

Hava hafif bir tütün kokusu ve yeni açılmış şarapların aromalarıyla doluydu. Lokantada bir sahne vardı ve güzel bir kız sahneye çıktığında tüm gözler ona döndü. İzzet ve Aleksandro kızı sahnede görünce şaşırdılar ve birbirlerine baktılar.
Güzel kızın sesi, lokantayı anında büyüleyen bir melodi yaymaya başladı. Şarkısı yürekleri yumuşatıyor, sanki hüzünle sevinci bir arada yoğuruyordu. Genç kız, gözleriyle masalar arasında gezindikten sonra İzzet’e bakıp ona bir gülücük yolladı ve sahneden inerek İzzet’in yanına geldi.

“Bu şarkıyı sizinle söylemek isterim,” dedi. İzzet Rumca bilmediği için Kaptan Aleksandro’nun vücut diliyle yaptığı tercümeden kızın ne demek istediğini anladı ve kabul etti. Şarkı aslında Türkçe bir şarkıydı ama Rumca sözlerle okunuyordu. İzzet’in Antalya’daki Rum asıllı komşularından biri, bu şarkıyı sıkça söylediği için Rumca sözleri aklında kalmıştı ve şarkının nakaratını birlikte söylediler. Lokantadakiler alkışlarıyla ritim tutuyor, şarkı her zamankinden daha büyüleyici bir hale geliyordu.
Şarkının bitiminde başka bir sanatçı sahneye çıktı ve genç kız yanlarına geldi. Bu kez daha samimi bir tavırla, “Merhaba denizciler, adım Helena. Adamıza hoş geldiniz,” dedi. Kaptan Aleksandro ve İzzet de ayağa kalkarak Helena’yı masalarına davet ettiler.
Aleksandro Rumca konuştu: “Merhaba, ben Kaptan Aleksandro, arkadaşım da yardımcı kaptan İzzet. Masamıza buyurmaz mısınız?”
Helena, bu teklifi hiç düşünmeden kabul edip hemen masaya oturdu ve aralarında çok güzel ve samimi bir sohbet başladı. Helena’nın söylediklerini Aleksandro anlıyor ve İzzet’e Fransızca olarak tercüme ediyordu. Bir saatlik sohbetin ardından Helena: “Sizleri evime davet etmek isterim. Sohbetiniz o kadar güzel ki… Konuşmamız gereken çok şeyler var,” dedi. Kaptan Aleksandro, İzzet'e dönerek söylenenleri tercüme etti ve kısık bir sesle, “Gitmek isteyebilirsin. Ama dikkatli ol, bu ada sırlarla doludur,” dedi.
İzzet, Helena’nın davetini kabul etti. Üçü birlikte lokantadan çıkıp yağmurun altında yürümeye başladıklarında, Helena durarak İzzet’in gözlerine baktı. Bir anda gelip koluna giriverdi ve “Türkçe konuşmayı tercih eder misiniz?” diye fısıldadı. İzzet bir an şaşkınlıkla Helena’ya bakarken, kadının gözlerinde yılların taşıdığı bir sır gizlenmiş gibiydi.
“Türkçe biliyor musunuz?” diye sordu İzzet, ihtiyatlı bir tonda. Helena hafifçe gülümsedi ve “Benim annem Türk,” dedi. “Ama burada bu gerçek bir sırdır. Biliyorsunuzdur belki, birkaç yıl önce adadaki bütün Türkleri kovdular ve evlerine, arazilerine, bütün mallarına el koydular. Bana güvendiğiniz gibi, ben de size güveniyorum.”
İzzet bu beklenmedik açıklama karşısında kendini rahatlamış hissetti. Helena’nın evine vardıklarında, çok daha samimi bir ortamda sohbet etmeye başladılar. Her ikisinin de gizlemek zorunda olduğu kimlikleri, onları birbirine yakınlaştıran bir bağ haline gelmişti.

Kaptan Aleksandro ise onları izlemekle yetiniyor, içkiyi fazla kaçırmış olduğundan gözlerini elleriyle ovuşturarak uykusunu açmaya çalışıyordu. Bu durum Helena’nın dikkatini çekti. Kaptan Aleksandro'yu İzzet'in yardımıyla koluna girerek evinin bir odasına götürdü. Adamın yüzündeki yorgunluk, fazla kaçırdığı içkilerin etkisiyle daha da belirgindi. İzzet, kaptanın paltosunu ve ayakkabılarını çıkarıp yatağa yatmasına yardım etti ve üstünü örttü. Aleksandro gözlerini ovuşturarak bir şeyler mırıldandı ama kısa süre sonra derin bir uykuya daldı.
Helena ve İzzet salona döndüler. Helena, küçük bir şarap şişesi ve iki kadeh getirip masaya koydu. “Annem hep derdi ki, sırları paylaşmak bir dostluğu, hatta bir aşkı pekiştirir. Bize bir sır verin, İzzet Bey.”
İzzet hafifçe gülümsedi. “Belki de sırların zamanı vardır,” dedi. “Ama sizinle burada oturup Türkçe konuşmak bile büyük bir sır zaten.”
Sabaha kadar süren sohbetlerinde hayatlarının detaylarını yavaş yavaş ortaya döktüler. Helena, çocukluğundan ve annesiyle babasının yasak aşkından bahsederken İzzet, kaptanlık hayalleri ve ailesinin mütevazı yaşamından söz etti. İkisi de konuşmalar sırasında, birbirlerine duydukları çekimi kelimelerin ötesine taşımışlardı. Gözlerde ve gülümsemelerde biriken bu çekim, belki de doğmakta olan bir aşkın habercisiydi.
Tadına doyulmaz sohbet sürerken ikisi de esnemeye başladılar ve Helena oturduğu koltukta uykuya daldı. İzzet hemen kalkıp onun üstüne bir battaniye örttü, kendisi de olduğu yerde kıvrılıp ceketini üstüne örterek sızıp kaldı.
Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte Helena erkenden uyandı. Hafifçe gerinip uykulu gözlerle etrafa bakındıktan sonra, İzzet’in hala uyuduğunu fark etti. Kaptan Aleksandro’nun odasının kapısını yavaşça araladı ve onun da uyumakta olduğunu görüp yavaşça kapısını kapattı. Sessizce mutfağa geçerek kahvaltı hazırlıklarına başladı. Kahvaltı sofrasını büyük bir özenle kurduktan sonra, İzzet’i nazikçe uyandırdı.
“Günaydın, kahvaltı hazır,” dedi sıcak bir gülümsemeyle. İzzet başını kaldırıp ona baktığında, kısa bir an için nerede olduğunu hatırlayamadı. Sonra Helena’nın sesi ve gülümsemesi ona her şeyi hatırlattı.
Kahvaltıda, bir gece önceki sohbetlerine bıraktıkları yerden devam ettiler. İzzet, Helena’nın hazırladığı Girit kahvaltısını överken, Helena da İzzet’in çocukluk anılarını ilgiyle dinliyordu. Göz göze geldiklerinde konuşmalar bir an için kesiliyor, yerini sessiz ama anlam dolu bir bakışa bırakıyordu.
Kahvaltının ardından Kaptan Aleksandro uyandı ve yanlarına geldi. Gözlerini ovuşturarak biraz sersemlemiş bir halde masaya oturdu. Kahvaltısını bitirdikten sonra, “Gemiyi hazırlamalı ve iskeleden izin almalıyız,” dedi. İzzet ve Helena başlarını onaylar şekilde salladılar.

Üçü birlikte Helena’nın evinden çıkıp limana doğru yürüdüler. Helena, gemiyi yakından görmek istediğini söyleyince onlara eşlik etti. Gemiye vardıklarında, liman çalışanları geminin çevresinde toplanmış ve yüklemelerle meşgul oluyordu. Helena İzzet’e bakarak, “Bu gemi sizinle daha güzel görünüyor,” dedi hafifçe gülümseyerek. İzzet ise bu söze yalnızca hafif bir baş selamıyla karşılık verdi ama içinde yükselen heyecanı gizlemek kolay değildi. Kısa ama duygulu bir vedadan sonra İzzet gemiye binip dümene geçerek ona el salladı.
Birkaç dakika sonra gemi Akdeniz’in mavi sularında yol almaya başlamıştı. Helena’nın sanki bir rüzgâr gibi onlardan ayrılışıyla gemide bir sessizlik hüküm sürüyordu. Geminin yavaş yavaş limandan ayrılıp açık denizlere yöneldiği an, İzzet’in içini hem heyecan hem de hafif bir tedirginlik kapladı. Helena’yla sabaha kadar süren sohbetlerinin etkisi hâlâ üzerinde hissediliyordu. Kadının sıcakkanlılığı ve anlattığı hikayeler, onu bu yabancı adada beklenmedik bir şekilde evinde hissettirmişti.
Kaptan Aleksandro, kaptan köşkünde dümendeki İzzet’e dönerek, “İtalya’ya gitmeden önce birkaç temel İtalyanca kelime öğrenmelisin,” dedi ve elindeki kâğıdı masanın üzerine koydu. Kâğıdın üzerinde basit ama gerekli ifadeler vardı: Ciao (Merhaba), Grazie (Teşekkür ederim), Per favore (Lütfen), Dove si trova...? (Nerede bulunur?).
İzzet kâğıda göz gezdirdi ve gülerek, “Sanırım bunlar benim hayatımı kurtaracak,” dedi. Aleksandro, “Napoli, yabancılara karşı karışıktır. İnsanları sıcakkanlı ve yardımseverdir ama dillerini bilmezsen biraz zorlanırsın,” diye ekledi.
Aleksandro denizin ufkuna işaret ederek, “Orada Napoli var, sonraki durağımız Napoli” dedi. İzzet bakışlarını uzaklara çevirirken, Aleksandro yanındaki sandalyeye oturup İtalyanca dersine başladı.
“Bak, birine yol sormak için şöyle dersin: Scusi, dove si trova la stazione? (Affedersiniz, istasyon nerede?)”
İzzet cümleyi birkaç kez tekrarladı. Aksanı biraz Fransızca’ya kaçsa da Aleksandro onun çabasını takdir etti.
“Peki ya bir restoranda yemek sipariş etmek istiyorsam?” diye sordu İzzet. Aleksandro gülümseyerek, “En basiti: Vorrei una pizza margherita, per favore. (Bir pizza margherita rica ederim.)” dedi.
İzzet gülerek, “Sanırım bunu hatırlamak kolay olacak. Pizza yemekten daha kolay ne olabilir ki?” diye yanıtladı. İkisi de kahkahayla güldüler.
Gün ilerledikçe İzzet, Aleksandro’nun yardımıyla birkaç cümle daha öğrenmeye çalıştı. Kaptan Aleksandro İzzet’e Napoli’nin güzelliklerinden, şehrin dar sokaklarından ve ünlü Spaccanapoli caddesinden bahsediyordu. “Ama dikkatli ol,” dedi Aleksandro ciddi bir tonda. “Napoli’nin arka sokaklarında her zaman güvende olmazsın.”
...
(Devam edecek)
Nehirde büyük görünen bir gemi, denizde küçüktür.
(Lucius Annnaeus Seneca)
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.29k Okunma |
414 Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |