13. Bölüm

13. Bölüm: "Görünmeyen Bağ"

Yusra Ergün
ysraergn


 

 

 

 

Kitaplar hakkında duyuru ve biraz sohbet etmek için beklerim hesaplarıma.

Instagram hesabım: yusraergn

TikTok hesabım: yusraergunkitaplari

 

 

 

 

 

Keyifli Okumalar☘️

 

 

 

13. Görünmeyen Bağ

 

Karanlıktı.1

Her yer karanlık ve ıssızdı. Nerede olduğumu, buraya nasıl geldiğimi bilmiyordum. Bir çıkış yolu arıyor ama bulamıyordum. Ne tarafa dönsem karanlıktı ve tek bir ışık dâhi yoktu. Sanki bir girdabın veya kapalı bir kutunun içinde gibiydim. Kimse yoktu, yalnızdım ve korkuyordum. Nefesimin sesi kulaklarımda yankılanıyordu. Birden arkamdan gelen bir ışıkla o yöne doğru döndüm. Işık çok fazlaydı ve gözümü kamaştırmıştı. Kolumu gözlerime siper ederek geçmesini bekledim. Işık yavaş yavaş kaybolurken kolumu çekip ışığın geldiği ve söndüğü tarafa kısık gözlerimle baktım.

Bir şey vardı orada. Daha net görebilmek için biraz daha yaklaştım. Ayaklarımın altında sert zemini hissedince kafamı eğdim ve o an ayakkabımın olmadığı gördüm. Ayaklarım çıplaktı ve kirlenmişlerdi. Bir kapı vardı, ışık huzmesinin geldiği aralık kapıya doğru hızlı adımlarla yürüdüm. Aralık olan o kapıdan içeri girdim, ben kapıdan çıkar çıkmaz arkamda kalan kapı kaybolmuştu. Umursamadım. Önüme döndüm ve yürümeye devam ettim. Şimdi birçok evin olduğu bir sokaktaydım. Bir süre etrafa bakındım ama kimse yoktu. Hiçbir yaşam belirtisi yoktu. Ürperdim.

Güneş tepeden üzerime vuruyordu, az önceki ışık gibi gözlerimi kamaştırıyor ve kısılmasına neden oluyordu. Sokak giderek bana tanıdık gelmeye başlamıştı. Daha dikkatli baktım. Büyük ve güzel evler vardı. Ayaklarım benden izinsiz, gri renkte olan bir evin önünde durdu. Sanki vücudumu kontrol eden başka bir güç vardı.

Evin önünde elindeki bebeğiyle zıplayarak kendi kendine oynayan küçük bir kız dikkatimi çekti. Üstünde pembe bir elbise vardı ve kız zıpladıkça etekleri uçuşuyordu. Arada da kapıya doğru bakıyordu, sanki birilerini bekliyor gibiydi.

“Anne! Baba! Hadi ama gelin artık!” diye bağırdı küçük kız en sonunda. Az sonra kapıdan genç bir kadın ve bir adam çıktı. Ama bunlar, bu kız… İnanamıyordum! O küçük kız bendim ve yanına gelen kişiler de annem ve babamdı. Adam kızın önünde eğilip önce saçını okşadı, daha sonra da yanağına bir öpücük bıraktı.

“Geldik işte kızım.”

“Ama baba ne zamandır sizi bekliyorum,” dedi dudak bükerek. Babam gülümseyip beni, yani küçük beni kucağına aldı.

“Güzel kızım benim. Annen kardeşini taşıdığı için eskisi gibi hızlı hareket edemiyor. O yüzden geç kaldık.” Küçük Arya ile birlikte bakışlarım anneme kaydı. Elini şişmiş karnına koymuş, gülümseyerek babam ve beni izliyordu. Çok güzeldi. Benimkinin aynısı olan açık kumral saçları ve bal rengi gözleri ona ne kadar çok benzediğimin kanıtıydı. Hamileydi. Bir erkek kardeşim olacaktı. Bir an kardeşimi nasıl heyecanla beklediğimi anımsadım, burukça gülümsedim. Dolan gözlerimden ise yaşlar çoktan akmaya başlamıştı.

“Hadi artık oyalanmadan gidelim,” dedi annem nahif sesiyle.1

Tam arabaya binecekleri sırada siyah bir araba, tekerlikleri çığlık atarak durmuştu. Arabadan çıkan adamın onlara doğru uzattığı silahla öylece kalakaldım. Bu… Bu o gündü. Mardin’e gitmek için heyecanlandığım ama ailemi kaybettiğim o kara gün.

Öne doğru koşmak istiyor ama yerimden hareket edemiyordum. Sanki buraya çakılmış gibi ayaklarım yerinden kalkmıyor, kıpırdayamıyordum. Ben çakılı kaldığım yerle mücadele verirken duyduğum iki el silah sesi ve acı çığlıklar beynimden vücuduma acı bir hançer gibi geçip gitti. Karşılaşacağım görüntüyü biliyordum ama yine de kafamı kaldırmaya korkuyordum.

Kafam benden izinsiz yavaşça kalktı ve bakışlarım karşımdaki görüntüde takılı kaldı. Yerde kanlar içinde yatan anne ve babamın bedeni vardı. Arabanın kenarına çökmüş ve dehşete düşmüş küçük ben ise ne ağlıyor ne hareket ediyordu. Şoka girmişti. Ayaklarım sonunda yerden hareket etmeye başladığında oraya doğru koşmak için hareketlendim ama biraz önceki kapı tekrar belirmiş, beni içine çekmişti. Attığım çığlıklar ve çırpınışlarım boşaydı. Tekrar o karanlık girdaba girdim, hâlâ bağırmaya devam ediyordum.

Bedenimde hissettiğim kollarla ve sarsılmanın etkisiyle gözlerimi açıp etrafıma baktım ve ne olduğunu anlamaya çalıştım. Kan ter içinde kalmış bir şekilde nefes nefeseydim. Görüş alanıma giren Yiğit’in telaşlı bakışlarını gördüm.

“Geçti. Sadece kötü bir kâbustu,” dedi.

Kâbustu.

Sadece bir kâbus.

Ama çok gerçekçiydi. Sanki rüyamda attığım çığlıkların boğazımda bıraktığı o yanma hissi hâlâ duruyordu. O güne gitmek ve tekrar o anı yaşamak çok, çok kötüydü. Kalbim hâlâ ağzımda atıyor, zar zor nefes alabiliyordum. Ben böyle transa geçmiş gibi bunları düşünürken Yiğit beni bir kere daha sarsmış, yüzümü ellerinin arasına almıştı.

“İyi misin?” dedi. Başımı hayır anlamında sallayıp hıçkırarak ağlamaya başladım. Beni kollarının arasına aldı ve elini saçlarımın arasına yerleştirerek okşadı. Bir süre kollarında kalarak kendime gelmeye çalıştım. Artık ağlamıyordum fakat gözlerimin içi hâlâ yaşlarla doluydu. Yiğit benden ayrıldı ve hâlâ yanağımda asılı duran yaşları sildi.

“Geçti artık,” dedi yine şefkat dolu bir sesle. Başımı olumlu anlamda salladım. Geçirdiğim o kötü birkaç günün ardından bu kâbusları tekrar görmeye başlamıştım. Hâlbuki uzun zamandır peşimi bırakmışlardı. Yiğit benden uzaklaşıp gideceği sırada kâbusun vermiş olduğu korkuyla elinden tuttum. Bir bana bir elimize baktı. Bakışlarımı gözlerine sabitleyip ona gitmemesini söyledim.

Ben ona ‘gitme’ dedim.

O da beni yine anlayıp tekrar yanıma oturdu.

“Buradayım, merak etme,” dedi. “Su ister misin?” Onun söylemesiyle boğazımın kuruduğunu fark ettim. Başımı olumlu anlamda sallayıp istediğimi belirttim. Az ötede duran sehpanın üstündeki sürahiden bir bardak su alıp bana getirdi. Bardağı elinden aldım ve kana kana suyu içtim. Boğazımın ıslanmasının verdiği o ferahlık ile gevşedim. Elimdeki boş bardağı komodinin üstüne koydum.

“Hadi biraz kay,” dedi. Ben ona anlamadığımı belirtircesine bakarken tekrar konuştu. “Yanında kalmamı istemedin mi? Vazgeçtiysen ben yerime geçiyorum,” dedi.

Gideceği sırada tekrar elini tutum. Avucu sıcacıktı. Elini biraz sert tuttuğumu anlayınca çekinerek elimi elinden çektim. Yatakta yana kaydım ve ona yer açtım. Yiğit yanıma oturdu ve ayaklarını uzatarak benim gibi sırtını yatağın başlığına dayadı.

Ona bakmadım, bakışlarımı pencereye sabitledim. Dışarısı hâlâ karanlıktı. Kâbusun izleri yerine yanımda oturan bu adam zihnimi işgal ediyordu. Bu benim için iyi miydi kötü müydü, bilemedim. Yiğit neden bana bu kadar iyi davranıyordu? Benden nefret etmiyor muydu, ne değişmişti ki? O an aklıma gelenle kalbim sıkışmıştı. O bana yine acıyordu. Böylesine sorunlu bir kızla evliydi ve bana acıyordu. Bu düşünceyle gözümden düşen yaşa mâni olamadım. Zaten içinde bulunduğum ruh hâli ağlamaya her an hazırdı.

Bakışlarının ne zamandır üstümde olduğunu anlamadığım Yiğit, “Ne oldu, şimdi neden ağlıyorsun?” diye sordu. Kafamı ona çevirip yüzüne baktım. Acı bir tebessüm belirdi dudaklarımda. Bu hareketimle kaşları çatıldı. Uzanıp çekmecedeki kalem ve küçük defteri çıkardım, yazmaya başladım.

“Bana acıyorsun değil mi?” diye yazıp ona gösterdim. Sonunda sürekli içime oturan bu düşünceyi ona sorma cesaretinde bulunabilmiştim ama bu beni rahatlatmamıştı, aksine canımı yakmıştı.

Kaşları daha da çatılırken, “Bunu da nereden çıkardın?” dedi biraz sert bir tonda.

“Neden bana bu kadar iyi davranıyorsun o zaman? Benden nefret ederken ne değişti?” Okuduğu satırlardan sonra bir süre öylece yüzüme bakıp düşündü. Gözlerindeki ifade karmakarışıktı. Sanki bunu kendi de bilmiyor gibi bir hâli vardı. Derin bir nefes alıp gözlerini benden çekti. Birkaç saniye sessizce bekledi ve tekrar bakışlarını bana çevirdi.

“Birincisi, sana acımıyorum. Aksine çok güçlü olduğunu düşünüyorum. İkincisi ise...” dedi ve birkaç saniye durduktan sonra, “Bilmiyorum,” diye mırıldandı. İki kaşımı havaya kaldırıp ona baktım. Gözyaşlarım durmuştu. Yine yazacağım sırada elimden defteri ve kalemi alıp komodinin üstüne bıraktı.

“Hadi yat uyu, geç oldu,” dedi. İtiraz etmedim. Aşağı doğru kaydım ve yatağın içine girdim. Gördüğüm rüya yüzünden ağırlaşan bedenimi ve ruhumu daha fazla ayakta tutamayarak gözlerimi yumdum. Yiğit hâlâ sırtı yatak başlığına dayalı bir şekilde duruyordu. Belime gelen yorganı omuzlarıma doğru çektiğini hissettim. Yaptıkları beni şaşırtıyordu. Bana iyi geldiğini inkâr edemezdim.

Sabah uyandığımda belimdeki kollar ve saçlarımın arasından akıp giden nefesle donup kaldım. Yiğit şu an bana sarılıyordu ve sıcak nefesi saçlarımı okşayarak akıp gidiyor, oradan tenime ulaşıyordu. Göğsümü sertçe döven kalbimin hızı artmıştı. Sıcaklığı ve varlığı huzur veriyor, yüreğimin kuş gibi kanat çırpmasına neden oluyordu.

Yavaşça ona doğru dönüp yüzüne baktım. Kaşları her zamanki gibi çatıktı. Elimi uzatıp yeni çıkmış sakallı yanağına dokunmak istedim ama uyanır diye buna cesaret edemedim. Çok yakışıklıydı bu adam. Alnına dökülen saçlarında elimi gezdirmemek için kendimi zor tuttum. Parmaklarım karıncalanıyordu. Bu hisse dayanamayıp parmaklarımı avucumun içine gömdüm.

Dışarıdan kulaklarıma dolan kuş sesleri yeni bir günün başladığına işaretti. İçeri sızan güneş, bu adamın varlığı kadar sıcacıktı. Onunla birlikte ilk defa uyuyordum. Teninden kopup gelen erkeksi kokusunu soludum. Ferah kokusu içime işliyor, kalbimin derinliklerinden yükselen yakıcı his bedenime yayılıyordu. Daha fazla yanında olmaya dayanamayan kalbimin iyiliği için yavaşça kollarının arasından çıkıp giyinme odasına gittim. Benden önce uyanmaması iyi olmuştu çünkü bizi o hâlde görseydi yüzümün utançtan kızarmasına engel olamazdım. Evet, belime o sarılmıştı fakat ben de üzerime attığı kollarına sıkıca tutunmuştum. Küçük ellerimle onun uzun ve güçlü kollarına ahtapot misali sarılmıştım.

Geceliğimin üstünü çıkardığımda fark ettiğim şeyle yüzümde küçük bir gülümseme oluşmuştu. Geceliğim Yiğit gibi kokuyordu, kokusu üstüme sinmişti. Bez parçasını burnuma götürdüm ve derin bir nefes aldım. Gözlerim benden izinsiz kapanmıştı. Geceliğimin üstünü burnumdan çektim ve gözlerimi araladım. Kokusu kokuma karışmıştı. İçimdeki yakıcı heyecan artmıştı. Tüm bedenimi ve ruhumu yakan bir ateş vardı.

Üstümü değiştirdikten sonra yavaş olmaya özen göstererek banyoya geçtim. İşlerimi hallettikten sonra odaya girdiğimde Yiğit’in yatakta olmadığını gördüm. Giyinme odasından gelen seslerle orada olduğunu anladım.

Yüzümde silemediğim küçük bir tebessüm ve huzurlu bir ifade vardı. İkinci kata indiğimde aşağı inmekten vazgeçip Avşin’in odasına doğru gittim. İçimde güzel bir enerji vardı. Son günlerde çok üzülmüştü canım arkadaşım. Beni böyle iyi görsün de mutlu olsun istiyordum. Odasına girdiğimde hâlâ uyuyordu.

Yorgan yeri boylamış, başı ise yatağın ortasına gelmişti. Bu kız ne kadar da dağınık yatıyordu? Yüzümde oluşan sinsi gülüşle yanına biraz daha yaklaşıp yatağa atladım. Bunu yapmamla Avşin yerinden sıçrayıp bağırdı.

“Allah! Ne oluyor lan? Deprem mi tsunami mi oluyor, yoksa kıyamet mi kopuyor?” deyip bağırmaya devam etti. Elimle ağzını kapattım. Şimdi herkesi başımıza toplayacaktı bu çatlak. Bir yandan gülüyor bir yandan onu tutuyordum. Benim olduğumu sonunda fark edince önce sinirli bir şekilde baktı, daha sonra üstüme atlayıp beni yastıkla dövmeye başladı.

“Hain yenge. Bu yapılır mı? Ha! Çok korktum,” diyor, bir yandan da yastıkla bana vurmaya devam ediyordu. Gülerek ona engel olmaya çalışıyordum ama onu durdurabilmek mümkün değildi. Sonunda yorulup üstümden kalktı ve yüzüne gelen saçını üfleyerek geri itmeye çalıştı. Yüzü asıktı. Dudaklarımı birbirine bastırıp gülmemeye çalıştım, yoksa yine yastık yerdim.

Saçım başım dağılmış, birbirine girmişti. Tabii Avşin’in de benden bir farkı yoktu. Uzandığım yerden doğruldum ve onun gibi bağdaş kurarak oturdum. Avşin bakışlarını bana çevirdi. Çatık kaşları yavaş yavaş düzelince birbirimize bakıp kahkaha atmaya başladık.

“Cadı gibi görünüyorsun Arya,” dedi hâlâ gülerken. Gülmeyi anında kestim ve gözlerimi kısarak yüzüne baktım. Sanki kendisi çok farklıydı. Ayağa kalkıp masanın üstünde duran aynayı aldım ve ona doğru tutarak dağılmış hâlini görmesini sağladım. Kendi yansımasını görür görmez yüzünü buruşturdu.

“Tamam, bir tek cadı gibi görünen sen değilmişsin,” dedi. Bir anda kapı açıldı, içeri giren Yiğit, bu hâlimizi görünce bize şaşkınlıkla bakmaya başladı.

“Sesiniz ta yukarı kadar geliyor, ne yapıyorsunuz burada? Ayrıca bu saçınızın başınızın hâli ne böyle?” dedi. Avşin tıpkı küçük bir çocuk gibi eliyle beni gösterdi ve beni abisine şikâyet etti.

“Senin bu karın ben uyurken beni korkuttu, dünyam başıma yıkıldı sandım,” dedi. Ona gözlerim kocaman olmuş bir şekilde baktım. Pis görümce! Beni hemen satmıştı. Yiğit’in dudakları hafifçe seğirmeye başladı, gülmemek için kendini tutuyor gibiydi. Boğazını temizledi ve kendini toparlayarak ciddi ve ifadesiz hâline geri döndü.

“Çocuk gibi davranmayı bırakın ve kalkıp toparlanın. Çok çirkin görünüyorsunuz,” dedi ve odadan çıktı.

Avşin giden abisine hayretle baktı. “Bize çirkin dedi.” Önce onun sonra da kendi saçlarıma baktım. Yanıma bıraktığım kâğıt ve kalemi elime aldım.

“Pek de haksız sayılmaz. Şu hâlimize bak.” Avşin okuduğunda dudaklarını büktü. Onun bu tatlı hâline gülüp yanağından öptüm. Ayağa kalktım ve makyaj aynasının önündeki tarağı elime alarak arkasına geçip oturdum. Bu yaptığımla şaşırmıştı. Saçlarını yavaşça taradıktan sonra balıksırtı örgüsü yaptım. Saçlarını bitirdiğimde elini üstünde gezdirdi ve daha sonra aynadan kendine baktı. Yüzüne yakışan güzel bir gülümsemeyle bana döndü.

“Çok teşekkür ederim Arya, saçlarım çok güzel olmuş,” dedi. Omuzlarımı silkip önemli olmadığını belirttim. Tarağı elimden alıp bu sefer de o saçımı taramaya başladı.

Saçlarımı taramayı bitirdiğinde, “Seninki salık kalsın, sana böyle yakışıyor,” dedi. Başımı olumlu anlamda salladım ve giyinmesi için onu odasında bırakıp dışarı çıktım. Aşağıya indiğimde Yiğit’in korkulukların önünde telefonla konuştuğunu gördüm. Bir eli cebindeyken, diğeriyle telefonu tutuyordu. Güneş siyah saçlarına dokunuyor, üzerinde ahenkle dans ediyordu. Yumuşak görünen saçları daha da parlak bir hal almıştı. Siyah takım elbisesi ve içine giydiği siyah yeleği ona çok yakışmıştı.

Kahvaltı masası hazırdı ama henüz bizden başka kimse ortalıkta görünmüyordu. Telefonla konuşmasını sonlandırdı ve arkasını döndü. Göz göze geldiğimizde onu süzmeyi bırakıp masaya doğru hareketlendim. Ben oturmadan yanıma yaklaşan Yiğit kaşlarını çatmıştı.

“Bir daha bensiz aşağı inme, anladın mı?” dedi. Sesi biraz sert çıkmıştı. Gözlerimi kırpıştırarak ona baktım. Onu anlamaya çalışıyordum fakat bunu kesinlikle başaramıyordum. Anlaşılması zor bir insandı. Benden cevap bekleyen bakışlarını görünce şaşıran ifademin verdiği donuklukla kafamı istemsiz olumlu anlamda salladım. Neden bunu istediğini anlamamıştım. O benden önce uyanınca evden bile çıkarken ben aşağı inemiyordum. Şaşkınlığımın yerini öfke almıştı. Olanları yeni yeni idrak ediyordum.

Öfkeli gözlerimi üstüne diktim fakat o bunu görmedi ve geçip masaya kuruldu. Dengesiz herif, diye geçirdim içimden. Bir an iyiyken, bir an kötü oluyordu. Hâlbuki dün gece ne kadar da şefkatli ve sıcaktı. Yine eski suratsız, buz kütlesi hâline dönmüştü.

“Günaydın,” diyen annemin sesiyle toparlandım. Yiğit annesine karşılık verirken ben de kafamı hafifçe eğerek cevapladım. Diğerleri de gelince kahvaltıya başladık. Tabağımdakileri iştahla yerken Yiğit’in ayaklanmasıyla ona döndüm. Onu uğurlamak için peşinden aşağı indim. Bu böyle evin bir kuralı gibiydi. Halen daha babam işe giderken annem kalkar, kocasını uğurlardı.

Dış kapıya geldiğimizde ben onun yine yüzüme bakmadan gideceğini düşünürken tekrar beni şaşırtıp dengesizliğini gösterdi.

“Hoşça kal. Kendine dikkat et,” dedi ve bir süre gözlerimin içine bakıp gitti. Arkasından öylece bakakalmıştım. Havaya sesli bir nefes bıraktım ve kafamı iki yana salladım. Onun bu tutarsız hallerini düşünmekten beynimin yandığını hissettim.

Yukarı çıkacağım esnada gözlerim kilerin kapısına kaydı. O günden sonra bir kere daha korkumu yenmek için oraya gitmiştim ve bu sefer tek başımaydım. Fakat içeri girmeden, kapı ağzından içeriye bakmakla yetindim. O an artık eskisi kadar korkmadığımı anladım. Belki daha sonra cesaretimi toparlayarak tamamen içeri girebilirdim. Bunu atlatmalıydım. Bakışlarımı oradan çektim ve yukarı çıkmaya başladım.

“Arya, kızım akşama kaburga dolması yapalım,” diyen anneme kafamı olumlu anlamda salladım. Evde çalışanların olmasına rağmen annem yemek yapmayı bırakmıyordu. O da benim gibi yemek yapmayı seviyordu. Yengem ise hiçbir zaman bir şeye karışmazdı, emrinde çalıştırdığı insanlara en ufak şeylerini bile yaptırırdı. Gerçi yengemle annemi karşılaştırmam hataydı çünkü annem gerçekten çok mütevazi bir kadındı. Mutfaktaki Ayşe ablayı arkadaşı gibi görürdü. Onun bu kadar iyi kalpli olması, ona hayran olmama neden oluyordu.

Beraber mutfağa indiğimizde, “Ayşe, kaburga dolması için gerekli malzemelerimiz var mı?” diye sordu. Elindeki bezi bırakan Ayşe abla, “Var hanımım,” dedi ve başındaki renkli yazmayı düzeltti.

Feride ve Gülşen evin temizliği için yukarı çıkmışlardı. Ben ve annem kaburga dolmasını yapmaya koyulurken, Ayşe abla ve Lorin de başka çeşitte yemeklerle uğraşıyordu. Uzun uğraşlar sonunda annem ile kaburga dolmasını pişmeye verdikten sonra diğer işlere de el atmıştım. Mutfaktaki işler bitince annem biraz dinlenmem için beni odama göndermişti.

Odama çıkar çıkmaz kendimi banyoya atarak aldığım kısa duşun ardından giyinme odasına geçtim. Üstümü giyinip saçlarımı da kuruttuktan sonra yatağıma biraz uzandım. Bir süre sonra bedenim yeterince dinlenince yemek vaktinin yaklaşmış olmasıyla ayaklandım ve üstümü düzelterek odadan çıktım. Ben kapıdan çıkarken Yiğit de çalışma odasından çıkıyordu. Kısa bir an göz göze gelince Yiğit beklemeden gözlerini gözlerimden kopardı ve bir şey demeden aşağı inmeye başladı. Ben de peşinde yürüyerek yavaşlattığı adımları sayesinde ona hemen yetiştim ve beraber sofraya oturduk. Geldiğimiz süre boyunca babamın bakışları üstümüzdeydi. Düşünceli görünüyordu fakat kendini hemen toparladı. Bu hâlini anlayamamıştım.

“Afiyet olsun,” diyen babam ile yemeğimizi yemeye başladık. Göz ucuyla Yiğit’e baktığımda iştahla kaburga dolmasını yediğini gördüm.

“Ellerine sağlık anne, yine çok güzel olmuş,” dedi Yiğit.

“Gerçekten çok güzel olmuş ama bu sefer tadı daha güzel sanki anne, farklı bir şey mi kattın buna?” dedi Avşin ve bir yandan da yemekten bir çatal daha alıp ağzına götürüyordu. Biz yemekleri yaparken o da arkadaşıyla görüşmek için dışarı çıkmıştı. Benim de yaptığımdan haberi yoktu.

Annem bana bakıp gülümsedi. “Arya ile beraber yaptık, hatta hemen hemen her şeyi o yaptı. Benim katmadığım baharatları katarak yemeği zenginleştirdi.”

“Ellerine sağlık kızım, boynuz kulağı geçmiş,” diyen babama gülümsedim.

“Bence de,” diyen Avşin’di.

Annem sahte bir kızgınlıkla, “Umarım pabucum dama atılmaz,” dedi. Hepimiz gülerken babam, “Yok, hanım. Ben hâlâ senin yemeklerinin üstüne tanımam,” dedi.

Avşin, “Ooo! Kadir Ağa vurdu ve gol!” dedi sırıtarak.

“Sus kız!” dedi annem Avşin’i azarlayarak. Avşin annemi takmayarak yemeğini yemeye devam etti ama hâlâ sırıtıyordu. Annem ve babamın yıllar geçmesine rağmen hâlâ birbirlerine olan sevgi ve saygısı gerçekten hayranlık uyandırıcıydı. Bu süre boyunca hiç konuşmayan Yiğit de sessizliğini bozdu.

“Elinize sağlık,” dedi bana ve annesine hitaben.

Ben karşılığında bir tepki vermezken annem, “Afiyet olsun oğlum,” demişti.

Yemeğin ardından hep beraber sedirlere geçip otururken Yiğit de çalışma odasına gitmeyerek yanımızda oturmuştu. Üstelik yanıma oturması ve varlığını fazlasıyla hissetmem beni heyecanlandırıyordu. Dışardan sakin kalmaya çalışarak elimdeki çayımı yudumluyordum.

“İki gün sonra çok yakın bir arkadaşımın düğünü var. Düğün Diyarbakır’da. Arya ve Avşin ile yarından gidelim diyorum,” dedi Yiğit. Ben henüz haberimin olduğu bu haberle şaşırırken, beni de dâhil etmesi şaşkınlığımı iki katına çıkarmıştı.

“Ay abi çok güzel olur. Hem ben çok merak ediyordum oraları,” dedi Avşin heyecanla.

“Tamam oğlum, gidin,” dedi babam.

“Hem değişiklik olur size de. Evlendiğinizden beri Arya da buraya tıkılıp kaldı. Gezin oraları. Güzel yerdir Diyarbakır,” dedi annem de.

“Evet abi, bu yüzden erken gidelim. Çok merak ettiğim yerler var ve daha önce gitmeye fırsatım olmamıştı,” dedi Avşin.

“Tamam. Zaten yarın erkenden çıkacağız. Cihan da gelecek bizimle. O iyi biliyor oraları, bizi gezdirir,” diyen Yiğit ile Avşin’in yüzü düşmüş, yüzünden bile okunan heyecanı uçup gitmişti. Ona dikkatlice baktığımda gözlerindeki acıyı görebilmiştim. Ne olmuştu acaba? Ben merakla bunu düşünürken Avşin’in bakışları beni buldu. Acı bir ifadenin oturduğu yüzünü bir tek ben görebilmiştim. Onun bu hâli canımı yakmıştı. Avşin benim hiç sahip olmadığım kız kardeşim gibiydi. O her zaman deli dolu ve neşeliydi, acı ona yakışmıyordu.

Onunla daha sonra konuşmak için sessiz bir anlaşma yaptık. Avşin kimseye acısını belli etmeden kalkıp odasına gitti. Ben de dikkat çekmemek için biraz bekledikten sonra peşinden gittim. Odasına girdiğimde ağlıyordu. Kızarmış gözlerini bana çevirince hızla yanına giderek kollarımı bedenine sardım. Acısını almak ister gibi ona şefkatle sarıldım.

“Canım çok yanıyor Arya. Kalbim acı içinde kıvranıyor, ruhum can veriyor,” dedi acı çektiğini fazlasıyla sesine de yansıtarak.

Benim de gözlerim dolmuştu. Onu bu denli üzecek, kalbinin bu denli acı içinde olmasının nedeni aşktı, anlamıştım. Aşk acısının sebebi olan kişiyi tahmin edebiliyordum fakat neden olduğunu bilmiyordum. Bir süre ağlayıp içini dökmesine izin verdim. Ağlayışları biraz da olsa hafiflediğinde onu kendimden ayırıp cebimdeki küçük defteri ve kalemi çıkardım, yazmaya başladım.

“Anlat bana canım, anlat belki biraz rahatlarsın.”

Gözyaşlarını sildi ve karşıma geçti. “Ben... ben onu çok sevdim Arya. Herkesi karşıma alabilecek kadar çok sevdim ama o ne yaptı? Bana ihanet etti, beni kandırdı,” dedi. Gözleri tekrardan dolmaya başlamıştı.

“O kişi Cihan mı?” diye sordum. Başını evet anlamında salladı. Cihan, Yiğit’in en yakın arkadaşıydı ve arkadaşının kardeşine bunu nasıl yapmıştı? Derin bir nefes alıp anlatmaya devam etti.

“Onu ilk defa on sekiz yaşındayken gördüm. O gün ondan etkilenmiştim. İlk önce ona olan hislerimi heves veya küçük bir hayranlık sandım ama değildi. Ben ona âşık olmuştum. Abimle beraber iş yapıyorlardı ve eskiden gelen bir dostlukları vardı. O ara sık sık bize gelirdi. Ben de kalbimin onu sevmesine engel olmadım. Daha sonra birkaç kere türlü bahanelerle karşıma çıkmaya başladı ve ben de bir süre sonra kendimi ona kapılmış bir hâlde buldum. Beraberdik ama bunu herkesten gizliyorduk. Onunla aramızda sözlü bir seni seviyorum olmamıştı fakat hissediyordum. Beni sevdiğini öyle güzel hissettiriyordu ki, böyle bir şey yapma ihtimali aklıma gelmedi. Sonra bir gün abim geldi ve onun evleneceğini söyledi. O an sanki kalbimi söküp atmışlar gibi hissettim. Tarifi imkânsız bir acı sardı tüm benliğimi. Yalan dedim, inanmak istemedim. Onu aradım, açmadı ama vazgeçmedim. Üst üste aramalarıma sonunda cevap verdi. Ona doğru mu diye sordum, lütfen yalan olsun diye çok yalvardım ama bana tek söylediği şey ‘Doğru, yakında evleniyorum,’ oldu. İşte o gün ben öldüm. Bir daha nefes alamadım. Buralardan hep kaçtım, İzmir’e gittim ve onu bir daha hiç görmedim. Ta ki sizin düğününüze kadar. Şimdi ise iki gün boyunca beraber olacağız, ben buna nasıl dayanacağım,” dedi ağlayarak.

Ağlayışlarına ortak oldum, onunla acısını paylaştım ve ona tekrar sarıldığımda acısını hafifletmek istedim ama bu mümkün değildi. Aşk acısı çok can yakıcıydı. Yaşadıkları çok zor şeylerdi ama o her şeye rağmen acısını gizleyip gülüyor, güldürüyordu. Gerçekten çok güçlü bir kadındı.

“Sonra duydum ki karısı hamile ve doğumda ölmüş. Şu an ise bir kızı var.”

Nasıl büyük bir acı çektiğini sesinden anlayabiliyordum. Acısı kalbinden koparak dilinden dökülüyordu. Onu bu denli yaralayan bir acı beklemiyordum ama anladığım bir şey var ki, Avşin hâlâ bu adamı seviyordu. Eğer sevmeseydi bu kadar canı yanmazdı. Kalp kırılsa da sevmekten vazgeçmiyordu, tıpkı Avşin gibi, tıpkı benim gibi…

Avşin başını dizlerime koyunca saçlarını okşamaya başladım. Şefkatle gezindim ipek gibi olan saçlarının arasından. Yarım saatin ardından uyuyakalmıştı. Başını yavaş olmaya özen göstererek yastığa bıraktım. Yanağına küçük bir öpücük bırakıp odasından çıktım. Aklımdaki Avşin ile birlikte odama gelmiştim.

Odaya girdiğimde Yiğit’in kanepeye yatağını kurduğunu gördüm. Dizlerinin üstündeki bilgisayarıyla uğraşıyordu. Kafasını kaldırıp bana bakınca kaşları çatılmıştı. Üstümü değiştirmek için giyinme odasına gidecekken sesini duydum.

“Sen ağladın mı?” Başımı hayır anlamında sallayıp gözlerimi kaçırdım. Yüzü sertleşmiş kaşları daha da çatılmıştı. Cevabım ona yetmemiş olacak ki ayağa kalktı ve gelip tam karşımda durdu. “Neden ağladın? Ne oldu?” diye sordu bu sefer. Ne diyecektim şimdi? Kardeşin aşk acısı çekiyor ve ben onun derdini dinleyip ağladım mı diyecektim?

Anlatamazdım. Avşin onun kardeşiyse, Cihan da dostuydu ve anladığım kadarıyla dostuna değer veren biriydi Yiğit. Olanları öğrenmesi her ikisi için de iyi olmazdı.

“Hayır, ağlamadım,” diye yazıp ona gösterdim. Yalan söylediğimi anlamamasını umdum.

“Peki neden gözlerin kızarmış?” diye sordu, inanmamıştı. Parmaklarıyla çenemden tutup gözlerine bakmamı sağladı. Tutuşu yumuşaktı ve iç gıdıklayıcıydı. Tam bir şey diyeceği sırada telefonu çalmıştı. Cebinden çıkardığı telefonunun ekranına baktı ve benden uzaklaştı. Yiğit konuşarak odadan çıkınca rahat bir nefes almıştım. Çıkmadan önce, “Efendim Cihan,” demesiyle kaşlarım çatıldı.

Cihan’ın nasıl biri olduğunu bilmiyordum ama Avşin’i üzmesinden dolayı ona karşı bir ön yargım oluşmaya başlamıştı. Yiğit tekrar odaya gelmeden ve bana sorular sormadan hemen üstümü değiştirip yatağa girdim ve gözlerimi yumdum. Yoksa sorularından kurtulamazdım.

Sabah erken kalkmış, hemen hazırlanıp yolla koyulmuştuk. Önce Cihan’ı almak için şehir merkezinin içine girip, lüks sitelerin olduğu bir yerde durduk. Apartmanın önünde bizi bekleyen Cihan, geldiğimizi görünce bize doğru yürüdü. Arabaya bindiğinde Yiğit ile selamlaşıp bize de merhaba demeyi ihmâl etmedi. Ama Avşin onun tarafına ne bakmış ne de ona cevap vermişti. Yollar akıp giderken beyler sessizdi, Avşin ise kulaklığını takmış, gözleri kapalı bir şekilde başını cama dayamıştı. Acı çekiyordu. Bunu biliyordum ama elimden bir şey gelmiyordu.

Cihan’a karşı öfkeyle dolup taştım. Nasıl yapardı bunu Avşin’e? Hiç mi düşünmedi onun nasıl acı çekeceğini? Henüz Mardin’den çıkmadan Yiğit arabayı durdurdu ve marketten bir şeyler almak için arabadan indi. Ben de Avşin’i biraz dışarı çıkardım ve hava alıp kendine gelmesini bekledim. İyi görünmüyordu ve biraz toparlanması lazımdı. Arabadan az da olsa uzaklaşmıştık. Avşin temiz havayı içine çekti ve gözlerini yumdu. Gözlerini açtığında ise daha toparlanmış görünüyordu.

“Merak etme, iyiyim. Daha önce atlattım, yine atlatırım,” dedi. Sesi kendinden emin çıkmıştı. Başımı sallayıp burukça gülümsedim. Atlatırdı, biliyordum, o çok güçlüydü ve duygularını iyi kontrol edebilen biriydi. Fakat kalbi de atlatabilecek miydi veya vazgeçecek miydi? Sanmıyordum. Kendimden biliyordum. Beraber arabaya doğru geldiğimizde Cihan’ın arabaya yaslandığını gördüm. Yiğit ise hâlâ gelmemişti. Geldiğimizi fark eden Cihan bakışlarını Avşin’in üstüne sabitlemişti. Sanki onun bakışlarında da acı vardı ama bunu çok kısa bir an gördüğüm için emin olamadım. Duygularını hemen gizlemişti. Avşin’e baktım, ondan tarafa hiç bakmadan gidip arabaya bindi. Cihan ise gözlerini yumup yumruklarını sıkmıştı.

Cihan hâlâ Avşin’e karşı bir şeyler hissediyor gibiydi ama sevseydi sevdiğine bunu yapar mıydı? İşte tam da burada kafam karışmıştı. Ben de Avşin’in peşinden arabaya bindiğimde çok sürmeden Yiğit de gelmişti. Yiğit elindeki poşeti bana uzattı. Poşeti elinden alırken elim eline değmişti. Aramızda oluşan o kıvılcımı yalnız ben hissetmiş olamazdım değil mi?

Gözlerimin içine baktı, sanki içimi okumak ister gibi bakıyordu. Siyahlarındaki yoğunluğa daha fazla dayanamayan kalbimle birlikte bakışlarımı ondan kaçırdım. Poşeti kucağıma bırakıp içinden Avşin için bir şeyler çıkarıp ona uzattım.

Sabah kahvaltı yapmadan çıkmıştık ve bu atıştırmalıklar biraz da olsa midemizi yatıştırırdı. Avşin elimdeki bisküviyi alıp yemeye başladı. Yiğit ve Cihan’a da uzattığımda istemediklerini söylemişlerdi. Omuz silktim, onlara uzattığım paketten bir bisküvi alıp ağzıma attım.

Yaklaşık bir buçuk saat sonra Diyarbakır’a varmıştık. Cihan bizi önce Hasan Paşa Hanı’na götürdü, orada güzel bir kahvaltı yapmıştık. Önümüze yok yok denilecek türden bir kahvaltı gelmişti. Bugün bütün günü gezmeye ayıracaktık. Kahvaltıdan sonra Cihan’ın rehberliğinde gezmeye başladık. Söylediğine göre annesi buralıydı ve hep buralara geldiği için her yeri iyi biliyordu.

Diyarbakır turumuza surlarla devam etmiştik, ardından da Hevsel Bahçeleri, Gazi köşkü ve Behram Paşa Konağı’na gittik. Burası çok güzel bir yerdi. Eski, tarih kokan yerler ve şehrin havası insanı büyülüyordu. Gezmeye acıktığımız için ara vermiştik. Cihan bizi yemek yemek için buraların en meşhur ciğercisine getirmişti. Pek ciğer sevmesem de yemiştim ve gerçekten tadı çok güzeldi. Daha sonra üstünü kadayıf tatlısıyla tamamlayıp turumuza devam ettik. En son akşamüstü On Gözlü Köprü’ye geldik. Üstünde bir tur attıktan sonra çay bahçesinde oturup o güzel manzarayı izledik. Avşin biraz olsun iyi görünüyordu. Gezmek ona iyi gelmişti. Bazen Cihan’ın ona kayan bakışlarını yakalıyordum ama Avşin o yokmuş gibi davranıyordu.

Çaylarımızı içerken duyduğumuz davul zurna sesiyle bakışlarımız On Gözlü Köprü’nün üstüne kaymıştı. Bir yandan halay çeken gençler, bir yandan da köprüde gezip fotoğraf çeken insanlar vardı. Cihan’ın anlattığına göre burada her zaman davul zurna bulunurmuş. Yavaş yavaş karanlık çökerken biz de ayaklandık ve Cihan’ın buradaki evine geldik. Yine lüks bir sitedeydi. Gün içinde çok yorulmuştuk ve bir an önce dinlenmek istediğimizi söyleyince Cihan önce Avşin’e odasını göstermiş, daha sonra Yiğit ile kalacağımız odamızı da bize gösterip gitmişti.

Yiğit, elindeki hazırladığım küçük çantayı yatağın üstüne koydu. İçinden geceliğimi çıkarıp banyoya geçtim. Ben çıktığımda aynı şekilde Yiğit girmişti. Odada çift kişilik bir yatak, dolap ve çekmeceler vardı. Kanepe veya yere serecek bir şey olmadığından mecbur beraber yatacaktık. Bu düşünceyle beraber gerilmiştim. Ellerimi birbirine kenetleyerek sıktım. Beraber ilk defa uyumayacaktık ama o zaman gördüğüm kâbus yüzünden yanımda kalmıştı. Ben ayakta durmuş bunu düşünürken Yiğit’in sesiyle irkildim.

“Burada kanepe veya koltuk yok. Mecbur aynı yatakta yatacağız,” dedi o da benim gibi.

Başımı olumlu anlamda sallayıp yatağın içine girdim. Sırtım ona dönük bir şekilde yattım. Bir süre sonra yatağın çökmesiyle onun da yatağa girdiğini anladım. Kalbim hızlanmış, göğsüme sığmaz olmuştu.

Geçen gece beraber uyuduğumuzda ben erkenden uyuyakalmıştım ve kafamın çok da yerinde olduğunu söyleyemezdim. Fakat şu an arkamdaki varlığını düşünmek ve hissetmek uyumamı engelliyordu. Yiğit’in uyuduğunu düşünerek yataktan sessiz olmaya çalışarak kalktım. Bir tane uyku ilacı içsem iyi olacaktı, yoksa uyuyamayacaktım. Güne şişmiş gözlerle ve yorgun bir bedenle başlamak istemedim.

Çantamın içinden ilacı çıkardım ve kapağını açıp bir tane alacağım esnada Yiğit’in, “Ne yapıyorsun orada?” demesiyle irkilerek ilacı elimden düşürdüm. Kutunun içinde kalan birkaç tane ilaç yere saçılmıştı. Yiğit ayaklandı ve az önce yatağa girmeden önce kapattığı ışığı açıp yanıma geldi.

Yeren düşen kutuyu eline alarak “Ne bu?” diye sordu. Bakışlarımı göğsüne sabitledim ve dudağımı dişlemeye başladım. “Arya!” diyen sert ve uyarı dolu sesini duyunca bir kere daha irkildim. Yakınımda olan çantamdan konuşmak için gerekli olan malzemelerimi çıkardım.

“Kâbuslardan sonra çoğu zaman uyuyamadığım için uyku ilacı alıyorum. Kâbusları görmeme engel olamasa da en azından izlerini hemen atlatmam için rahat uyumamı sağlıyor,” diye yazıp ona gösterdim.

Yiğit okuyunca sert ifadesi değişerek yumuşadı. “Ne görüyorsun o kâbuslarda?”

Bakışlarımı Yiğit’in yüzüne çevirdim ve gözlerinin içine baktım. Dudaklarımda acı bir gülümse oluşmuştu, gözlerim de dolmaya başlamıştı.

“Ailemin öldürüldüğü o günü. Kâbuslar üstünü örtmeme, biraz da olsa unutmama izin vermiyor.” Gözümden akan küçük yaş yere düşmeden Yiğit parmak uçlarıyla yakalamış ve silmişti. Sıcak eli sıcak gözyaşıma karışmıştı. Tenime dokunan eli, ruhumun parçalarını bir araya getiriyordu. Bana şefkat gösteriyordu, bunun farkındaydım.

İlk baştaki öfkesi ve soğuk tavırları artık yoktu. Hâlâ duygularını açıkça göstermese de eskisi gibi uzak değildi. Bir şey demedi, varlığıyla, gözleriyle yanımda olduğunu bana hissettirdi. Fakat gözümün önüne gelen şeylerle ani bir şekilde ondan uzaklaştım. Bana dilsiz demesi, yükümsün demesi bir ok gibi zihnimden koptu ve kalbime saplandı. Ben ne kadar üstünü kapatsam da olmuyordu, aklımdan çıkmıyordu. Kalbimin yaraları iyileşmiyordu.

Bana olan yakınlığından dolayı bazen unutsam da, aklımdan çıksa da sonra o anlar tekrar zihnime dolmaya başlıyordu. İnsan neden kendine yapılanları hemen unuturdu ki? Kin tutamayanlar mı hep unutmaya mahkûmdu? Yoksa kalplerin artık kırılmaya alışmasından mıydı bu unutmalar? Hani alıştığın bir şeyin hissini de bir süre sonra unuturdun ya, bu da öyle bir şey miydi?

Yiğit ondan uzaklaşmama bir anlam veremeyerek baktı. Arkamı dönüp yatağa girmek için hareketlendim. Gözlerimin içinde asılı duran yaşlarımın akmasına izin vermedim ve onları geldiği gibi geri gönderdim. Tekrar yatağa girdiğimde yine ona sırtımı döndüm. Anlamış mıydı bilmiyordum ama birkaç saniye sonra onun da yatağa girdiğini hissettim fakat o uzanmamıştı. Sadece oturdu.

Bakışlarını sırtımda hissetsem de umursamadım ve gözlerimi yumdum. Alamadığım ilaç yüzünden düşüncelerle dolu geçecek bir gecenin daha huzursuz olacağını biliyordum.

Sabah uyandığımda belimde yine Yiğit’in kolları vardı. Üstelik ben de kollarımı beline dolamıştım. Uyurken nasıl bu hâle geliyorduk anlayamıyordum ve bu iki olmuştu. Ben yine o uyanmadan kollarından çıkmayı düşünürken geç kalmıştım. Gözlerini açmış bana bakıyordu. Çok yakın duruyorduk ve nefeslerimiz birbirine karışıyordu. Belimden daha sıkı tutup sanki çok yakın değilmişiz gibi beni kendine biraz daha çekmişti. Bunu yapmasıyla sertçe yutkundum. Siyah gözleri içime işleyecek bir yoğunlukta bakıyordu.

Kendime gelip olduğumuz pozisyonu hatırlayınca, aceleyle kollarından çıkmak için hamlede bulunmuştum ki birden ne olduğunu anlamadan sırtım boşluğa denk gelmiş, yataktan düşmüştüm. Tabii o esnada beni tutmaya çalışan Yiğit de üstüme düşmüştü. Gözlerim kapalı bir şekilde ve dudaklarımın üstündeki sıcaklıkla donup kalmıştım.

Kalbim göğüs kafesimi dövüyordu, bedenim onun bedeninin altında eziliyordu fakat bu beni rahatsız etmiyordu. Ondan kaçtıkça neden ona geri çekiliyordum? Aramızda sanki görünmez bir ip vardı ve birbirimizden uzaklaşmamıza izin vermiyordu. Zamanın durduğu o an, soluklarımın da durduğunu hissettim. Dudaklarımın üstünden hâlâ çekilmeyen dudaklar, nefessiz kalan ciğerlerimi zorluyordu. Yavaşça gözlerimi açtım ve bana çok yakın olan o siyah gözlerin içine baktım. O da şaşkındı. Bunu beklemediği açıktı. Fakat birkaç saniye sonra Yiğit’in dudakları hareket etmeye başlamıştı. Gerilmiş, kaskatı kesilmiştim.

Beni öpüyordu!

Harekete geçen dudaklarıyla gözlerim kendiliğinden kapanmıştı, kalbim kendi göğsümü de geçerek onun göğsüne vurmaya başlamıştı. Bunu hissettiğine emindim. Beynim işlevini unutmuştu. Ölecek gibi hissediyordum. Bana yabancı olan bu durum karşısında ne yapacağımı bilmiyordum.

Yiğit, dudaklarını dudaklarımdan ayırdığında gözlerim yavaşça aralandı. Siyah hareleri daha da koyulaşmıştı. Beynim tekrar işlevine kavuşunca olanları idrak etmiştim. Yanaklarım kızarmaya başlamıştı, şaşkın bakışlarımı gizleyemiyordum. Elini yanağıma koydu ve yumuşak bir dokunuşla tenimi okşadı.

“Arya,” dedi Yiğit fısıltıyla. Sesinde anlamını çözemediğim bir tını vardı. Biraz daha yaklaştı ve yüzünü boynuma gömdü. Donup kalan bedenimi hareket ettirecek gücü kendimde bulamıyordum. Dudaklarım uyuşmuş gibiydi, onları bile hareket ettiremiyordum. Tenimdeki sıcaklık giderek yükselmeye başlıyordu. Bu Yiğit’in üzerimdeki bedeninden mi kaynaklanıyordu yoksa içimi saran aşk ateşinden mi, anlayamadım.

 

Bölümü nasıl buldunuz?

Avşin ve Cihan hakkındaki düşünceleriniz neler?

Sizce ne olmuş olabilir?

Arya ve Yiğit'in ilişkisini beğeniyor musunuz?

Yorumlarınızı ve oylarınızı bekliyorum canlarım.

Görüşmek üzere.....

Bölüm : 30.11.2024 19:35 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...