
BÖLÜM 13: ÇİFTELER'DE BİR PAZAR GÜNÜ
Pazar günü yine her günkü gibi saat tam 6.00'da kalktılar, hemen hazırlanıp kahvaltılarını yaparak Nurten hanımın evine gittiler, onları da alıp bir taksiye binerek birlikte Eskişehir Otogarı'na vardılar. Çifteler'e gideceklerini söyleyip biletleri aldılar ve yola koyuldular. Yaklaşık 45 dakikada Mahmudiye üzerinden Çifteler'e ulaştılar.
Saat 9.00 olmuştu ve Pazar günü olduğundan sokaklarda kimse görünmüyordu. Çifteler garajında birisine ellerinde yazılı olan adresi sordular ve yürüyerek gidebileceklerini öğrendiler. Evin Sakarya mahallesinde, Eskişehir yoluna yakın olduğunu öğrendiler ve yol tarifi alarak caddeden anneler önde, gençler arkada yürümeye başladılar. Misafirliğe eli boş gitmeyelim düşüncesiyle Nurten hanım pastaneden iki paket çikolata yaptırıp güzelce paketleyerek bir çantaya koymuştu. Gece kalmayı düşünmedikleri için yanlarına elbise filan almamışlardı. "Bir merhaba der döneriz nasılsa" diye düşünmüşlerdi.
Ana caddeden Atatürk İlkokulu'na varmadan önce Gültekin sokağa girdiler ve evlerin kapı numaralarına bakarak Selin hanımın evini buldular. Burası bahçeli, tek katlı, müstakil bir evdi. Bahçe kapısı açılıp Nurten hanım ve Gülşen hanımı gülümseyen yüzleriyle gören Selin hanım bir çığlık atarak kendini onların kollarına attı.
- Hoş geldin Gülşen, hoş geldin Nurten, nasıl da özlemişim sizleri, şükür kavuşturana, dedi ve sıkı sıkı sarıldılar. Çocuklar hem onlara hem de birbirlerine bakarak onların kapı önü sohbetlerini birkaç dakika sabırla izlediler. Selin hanım bahçe kapısını açarak onları içeri davet etti. Nurten hanım elindeki hediye çantasını Selin hanıma verdi. Selin hanım "Niye zahmet ettiniz?" diyerek paketleri aldıktan sonra çocuklara dönerek:
- Siz de hoş geldiniz çocuklar. Sen Cem olmalısın, siz de Ceren ve Seren. Ben sizin bebekliğinizi biliyorum. Geçin hadi, siz de geçin bakalım, dedi.
Hep birlikte bahçe kapısından içeri girdikten sonra Selin hanımın kocası ve 10 yaşlarındaki oğlu da bahçe içindeki evin kapısından dışarı çıkarak onları güler yüzle karşıladı. Selin hanımın kocası kendini "Ben Tankut, hoş geldiniz" diye tanıtarak güler yüzle hepsinin ellerini ayrı ayrı sıkarken konuklar da kendilerini tanıtarak "Memnun oldum" dediler. Oğlu da hemen gelen teyzelerin ellerini öptü. Annesi onları tanıştırdı. Cem'in de elini öpmek istedi ama Cem elini aşağıya doğru çekerek sallayınca öpemedi. İki güzel kız daha vardı ama onlardan utandı, annesinin yanına geçti. Annesi güler yüzle ona çıkıştı:
- Öpsene ablaların ellerini de oğlum? Hadi bakalım. Ablası, bu biraz utangaçtır da, deyince çekinerek gidip Ceren ve Seren'in ellerini de öptü, bu kez babasının yanına geçti.
Babası da gülümsüyordu bu duruma ve:
- Selin bugün geleceğinizi söylemişti, biz de erken kalktık ama keşke telefon açsaydınız. Sizi garajda bekler, arabamla alır gelirdim. Kolay bulabildiniz mi burayı bari? Dedi. Nurten hanım:
- Tabii, garajda birine sorduk ve burayı tarif ettiler, zaten Pelin'den adresinizi almıştık. Size zahmet vermemek için kendimiz gelmek istedik, eksik olmayın, dedi.
Selin hanım onları kahvaltıya davet etti, bahçede büyükçe bir masa hazırlamışlardı ama "Biz kahvaltımızı yapıp geldik" yanıtını alınca yüzünü asarak;
- Aşk olsun ikinize de, burası yabancı mı ayol? Ben beraber kahvaltı yaparız diye hazırlıklar yapmıştım. Gene de buyrun hadi, ben çayları getiriyorum, siz de masaya geçin, diyerek bahçeye açılan ayrı bir kapısı olan evin mutfağına yöneldi.
Nurten hanım ve Gülşen hanım birbirlerine bakarak:
- Eh, hadi madem, ayıp olmasın. Kadıncağız o kadar uğraşmış, hazırlık yapmış, çay içelim bari, dediler.
Çocuklarla birlikte masaya geçerken bahçeye göz gezdirdiler. Sıra sıra dizilmiş biber, domates ve çeşitli yeşil sebzeler gördüler. Mis gibi gül kokusu geliyordu bahçeden. Derin derin bu güzel kokuyu içlerine çektiler. Selin hanımın kocası Tankut bey onları böyle görünce masaya otururken hemen söze girerek açıklama yaptı:
- Bu evde yaklaşık elli yıl önce bir sağlık memuru varmış. Isparta'dan buraya getirip diktiği güller bugün bile çiçek açıp tüm mahallede kokuyor, biz de ona dua ediyoruz. Eminekin, Körhasan, Dikmen köylerine gider ve sıtma hastalığının yok olması için çalışırmış. Bir gün motosikletiyle köylere giderken trafik kazası geçirmiş, vefat edince eşi de çocuklarıyla birlikte memleketlerine dönmüşler. Çocukları 3-5 yılda bir gelirler ve bakarlar buraya.
- Ne güzelmiş kokusu gerçekten de güllerin. Eskişehir'de böyle gül bulamayız, keşke apartmanda değil de müstakil dairede otursaydık da bahçeye bu güllerden biz de dikseydik, dedi Gülşen hanım. Nurten hanım, Cem ve ikizler de onu başlarıyla desteklediler, "Evet yaa" dediler. Gül kokusunu derin derin içlerine çekerken çaylar bir tepsiyle geldi, herkes birer bardak aldı, ortaya konulan şekerlikten de şekerler alınarak karıştırılmaya başlandı.
Az sonra Selin hanım evde yapıldığı belli olan sıcacık poğaça ve çöreklerden iki büyük tabak getirdi, tekrar giderek peynir, zeytin, haşlanmış yumurta, reçel ve balla birlikte geri dönerek masaya gelip oturdu. Hoş sohbet ve geçmiş günlerin tatlı anılarından sonra öğleye doğru Tankut bey izin isteyip kalktı, oğluyla birlikte bahçe kapısından çıktılar. Birkaç dakika sonra Tankut bey geri dönerek:
- Sizlere Çifteler'i gezdirmek istiyorum. Buyrun, aracımız dışarda hazır, dedi.
Bu teklif üzerine Nurten hanım ve Gülşen hanım birbirlerine baktılar ve oradakilere göz gezdirip kalabalık olduklarını ima ederek:
- Tankut bey, bu kadar insan nasıl binecek arabaya? Yürüyerek, geze geze gideriz, Çifteler ne kadar yer ki? Dedi. Selin hanım gülümseyerek Gülşen hanıma yanıt verdi:
- Sığarız, merak etme sen Gülşenciğim. Bizim minibüsümüz var. Gezmeye ve pikniğe, hatta Eskişehir'e giderken bile onu kullanıyoruz. Rahat rahat sığarız hepimiz de, hem gezeceğimiz çok yerler var. Hadi kalkın bakalım, dedi.
Hep beraber masadan kalktılar, kapıdan çıkınca yan tarafta çalışmakta olan minibüsü gördüler. Tankut bey az önce oğluyla birlikte minibüsü temizlemiş, benzinlikten mazot alarak geri dönmüş ve çalışır durumda bırakmıştı. Oğlu da içinde oturuyordu.
- Cem, sen benim yanıma gel, sohbet ederek gideriz, deyince Cem "Peki Tankut abi" diyerek önce arka kapıyı açıp herkesin binmesini bekleyerek kapıyı kapattı, kendisi de ön kapıdan Tankut beyin yanına binerek yola çıktılar.
Önce kısa bir şehir turu yaptılar, ana cadde üzerinde giderek Belediye ve Kaymakamlık binalarını, Postaneyi, Pancar Şefliği'ni, Çarşı Camisi'ni ve okulları gösterdiler. Pazar yerinin ve panayırın kurulduğu alanları ve Sanayi sitesini de gördükten sonra yarım saatte şehir turu sona ermişti.
Tankut beyin aklına Çifteler'in meşhur ve tadına doyum olmayan cantığı geldi. Arka tarafa doğru seslendi:
- Selinciğim, cantık yemeye gidelim mi?
Selin hanımın gözleri parladı ve yanıt verdi:
- Cantık yemeden Çifteler'den gidilir mi hiç? Bak hemen şurda cantıkçı var. Hadi gidip birer tane yiyelim.
Cantığın ne olduğunu ne Gülşen hanım duymuştu, ne Nurten hanım, ne de gençler. Birbirlerine "Acaba cantık nedir?" der gibi baktılar. Tankut bey minibüsü cantıkçının önüne çekerek minibüsten indi, diğerleri de kapıyı açarak indiler. Hemen birer tane cantık ısmarlayarak masalardan birine oturdular. Cantıklar sıcacık ve çok lezzetliydi, gençler birer tane daha yiyebileceklerini söyleyince Tankut bey tekrar sipariş verdi. Bu arada ikizler hemen cantığın nasıl yapıldığını öğrenmek için fırın tarafına geçtiler, içine neler katıldığını ve ne kadar sıcaklıkta piştiğini ayrı ayrı sordular. Cantık ustası meslek sırrını kimseyle paylaşmıyordu ama bu güzel kızları kırmaktan çekindiği için hepsini bir bir anlattı. Kızlar da teşekkür ettiler ve masaya geçerek ikinci cantıkları da iştahla yediler.
Ceren ve Seren annelerine gülümseyerek kısık bir sesle:
- Anne, cantığın nasıl yapıldığını öğendik. Artık pastanede "Çifteler usulü cantık" diye satabiliriz, mahallede çok var Çiftelerli müşterimiz. Onların da hoşuna gidecektir, dediler.
Cantıklar yendikten sonra Selin hanım eşine:
- Tankutçuğum, şimdi parka gidelim de biraz oturalım, çay içelim, dedi.
- Peki Selinciğim, haydi o zaman kalkalım, diyen Tankut bey hesabı ödeyip bahşiş de bırakmayı ihmal etmedi, cantık ustasına ve garsonlara teşekkür edip minibüsü çalıştırdı. Hepsi binerek Çarşı Camisi'nin karşısındaki parkın yanına geldiler, hep birlikte inerek parkın içine girdiler. Oturacak bir masa bulup çay söylediler, yine eskilerden söz ederek konuşup gülüştüler.
Tankut bey de Cem'le sohbet ediyordu ama oğlu yandaki sandalyeye oturmuyor, babasının yanından ayrılmadan göz ucuyla kızları süzüyordu. Cem de Çifteler hakkında Tankut beyden bilgiler alarak cep telefonuyla parktaki çiçeklerin, karşıdaki caminin ve ana caddenin fotoğraflarını çekti. Bir de anı olarak hepsinin birlikte fotoğrafını çekmesini garsondan rica ederek birkaç fotoğraf çektirdiler. Tankut beyle telefonlarını karşılıklı kaydederek sıkça görüşme dileklerinde bulundular. Kızlar da Selin hanıma telefonlarını kaydettirip onun telefonunu da kendileri aldılar.
Zamanın nasıl geçtiğini anlamadılar ve öğle ezanının okunmasıyla saatlerine baktılar. Nurten hanmla Gülşen hanım öğleden sonra Eskişehir'e dönmeyi kararlaştırmışlardı. Ama onları salmaya Selin hanımın da Tankut beyin de hiç niyetleri yoktu.
- Hadi, Sakarbaşı'na gidelim, öğle yemeğimizi orada yiyelim, dedi Selin hanım. Tankut bey bu fikri beğendi ve:
- Hadi o zaman, herkes minibüse, diyerek çayların parasını ödeyip hep birlikte kalktılar. Minibüse binerek "Sakaryabaşı" adıyla bilinen ama ilçedeki herkesin kısaca "Sakarbaşı" dedikleri mesire yerine vardılar. Yaklaşık 3 kilometrelik bir yoldu ve yaya olarak veya bisikletle gelip gidenler vardı.
Minibüsten inince muhteşem bir manzarayla karşılaşan gençler hemen birkaç fotoğraf çektiler. Tankut bey onları; sahibini tanıdığı bir balık lokantasına götürerek birlikte büyükçe bir masaya oturdular. Siparişleri verdiler, bolca salatayla birlikte gelen balıkları afiyetle yediler. Garsonlar masaya özel bir ilgi gösteriyorlardı, belli ki Tankut beyi tanıyorlardı.
Yemekten sonra etrafı gezmek için kalktılar. Tankut bey hesabı ödeyip garsonlara yüklü bir bahşiş verdikten sonra oğlu ve Cem en önde, kızlar kolkola ortada, hanımlar da arkada olmak üzere yine kolkola, oldukça ağır adımlarla gezip dolaştılar. Tankut bey buranın tarihçesini anlattı, Sakarya nehrinin doğduğu yer olduğunu, alabalık ve sazan yetiştirildiğini, köylerden ve çevre ilçelerden buraya gezmeye gelenlerin çok olduğunu belirtti.
Birçok lokanta, çay bahçesi ve piknik alanları vardı. Oldukça kalabalıktı ve çok güzel havası ile kuş sesleri dikkat çekiyordu. Kızlar ve Nurten hanım; koskoca İstanbul'da bile böyle güzel yer olmadığını, kıymetini bilmeleri gerektiğini söylediler. Bir çay bahçesine oturarak soğuk birşeyler içtiler, akşama doğru hava kararmadan yine minibüsle Çifteler'e döndüler.
Evde akşam yemeği yedikten sonra Nurten hanım ve Gülşen hanım Eskişehir'e kalkan son otobüse yetişmek istediklerini belirttiler. İkisi de dükkânlarını en geç saat 7.00'de açtıklarını, bu nedenle geç kalmadan dönmeleri gerektiğini söyleyince Tankut bey itiraz etti:
- Sizi otobüse filan bırakmam, bizim minibüsle gideriz. Hem Pelinlere de uğrarız, onlar da sevinirler. Saat 11.00'e doğru da döner geliriz. Merak etmeyin, yarım saatte sizi bırakırım. Eskişehir için yarım saat şehir içi sayılır, dedi.
Nurten hanım ve Gülşen hanım birlikte "Peki madem, zahmet olmayacaksa öyle yapalım" deyince bir saat daha oturup çaylarını içtiler, hep birlikte yola çıkarak Eskişehir'e vardılar. Gülşen hanım onları evine davet ederek kahve yaptı, sonra da en kısa zamanda görüşmek dileğiyle birbirlerine teşekkür ederek onları Selin hanımın kardeşi Pelin hanımın evine gönderdiler. Nurten hanımla kızlar da izin isteyerek bu geziden çok memnun kaldıklarını söyleyip evlerine gittiler.
...
(Devam edecek)
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.07k Okunma |
239 Oy |
0 Takip |
37 Bölümlü Kitap |