17. Bölüm

17. Bölüm: "Dilsiz Yürek"

Yusra Ergün
ysraergn

 

 

 

Instagram hesabım: yusraergn

 

 

Tiktok hesabım: yusraergunkitaplari

 

 

Bekliyorum sizleri oraya da!

 

 

 

 

Keyifli Okumalar 🤎

 

 

 

17. Dilsiz Yürek

 

Birine kaptırdıysan gönlünü bir kere, bırakmak, oradan söküp atmak çok zordu. Sevmek insana yaşadığını hissettirse de sevmenin yanı sıra acı çekmek ise bir o kadar insana öldüğünü hissettiriyordu. Acı ve aşk birbirlerine çok zıttı ama asla birbirlerinden kopmazlardı. İnsanı çelişkilere sürüklerdi. Fakat eğer bir insan hem seviyor hem de seviliyorsa ve bunun yanında bu sevgide acı yoksa, ondan mutlusu olamazdı. Bu insanlardan olmayı çok isterdim ama hayatın hep şansız ve kötü tarafını gördüğüm için sadece istemekle kalmıştım. Hiçbir zaman evleneceğimi sanmazdım, hele ki sevdiğim, gönlümü kaptırdığım adamla.

Hayatın bana sunduğu bu durum iyi mi oldu kötü mü oldu, bilmiyordum. Kalbimin sahibi olan adam artık benim kocamdı fakat bu beni acılara sürüklemekten başka bir şeye yaramamıştı. Şimdi ise yanıp kavrulduğum acı ateşinden tekrar küllerimden doğduğumu hissediyordum. Yanmaktan kanatlarını zar zor kurtaran o kuş, çırpınarak tekrar uçmaya başlamıştı. O kuşun adı da umuttu, o umudun sahibi de Yiğit’ti.

Şu an kafasını boynuma gömen ve bana sıkıca sarılan bu adam, kalbimin kalbine sonsuz bir iniş gerçekleştirdiği tek adamdı. Kalbimi ondan almam imkânsız görünüyordu. Aramızdaki mesafelerin yavaş yavaş yok olduğunu görebiliyordum.

Kalbimin içindeki kuşlar, yine kanatlarını çırpmaya başlamışlardı. O kadar hızlı çırpıyorlardı ki kanatlarını, kalbimin bedenimden firar etmesi an meselesiydi. Bir anda bana olan yakınlığı ve kurduğu cümle ile ne yapacağımı bilemedim. Ellerim hâlâ öylece havada asılı dururken bir süre sonra dayanamayarak her daim istediklerine onları kavuşturdum. Yiğit’in yumuşak saçlarına!

Parmaklarım siyah, gür ve yumuşak saçlarının arasında en güzel gezintisine çıkmıştı. Tenime değen saç telleri içimdeki duygularımın yoğunlaşmasına neden oluyordu. Şu an boynuma batan sakalları ise beni rahatsız etmiyordu, aksine çok hoşuma gitmişti. Yiğit hastalığın vermiş olduğu yorgunlukla uyuya dalmıştı. Sıcak nefesi boynuma vuruyor, içimden kalbime doğru bir şeylerin akıp gitmesine neden oluyordu. Biliyorum ki ben bu adama bitip tükenmeyen, sonu olmayan bir sevdayla bağlı ve tutukluydum.

Parmaklarım hâlâ saçlarını usulca okşarken, etrafa yayılan kokusunu derin bir solukla içime çektim. Aldığım soluk ile göğsüm havalanırken, Yiğit’in üzerimde olan başı da havalanmıştı. Yüzümde silemediğim ve dudaklarıma asılı kalmaktan memnun olan bir tebessüm vardı. Ben elimi saçlarında gezdirdikçe onun da gevşediğini ve yüzünü boynuma daha çok gömdüğünü hissettim. Uyuyordu fakat bunu içgüdüsel olarak yapmıştı.

Burnumu saçlarının arasına daldırdım ve kokusunu bu sefer yakından içime çektim. Şu an sanki bir rüyada gibiydim. Hayallerimi yaşıyor olmak bile beni hâlâ gerçekliğine inandıramıyordu. Diğer elimi Yiğit’in teninde gezdirdim ve ateşini kontrol ettim. Çok şükür ki ateşi düşmüştü. Onu ilk defa böyle güçsüz ve bitik bir hâlde görüyordum. Koca cüssesine aykırı bir şekilde bu hastalığa yenik düşmüştü. Tıpkı küçük bir çocuk gibiydi ve küçük bir çocuğun annesine sığındığı gibi bana sığınmıştı.

Şu an o kadar huzurluydum ki, hayatımda hiç bu kadar huzurlu olduğumu hatırlamıyordum. Sevdiğim adama dilediğim ve istediğim gibi sarılabiliyordum. Bu durumda ondan biraz faydalanmış olacaktım belki ama başka türlü de ona böyle yakın olamazdım. Bu fırsatı değerlendirmek isteyen kalbime itiraz etmedim. Sarıldım, sevdim ve kokladım… Hâlbuki ben ondan uzak duracağımı söylememiş miydim? Yapamamıştım, bir kere daha aşka yenilmiştim.

Uykuya daldığımı bile hatırlamazken, gözlerim hâlâ kapalı bir şekilde yatıyordum ama bilincim çoktan açılmıştı. Saçlarımın arasında gezinen elle mayışmış, tekrar uykum gelmişti. Fakat saçlarımı kimin okşadığını görmek için gözlerimi yavaşça araladım ve kafamı hafifçe kaldırdım. Gülen yüzüyle ve sıcak bakışlarıyla bana bakan Yiğit ile göz göze geldim.

“Günaydın,” dedi. Bense hâlâ bana sarılmış ve eli saçlarımda olan Yiğit ile şaşırmış bir şekilde öylece bakakalmıştım. Şaşkınlığı atlatıp idrak etmeye başlayınca gözlerimi kaçırdım. Bu hâlimi fark edince hafifçe gülmüştü. Bakışlarım gülüşüne kayarken orada takılıp kalmıştı. Soğuk ve sert yüzüne zıt olan sıcak ve gülen yüzü içimi sıcacık yapmış, benim de gülmeme neden olmuştu. Ne olmuştu bu adama? Yüksek ateş beynine mi vurmuştu yoksa değişiyor muydu? Anlayamamıştım.

“Hadi kalk bakalım, bugün dışarı çıkacağız,” dedi ve yine bir şok dalgası geçirmeme sebep oldu. Benim hâlâ hareket etmeyip durduğumu görünce, “Hadi artık, akşama kadar yatakta mı kalacaksın?” dedi. Kendime tamamen geldiğimde dün geceki hasta hâli aklıma gelmişti ve bu nedenle elimi alnına koyup ateşi var mı diye kontrol ettim. Bu hareketimle gözlerini kapatmıştı ve daha sonra elimi avucunun için alıp alnından indirdi.

Elim hâlâ avucundayken gözlerini açıp, “Merak etme, iyiyim ben. Benimkisi sadece bir günlük, ilk gün hastalığı ağır geçirir, ertesi gün kendime gelip iyileşirim,” dedi beni rahatlatmak ister gibi. “Ayrıca tüm gece benimle ilgilendiğin için teşekkür ederim,” diye devam etti.

Küçük bir tebessümle kafamı eğdim. Yüzü çok huzurlu görünüyordu ve bakışlarında anlamlandıramadığım bir sakinlik vardı. Deniz gibi hırçın olan siyahları, bir süredir durgundu. Sanki onunla ilgilenmem hoşuna gidiyor gibiydi.

Yoğun bir şekilde yüzüme bakarken dün gece söylediği aklıma gelince bakışlarımı kaçırmıştım. Belki de bana söylediğini hatırlamıyordu veya hastalığın verdiği bilinçsizlikle söylemişti, bilmiyorum ama söylediği içimi titretmiş, çok hoşuma gitmişti.

Daha fazla bakışlarının altında kalmayı bırakıp yataktan çıktığım gibi hemen banyoya koştum. Banyodan içeri girdiğim an duraksadım. Bir dakika! O az önce dışarı mı çıkacağız dedi? Beynim bunu daha yeni yeni idrak ederken, bu sefer de aklım nereye gideceğimizin merakıyla dolmuştu. İçeri geçince bunu ona sormayı düşünerek banyodaki işlerimi halledip çıktım.

Duş almam gerektiğini hatırlayınca giyinme odasına girip yanıma birkaç parça kıyafet aldıktan sonra tekrar banyoya girdim ve kısa bir duş aldım. Yiğit’in odada olma ihtimalinden dolayı üstümü burada giyindikten sonra saçlarımı da kurttum. Üzerime, dizimin altına gelen beyaz bir elbise giymiştim. Kuruttuğum saçlarımı da açık bırakmıştım.

Banyodan çıktığımda Yiğit’in kanepede giyinmiş bir şekilde oturduğunu gördüm. Elindeki telefonuyla ilgileniyordu. Üstüne giydiği siyah kotu ve hâkî yeşili gömleğiyle çok yakışıklı görünüyordu. Onu ilk defa böyle spor giyinirken görüyordum. Geldiğimi anlayan Yiğit, kafasını telefonundan kaldırdı. Bakışlarıyla baştan aşağı beni süzdükten sonra gözlerimin içine baktı. Oradaki beğeniyi açıkça görebiliyordum.

Yiğit ayaklandı ve “Ben çalışma odasına gidip geliyorum, sen de tamamen hazır olunca çıkarız,” dedi.

Kafamı olumlu anlamda salladım. Yiğit odadan çıkarken nereye gideceğimizi sormayı unuttuğum aklıma geldi. Onunla ilk defa bir şeyler yapmanın heyecanı aklımı başımdan almıştı. Daha fazla odanın ortasında dikilmeyi bırakarak giyinme odasına gittim ve makyaj masasının önüne geçerek yüzümü birazcık canlandırdım. Ardından çantamı da elime alarak içine telefonumu, yazmak için bir defter ve kalemimi koyduktan sonra koluma asarak odaya geçtim. Dışarı çıkmak için hareketlendiğimde Yiğit’in telefonuna gelen bildirim sesiyle duraksadım. Kanepeye bıraktığı telefona doğru eğildiğim sırada hâlâ bildirim nedeniyle açık olan ekrana bakışlarım kaydı.

‘Yiğit Bey, bugün acil bir işim çıktığı için size ders vermeye gelemeyeceğim.’

Ekranda yazan mesajı okuyunca kaşlarım çatıldı. Ne dersiydi ki bu? Ayrıca Yiğit neden ders alıyordu, anlamamıştım. Kimin gönderdiğini ekranın ışığı sönmeden öğrenebilmiştim. ‘Hoca’ yazıyordu. Bu hocanın kim olduğunu ve ne dersi verdiğini çok merak etmiştim. Kapı açılıp içeri giren Yiğit ile göz göze geldik.

Bakışları o kadar keskindi ki, bir kere daha içimi titretmişti. Ağzının içinden bir şeyler homurdansa da duyamamıştım. Yanıma doğru geldi ve elini kaldırıp aykırılığını ilan ederek havalanan saçımın bir tutamını eliyle düzeltti. O an nefes almayı unutarak sadece karşımdaki adama baktım. Tekrar nefes almayı hatırladığımda ise içime dolan ferah ve erkeksi kokusu aklımdaki soruları görünmez kuyulara atmıştı.

“Hadi gidelim,” dedi ve telefonunu alarak önden çıktı. Beraber aşağı indik, kahvaltı masasına yöneleceğim sırada Yiğit kolumdan tutarak beni durdurdu. Ben ona ne oldu derecesine bakarken, “Kahvaltıyı dışarıda yapacağız,” dedi.

Oldukça mutlu olmuş bir şekilde arabaya bindiğimizde Yiğit’ten bakışlarımı alamıyordum. Yüzü her zamanki gibi sertti fakat bakışları artık yumuşaktı. Yine tüm yakışıklılığı üstünde, olağanca karizmasıyla arabayı kullanıyordu. Yola odaklanmış olan gözlerini kısa bir an bana çevirince hemen kendimi toparlayarak önüme döndüm fakat çok geç kaldığımı biliyordum.

Yiğit, onu kestiğimi anlamış olacak ki yüzünde saklayamadığı bir sırıtma meydana gelmişti. Yüzüme vurmasa da ona attığım kısacık bakıştan anlamıştım. Yakalanmanın verdiği utançla yanaklarım kızarmıştı. Derin bir nefes alarak kafamı pencereye çevirip dışarıyı izlemeye başladım. Şehrin dışında yeşilliklerle dolu bir alana sahip olan, küçük ama güzel bir kahvaltı salonunun önünde durmuştuk.

Arabadan inip hayranlıkla etrafıma baktım. Burası çok güzeldi, cennet gibiydi. Her taraf yeşil ağaçlarla doluydu. Önümüzdeki mekânın dışı Mardin’e has sarı taşlardan oluşuyordu. Dışı bir ev gibi görünse de içi masalarla dolu bir kahvaltı salonuydu. Daha fazla açık olan kapıdan mekâna bakmayı bırakıp içeri girdiğimizde içim huzurla doldu. Buranın sıcak bir havası vardı.

Rengârenk otantik örtülerin kaplı olduğu masalar vardı ve sandalyelerin üstünde de işlemeli minderler bulunuyordu. Bu görüntü içeriye harika bir hava katmıştı. Ben etrafı izlemeye dalmışken duyduğum kadın sesiyle yan tarafıma döndüm.

“Yiğit, oğlum hoş geldin,” dedi Seniha teyze yaşlarındaki kadın.

“Hoş buldum Gül anne,” dedi Yiğit sıcak bir şekilde gülümseyip kadına sarılırken. Ensesinde topladığı beyazlaşan saçları ve tombul yüzüyle çok tatlı bir kadına benziyordu.

Adının Gül olduğunu öğrendiğim teyze Yiğit’ten ayrılıp, “Ne zamandır gelmiyorsun ağam, özlettin kendini,” dedi hafif sitemli sesiyle.

“Bu aralar çok yoğundum Gül anne, mazur gör,” dedi.

“Peki öyle olsun hayırsız oğlan,” dedi, kadının yüzünde güzel bir gülümseme belirmişti.

Bakışları bana kayınca, kim olduğumu anlamaya çalışır gibi yüzümü inceledi ve daha sonra Yiğit’e baktı. “Bu güzel kız da kim Yiğit?” dedi.

Yiğit beni yanına çekip kolunu omzuma attı. Bu yakın temas kalbimin hızlanmasına neden olmuştu. “Karım Arya. Hem seninle tanışması için hem de o güzel kahvaltından yemeye geldik,” dedi. Kadın önce şaşırmış sonra da yüzüne yayılan sıcak gülümsemeyle bana sarılmıştı. Başta şaşırsam da kendime gelip ben de ona sarıldım. Tıpkı adı gibi gül kokuyordu bu kadın. Benden ayrılıp yüzümü ellerinin içine aldı ve yanaklarımdan öptü. Bense öylece kalakalmıştım.

“Sen de hoş geldin güzel kızım,” dedi şefkatli bakan gözlerle. Ben de ona sıcak bir şekilde gülüp elini tuttum ve öpüp alnıma koydum. Bu kadar yakın olduklarına göre Yiğit için önemli biri olmalıydı. Bu hareketimle mutlu olmuş, beğeniyle yüzüme bakmıştı.

“Hadi geçin bakalım, sizin için en güzel masayı hazırlayayım,” dedi ve önden yürüyüp karşıda bulunan kapıdan dışarı çıktı. Biz de peşinden çıkınca gördüğüm manzarayla nutkum tutulmuştu. Burası ön taraftan daha harikaydı. Her yer rengârenk gül ağaçlarıyla doluydu ve mis gibi gül kokan bahçenin karşısında da kocaman bir göl vardı. Burada da içeridekilerin aynısı olan masa ve sandalyelerden birine geçip oturduk. Oturduğum yerden bahçenin manzarası daha güzel görünüyordu.

Gül anne anında iki çalışana emirler yağdırıp masayı donatmaları için oradan oraya koşuşturmuştu. Beş dakika içinde masa, çeşit çeşit reçel, peynir yeşillik ve geri kalan kahvaltılıklarla dolmuştu.

“Gül anne benim sütannemdi,” dedi Yiğit etrafa dalmış bakışlarımı üstüne çekerek. İki kaşım havada şaşırmış bir şekilde yüzüne baktım. Ardından çantamdan çıkardığım küçük kağıda yazmaya başladım.

“Çok tatlı kadın,” diye yazıp ona gösterdim. Yiğit hafifçe gülüp kafasını salladı.

“Gül anne buralı değil, eşi memur olduğu için tayini buraya çıkmış ve bu yüzden buraya gelmişler. Üç yılın ardından küçük oğlu doğduktan birkaç ay sonra eşi kalp krizi geçirip vefat etti. Büyük oğlu benimle yaşıt, küçük oğlu ise benden üç yaş küçük ve büyük olan oğlu Serhat ile sütkardeşiz. Gül anne de eşine maddi konuda destek olmak için bir süre bana baktı. Eşi öldükten sonra da buradan kopamayıp, hayali olan bu salonu açtı ve iki oğlunu da büyütüp, okuttu.”

Etkilenmiştim. Erken yaşta kocasını kaybetmiş, çocuklarıyla tek başına kalmıştı. Ama buna rağmen kendi ayakları üzerinde durarak, burayı açmış ve çocuklarını büyütmüştü. Gerçekten hayran olunacak bir kadındı. Güçlü duruşu dik omuzlarından da belli oluyordu.

Yanımıza gelen Gül anne kaşlarını çatmıştı. “Siz neden başlamadınız hâlâ?” diye sordu.

“Seni bekliyorduk, hadi gel de bir an önce şu güzellikleri yiyelim,” dedi Yiğit.

“Olur mu öyle şey? Siz karı-koca baş başa yapın kahvaltınızı,” dedi ve gitmek için hareketlendiği sırada Yiğit’in sesiyle durdu.

“Olmaz öyle, biz buraya seni görmeye de geldik, hadi geç otur Gül anne,” dedi ve sandalyeyi çekip oturmasını bekledi Yiğit. Gül anne pes edip oturdu ve hep beraber kahvaltıya başladık. Gerçekten her şey çok güzeldi, reçellerin tatları ise harikaydı. El emeği oldukları da ortadaydı.

“Düğününüze gelmeyi çok isterdim ama o ara oğlum ufak bir kaza geçirdiği için gelemedim,” dedi Gül anne üzgün bir şekilde. Bana bakarak söylediği sözlerle benden bir cevap bekledi ama galiba konuşamadığımı bilmiyordu.

“Güzel kızım çekiniyor musun sen, neden konuşmuyorsun?” dedi bu sefer. Ne yapacağımı bilemediğim için kafamı önüme eğdim.

“Gül anne, Arya küçükken yaşadığı bir olaydan dolayı konuşamıyor,” dedi Yiğit açıklama yaparak. Gül anne bir süre bir şey demeyip bekledi, sanırım şaşkındı. Daha sonra elimden tutup konuşmaya başladı.

“Çok özür dilerim kızım, ben bilmiyordum,” dedi mahcup bir sesle. Önemli değil anlamında kafamı salladım. Saçlarımı şefkatle okşayıp, “Konuşup konuşmamanın bir önemi yok kızım, önemli olan kalp ve ahlak güzelliği,” dedi.

Kendini kötü hissetmemesi için ona sıcacık gülümsedim. Bakışlarım Yiğit’i buldu, onun da şefkatli bakan gözleri üstümdeydi. Bu hâlime acımamaları beni mutlu etmişti ama durumum uzun zamandan sonra ilk defa canımı sıkmıştı. Bu tatlı kadınla saatlerce sohbet etmek, Yiğit ile dilediğim gibi konuşmak isterdim ama bazen bazı şeyler elimizde olamıyordu ve sadece istemekle kalıyorduk.

Gülüp sohbet ederek kahvaltımızı yaptıktan sonra etrafı biraz gezmek için Yiğit ile ayağa kalkmıştık. Ağaçların arasında, göle daha yakın olan yere geçip çitlerin arkasından huzur veren manzarayı izlemeye başladım. Güneşin etkisiyle su pırlanta gibi parlıyor, göz kamaştırıyordu. Suyun üzerine düşen pembe ve beyaz gül yaprakları gölü, varlıklarıyla süslemişlerdi.

Etrafa yayılan gül kokusu ise her burnuma dolduğunda derince solumakta buluyordum kendimi. Manzaraya dalmış bir şekilde etrafın güzelliği ile mest olmuşken arkamdan belime sarılan kollarla irkildim. Bu kadar yoğun gül kokusunun arasından bile onun kokusunu seçebiliyordum. Kaskatı kesilen bedenim yavaş yavaş gevşemeye başladı. Yüzünü saçlarımın arasında gezdirip derin nefesler aldığını hissettim. Kollarının arasından çıkacağım sırada kulağımda hissettiğim nefesle kalbimin ritmi bozulmuş, gözlerim kapanmıştı.

“Rahat dur Arya,” diyen Yiğit’in fısıltılı sesi tenimi delip geçmişti. Titrememeye çalışarak kollarında sabit durmaya çalıştım ama sanırım sıcak nefesinin tenimde gezmesinden dolayı gerildiğim için Yiğit bunu anlamıştı. “Rahat ol Arya,” dedi bu sefer.

Birbirine yakın kurduğu cümleleri, rahat olmamı sağlamıyordu. Fakat bir süre sonra sıcaklığına alışan bedenimi onun kollarına bırakmıştım. Birkaç dakikanın ardından Yiğit benden ayrılarak karşıma geçti ve sırtını, çocukları korumak için yapıldığı belli olan beyaz çitlere dayadı. Onun benden uzaklaşmasıyla kendimi boşluğa düşmüş gibi hissederken, tekrar onun sıcaklığını aramıştı bedenim.

“Arya,” dedi göldeki bakışlarımı üstüme çekmek için. Yüzüne bakıp ne oldu dercesine kafamı salladım.

“Daha önce hiç tedavi oldun mu?” dedi bir anda. Ani sorusuyla afallamıştım. Kendime geldiğimde ise cevap vermek için yanımda bir şey olmadığını fark ettim. Defterim ve kalemim çantamın içinde kalmıştı ve çanta da oturduğumuz masadaydı.

Masaya yöneleceğim sırada Yiğit cebinden çıkardığı küçük not defterini ve kalemi bana uzattı. Bunların onda olmasına şaşırsam da belli etmeyip elinden aldım.

“Evet. Birçok kez tedavi oldum ama hiçbiri işe yaramadı,” diye yazıp ona gösterdim. Okuyup bakışlarını bana çevirdi.

“Belki de yeterince çabalamamışsındır.” Kaşlarımı çatıp yüzüne baktım. Aslında biraz da olsa haklıydı. İlk başlarda ailemin olmayışına karşı bir daha konuşmak istememiştim ama büyüyüp her şeyi anladığım yaşa gelince ve bir de milletin benimle dalga geçmesiyle bir kere daha tedaviye başlamış, kaç sene çabalamıştım ama bir işe yaramamıştı. Sonra ben de pes ederek vazgeçmiş, durumumu kabullenmiştim.

“İlk başlarda çabalamadığım doğru ama daha sonra yengem, kuzenim ve milletin benimle dalga geçmesiyle hırs yapıp tekrar başladım tedaviye ama iyileşemedim. Daha sonra zaten alıştım dilsiz olmaya.” Yazdıklarımı okuduğunda yüzü sertleşmiş, bedeni ise gerilmişti.

“Sen dilsiz falan değilsin! Kimsenin ne dediğini umursama!” dedi sinirli bir sesle. Onun bu söylediğine hafifçe gülüp yüzüne kırgınlıkla baktım, gülüşümdeki acıyı saklamadım, açıkça gösterdim.

“Önemi yok, alıştım artık, hem dilsiz olduğumu söyleyenlerden biri de sendin. Sizin gibi olmadığım için bana kusurlu gözüyle bakılıyor,” diye yazıp ona gösterdim. Gözlerimin dolduğunu hissedebiliyordum. O gün gözlerimin önünde tekrar canlandı. Kalbim acıyla atmaya başladı. Şu an üstünü kapattığım kırıklar, tekrar gün yüzüne çıkarak ruhuma batıyordu. Canım çok yanıyordu.

Yiğit’in gözlerinde pişmanlıkla harmanlanmış bir acı belirdi. “Özür dilerim,” dedi fısıltıyla. Onu tanıdığım günden beri gür ve kendinden emin çıkan sesi, şu an güçsüz ve cılızdı. Gözümden bir damla yaş yanağıma doğru süzüldü. Kalbimin kırıklarından kopan bu yaş, geçtiği her yeri alev gibi yakmıştı. Yiğit bana doğru bir adım attı ve elini yanağıma koyarak düşen yaşın izini sildi. Elini çekmedi, avucunu yanağıma yasladı ve usulca okşadı. Dokunuşu özür diler gibiydi, incitmekten uzak ve şefkatliydi. Gözlerindeki derin pişmanlık ise hâlâ yerini koruyordu.

“Sana borçlu olduğum özürler bitmeyecek, farkındayım,” dedi ve kısa bir an gözlerini yumup açtı. “Asıl kusurlu olan bendim, asıl kusurlu olanlar böyle düşünen insanlar, sen değilsin. Sen kusursuzsun,” dedi ve gözlerimin içine bakmayı sürdürerek devam etti. “Asıl dilsiz olan da benim yüreğimdi.” Gözlerimden bir yaş daha süzüldü. Bakışlarını gözlerimden çekti ve yavaşça kayıp düşen yaşı izledi. Dişlerini birbirine geçirip öfkeyle nefesini verdi.

“Ağlama,” dedi. Sesi acı çeker gibi çıkmıştı. Pişmandı, farkındaydım ama kalbimin acısı dinmiyordu. Yiğit iki eliyle yüzümü kavradı ve alnını alnıma yasladı. “Öfkemin esiri olan kalbimin kusuruyla ben sana o kelimeyi kullandım ama…” dedi ve sustu. Buruk bir tebessüm süsledi dudaklarını ancak yüzündeki acı geçmedi. “Yavaş yavaş yüreğimin dili çözülüyor, kalbimin kusuru geçiyor. Bunu sen yapıyorsun Arya.”

Nasıl diye sormak istedim ama şu an gücüm yoktu. Sanki bedenimde tonlarca ağırlık vardı, saatlerce dövülmüş gibiydi. Gerçi ruhumun bundan farkı yoktu. Küçüklüğümden bu yana ruhumu döven, acıtan çok olmuştu fakat son darbeyi sevdiğim adam atmıştı. Ruhumdaki yaralar bedenimdeki gücü tüketiyordu.

“Bana izin ver, sende açtığım yaraları iyileştirmem için bana izin ver,” dedi. Alnı hâlâ alnımda duruyordu ve sıcak nefesi yüzüme değiyordu. Yerdeki bakışlarımı kaldırıp siyah gözlerine çevirdim. Pişmandı, yalvarıyordu ama yine de umutluydu. Gözlerimi yavaşça kapatıp açtım. Ona kendi içimde verdiğim şansı sürdürüyordum ve bu sefer verdiğim şansı ona da yansıttım. Gülümsedi. Beni kollarının arasına aldı ve bana sıkıca sarıldı. Ona göre küçük kalan bedenimi bedenine hapsetti. Boyum çenesinin altına geliyordu ve bu yüzden çenesini kafamın üstüne dayamıştı. Kırıklarım onun umuduyla birleşiyordu, umut o kırıkları içine aldı ve onları yok etmek için yeminler içti.

Yanımıza gelen garson çocukla âdeta dünyaya yeniden giriş yapmıştık. Yiğit’ten uzaklaştım ve bakışlarımı garson çocuğa çevirdim. Yiğit çocuğa neden geldin der gibi bakıyordu. Kaşlarını çatmıştı ve yüzü huysuz bir çocuk gibi asıktı. Henüz yirmili yaşlarının başında olan genç çocuğun mavi gözleri Yiğit’in bakışları yüzünden mahcup bir ifadeye büründü.

“Yiğit abi, Gül teyze sizi yukarı yanına çağırıyor,” dedi.

O an fark ettiğim şey ile çekingen bir bakışla etrafımı süzmeye başladım. Birçok insanın oturduğu yerden açıkça görünen bir noktadaydık. Biz az önce herkesin içinde mi sarılıp koklaşmıştık? Ah! Bu çok utanç vericiydi.

Yiğit garson çocuğa, “Tamam, geliyoruz,” diyerek elimden tuttu. Sıcak avucunun içindeki elimden yukarı doğru giden ve tüm vücuduma yayılan bir sıcaklık oluşmuştu. Bahçeden çıkıp içeri girdik ve ardından koridorun sonundaki merdivenlerden yukarı çıkmaya başladık. Buraya daha ne kadar hayran olabilirdim, bilmiyorum. Üst katı iki odalı bir ev olan bu kahvaltı salonuna güzel demek az kalırdı. Sanırım Gül anne burada kalıyordu.

“Gelin çocuklar,” dedi Gül anne bizi görünce.

Yanına gittiğimizde Yiğit’in avucunda olan elimi çekmiştim çünkü utanıyordum ve alışkın değildim. Bunu fark etmiş gibi yüzüme tebessüm ile bakıyordu. Bakışlarımı ondan kaçırıp Gül anneye diktim. Elindeki siyah kadifeli bir kutuyla yaklaşıp bana uzattı. Ben ne olduğunu anlamadığım için öylece bakakalmıştım. Bunu fark eden Gül anne kutuyu açtı. Kutunun içinde kırmızı taşlarla süslü, göz kamaştıran narin ve güzel bir bileklik vardı.

“Bu senin güzel kızım. Oğlumun düğününe gelemedim ama karısına eşimden bana kalan, benden de gelinime kalacak olan bu bilekliği takmanı istiyorum,” dedi.

Hâlâ elimde olan küçük deftere yazmaya başladım. “Ama sizin iki oğlunuz var, bunu onların eşlerine vermeniz gerekiyor, o yüzden kabul edemem,” diye yazdım ve ona gösterdim.

Okuyup yuvarlak ve hafif kırışmış yüzüne yakışan sıcacık bir gülümsemeyle bana baktı. “Yiğit de benim oğlum. Bak kızım, ben Yiğit’i emzirdiğim o ilk andan itibaren onunla aramda kopmayacak bir bağ oluştu. Serhat ve Kerem benim için neyse Yiğit de odur. Ayrıca merak etme, diğer iki oğlumun da eşlerine bir yadigarım var. O yüzden beni kırma ve kabul et,” dedi.

Bu güzel yürekli kadını nasıl kırabilirdim ki? Hem dediği gibi Yiğit de onun oğluydu. Anne sütü kuvvetli bir bağdı. Yiğit’e baktığımda başıyla onaylayarak bilekliği eline aldı. Gül anneye gülümseyip kafamı olumlu anlamda salladım. Yiğit ise eline aldığı bilekliği bileğime takmıştı. Gül anneye teşekkür etmek adına sıkıca sarıldım. Ardından Yiğit de benim gibi, ona bu kadar değer veren kadına sarıldı.

“Çok ama çok mutlu olun ve hiçbir zaman birbirinizi bırakmayın,” dedi hem nasihat hem de dilekte bulunarak. Artık gitme vakti gelmişti. Gül anneyle vedalaşıp oradan ayrıldık. Ben o güzel cennetten ayrıldığım için biraz üzgündüm ve suratımın düşmesine mâni olamadım. Hem mekânın hem de Gül annenin sıcaklığına birkaç saatte de olsa alışmıştım.

“Ne oldu, neden asıldı yüzün?” diye sordu Yiğit. Bir yandan da direksiyonun hâkimiyetini kuruyordu.

“Oradan ve Gül anneden ayrılmak zor geldi,” diye yazıp ona gösterdim. Araba kullandığı için hızlıca okuyup önüne döndü.

Hafifçe gülümseyip, “İstediğin zaman yine geliriz,” dedi kısa bir an bana bakarak. Gülümsedim. En kısa zamanda bu saklı cennete bir daha gelmek için sabırsızlanıyordum. Yüzümün güldüğünü gören Yiğit de küçük bir tebessüm etmişti. Sanırım bugün hayatımın yeni başlangıcının doğduğu ilk gündü ve mutluluk bana kapısını aralayarak bakıyordu. Mutluluğa koşmak için can atan ayaklarımın biraz sabretmesi gerekiyordu, engellerin ve dikenlerin yolumdan çekildiği gün, ben bir kuş gibi özgürce mutluluğa koşacak, açtığı kapıdan tereddütsüz girecektim.

Ben eve gideceğimizi sanırken Yiğit, arabayı çarşıda müsait bir yere park ettikten sonra başıyla inmemi işaret etmişti.

“Biraz gezeriz diye düşündüm,” dediğinde kafamı olumlu anlamda salladım.

Arabadan inip bir süre çarşıda, tarihi sokakları ve esnafları gezip dolaştık. Bazı yerler çok kalabalık olduğundan zar zor adım atıp yürüyorduk. Bu çarşıya daha önce birçok defa gelmiştim fakat hiçbirinde içim bu kadar kıpır kıpır değildi. Yiğit’in yanımdaki varlığı zaten güzel olan bu sokakları daha da güzelleştiriyordu.

Ben tezgâhtaki gümüş takılara dalmış bakarken elime aldığım bir kolyeyi Yiğit’e göstermek için arkamı döndüm ama Yiğit yoktu. Etrafıma bakındım bir süre ama onu hiçbir yerde göremedim. Zaten bu kalabalıkta görmem imkânsızdı! Elimdeki kolyeyi yerine bıraktım ve etrafımda dönüp durmayı kesip ileri doğru yürümeye başladım. Sağıma soluma belki onu görürüm ümidiyle bakıyordum ama yoktu. Nereye kaybolmuştu bu adam?

Bir anda ne olduğunu anlamadan biri kolumdan tutmuş, beni kendine çekmişti. O anki korkuyla kim olduğuna bakmayıp endişeyle kolumu elinden kurtarmaya çalıştım. Kalbim korkuyla atamaya başlarken bağırıp yardım da isteyemiyordum.

 

Oylamayı, yorumlamaya ve sosyal medyada beni takip etmeyi unutmayın canlarım:))

 

Görüşmek üzere☘️

 

 

 

 

 

Bölüm : 07.12.2024 22:00 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...