18. Bölüm
Yılmaz Örmeci / Kırık Olsa Duramazsın / 18. Bölüm: Baba İstanbul'da

18. Bölüm: Baba İstanbul'da

Yılmaz Örmeci
yilmazormeci

 

 

Yalnızlığının değerini iyi bil, onda herkesin katkısı var.

 

Bahadır tekrar Ekrem’e döndü: “Abi, sen olmasan biz ne yapardık?”

Ekrem: “Senin için ne yapsam yeridir Bahadır Baba. Senin de senden önceki Babamız Hıdır Baba’nın da çok iyiliğini gördüm. Hem tecrübe hem de itibar sahibi oldum sayenizde. Gene de ne olur ne olmaz, senin teşkilatla bağını koparmayacağız ama İstanbul’da dikkatli olman lazım. Gölge gibi yaşamalısın.”

Duru ve Belgin birbirlerine bakıp heyecanla gülümsediler. Ekrem ise, bunu fırsat bilerek konuştu: “O zaman bugünkü öğle yemeklerimiz Belgin Hanım’dan olsun.”

Hep birlikte kalktılar ve güzel bir lokantaya giderek neşe içinde öğle yemeklerini yerlerken yine sohbete devam ettiler. Muayenehane ve eczanedeki tıbbi malzeme ve ilaçların nasıl taşınacağını, İstanbul’daki ev ve işyerlerinin elektrik, su, telefon, doğalgaz gibi zorunlu bağlantı ve aboneliklerinin nasıl yapılacağını, bu işlerle ilgilenecek birinin gerektiğini filan konuşurlarken Ekrem’e yine İstanbul yolu kendiliğinden görünmüştü.

Ertesi günden itibaren Bahadır okula kayıt için evraklarını tamamlamaya çalışırken Duru ve Belgin de ev eşyalarını düzenliyor; kitap, ayakkabı, elbise ve diş fırçaları dışında geri kalan eşyaları ihtiyacı olanlara ve öğrencilere verilmek üzere kullanılacak şekilde temizlik ve bakım yapıyorlardı. Eczane ve muayenehanede de gündüzleri yanlarında götürmeleri gereken tıbbi ve teknik malzemeleri hazırlayıp kutulara koyuyorlar, birbirlerine yardım ediyorlardı.

Ekrem İstanbul’daki abonelik işlerini bitirince her şeyin hazır olduğunu gördü ve teşkilata ait nakliye firmasından iki kamyon çağırarak Duru ve Belgin’in eşyalarını titizlikle kamyonlara yerleştirdiler. Bahadır da annesi ve babasıyla vedalaştı, yanına diş fırçasını, birkaç kitap ve giysilerini koyduğu valizini alarak ellerini öpüp sarıldı. Babası kendini tutsa da annesi dayanamayıp gözyaşlarına boğulmuştu ama Bahadır onu teselli ederek yola çıkıp Duru’nun eczanesine geldiğinde eşyaların tamamen kamyonlara yüklenmiş ve hazır halde olduğunu gördü.

Ekrem, kamyon şoförlerine İstanbul’da gidecekleri adresi yazarak ellerine verdi ve dördü birlikte Belgin Hanım’ın arabasına bindiler ve yola çıktılar. Duru Bahadır’la arka koltukta otururken, Belgin Hanım da Ekrem’le birlikte öndeydi. Afyon, Eskişehir ve İzmit’te kısa molalar vererek İstanbul’a vardıklarında akşam olmak üzereydi ve Duru ile Belgin Hanım önce evlerini görmek istediler.

Apartmanları Kumkapı’da denize yakın bir konumdaydı, pencerelerinden tarihi yarımadayı görebiliyorlardı. Dairelerin ikisi de dayalı döşeli, hiç kullanılmamış mobilyalar ve eşyalarla doluydu. Güneş gören iki cephesi vardı ve aydınlıktı. Abonelik işlemleri yapıldığından lambalar yanıyor, sular akıyordu. Yanlarında getirdikleri valizleri Ekrem ve Bahadır arabadan indirdiler ve eve taşıdılar. Daireler aynı katta ve karşı karşıyaydı. İkisi de aynı büyüklükteydi ve mobilyaları da benziyordu.

Daha sonra hava kararmadan ve kamyonlar gelmeden dükkânları da görmek istediler. Eczane zaten aynı binanın zemin katındaydı ve iki cepheliydi. Duru buna çok sevindi, burada önceden de başka bir eczacının olduğunu henüz sökülmemiş tabelasından anladı. İçeri girip şöyle bir baktı, duvarlardaki rafların ve tezgâhın kullanılabilir olduğunu görüp çok sevindi ve hemen Belgin Hanım’ın muayenehanesi olması düşünülen yere geçtiler.

Burayı da Belgin Hanım beğendi, gayet şık ve birinci kattaki üç odalı bu ofis Belgin’in Antalya’daki muayenehanesinden bile büyüktü. İçinde laboratuvar ve müşahede odası olabilecek büyüklükte iki oda daha vardı ve işlek bir cadde üzerindeydi. Kalacakları evden sadece iki sokak ötedeydi. Her iki bina da yeniydi, yapı denetimli ve depreme dayanıklı olduğu hemen anlaşılıyordu.

Eşya yüklü kamyonlar gelinceye kadar hep birlikte güzel bir akşam yemeği için Kumkapı’daki balık lokantalarından birine gittiler. Yemeğin ardından kamyon şoförleri Ekrem’i arayarak geldiklerini bildirmesi üzerine hesabı ödeyip eve geçtiler.

O gece eşyalarını yerleştirip dolaplarını düzenlemekle geçti, gece yarısına kadar öyle yorulmuşlardı ki yadırgayacaklarını düşündükleri yataklarında hiç uyanmadan tatlı birer uyku çektiler. Bahadır ve Ekrem ayrı evde, Duru ve Belgin de karşı dairede kalıyordu. Sabahleyin ilk uyanan Belgin Hanım oldu ve hemen çayı demleyip yakındaki pastaneden birbirinden nefis ve sıcacık simit, poğaça, açma ve çatal aldı. Marketten de peynir, zeytin, tereyağı, yumurta, reçel gibi kahvaltılıklar alıp eve geldi ve önce Duru’yu uyandırdı. Duru banyoda elini, yüzünü yıkayıp üstünü değiştirdi ve karşı dairenin ziline basarak Ekrem ve Bahadır’ı uyandırdı, onlara kahvaltının hazır olduğunu söyledi.

Kahvaltı sırasında Bahadır, Duru ve Belgin’e döndü: “İstanbul’u ilk kez görüyorum. Bu benim ilk gelişim. Beni gezdirir misiniz?”

Duru gülümseyerek başını salladı: “Tabii ki! Zaten bugün biraz hava almak iyi gelir. Önce Sultanahmet’e gidelim, sonra da bir şeyler yeriz.”

İlk durak Sultanahmet Meydanı oldu. Burası tarihî atmosferiyle büyüleyici bir bölgeydi. Sultanahmet Camii’nin muhteşem kubbesini izlerken Belgin, caminin mimari özelliklerini anlatıyordu. Ekrem rehber gibi konuşmaya başladı:

“Baba, burası Osmanlı’nın en büyük camilerinden biri. Mimar Sinan’ın öğrencisi Sedefkâr Mehmet Ağa yaptı. Altı minaresi ve 16 şerefesiyle meşhurdur.”

Duru, cep telefonuyla birkaç fotoğraf çekerken Belgin de etrafı inceliyordu. Bahadır, caminin avlusuna girdiklerinde ellerini arkada kavuşturarak: “Güzel. Çok ihtişamlı.” dedi.

Ardından Ayasofya’ya geçtiler. Yüzyıllar boyunca hem kilise hem cami olarak hizmet vermiş olan bu muhteşem yapının içindeki mozaikleri incelediler. Yüzyıllara meydan okuyan yapıyı izlerken, Belgin gülümsedi:

“Bahadır, burası önce kiliseydi, sonra cami oldu, müze oldu, şimdi tekrar cami ama turistik olarak da hizmet veriyor.”

Bahadır hafifçe başını salladı. “İstanbul’un ne kadar çok el değiştirdiğini gösteriyor. Bu şehir hep önemli olmuş.”

Gülhane Parkı’na doğru yürüdüklerinde ağaçların gölgesi onları serinletiyordu. Kuş cıvıltıları arasında, Bahadır ve diğerleri denizi seyrederken banklardan birine oturdu ve denizin havasını içine çekti. “Burası gerçekten huzur veriyor.”

Ekrem, gülerek ekledi: “Zamanında padişahlar bile burada dolaşırmış Baba.”

Sonraki durakları Eminönü’ydü. Mısır Çarşısı’nın baharat kokuları arasında dolaştılar. Duru, rengârenk baharatları göstererek: “Bahadır, bunların çoğu eski zamanlarda altın değerindeymiş.”

Bahadır başını onaylarcasına salladı. “Doğrudur. Eskiden baharat ve ipek yolları büyük servet getiren yollarmış.”

Oradan Kapalıçarşı’ya geçtiler. Bahadır, çarşının labirent gibi uzanan sokaklarında dolaşırken hayranlıkla etrafına bakıyordu. Duru, ona buranın dünyadaki en eski ve en büyük kapalı çarşılardan biri olduğunu anlattı. Belgin ise birkaç baharat ve küçük hediyelikler alarak alışveriş yapıyordu.

Öğle yemeği için Eminönü’ne gittiler. Balık ekmek yemek için Galata Köprüsü altında bir lokantaya oturdular ve Boğaz’a karşı yemeklerini yediler. Galata Köprüsü’nün üzerinden yürüyerek karşıya geçtiler ve Karaköy’ün sokaklarını keşfettiler. Ardından tünelden Taksim’e doğru İstiklal Caddesi’nde yürüdüler. Tarihi tramvay raylarının yanında ilerlerken caddenin hareketliliği Bahadır’ın dikkatini çekti: “İstanbul gerçekten hiç uyumayan bir şehir.”

Belgin gülümseyerek cevapladı: “Daha yeni başlıyoruz. Şimdi seni Boğaz’a götüreceğiz.”

Bir taksiyle Beşiktaş’a giderek vapura bindiler ve Boğaz turuna çıktılar. İstanbul Boğazı’nın kıyı şeridi; yalıları, sarayları ve köprüleriyle muhteşem bir manzara sunuyordu. Bahadır Dolmabahçe Sarayı’nı, Çırağan Sarayı’nı ve Rumeli Hisarı’nı uzaktan izlerken hayranlığını gizleyemedi.

Gezinin sonunda Ortaköy’e uğradılar. Küçük ama tarihi bir semtti. Burada kumpir ve dondurma alarak sahilde oturdular. Bahadır, içten bir şekilde konuştu:

“Burası gerçekten büyüleyici bir şehir. Burada yaşamak çok farklı bir deneyim olacak.”

Duru başını salladı: “Evet, ama senin için en zor kısmı, burada kim olduğunu gizlemek olacak.”

Bahadır derin bir nefes aldı. Duru haklıydı. İstanbul, fırsatlar kadar tehlikeleri de barındıran bir şehirdi. Ancak yeni hayatı burada başlamıştı ve önünde uzun bir yol vardı.

Bahadır, İstanbul’un iki yakasını izledi. Bir taraf Avrupa, bir taraf Asya… “Burası gerçekten iki dünyanın birleştiği yer.” dedi.

Çamlıca Tepesi’ne çıktıklarında güneş yavaş yavaş batıyordu. İstanbul’un ışıkları denize vuruyordu ve rüzgâr hafifçe yüzlerine çarpıyor, şehir altlarında ışıl ışıl parlıyordu. Bu manzara İstanbul’un en güzel manzaralarından biriydi.

Bahadır derin bir nefes aldı. “Güzel. Hem de çok güzel. Ama İstanbul, sadece manzarasıyla değil, geçmişiyle de güçlü bir şehir. Burada sağlam durmak gerekir.”

Ekrem gülümsedi. “Sen varsın ya Baba. Burada her şey artık daha sağlam olur.”

Hafif bir rüzgâr esti, İstanbul gecesi üzerlerine serildi. O gün, Bahadır ve arkadaşları için unutulmaz bir İstanbul günü olmuştu.

 

 

(Devam edecek)

Bölüm : 10.03.2025 15:56 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...