

Sessizliğime aldanmayın, bir esersem mevsim değişir.
Bahadır, hapishanenin loş ışıklarla aydınlatılmış koğuşunda, çay lekesi içindeki eski sehpanın yanındaki tabureye oturmuş, önündeki tavlayı kararsızca karıştırıyordu. Buraya düşeli tam üç hafta olmuştu ve hâlâ neden içeride olduğunu tam anlamış değildi. Mahkemede ‘yanlışlık’ dediler, ‘karışıklık olmuş’ dediler ama hayatını mahveden bu yanlışı kimse düzeltmek için acele etmiyordu. Polis emeklisi olan babası bile ne yaptıysa oğlunu hapisten çıkaramadı. Aslında Bahadır tamamen suçsuzdu.
Karşısında oturan Hıdır Baba, zarları Bahadır’ın elinden aldı ve savurdu. Adam yaşlıydı ama gözlerindeki keskinlik hâlâ yerindeydi. Bahadır, onun hakkında çok şey duymuştu: Eski mafya babalarından biriydi. Herkes ona saygı duyuyor, bazıları ise ondan korkuyordu. Ama Bahadır’a göre sadece yaşlı bir adamdı işte.
Zarlar 5 ve 3 üç gelmişti. Hıdır Baba “Penc-ü se, severler güzeli gencise” diyerek pulları hareket ettirince oyunu kazanmıştı her zamanki gibi. “Bak evlat,” dedi Hıdır, zarları toplayıp tavlayı kapatırken. “Hayatta bazı fırsatlar yalnızca bir kez gelir. O anı kaçırırsan bir daha aynı şansı yakalayamazsın.”
Bahadır, alaycı bir gülümsemeyle başını salladı. “Ben zaten fırsat adamı değilim baba. Şansa bak, üç haftadır tuvaleti en az kullanan kişi seçilmişim, en büyük şansım bu.”
Hıdır Baba derin bir kahkaha attı ve kapattığı tavlayı Bahadır’ın koltuğunun altına sıkıştırarak: “Öğren de gel!” dedi ama sesi bir anda cılızlaştı. Yüzü bir an buruştu, elleri göğsüne gitti. Tam yerinden kalkacakken, kapı açıldı ve koğuşa dalan biri çember sakallı, diğeri aşağı sarkan hilal bıyıklı iki adam hızla tuvalete yöneldi. Bahadır bu hareketlenmeye bir anlam veremedi ama bir şeylerin ters gittiğini hissetti.
Hıdır Baba, ağır adımlarla tuvalete doğru ilerledi. Bahadır’ın içinde garip bir huzursuzluk vardı ama peşinden gitmedi. Birkaç dakika sonra tuvaletten boğuk bir gürültü geldi, ardından kısa bir çığlık. Bahadır hızla fırladı, kapıyı açtığında Hıdır Baba’yı kanlar içinde yere yığılmış halde buldu.
Adam, göğsünden ve karnından defalarca bıçaklanmıştı. Koyu kırmızı kan, tuvaletin kirli beyaz fayanslarına yayılıyordu. Bahadır’ın elleri titredi. Birileri, yaşlı mafya babasını göz göre göre infaz etmişti.
Hıdır Baba, son nefesini verirken bile gözleri Bahadır’a kilitlenmişti. “Evlat,” diye fısıldadı. “Sana bir sır bırakıyorum. Güvenebileceğim tek kişi sensin.”
Eli titreyerek Bahadır’ın avcuna buruşturulmuş bir kâğıt parçası sıkıştırdı. “Bunu oku… Çıkınca… Yapman gerekeni yap… Yoksa… Çok geç olacak. Bir de bu tesbihi al ve kanımı yerde bırakma!..”
Hıdır Baba, cebinden çıkarttığı tesbihi Bahadır’a doğru uzattı, tesbih kana bulanmıştı ama Bahadır aldı ve cebine koydu. “Söz Hıdır Baba, sana söz veriyorum. Kanın yerde kalmayacak.”
Ve Hıdır Baba, huzur içinde son nefesini verdi.
…
Bir hafta sonra Bahadır, ilk celsede suçsuzluğu anlaşıldığından cezaevinin ağır kapıları gıcırdayarak açıldığında, güneş ışığına alışmaya çalışarak gözlerini kıstı. Hıdır Baba’nın avcuna sıkıştırdığı not hâlâ cebindeydi. Üzerinde yalnızca bir adres ve bir numara yazıyordu.
Bu işin içinde bir iş vardı. Evine gidip annesi ve babasına sarıldıktan sonra hemen izin isteyerek çıktı. Birkaç saat sonra, notta yazan adrese ulaştığında karşısına çıkan kişi uzun boylu, iriyarı, babayiğit görünümlü, kırk yaşlarındaki Ekrem oldu. Kısa bir tanışma faslından sonra ona durumu kısaca anlattı ve elindeki kâğıdı gösterdi. Ekrem, kâğıdı alıp bir odaya girdi, duvardaki kasayı kâğıtta yazılı rakamları kullanarak açtı ve kasada bir altın tabanca, birkaç zarf dolusu para ve içinde bazı isimlerle adreslerin yazılı olduğu bir defter çıktı.
Ekrem, soğukkanlı bir gülümsemeyle hepsini de Bahadır’a uzattı ve saygıyla eğilerek: “Artık racon gereği, buranın yeni patronu sizsiniz. Bu altın tabancayı yalnızca bu teşkilatın başkanı taşıyabilir.”
Bahadır’ın ağzı açık kaldı. “Bir dakika… Ben mi? Patron mu? Yani… Şaka yapıyorsunuz, değil mi?”
Ekrem’in yüzünde tek bir kas bile oynamadı. “Buralarda şaka yapılmaz Bahadır Bey. Hıdır Baba böyle istedi. Ve onun sözü kanundur.”
Bahadır önce elindeki para dolu zarflara baktı, sonra Ekrem’e, sonra tabancaya. Ağzından çıkan ilk cümle şu oldu:
“Ama benim takım elbisem bile yok ki!”
Ekrem iç çekti. “İlk iş buradan çıkınca bir terziye gidelim o zaman, Bahadır Bey.”
Ekrem, Bahadır’ı odasına davet etti ve karşısına dikildi. “Bakın Bahadır Bey, şu an bizden korkmayan çok adam var. Seni tanımıyorlar. Bu yüzden birkaç temel ders vermem lazım yani Baba'lık raconu öğrenmeniz lazım.”
Bahadır kollarını kavuşturdu. “Ekrem abi, ben mafya dizilerinin hepsini izledim. Çoğunu biliyorum ama haydi bir de sen anlat bakalım, neymiş bu Baba’lık raconu?”
Ekrem ciddiyetle devam etti. “Öncelikle, sen herkese bağırabilirsin, tokat atabilirsin ama kimse sana sesini yükseltemez.”
Bahadır şaşkınlıkla gözlerini kırptı. “Bir dakika… Neden?”
Ekrem güldü. “Şimdi anlarsın. Kalk ve bana bir tokat at!”
Bahadır kaşlarını çattı. “Abi, ben bir karınca bile incitemem…”
Ekrem sertçe kesti. “İşte bu yüzden eğitime ihtiyacın var. Haydi vur.”
Bahadır çekinerek hafifçe Ekrem’in yanağına dokundu.
Ekrem başını iki yana salladı. “Bu ne şimdi? Sinek mi vızıldıyor yoksa bir çocuk mu tokat atıyor? Daha hızlı!”
Bahadır ikinci tokadı attı, bu kez sesi çıktı ama Ekrem hâlâ tatmin olmamıştı. “Daha güçlü, Bahadır Bey! Adam yerine koymazlar yoksa seni!”
Bahadır son gücüyle bir tokat daha attı ve Ekrem numaradan yere yapıştı. Birkaç saniye öyle kaldı, sonra bir elini yüzüne götürüp yerden doğrularak ensesini ovuşturdu. “Hah, işte böyle. Ama unutma, hanımlara ve çocuklara asla el kalkmaz, bu da kesin kuraldır. Şimdi ceketinin altına şu altın tabancayı koy. Bir şey olursa göster, çekmen bile gerekmeyecek, zaten içinde mermi yok.”
Ekrem devam etti: “Hangi takımı tutuyorsunuz Bahadır Bey?” diye sordu. Bahadır bu soruya şaşırmıştı ama yine de gururla yanıt verdi: “Övünmek gibi olmasın ama ben doğma büyüme Fenerbahçeliyim.”
Ekrem bir kahkaha attı. “Ben de Galatasaraylıyım ama mafyanın kuralları gereği Baba’lar öyle renkli takımlar tutmazlar. Siyah-Beyaz renkli yani Altay ya da Beşiktaşlı filan olmanız lazım. Çünkü hayatta herşey ya siyahtır ya da beyaz.”
Ekrem devam etti: “Peki, bir hayvanınız; kediniz, köpeğiniz, kuşunuz filan var mı?”
Bahadır buna da yanıt vermekte gecikmedi: “Evet, evde çok sevimli bir kedim var, rengi de siyah-beyaz hem.”
Bu Ekrem’in hoşuna gitmişti. “Peki, siyah ve uzun bir paltonuz var mı? Eğer yoksa alalım. Olmazsa olmazıdır Baba’ların kışın siyah, yazın beyaz paltolar.”
Bahadır’ın paltosu yoktu, genellikle mont gibi spor giysiler giyerdi ve palto almaya karar verdiler. Yine siyah ve beyaz ayakkabılar alınması gerekiyordu. Bir de yine siyah ve beyaz şapkalar tabiî.
Cömertlik, adil ve yardımsever olmak, vatanı ve ülkeyi sevmek gibi birkaç hızlandırılmış temel Baba’lık dersi daha verdikten sonra; önce ayakkabı, şapka ve paltoları aldılar, daha sonra terziye gitmek üzere yola çıktılar.
Antalya’nın lüks bir semtindeki daracık terzi dükkânına girdiklerinde Ekrem ağır adımlarla içeri süzüldü. “Ustam, Bahadır Bey’e en şık takımı istiyoruz. Kendi ellerinle ölçecek ve dikeceksin.”
Terzi Bahadır’a şöyle bir baktı, ciddiyetsiz bir tavırla gülümseyerek başını salladı. “Tabiî efendim, hemen ölçünüzü alayım. Kolları açalım önce.”
Bahadır tam kollarını açmışken Ekrem yanına geldiği Bahadır'dan ansızın şiddetli bir tokat yedi. Ekrem yere düştü, Bahadır gözlerini faltaşı gibi açtı.
Terzi panikle elindeki mezurayı düşürdü. “Aman efendim! Saygısızlık mı ettik yoksa?”
Ekrem yerden kalktı, takımını düzeltti. “Bahadır Bey’in şakasıydı. Ama siz ona asla şaka yapmayın, şakayı sevmez kendileri. Kıyafet çok önemli, hızlı olalım.”
Terzi korkudan titreyerek işe koyulurken Bahadır içinden ‘Ne raconmuş be!’ diye geçirdi. Ölçü alma işi bitince Ekrem terziye sert bir ifadeyle “Yarın bu saatlerde gelip alacağım, her zamanki gibi siyah olacak, mutlaka hazır olsun,” dedi ama terzi bu elbiseyi yetiştirmek için sabahlaması gerektiğini düşündü. Yine de karşı çıkmaya ya da itiraz etmeye cesaret edemedi ve “Peki efendim, emriniz olur” diyerek onları kapıya kadar saygıyla eğilip uğurladı.
Bahadır, terziden çıktıktan sonra Ekrem’e ailesinden bahsetmeye başladı. Polis emeklisi babasından, öğretmen emeklisi annesinden… Onların bu durumları bilmesini istemiyordu. Bu yüzden evlerine uzak bir yerde arabadan indi. Altın tabancayı, tesbihi ve defteri küçük bir çantaya koyup yaya olarak evine doğru yürüdü.
Eve vardığında annesi akşam yemeği için sofrayı kurmuş, babası televizyonda her zamanki gibi polisiye dizi izliyordu. Samimi bir selam verip birbirlerine hal-hatır sorduktan sonra sessizce oturarak yemeğini yemeye başladı. Babası her zamanki gibi ciddi, annesi ise meraklı bakışlarla oğlunu süzüyordu. Hapishanede geçen günlerini hiçbir detay vermeden ikisine de sakin bir dille anlattı.
Yemekten sonra odasına geçti. Kapıyı kapattı ve eski mafya dizilerinden birini açtı. Karakterlerin hareketlerini, konuşmalarını dikkatle izliyor, bazılarını ayağa kalkıp taklit ediyordu çünkü kendisini yarına kadar geliştirmesi gerekiyordu.
Tam o sırada kapı açıldı, babası içeri girdi. Babası televizyona göz attığında yine bir mafya dizisi oynadığını fark etti. Yüzünde hafif bir öfke vardı. “Koskoca adam oldun Bahadır, hâlâ bu saçma mafya dizilerini mi izliyorsun oğlum?”
Bahadır gözlerini ekrandan ayırmadı. Babası devam etti: “Sen adam olmazsın oğlum. Hayat, dizilerdeki gibi değil. Kendine çeki düzen ver.”
Annesi kapının eşiğinden seslendi. “Varma Bahadır'ın üstüne bey. Hem sen de polisiye diziler izliyorsun, ben sana bir şey diyor muyum? Oğlum sen de dikkat et kendine. Ne yapıyorsan akıllıca yap. Dışardan liseyi bitireceksin, üniversite okuyacaksın. Haydi ders çalış biraz sen, olur mu yavrum?”
Bahadır başını hafifçe salladı. Babası homurdanarak odadan çıktı. Annesi de Bahadır’a göz kırparak babasının peşinden giderken kapıyı kapattı.
…
(Devam edecek)
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 4.49k Okunma |
389 Oy |
0 Takip |
42 Bölümlü Kitap |