15. Bölüm

15. Bölüm: "Kalbe Batan Kırıklar"

Yusra Ergün
ysraergn

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sosyal medya hesaplarıma bekliyorum;)

 

Instagram: yusraergn

 

Tiktok: yusraergunkitaplari

 

Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayınızzzz.

 

Keyifli Okumalar☘️

 

15. Kalbe Batan Kırıklar

 

Avşin’den

Yarı yolda bırakılmak mı daha acıydı yoksa ihanet etmek mi? Buna karar vermek zordu çünkü ikisi de acı veriyor, can yakıyordu. Seversin, inanırsın, bağlanırsın ama o ne yapar? Seni yarı yolda tek bir açıklama dâhi yapmadan bırakır, arkasına bile bakmadan çekip giderdi. Hiçbir zaman acımı belli etmeyerek içimde gizledim fakat içimdeki acı hiç dinmedi, aksine hep daha da büyüdü. Kimse görsün istemedim, gizledim, unutmaya çalıştım ama yapamadım, unutamadım. Sadece acısına alıştım, tıpkı yokluğuna alıştığım gibi. Hani bir yeriniz kesilir ve bir süre sonra o acıya alışırsınız ya, işte benimki de öyleydi. Acı derinleşti, ben alıştım, acı her gün büyüdü ama bastırdım. Fakat onu gördüğüm an bastırdığım acı gün yüzüne çıktığında, alıştığım o acı daha da dayanılmaz bir hâle gelmişti.

Diyarbakır’a giderken onu görmezden gelmiş, ondan uzak durmuştum. Bazen bakışlarını üstümde hissediyordum ve o an gözlerimiz kesişiyordu. Gözlerinde acı, aşk ve özlem görür gibi oluyordum ama beynimin yanılması diye düşünüp bu düşünceyi kafamdan atıyordum. Onun evinde, onunla aynı çatı altında olmak oldukça zordu. Sabah herkesin kalkmasını bekliyor, öyle çıkıyordum odadan. Onunla karşılaşmak, tek kalmak istemiyordum. Korkmuyordum veya kaçmıyordum, sadece abimin de olduğu bu evde kendime hâkim olamayıp olası bir tartışma çıksın istemiyordum. Kına gecesi devam ederken bir ara kalabalıktan sıyrılıp hava almak için dışarı çıktım ve bir süre sonra onun sesiyle olduğum yerde çakılı kaldım.

“Asim.” Gözlerimi kapatıp aklıma gelen anıları yok etmeye çalıştım. Bana hep Asim derdi ve yıllar sonra bunu duymak, uslanmaz kalbimi hızlandırmıştı. Arkamı dönmedim. Dönmek, yüzünü görmek istemedim. Bana doğru geldi ve tam koluma dokunacağı an kendimi geri çekip ona dönmek zorunda kaldım. Bugüne kadar kişiliğime ve gülen yüzüme zıt olan soğuk ve ifadesiz bir yüzle ona baktım. Gözlerimin içine bakıyor, orada hâlâ bir şeyler arıyordu. Fakat boşunaydı. Artık o eski Avşin yoktu.

“Asim değil, Avşin benim adım. Hani hatırlarsan,” dedim, yüzüm kadar sesim de soğuktu.

Yüzünde beliren acı bir gülümsemeyle bana bakıp, “Unutmadım ki,” dedi.

“İyi,” deyip yanından geçeceğim sırada kolumdan tutmuş, buna engel olmuştu. Tuttuğu yer sıcaklığıyla yanıyor, karıncalanıyordu. İtiraf edemesem de özlemiştim. Kendimi kaybedeceğimi fark edince toparlanıp kolumu elinden kurtardım.

“Avşin, yapma lütfen,” dedi acı çeken bir sesle.

Neyi yapmayayım, her şeyi o yapmamış mıydı? Ne istiyordu şimdi bu adam benden? Hiçbir şey olmamış gibi boynuna atlamamı mı?

“Ben bir şey yapmadım,” dedim. Bu cümlem birçok anlam içeriyordu. Sen yaptın, ben değil, demek de dâhildi ve kendisi de farkındaydı. Anlamıştı.

“Beni affetmeyeceksin,” dedi, sanki bunu kendi kendine söylüyor gibiydi.

“Affetmeyeceğim,” dedim tüm acımasızlığımla. “Kızın nasıl?” dedim dışım duygusuz ama içim yanarken.

“İyi,” dedi bakışlarını kaçırarak.

“Sana bir şey söyleyeyim mi?” dedim, merakla yüzüme baktı. Ona bir adım daha yaklaşarak, “Kızını her gördüğün an aklına seni asla affetmeyeceğim gelsin,” dedim ve onu arkamda bırakarak yanından uzaklaştım.

Gözlerim dolmuştu ve ağlamamak için kendimi çok zor tutuyordum. Gözlerinde gördüğüm acı benim de canımı yakmıştı. Ne olursa olsun hâlâ onu seviyordum ve onun canının yandığı her an benim de canım yanıyordu. Zaten sevmek böyle bir şey değil miydi? Sevdiğinin canının yandığını hissettiğin zaman, kendi canının da yanmasına engel olamıyordun. Ama anlamadığım bir şey vardı, bunu o istedi, bir başkasıyla evlenerek beni bırakan oydu, peki neden acı çekiyordu? Pişman mı olmuştu yoksa vicdan mı yapıyordu, bilmiyordum. Aklımda birçok soru vardı ve bu beynimi yoruyordu. Ayrıca burası yeri değildi. Sanırım şimdilik düşünmeyi bırakmak en iyisiydi.

 

Arya’dan

Diyarbakır’dan döneli üç gün olmuştu. Bu üç günde aramıza olduğundan daha fazla mesafe girmişti. Bu mesafenin sebebi ise bu sefer, ben ve kalbime batan kırıklarımdı. Daha fazla acılarını görmezden gelememiştim. Kırgındım ve canım çok yanıyordu. Üstünü uzun bir süredir kapattığım acılar, beynimin içinde bas bas bağırmaya başlamıştı. Kulağıma gelen kalbimin acı çığlıklarını elimle bastırmamak için kendimi zor tutuyordum. Buna rağmen geçmeyeceğini de biliyordum. O günden sonra yüzüğü parmağıma tekrar takmıştım. Bana bu yüzük yüzünden sinirlenmiş, kızıp bağırmıştı. “Bana karım değilsin yüksün,” diyen adam, şimdi de bana “karımsın ve ona göre davranmak zorundasın,” diyordu. Beni karısı olarak görmeyen oydu. Sırf yüzüğü çıkardım diye karısı mı olmuş oldum? O gün neden bu kadar sinirlendiğini de anlamamıştım, yüzüğü çıkarmam neden bu kadar sorun olmuştu, bilmiyordum. İçimde ona karşı kırgınlıkla birlikte öfke de vardı. Yaptıklarını telafi etmeyerek bana yakınlaşmasına artık dayanamıyordum. Oturduğum terasta kafamı masmavi olan ve beyaz bulutlarla süslenen gökyüzüne kaldırdım. Güneş bulutların ardına saklanmıştı, sanki bulutlara sığınmış gibiydi.

Yüzüme doğru esen ve tüm bedenime yayılan rüzgâra bıraktım kendimi. Keşke kendiyle beraber tüm acımı ve dertlerimi de götürseydi. Burnuma dolan koku ile gözlerimi kısa bir an kapatıp açtım. Arkamdaki varlığını hissedebiliyordum. Bir süre ben manzarayı, o ise beni izledi.

“Arya,” dedi sonunda sessizliği bozarak.

Bu bir haftada onunla hiç konuşmamıştım. O da bana uyarak sanki ondan kaçtığımı anlamış gibi kendi köşesine çekilmişti ve bana yaklaşmamıştı. Ona dönmek istemedim çünkü gözlerine bakarsam yine her şeyi unutur, ona kapılıp giderdim. Hâlâ hareketsizce durduğumu görünce, ben istemesem de o kolumdan tutup beni kendine çevirdi ve elini çeneme götürüp göz göze gelmemizi sağladı. Ben ona bakmak istemiyordum ama o, ona bakmam için diretiyordu. Gözlerindeki derin bakışları çözemiyordum. Bakışları soğuk değildi ama karışıktı ve ben anlayamıyordum. Elini çenemden çekip yanağıma koydu ve usulca okşadı. Gözlerimi kapatmamak için büyük bir savaş verdim.

Dokunuşu beni benden alırken kendimden geçmek üzereydim. Kafamı geriye doğru çektim ve ondan uzaklaşmak için hareketlendim fakat o buna yine izin vermedi. Bugün beni yakınında tutmaya yeminli gibiydi.

“Dur, gitme,” dedi hafif telaşlı sesiyle.

Gözlerimi gözlerine dikip siyah derin bir kuyuyu andıran harelerine baktım. İfadem donuk, gözlerim ise hiçbir duyguyu barındırmıyordu. Elimi elinin içine almasıyla kısa bir şaşkınlık yaşadım fakat kendimi hemen toparladım. Büyük avucunun içinde küçük kalan elime baktım. Kaşlarım çatılmıştı. Bana dokunması her ne kadar beni heyecanlandırsa da ben bunu istemiyordum. Canımı yaktığının farkında değil miydi? Yaptıklarına bir anlam veremedim. Parmağımı sıkan alyansımı yavaşça çıkarmaya başladı. Yüzüğün elimden çıkmasıyla yara olan parmağım rahatlamıştı.

Yiğit yaranın üstünde parmaklarını gezdirdi, okşadı ve sanki şifa olmak ister gibi dokundu. Nereden çıkardığını anlamadığım bir kutuyu açtı ve içindeki kremi parmağıma sürmeye başladı. Bunları yaparken avucunda duran elimi bir saniye olsun bırakmamıştı. Gözümü kırpmadan onu izliyordum. Neden hâlâ elimi elinin arasından çekip gitmiyordum? Bana engel olan âşık kalbim miydi? Yiğit parmağıma kremi sürmeyi bitirdi ve kafasını kaldırıp yüzüme baktı.

“Bu krem yaraya iyi gelecek ve bir iki güne geçecektir,” dedi. Peki kalbimdeki yaralar ne olacak sevdiğim, onlar nasıl geçecek? Ya da geçecek mi? Bunları içimden söylerken aslında ona sormayı ne çok isterdim. Ceketinin cebinden bir başka kutu çıkardı ve daha sonra açıp bana gösterdi.

“Bu yeni yüzüğün, diğerini takma artık,” dedi ve yüzüğü çıkarıp zaten avucunun içinde olan elimin parmağına taktı. Şaşıran ifademi bu sefer yüzümden silip atamadım. Bana yüzük mü almıştı? Parmağımın içinde parlayan alyansa baktım. Diğerinin aynısıydı fakat artık parmağımı sıkmıyordu. Bu yüzük neden birdenbire bana anlamlı gelmeye başlamıştı ki şimdi? Diğer yüzükten bir farkı yoktu işte. İlk başlarda sesini kıstığım mantığımın yerine bu sefer kalbimin sesini kıstım. Hayır, bu sefer olmazdı. Daha fazla ona kapılamazdım. Daha ne kadar kapılacaksın, diyen kalbimin sesini yine duymazdan geldim. Yiğit’in elime bir yüzük takmasını hiçbir zaman hayal etmemiştim fakat kırıklarımla birlikte taktığı bu yüzüğün de böyle olmasını hiç beklememiştim. Gözlerimin içine dikkatlice bakıyordu ve orada bir şeyler arıyordu. Ardından derin bir nefes alıp konuşmaya başladı.

“Biliyorum, seni çok kırdım, hak etmediğin sözler söyledim. Bunlar için senden özür dilerim.”

Bir kere daha şaşırmıştım. Gözlerinde açıkça gördüğüm şey pişmanlık mıydı? Ama Yiğit hiçbir zaman gözlerine duygularını asmazdı ki, o hep duygularını ördüğü duvarlarının arkasına gizlerdi. Gözlerim buna inanmakta zorluk çekiyordu.

“Öfkeliydim. Babama, anneme, sana, herkese. Hayatım boyunca evlenmek istemedim. Babamın beni zorlaması öfkelenmeme ve bunu senden çıkarmama neden oldu. Sana kötü davrandım, kırdım, ağır şeyler söyledim ama öfkem gözümü kör etmişti. Elbette bu bir bahane olamaz ama farkında olmadan ağzımdan çıkanlar için sonradan çok pişman oldum.”

Cebimde duran kalem ve küçük defteri çıkarıp yazmaya başladım. “Kendince haklısın belki ama benim de senden bir farkım yoktu, ben de senin gibi baban, babam ve amcam için kabul ettim ama sen sadece beni suçlu görüp öfkeni benden çıkardın.” Ben de onun gibi büyüklerin isteğiyle evlenmiştim. Evet, onu seviyordum, belki bir nevi bundan da kaynaklıydı onunla evlenmem ama sevmeseydim de bu değişmeyecekti. Bu evlilik yine de kaçınılmaz olacaktı. Gözlerimin dolmaması için öfkeme sığındım. Onun karşısında güçlü durmak için çabaladım.

“Haklısın, herkese olan öfkemi senden çıkardım. Çünkü sen evliliğimin kanıtı olarak sürekli yakınımdaydın, bu beni öfkelendiriyordu ve öfkem dilimi bir hançer gibi keskinleştiriyordu. Özür dilerim tekrar,” dedi.

İlk defa bana içini döküyordu. Ayrıca bununla da kalmayıp benden içten bir şekilde özür diliyordu. Bu benden ikinci özür dileyişiydi ama bu sefer gerçekten samimi görünüyordu, gözleri pişmanlık kıvılcımlarıyla parlıyordu. Ne diyeceğimi bilemedim. İlk defa düzeltmeye çalıştığı hataları karşısında onu hemen affedemezdim, o sözleri unutamazdım ama ona bunun için bir şans verebilirdim. Herkes ikinci bir şansı hak ederdi fakat bundan fazlasını ona veremezdim. Önce kalbimin iyileşmesi gerekiyordu. Kendimi korumalıydım, yoksa kalbim ona kapılmaya her zaman gönüllü ve istekliydi.

Aynı hatalar, aynı acılar tekrar edilirse eğer, bir daha ona verecek bir şansım da kalbim de olmazdı. Belki kalbimin kırıklarını hemen toparlayamayacaktı ama kalbimin iyileşmesi için bir başlangıç olabilirdi. Gözlerime hâlâ pişmanlıkla bakıyordu ve bunun yanında benden bir karşılık bekliyordu. Hafif bir tebessümle özrünü kabul ettiğimi gösterdim. Karşılığında ondan da yüzüne yakışan bir tebessüm aldım. Küçük de olsa bu tebessüm gözlerine ulaşmıştı, sıcacık bakıyordu. Ona gülmek gerçekten yakışıyordu.

Yine elimi avucunun içine aldı. Sahiplenici tutuşu bırakmak istemiyor gibiydi. Yiğit’in yüzünün bana doğru yaklaştığını gördüm. Beni yine öpeceğini düşünmek kalbimin hızlanmasına, nefesimin sıklaşmasına neden olmuştu. Aramızda çok az bir mesafe kala kendimi geri çekeceğim sırada bana yardımcı olan telefon sesiyle irkilip ondan uzaklaştım. Ağzının içinde homurdanmasını duydum ama ne dediğini anlamadım. Az önce beni yine öpecek olması yanaklarımın alev gibi yanmasına sebep olmuştu. Üstelik ilk başta ben de istemiş, kendimi buna hazırlamıştım ama ona şu an bir şanstan fazlasını vermemem gerektiği aklıma düşünce kendimi geri çekmek istemiştim. Oldukça zorlandığımı itiraf etmeliydim çünkü onun çekimine girdiğim an tıpkı bir mıknatısın metali çekmesi gibi ona çekiliyor ve buna engel olamıyordum. Kaşları çatık bir şekilde cebindeki telefonu çıkardı ve ekrana baktı. Ekrandaki isim her kimse kaşları normal hâline dönmüştü. Sonunda ısrarla çalan telefonunu açıp kulağına dayadı.

“Efendim Hale,” dedi. Hale de kimdi?

“İyiyim, sağ ol. Sen nasılsın?”

“Tamam, geldiğin zaman haber ver, seni almaya gelirim,” dedi ve sanırım karşı taraftan aldığı onayla vedalaşıp telefonu kapattı. Bakışları bana dönünce onu merakla izlediğimi yakalamıştı, gözlerimi kaçırdım fakat beynimdeki sorular içimi kemirmeye başlamıştı. Kimdi bu kadın ve nereye geliyordu? En önemlisi de Yiğit onu neden almaya gidiyordu? Sormak istiyordum ama buna cesaretim yoktu. Yiğit’ten beklemediğim açıklamayla kafam hızla ona dönmüştü.

“Hale benim üniversiteden arkadaşım. Uzun zamandır şirkette olan sorunlar için yakında buraya gelecek.” Ona anladığımı belirtircesine kafamı olumlu anlamda salladım. Benim yanlış anlamamam için açıklama yapması hoşuma gitmişti. Daha öncesinde onu yanlış anladığım için buna gerek duymuş olmalıydı.

“Hadi aşağı inelim, yemek hazır olmuştur,” dedi. Beraber aşağı inip hazır olan masaya geçip oturduk. Herkesin gelmesiyle başladığımız yemek boyunca benim aklım gelecek olan kadındaydı. Yiğit her ne kadar üniversiteden arkadaşım dese de yine de merak ediyordum, içimdeki huzursuzluğu engelleyemiyordum. Yanımda oturan Avşin’e baktım. Ona sormayı düşündüm fakat onun hâlini görünce vazgeçtim. Morali bozuk görünüyordu, o düğün gününden bu yana hep bu ruh hâlindeydi. Duygularını her daim iyi gizlerdi ama sanırım tekrar Cihan’ı görmek ona ağır gelmişti. Ona baktığımı anlamış olacak ki kafasını bana doğru çevirdi. İşte o zaman yine gözlerindeki acıyı gördüm. Benden saklamıyordu artık.

“Yemekten sonra konuşalım mı?” diye yazıp ona gösterdim.

Kafasını olumsuz anlamda sallayıp, “Kendimi çok yorgun hissediyorum, yatacağım hemen ama yarın konuşuruz. Benim de ihtiyacım var,” dedi. Onu onaylayıp önüme döndüm. Avşin’i böyle görmeye alışık değildim ve bu canımı sıkıyordu. Yemekten sonra Kadir amca odasına dinlenmeye çekilmişti. Yiğit de çalışma odasına giderken biz hanımlar kalmıştık. Kahveleri getiren Lorin herkese dağıtmıştı fakat tepside son bir kahve kalmıştı.

“Arya, Yiğit’e sen kahvesini götürür müsün kızım?” diyen anneme kafamı olumlu anlamda salladım. Bunu neden benden istemişti anlayamamıştım. Kahveyi Lorin de götürebilirdi fakat annem benden istemişti. Çok da üstünde durmayarak, tepsiye gerek duymadan kahve fincanını elime aldım ve çalışma odasına kapanan Yiğit’e götürmek için yukarı çıktım. Kapıya geldiğimde iki defa tıklattıktan sonra içeriden ‘gel’ diyen Yiğit’in sesini duyunca içeri girdim. Elimdeki kahveyi gösterip ona doğru gittim. Ne olduğunu anlamadan bir anda ayağım halıya takılmıştı ve elimdeki kahve de Yiğit’in masasındaki kâğıtların üstüne dökülmüştü.

“Ne yaptın sen!” diye bağırdı birden. Olayın verdiği şokla dişlerimi dudağıma gergince geçirirken irkildim. Korkuyla kafamı kaldırıp gözlerine baktım. Gözlerimle özür diledim ama şu an çok öfkeli bakıyordu.

Yarısı ıslanmış kağıdı kaldırdı ve “Bu proje yarın için gerekliydi ama sen mahvettin,” dedi, hâlâ çok sinirliydi. Proje çıktısını elinden aldım ve silmeye çalıştım ama sildikçe parçalandı ve daha kötü oldu.

“Tamam, bırak,” dedi Yiğit onu elimden almaya çalışırken. Bense hâlâ inatla silmeye çalışıyordum. Yiğit kağıdı elimden alıp buruşturdu ve çöpe attı. “Boşuna uğraşma, işe yaramaz artık,” dedi umutsuzca. Projesini mahvettiğim için çok üzülmüştüm ama kazaydı. İsteyerek olmamıştı. Yiğit bilgisayarını açtı ve birkaç tuşa basmaya başladı. Gördükleri karşısında dişlerini öfkeyle sıktı. Yiğit’in kendi kendine homurdanmaları iyice kötü hissetmeme neden olmuştu.

“Kahretsin! Tüm aksilikler üst üste gelmek zorundaydı sanki? Projeyi çizdiğim program da hata vermeye başladı. Elimde projenin kayıtlı taslağından başka bir şey yok. Sanırım yarın toplantıyı iptal etmekten başka şansım kalmadı.”

Gözlerimle tekrar ondan özür dilercesine baktım. Gözlerini kısa bir an kapattı ve ardından açarak, “Sorun değil, olan oldu,” dedi, fakat öfkesine hâkim olmaya çalıştığını biliyordum.

Gözlerinde ve yüzünde hâlâ öfkenin izleri asılı duruyordu. Neden biraz daha dikkatli olmadım ki? Üzgün bakışlarımla son kez yüzüne bakıp odadan çıktım. Odama girdiğimde kendimi banyoya attım ve yüzüme birkaç defa su çarptım. Ardından giyinme odasına girdim ve üstümü değiştirdim. Yatağa girince uyku tutmadığı için dönüp durdum. Aklım Yiğit’teydi. Yarım saat sonra kapı açıldı ve içeri Yiğit girdi. Gözlerimi kapatıp uyuyormuş gibi yaptım. Üstünü değiştirip yatağa girdi. Diyarbakır’dan geldiğimizden beri benimle beraber uyuyordu. Son üç gündür onunla hiçbir şekilde etkileşime geçmediğim için neden benimle kaldığını soramamıştım. Ondan uzak durarak yatağın diğer ucunda uyumaya başlamıştım. Ne sormak ne de onunla konuşmak içimden gelmemişti. Ara sıra kafamı kurcalasa da oluruna bırakmış, umursamamıştım. Kısa bir süre sonra Yiğit’in uykuya daldığını anlayınca, arkamı dönüp bana dönük olan sırtını izledim. Uykunun tutmayacağını anlayınca yavaşça yataktan çıktım ve Yiğit’in çalışma odasına girdim. Masanın üstündeki bilgisayarını açıp sandalyeye kuruldum. Bilgisayar açıldığında şifre olmadığına sevinerek hemen Autocad programına girdim. Bu program proje çizimleri için kullanılırdı ve ben de bunların derslerini aldığım için iyi bilirdim. Hocaların sürekli ödev verip çizdirdikleri projeler için az sabahlamamıştım. Yiğit programı açtığında hata verdiğini söylemişti ve hata vermişse projenin kurtarılması zordu. Bu adam neden projenin sadece bir çıktısını alır ki? Masada duran dosyayı kurcaladım ve bunun İstanbul’da yapılacak olan bir hastane projesi olduğunu gördüm. Autocad programında duran kesit, görünüş, vaziyet planı gibi gerekli olan malzemelerden yola çıkarak çizmeye başladım. Yiğit’in aldığı notlardan da yararlanarak ve kendim de bazı eklemeler yaparak saatlerce projeyi tekrar çizmek için uğraştım. Proje büyük ihtimalle Yiğit’in çizdiğinden daha farklı olacaktı, umarım bana kızmazdı. Sabahın ilk ışıklarına kadar projeyi bitirdim. Son kontrolleri yaparken artık bir süredir direndiğim uykuya yenik düştüm ve kafamı masaya koyup uykuya daldım.

Birinin bana seslenmesiyle gözlerimi araladım. Önce nerede olduğumu idrak edemedim. Gözlerimi etrafta gezdirince Yiğit’in çalışma odasında olduğumu anladım. Ardından dün gece olanları hatırlayınca tamamen ayıldım. Kafamı masadan kaldırıp, karşımda iki kaşı havada merakla bana bakan bir adet Yiğit ile karşılaştım. Onu görünce tamamen dikleşip yutkundum ve gelecek tepkiyi bekledim.

“Ne işin var senin burada?” diye sordu.

Ne diyecektim şimdi, mahvettiğim projeni tekrardan çizmek için burada olduğumu mu? Belki de seni ilgilendirmezdi deyip kızacaktı. Sorusuna cevap vermeyip gözlerimi kaçırdım. Dudağımı dişlerken kızıp bağırmasını bekledim ama sakince bana doğru geldi ve hâlâ önümde açık olan bilgisayardan çizdiğim plana baktı. Her hareketini kaçırmadan izliyordum. Gözleri hayretle açıldı ve inanamayan bakışlarıyla bilgisayar ekranına baktı. Bu da ona yeterli gelmemiş olacak ki bilgisayarı tamamen kendine çevirdi ve daha dikkatli çizdiğim plana bakmaya başladı.

“Bunu sen mi çizdin?” dedi şaşkınlıkla.

Kafamı olumlu anlamda salladım ve tereddütle ona bakmaya devam ettim. Yüz ifadesi şaşkınlıktan başka bir şeye yer vermiyordu. Bu yüzden beğenip beğenmediğini anlamak zordu. Kesin beğenmemişti ve çok kızacaktı. Gözlerimi kaçırdım ve suçlu çocuklar gibi kafamı önüme eğip beklemeye başladım.

“Ama nasıl, yani bunu nasıl çizdin?” dedi. Kafamı kaldırıp tekrar yüzüne baktım. Buruk bir tebessüm belirdi dudaklarımda. Hakkımda hiçbir şey bilmiyordu. Benden hâlâ bir yanıt bekleyen şaşkın ifadesine daha fazla bakmayı kesip, masadan aldığım küçük not kağıdına yazmaya başladım.

“Ben mimarlık bölümünden mezunum,” diye yazıp ona verdim. Okudu ve az öncekinden daha şaşkın bir ifadeyle yüzüme baktı. Bu hâliyle çok tatlı görünüyordu, o her zamanki sert ve soğuk Yiğit’ten farklıydı.

“Sen üniversite okudun ve mimarlık mezunusun?” dedi inanamayarak. Sanırım benden böyle bir şey beklemiyordu. Kafamı olumlu anlamda salladım. Üzerindeki şaşkınlığı atıp bana başka bir ifadeyle bakmaya başladı. Gözleri o kadar yoğun bakıyordu ki anlamını çözemediğim duygu geçişleri oluyordu ama belirgin olan bir tanesini yakalayabilmiştim. Hayranlık!

Bakışlarını tekrar proje çizimine yöneltti ve “Bu çok... Çok iyi,” dedi sesinden de akan hayranlıkla. Sanırım bu sefer şaşırma sırası bendeydi. Beğenmiş miydi yani şimdi çizimi mi? Yüzümdeki şaşkınlığın yerine tebessüm alırken mutlu bir şekilde ona baktım.

Küçük bir not kağıdı daha alıp tekrar yazdım. “Gerçekten beğendin mi?”

“Evet. Gerçekten çok başarılı olmuş. Çizdiğin detaylar fazla cesur ve çok iyi,” dedi yüzündeki hafif gülümseme ile. Benim de yüzümdeki gülümseme büyümüştü.

“Hem dün gece yaptığım sakarlığın telafisini yapmak için hem de zamanında yetişsin diye çizdim. Aslında kızacağını sanmıştım ama beğenmene çok sevindim,” diye yazıp ona gösterdim.

“Açıkçası buna gerek yoktu demeyeceğim çünkü gerçekten çok iyi bir çizim olmuş ve ayrıca bugün için yetişmesi gerekiyordu. Teşekkür ederim,” dedi yoğun bakışlarla yüzüme bakarken. Beğenmesine ve kızmamasına gerçekten çok sevinmiştim. Bunun yüzüme de yansıdığına emindim çünkü tabiri caizse şu an tam anlamıyla sırıtıyordum. Masadan kalkıp gideceğim sırada kolumdan tutup buna engel oldu. Kafamı kaldırıp yüzüne baktım. Gözleri canlı bir şekilde parlıyordu.

“Sen nasıl bir şeysin böyle?” dedi fısıltıyla.

Yüzü yüzüme yakındı ve nefesi dudaklarıma değiyordu. Daha da yaklaşıp dudağımın kenarına dudaklarını bastırdı. Bir süre tenimden dudaklarını ayırmadı, bekledi. Sıcak dudakları tenimden içeri sızarak kalbime kadar ulaşıyordu. İçimden akıp giden hisler, beni tarifsiz bir heyecana sürüklüyordu. Şaşkınlıkla gözlerim kocaman açılmıştı ve nefes almayı dâhi unutmuştum. Kalbim ise, ah onu anlatmama gerek yoktu herhâlde çünkü şu an göğüs kafesimden firar etmek ister gibi, şiddetli bir şekilde çarpıyordu. Yiğit’in tenimden ayrılan dudaklarıyla hoşnutsuz bir şekilde kaşlarımı çattım ama hâlâ yüzüme yakın olan yüzüyle karşı karşıya gelince kaşlarım düzelip eski hâlini aldı. Gözlerimin derinliklerine yine yoğun bir şekilde bakıyordu, siyah hareleri hâlâ tüm parlaklığını koruyordu. Gözlerini gecenin karanlığından alan bu adam, beni yakınlığıyla başka diyarlara götürüyordu. Ona kendi içimde verdiğim şansın bana mutluluk getirmesini diledim. Yiğit tamamen benden uzaklaşınca cebindeki telefonu çıkardı ve arama yaparak kulağına götürdü.

“Alo, Cihan toplantıyı erteleme. Birazdan çıkıyorum,” dedi. Bu süre boyunca gözleri üstümden ayrılmamıştı. Cihan ile konuşmasını bitirdi ve gerekli evraklarla bilgisayarı çantaya koyarak gitmek için hazırlandı. Ona dikkatle baktığımda üstünü çoktan giyinmiş olduğunu gördüm.

“Sen de git biraz daha uyu, saat daha çok erken,” dedi. O an gözüm duvardaki saatte takıldı. Saat henüz yedi buçuktu. Büyük ihtimalle daha kimse uyanmamıştır. Yiğit haklıydı, biraz daha uyusam iyi olacaktı. Tüm gece uykusuz kalmış ve rahatsız bir yerde oturmuştum. Bedenimin tutulduğunu hissedebiliyordum. Kafamı olumlu anlamda sallayıp odadan çıkan Yiğit’in ardından çıktım ve hemen çalışma odasının sağında olan bizim odamıza girip kendimi yatağa attım. Anında Yiğit’in kokusu içime dolarken yastığına sarılıp yüzümdeki gülümsemeyle çok geçmeden uykuya daldım.

***

Avşin ile bugün dışarı çıkmak için anlaşmıştık. Ben aşağıda oturmuş Avşin’in hazırlanmasını beklerken yanıma oturan Seniha teyzeme baktım. Gözlerini üstüme dikti ve bana endişeyle bakmaya başladı.

Ellerimi hareket geçirip, “Ne oldu, kötü bir şey mi var?” dedim. Sıkıntılı bir nefes bırakan Seniha teyze konuşmaya başladı.

“Asıl sen bana söyle, kötü bir şey yok değil mi? Diyarbakır’dan geldiğinizden beri hepinizde bir haller var. Sen ayrı, Avşin ayrı, Yiğit desen zaten varlığı yokluğu belli değil.” Haklıydı, hepimiz geldiğimizden beri dağılmış bir hâldeydik.

“Yok bir şey sultanım,” deyip geçiştirdim.

Kaşlarını çattı ve “Sen ne zamandan beri benden bir şeyler saklar oldun? Mutsuz olduğunu görebiliyorum Arya, bunun farkında olmadığımı mı sanıyorsun?” dedi beni azarlayarak.

Evet, her şeyimi Seniha teyzeme anlatırdım çünkü önceden bir arkadaşım yoktu ve Seniha teyze annem, koruyucu meleğimin dışında aynı zamanda benim arkadaşımdı. Fakat ondan uzun zamandır sakladığım şeyi öğrenince bana daha çok kızacaktı. Her şeyimi bilirdi ama Yiğit’i sevdiğimden onun da haberi yoktu. Onu hep içimde gizlemiştim. Ben anlatıp anlatmamak arasında kalırken Seniha teyze elimden tutup bana cesaret verdi. Ben de daha fazla dayanamayarak anlattım. Ona ne zaman âşık olduğumu, beni istemeye geldiklerinden bu yana yaşadığım her şeyi baştan sona anlattım. Hem anlatım hem ağladım ama bir yandan da rahatladım. Ara ara duraklıyor, kollarımı dinlendiriyordum, sonra tekrar harekete geçirerek anlatmaya devam ediyordum. Yiğit’in bana söylediği kötü sözlerin çok da detayına girmeden anlatmıştım. Seniha teyze ona âşık olduğum kısma şaşırmamıştı ama ne zaman başladığı kısmında bayağı şaşırmış, kızgın bir şekilde bana bakmıştı.

“Senin zaten Yiğit’e karşı bir şeyler hissettiğini tahmin ediyordum ama bunun bunca yıl var olduğunu bilmiyordum ve sen de bana daha önce anlatmadın,” dedi kırgınlıkla.

Haklıydı ama utanmıştım işte. “Utandım. Hem nasıl tahmin ediyordun?” diye sordum. Seniha teyze de mi anlamıştı?

“Güzel kızım, sevmenin utanılacak bir yanı yok. Ayrıca ona bakışlarını görüyorum. Ah Arya seni ben büyüttüm, kim seni benden daha iyi tanıyabilir?” dedi. Yine haklıydı. Beni bu kadar iyi tanıdığı için ondan bir şey saklamak zordu. Daha öncesinde Yiğit yanımda yoktu ve duygularımı saklayabilmek kolaydı fakat şu an Yiğit’in yanımda olması duygularımın gözlerimden okunmasına neden oluyordu.

“Şimdi aranız nasıl diye sormak istiyorum ama bugün gözlerin gülüyor. Sanırım her şey yolunda,” dedi.

Gülümseyerek ellerimi harekete geçirdim. “Evet, şimdi daha iyi.”

“Çok sevindim kızım, hep mutlu ol,” dedi ve elini yanağıma koyarak sevgiyle okşamaya başladı. Seniha teyzenin yüz ifadesi endişeli hâlinden sıyrılmış, rahatlamıştı. Gözlerimi yumdum ve yanağımı iyice eline yasladım. Onun şefkatli dokunuşları bana huzur veriyordu.

“Ben hazırım, çıkalım artık,” diyerek yanımıza gelen Avşin ile Seniha teyzemden ayrıldım ve beklemeden evden çıktık.

Avşin ile küçük ama sevimli bir çay bahçesine gelmiştik. Etrafta yeşillikleriyle güzel bir görüntü sergileyen ağaçlar vardı. Ağaçlar, renkli ışıklarla süslenmişti. Şu an yanmıyordu ama akşamları güzel bir görüntü sunduğuna emindim. Bakışlarım ağacın dalına konan iki güvercine kaydı. Yan yana durmuş, kendi dillerine konuşuyorlardı. O kadar güzellerdi ki, ağacın yeşil yapraklarla dolu olduğu dalında birbirlerinden uzak duramıyor gibiydiler. Kuşlar her zaman benim için özgürlüğün simgesi olmuşlardır. Onların özgürlüklerini hep kıskanırdım. İstedikleri yere uçabiliyor ve konabiliyorlardı. Onlara kafeste durmak yakışmıyordu, onlara masmavi gökyüzünde kanatlarını açarak uçmak yakışıyordu. Onlar gök ile buluşunca tam oluyorlardı. Bakışlarımı güvercinlerden ayırdım ve asık suratıyla oturan arkadaşıma çevirdim. Az önce siparişini verdiğimiz çaylar genç garson tarafından önümüze koyulurken Avşin’e bakmayı sürdürdüm. Garson çocuk bizden uzaklaşınca masanın üstünde duran deftere yazmaya başladım. Avşin’in önüne uzattığımda alıp okudu.

“Anlat bakalım, o günden beri iyi değilsin. Ne oldu Avşin?” Derin bir nefes alıp bakışlarını gökyüzüne çevirdi, boş gözlerle birkaç saniye izledi. Daha sonra bakışları tekrar beni buldu ve konuşmaya başladı.

“Onu görmek, onunla aynı havayı soluyup aynı çatı altında olmak çok zordu Arya. Canım çok yandı, bu kadar yakınımda olması ama aynı zamanda şu gökyüzü kadar uzak olması, bana imkânsızlığı bir kere daha göstermiş oldu.”

Masanın üstündeki elini tutup ona destek oldum. Gözlerinden firar eden yaşlarla, Cihan’la konuştuklarını ve o an hissettiklerini anlattı. İçindeki kelimeler dilinden dökülünce acının yüzüne ve gözlerine yansıdığını görüyordum. Bazen içimizdekileri daha fazla taşıyamaz, onları dışarı dökmek ve rahatlamak isteriz. İhtiyacımız olan tek şey iyi bir dost, ağlayacak bir omuz ve destekçiydi. Ben de sonuna kadar ona destekçi olmakta gönüllüydüm. Avşin ile aynı acıları paylaşıyorduk, her ne kadar olaylar farklı dâhi olsa, acı aynı acıydı. Biraz daha konuşup içini döktükten sonra eve gitmek için yola çıktık. Konağa geldiğimizde avluda duran kişiyi görünce şaşkınlıkla duraksadım. Ardından büyük bir sevinçle hızlı adımlarla ona doğru yürüdüm. Kuzenim Baran gelmişti. Uzun zamandır onu görmüyordum çünkü iş nedeniyle yurt dışına gitmişti. Şimdi ise onu görmek beni çok mutlu etmişti. Baran benim sahip olamadığım abim gibiydi. Ona yetiştiğimde kollarımı boynuna doladım ve ona sıkıca sarıldım. İkimiz böyle hasretle birbirimize sıkıca sarılmışken kapıdaki Yiğit’i fark etmemle Baran’dan yavaşça ayrıldım. Bunun nedeni ise Yiğit’in gözlerindeki bakışlardı. Gözleri şu an çok ürkütücü bakıyordu. Ne olmuştu ki şimdi? Neden bu kadar öfkeli bakıyordu, üstelik bakışlarının hedefinde Baran vardı. Yumruklarını sıkmıştı, gözlerindeki alevler yine bir yıkımın habercisi gibiydi.

 

 

 

Bölümü nasıl buldunuz?

Düşüncelerinizi belirtin canlarım:)

Oylarınızı ve yorumlarınızı bekliyorum.

Görüşmek üzere ☘️

 

 

Bölüm : 02.12.2024 22:01 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...