başladı. Önce çorbalar geldi, salatalarla birlikte ara sıcaklar servis edildi. Mezelerle birlikte et yemekleri ve kızartmalar da yendikten sonra tatlılara sıra geldi. En çok tatlı yapılmıştı ve hangisinden yiyeceklerini şaşırmış bir halde hepsinden de birer parça tabaklarına koyarak yemeye devam ettiler.
Yemekten sonra Kaptan Aleksandro elini ve ağzını tertemiz peçeteye silerken teşekkür etti ve masadan kalktı. İzzet de aynı şekilde kalkınca hanımların hepsi birden “Afiyet olsun” dediler ve onlarla birlikte kalkarak salonun diğer köşesindeki geniş ve rahat koltuklara oturur oturmaz evin hizmetçilerinden biri gelerek Vahide Hanım’ın kulağına bir şeyler fısıldadı. Vahide Hanım biraz telaşlanır gibi oldu ama bozuntuya vermedi. Durumu konuklarına açıklamaya çalıştı:
“Size yemekten önce bahsetmiştim. İngiliz askerleri gelmişler ve sizi soruyorlarmış. Bir sıkıntınız ya da açıklanamayacak bir durumunuz yoktur umarım.”
“Hayır, kesinlikle yok. İkimiz de uluslararası yasal izne tâbi denizcileriz. İsterseniz ben kendileriyle görüşebilirim, İzzet de yanımda gelebilir. Sizler rahatsız olmayınız lütfen.”
Kaptan Aleksandro bunları söyledikten sonra İzzet’e göz ucuyla işaret ederek birlikte salonun kapısına yöneldiler ve dışarı çıkıp askerlerle görüşmeye başladılar. İngiliz askerleri silahlıydılar ama saygıda kusur etmiyorlardı. Önce rahatsız ettikleri için özür dilediler ve kimliklerini göstermelerini rica ettiler. Kaptan Aleksandro ve İzzet hemen ceketlerinin cebinden denizci kimliklerini ve diğer belgelerini çıkartıp gösterdiler. Askerler kimlikleri gözden geçirdikten sonra asker selamı verip tekrar özür dilediler ve iyi akşamlar dileyerek arkalarını dönüp gittiler.
Kaptan Aleksandro ve İzzet yine salona dönerek güler yüzle ev sahiplerini rahatlattılar ve Vahide Hanım kahvelerini nasıl içmek istediklerini sorup onlara kahve yaptırdı. Sonra da ortamı yumuşatmak için her zamanki kibar üslubuyla konuşmaya başladı:
“Siz İtalyan olmalısınız ama birçok dil biliyorsunuz, ne kadar güzel. Biz de baba dilimiz Türkçe ve ana dilimiz Arapça’dan başka İngilizce öğrenmek zorunda kaldık.”
“Doğru, ben yıllardır denizlerdeyim. Ana dilim İtalyancadan başka Türkçe, Arapça, İspanyolca İngilizce ve Yunanca biliyorum. Almanca ve Fransızcayı da iyi konuşurum ama ötekiler kadar değil. Benim de annem Arap ve babam İtalyan. İskenderiye’de doğmuşum, bu nedenle bana Aleksandro adını vermişler zaten. Babam da bir denizciymiş ve İtalya’ya yerleşmiş uzun yıllar önce. Ben de babamla denizlere açılmayı çok severdim ve denizci oldum.”
“Peki, siz nerelisiniz?”
İzzet, kendisine yöneltilen bu soruyu hiç beklemiyordu ve Rabia’dan gözlerini alıp biraz kekeleyerek yanıtladı:
“Ben doğma büyüme Türküm. Akdeniz kıyısında bulunan Antalya’da doğdum, annem ve babam da Antalyalı. Geçen yıl İstanbul’da Bahriye Mektebi’ni bitirdim. Benim babam da denizciydi ve ben de denizleri çok severim. Babamla birlikte balığa çıkar, geç saatlere kadar denizde kalırdık. Birçok tehlikeler atlattık denizlerde ama en son bir hafta önce balıkçı teknemiz battı, beni denizde boğulmaktan Kaptan Aleksandro kurtardı.”
...
(Devam edecek)
Deniz, kadın gibidir; hiç güvenmek olmaz ha!
(Tevfik Fikret)
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.29k Okunma |
414 Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |