Instagram hesabım: yusraergn
Tiktok hesabım: yusraergunkitapları
Keyifli Okumalar☘️
23. Acı ile Harmanlı Aşk
Acı sarmışsa her bir tarafını, ruhunun, kalbinin ve bedeninin tüm uzuvları işlevsiz kalır ve âdeta bitkisel hayata geçiş yaparsın. Ne yediğin yemekten tat alır ne de uyuduğun uykuda huzur bulursun. Bir ruh hastası gibi boş gözlerle öylece tüm gün oturur, bir noktaya bakar ve kendine acı çektirirsin.
Acılarını düşünmek istemesen bile her an beyninin bir köşesinde pusuda bekleyip fırsatı bulduğu an üşüşür her bir hücrene. Sana kalan da bu saldırıyla savaşmak olur. Fakat bu savaşın hiç de kolay olmayacağı gibi, bu savaşın bir galibi de olmayacaktır. İnsanın kendiyle olan savaşında bir kazanan yoktur, daima bir kaybeden vardır çünkü beynin ve kalbin arasında kaldığın bu savaşta zaten en baştan kaybetmişsindir.
Ben bu hayatta her zaman bir uçurumun kenarındaydım, hayatı her an düşecek gibi yaşadım. Benim için ya bir adım ilerisi olacaktı ya da bir adım gerisi. Başka seçeneğim yoktu. Bir adım geri atmamak ve bu hayatta kalabilmek için bir adım ileri atmaya çok çabaladım. Çoğu zaman o adımı atacakken, daha ilerisine gidecekken her zaman itildim, engellendim. Fakat bir adım ileri gidemiyorsam, yerimde kalabilmeyi de başardım çünkü eğer bir adım geri gidersem uçurumdan düşeceğimi biliyordum.
Yaşam ve ölüm çizgisini andıran uçurumun kenarında ben en çok da kalbimle onun içimdeki aşkına tutundum. Öyle sıkı sıkı tuttum ki, düşmemek için elime doladığım ipler, kesilen parmaklarımdaki kanlara bulandı. Ayaklarım çakılı kaldığı yerde toz toprak içinde kaldı, ayağıma batan taşlar ise derin yaralar açtı.
Ben bu kadar çabalarken yüreğimle yüreğini görünmez bir iple tuttuğum sevdiğim, beni bırakmıştı. O beni bıraktı, ben bir adım geriye doğru savruldum ve o ölüm çizgisini aşarak uçurumdan düştüm. Bu öyle bir düşüştü ki, her tarafım kan revan içindeydi, her yerim kırıklarla doluydu. Geriye adım atmamak için çabaladığım tüm uğraşlarım son bulmuştu. Uçurum kenarından kayan ayaklarım, beni acılı bir inişe götürmüştü.
Düştüğüm uçurum, onsuzluktu, yalnızlıktı, yok oluştu…
Günlerdir çiftlik evinde tek başıma içimdeki aşk ve beynimdeki düşüncelerle savaşıyordum. O günü her hatırladığımda sanki kalbime hançerler saplanıyordu. Artık gözyaşlarım tükenmişçesine tek bir damla bile akmıyor, ağlayamıyordum. Canım hiç olmadığı kadar yanıyordu.
Oturduğum yerden kalkıp mutfağa doğru gittim ve günlerdir yaptığım gibi yemeğimden iki lokma yiyip tabağımı tezgâha bıraktım. Şu bir haftada hem ruhum hem de bedenim çökmüştü. Derin bir nefes alıp biraz hava almak için dışarı çıktım. Düşünmekten uyuyamıyor, kalbime çöken acıdan dolayı rahat nefes alamıyordum. Üstümdeki hırkaya daha çok sarıldım ve içim gibi üşüyen bedenime kollarımı doladım. Büyük bahçede duran çardağın yanına gittim fakat oturmadım. Ayakta öylece dikildim.
Karşımda yüksek dağlardan oluşan bir manzara vardı. Dağlar, göğe uzanıyordu ve heybetleriyle insanın gözünü korkutuyordu. Güçlü ve dik duruşları ise hayranlık uyandırıyordu ama onlar bile yıkılmaz değildi. Onlar bile bir gün yıkılır, yok olurdu. Yine aynı düşünceler ve aynı kişi, beynim ve kalbimde gezinirken içimden tüm bedenimi titreten bir ürperti geçti. İçime yayılan tuhaf hisse bir anlam veremedim. Bir süre sonra donuk olan ifademde acı bir gülümseme peyda oldu.
Onunla mutlu olabileceğimi düşünecek kadar aptaldım ben. Tam mutlu oldum, her şey yoluna girdi derken bir anda her şey tepetaklak olur ve sen ne olduğunu anlamadan dişinle tırnağınla kazıyıp inşa ettiklerin bir bir yıkılıp enkaza döner, sen de o enkazın altında kalan bir ceset oluverirsin. Bedeni yaşayan ama ruhu ölmüş bir ceset! Tıpkı benim gibi.
Ne kadar süredir burada olduğumu bilmiyordum ama saatin geç olduğunu, hatta gece yarısına geldiğini havanın daha da kararmasıyla anlamıştım. Artık içeri dönmeye karar verdiğim esnada arkamdan duyduğum o ses, beni hem şoka uğratmış hem de yanarak kül olan ruhumun küllerini gecenin karanlığına dağıtmıştı. Bedenim buz keserek donup kalmıştı, nefesim ise ciğerlerime yetmez olmuştu.
Bana doğru geldiğini hissettiğim an kalbim sanki göğsümü yırtmak ister gibi çarpmaya başladı. Ellerim titriyor, ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Bedeninin tam arkamda olduğunu anladığımda ise gözlerimi sıkıca yumdum.
Tepki vermedim. Ona dönmek, yüzünü görmek istemedim. Kapalı olan gözlerimde yaşlar birikmiş, dolup taşmaya hazırda bekler olmuştu. Göz kapaklarım bu doluluğa dayanamayıp açıldı ve yaşlar birer birer düşmeye başladı. Canım kızgın ateşlere düşmüş gibi yanıyordu.
Bana olan ihaneti, bittiğini sandığım gözyaşlarımı yeniden döküyordu. Neden gelmişti, hangi yüzle karşıma çıkabiliyordu? Düştüğüm uçuruma beni bir kere daha itmeye mi gelmişti?
“Sessizliğine öldüğüm kadın!” dedi.
Dilinden dökülen kelimeler, acıyla oluşan tuğlaların bedenimde ördüğü duvarlardan geçemiyordu. Sesi, sözleri kalbime acının kurduğu barikattan içeri giremiyor, işlemiyordu. Bana biraz daha yaklaştığını ve nefesinin saçlarımdan enseme doğru aktığını hissettim. İşte bu benim direncimin kırılma noktasıydı. İzin vermedim, duvarlarımı yıkmasına izin vermedim. Acının kurduğu barikatları geçmesine izin vermedim.
Gözyaşlarımı sildim ve ondan bir adım uzaklaştım. Birkaç saniyenin ardından ona döndüm. Gözlerim gözlerine değdiği an içim titremişti. Hasret, kırgınlık, acı ve aşkın yoğunlaştığı gözlerime o da sanki özlemle bakıyordu. Ellerini kaldırıp yanağıma koyacağı sırada bir adım daha uzaklaştım ve bana dokunmasına yine izin vermedim.
Gözlerinde beliren acı ile, “Benden uzaklaşma. Yokluğunla geçirdiğim azap dolu bir haftadan sonra hasret kaldığım o güzel yüzünden mahrum etme beni,” dedi.
Ne diyordu bu adam, neden azap çekmişti ki? İhanet eden o değil miydi? Gözlerinde gördüğüm acı ile şaşırmıştım. Gözlerim bana ihanet ederek yüzünün her karesinde gezinmeye başladı. Yüzü oldukça çökmüş, gözlerinin altı morarmıştı. Gözlerimi gözlerine çıkardığımda soğukça baktım.
Ellerimi harekete geçirdim ve “Burada olduğumu nereden öğrendin, ayrıca neden geldin?” dedim.
Bir haftadır olmayan gücüm yerine gelmiş gibiydi. Karşısında yıkılmayarak dimdik durmak tüm gücümü ve cesaretimi gün yüzüne çıkarmıştı. Arkamdaki heybetli dağlardan özendiğim dik duruşumun yıkılmamak için çok da uzun süre dayanabileceğini sanmıyordum.
“Sana, ait olduğum kadına geldim,” dedi.
Öfke ve acıyla hızla ellerimi oynatarak, “Sen bana ait değilsin, hiçbir zaman da olmayacaksın!” dedim.
Gözlerimin içine kararlılıkla baktı. “Ben sana aittim, hep olduğu gibi, yalnızca sana.”
Alayla gülümsedim. “Bana ettiğin ihanetten sonra nasıl böyle konuşuyorsun? Hangi yüzle?”
Kafasını hızla iki yana salladı, “Ben sana ihanet etmedim. Hiçbir şey göründüğü gibi değil. Hadi içeri geçip öyle konuşalım, üşüyorsun,” dedi.
Üşüyor muydum? Bu adam benim üşüdüğümü mü sanıyordu? Ben üşüyemezdim ki, benim içim buz tutmuşken üşüyemezdim, havanın soğuğu bedenime işlemezdi. Ben acı ve öfke yüzünden titriyordum ama o bunun farkında değildi.
Ellerimi harekete geçirerek, “Ben seninle hiçbir şey konuşmak istemiyorum, git buradan,” dedim ve arkamı dönüp eve doğru yürüdüm. Yiğit bana yetişerek kolumdan tuttu ve beni durdurdu.
“Gidemezsin, konuşacağız,” dedi inatla. Elinin arasında tuttuğu kolumu ateşe değmiş gibi hızla çektim ve öfkeyle yüzüne baktım.
“Ne dersen de, sana bir daha asla inanmayacağım! Asla!” Keşke tüm bunları yüzüne haykırarak söyleyebilseydim, keşke içimdekileri sesimle yüzüne vurabilseydim, içimdeki tüm birikmişliği çığlık çığlığa dışarı atabilseydim. Ona bir kere daha arkamı döndüm ve hızlı adımlarla eve girip kapıyı kapattım. Peşimden gelse de bana yetişemeden kapı yüzüne kapanmıştı. Sırtımı kapıya dayadım ve gözlerimi yumdum. Nefes nefese kalmıştım ve göğsüm hızla inip kalkıyordu. Onu görmek bana eskisi gibi mutluluk değil acı vermişti. Onun başka bir kadına dokunduğunu düşünmek, içimdeki aşkın üstüne toprak atıyordu. Kapının çalmasıyla irkilerek refleks olarak kapıdan uzaklaştım.
“Arya benden kaçma, aç kapıyı konuşalım!” Bir şey diyemediğim için bekledim.
“Arya!” diye bağırdı bu sefer.
Açmadım. Gözlerimde tekrar biriken yaşları umursamadım ve içeri geçerek televizyonu açtım. Yiğit’in sesini bastırması için televizyonun sesini son seviyeye kadar getirdim. Fakat Yiğit vazgeçmiyor, hırsla kapıya vurmaya devam ediyordu. Oluşan gürültüden dolayı yüzümü buruşturdum.
Bir süre sonra sesler kesildi. Emin olmak için televizyonu kapattım ve kapıya doğru kulak kabarttım. Hiçbir ses yoktu. Gittiğini düşünmüyordum ama dışarıda ne yaptığını da merak etmeye başlamıştım. İçeriye girmenin yolunu bulabilme ihtimaliyle hızla ayağa kalktım ve mutfak penceresinden bahçeye baktım. Ortalıkta görünmüyordu.
Arka kapıyı buraya geldiğim ilk gün sıkı sıkı kapatmıştım, oradan da girmesi imkânsızdı. Tekrar salona gidip koltuğa otururken siyah ince örtüyü üzerime çektim ve dizlerimi göğsüme dayadıktan sonra kollarımı etrafına doladım. Yiğit’i düşünürken birden kopan gök gürültüsüyle yerimden sıçrarken, korkuyla atan kalbimi sakinleştirmek için elimi göğsüme bastırdım. Bu gök gürültüsü az sonra yağacak olan yağmurun habercisi gibiydi. Birkaç dakika sonra bir kere daha gök gürlemiş, yağmur şiddetli bir şekilde yağmaya başlamıştı. Tıpkı içimden dolup taşan acılarım gibi bulutlardan koparak yeryüzüne iniyorlardı.
Perdesi aralık olan camdan yağan yağmuru izlemeye başladım. Bakışlarım bir süre yağmurun hızla yere çarpmasına takılırken duyduğum gürültü ve sesle korkuyla dikleşip koltuktan indim. Ses dışarıdan gelmişti.
Kalbim korkuyla ağzımda ata ata camın önüne gittim ve camdan az uzak durarak dışarıyı görmeye çalıştım ama yağmurdan dolayı hiçbir şey görünmüyordu. Biraz daha yaklaşıp perdeyi iyice araladım. Bakışlarımı dışarıda gezdirdim ve kimse var mı diye etrafa baktım.
Bir şey bulamayınca geri çekilip tam perdeyi kapatacağım sırada dışarıdaki sandalyede oturan Yiğit’i görünce önce rahatlasam da daha sonra gitmemiş olmasına ve orada öylece yağmurun altında durmasına öfkelenmiştim. Duvarın dibinde otursa da yağmur onun olduğu tarafa doğru hızla iniyordu. Üstelik üzerinde sadece gömleği vardı. Bu adam neden gitmiyordu? Sinirle soluyup cama iyice yaklaştım.
Yağmur taneleri siyah gür saçlarını ıslatıyor, yüzünden bedenine doğru akıp gidiyordu. Böyle kalırsa hasta olacaktı ama onu içeri almam için yapıyorsa bunu asla yapmayacaktım. Kafasını kaldırıp benim olduğu tarafa bakınca kendimi geri çekip duvara yaslandım.
Hasta olmasından endişelenen kalbime kızdım. Kalbim kesinlikle akıllanmıyordu. Bu sefer kendime yönelen öfkemle onun yağmurun altında ıslandığını umursamamaya çalışarak yukarı çıktım. Odama girdiğimde yatağa oturdum. Onu düşünmemeye çalışsam da olmuyordu. Bu sefer aklım da bana ihanet ediyordu.
Aklım ondayken rahat olamıyordum, âdeta diken üstündeydim. İçim içimi yerken yatağın yanındaki çekmecenin üstünden telefonumu aldım. O günden sonra hattımı değiştirsem de ezberimde olan numarasını tuşlayıp mesaj yazmaya koyuldum.
Mesajı gönderdikten birkaç saniye sonra gelen bildirim sesiyle bakışlarım telefonu buldu.
‘Seni almadan gitmem Arya, bunu aklına sok!’
Aklına sokmuş! Asıl seninle gelmeyeceğimi sen aklına sok!
‘Seninle hiçbir yere gelmeyeceğim Yiğit, git buradan.’
Tekrar gelen mesaja baktığımda öfkeyle dişlerimi sıktım.
Sinirle telefonu çekmecenin üstüne fırlatıp yatağın içine girdim ve içimden Yiğit’e sövmeye başladım. Aptal adam, ona üzülüp içeri alacağımı sanıyorsa yanılıyordu. Ne hâli varsa görsün. Çakan şimşeğin ışığı odanın penceresinden içeri sızmıştı.
Yağmur pencereyi döve döve yağmaya devam ediyordu. Bir kere daha kalbime yenilip yataktan çıktım ve pencerenin önüne geldim. Dışarı baktığımda biraz önce oturduğu yerin boş olduğunu gördüm, üstelik etrafta da görünmüyordu. Herhâlde arabaya binmiştir diye düşünüp tekrar yatağa girdim fakat bu sefer uzanmadım, sırtımı yatak başlığına dayadım ve pencereden yağan yağmuru izledim.
Sabahın ilk ışıklarına kadar gözümü bir an bile kırpmadan öylece oturdum. Uyumak için zonklayan kafamı biraz da olsa rahatlatmak için uyku ilaçlarından bir tane aldım ve yatağa gömülerek gözlerimi yumdum.
Yanağımda hissettiğim sıcak bir şeyle kaşlarım çatıldı. Uyanmak isteyen bilincime, yanağımdan saçlarıma doğru uzanan el izin vermiyordu. Beni tekrar mayıştırıyor ve beni bir kere daha uykunun kollarına atıyordu. Derin bir iç çekişle yatağın içine biraz daha sokuldum. Sıcak dokunuşlar huzurla dolmama neden oluyordu. Fakat beynimin bir anda olayları idrak ederek uyanmasıyla gözlerimi hızla açtım.
Karşımda bana gülümseyerek bakan Yiğit’i beklemiyordum. Rüya olduğunu düşünsem de tamamen açılan gözlerim bana gerçek olduğunu gösteriyordu. Onun burada ne işi vardı? Uyandığımı görünce elini yanağımdan çekti ve gülen yüzü soldu. Üzerimdeki şaşkınlığı atar atmaz doğrularak onun yakınlığından uzaklaşmak için yatağın öbür ucuna gittim.
“Kaçma benden,” dedi hayal kırıklığının çevrelediği ifadesiyle.
Söylediğini umursamayarak ellerimi harekete geçirdim. “Senin ne işin var burada? Eve nasıl girdin?”
“Konağa gidip yedek anahtarı aldım,” dedi. Gözlerim kocaman olurken o kadar yolu anahtarı almak için gitmiş olması beni hayrete düşürmüştü. Şaşkınlığım yerini öfkeye bırakmaya başlayınca yataktan çıktım ve karşısına dikildim.
Yiğit hâlâ yatağın kenarında oturuyordu. Bir anda hapşırdı ve ardından sarsak adımlarla ayağa kalktı. Onun bu hâline anlam vermeye çalışarak baktım. O da karşıma dikilince yüzünü dikkatle süzdüm. Siyah gözlerinin feri sönmüştü, yüzü ise oldukça yorgun görünüyordu. Fark ettiğim bir diğer şey ise göz kapakları her an kapanacak gibi durmasıydı. Ayrıca yanakları da kızarmıştı. Aklıma gelen şey ile ona doğru ani bir adım atarak elimi alnına koydum. Cayır cayır yanan teni beni endişelendirmişti.
Ateşi çok yüksekti! Yiğit alnına dokunmamla zaten baygın olan gözlerini kapatmıştı, yüzünde de yorgun bir tebessüm vardı. Bense bu hasta hâliyle panikleyerek kolundan tuttuğum gibi onu banyoya doğru çekiştirdim. Bu soğuk havada, şiddetle yağan yağmurun altında kalırsa olacağı buydu. Aptal adam! Bir yandan içimden ona saydırırken öbür yandan da onu duş kabinine sokmuştum. Yiğit tüm bu süre boyunca sesini çıkarmadan bana uymuştu.
Bedeni yine heybetli duruşuna zıt bit şekilde güçsüzdü. Onu duş başlığının altına getirdim ve gömleğini çıkarmaya başladım. Açtığım her bir düğmede esmer teni ortaya çıkıyordu. Ellerim titriyor, kalbim hızla atıyordu. Gömleği tamamen çıkarınca kenara attım. Şimdi sıra en zor kısım olan pantolondaydı. Kafamı kaldırıp Yiğit’e baktım. O da bana bakıyor, ne yapacağımı merak ediyor gibiydi. Son bir cesaret deyip pantolonu da çıkardım ve suyu soğuğa ayarlayıp açtım. Açar açmaz Yiğit inlemiş ve titremeye başlamıştı.
“Ü-üşüyorum,” dedi dişleri dâhi titrerken. Çıkmaya yeltenmişti ki beline sarılıp onunla birlikte soğuk suyun altına girdim.
“Ar-arya su çok soğuk, sen çık!” dedi ama umursamadım. Ateşi çok yüksekti ve soğuk su ile düşürmemiz gerekiyordu. Şimdi ona hastaneye git desem gitmezdi, bu yüzden soğuk su tek çareydi. Yiğit çıkmayacağımı anlayınca sıkıca belime sarılıp beni daha da kendine çekti. Kendimi onun soğuk suyun bile etki etmediği sıcaklığına bırakmamak için zor tuttum.
Soğuk su üzerimizden akıp giderken gözlerimi yumdum ve hiçbir şey düşünmemeye çalıştım. Olmuyordu. Onu başkasıyla gördüğüm anı unutamıyordum, gözlerimin önünde tekrar tekrar canlanıyordu. Soğuk su bile içimdeki kor yangını bastıramıyordu.
Yiğit’in ateşler içinde yanan bedeni gibi içim yanıyordu. Gözümün önüne gelen görüntüler, ıslak yanaklarıma doğru bir yaşın inmesine neden olmuştu. Su damlalarının arasına gizlenen gözyaşım, akıp gittiği yeri yakmıştı. O bana tüm bunları yaşatırken ben ona kıyamıyordum. Hastalanmasına dayanamıyor, canının acısını yüreğimde hissediyordum ama öyle olmaması gerekiyordu değil mi? O benim canımı yakmışken benim bu denli onun için endişelenmemem gerekiyordu. Yapamıyordum!
İnsan kendinden çok birini sevmemeliydi!
İnsan canını yakan birine bu denli âşık olmamalıydı!
Yoksa böyle yanmaya mahkûm olurdu.
Birkaç dakikanın ardından ondan ayrıldım ve bir adım uzaklaşarak gözlerinin içine baktım. Kalbim daha fazla bu acıya katlanamamıştı. Yüzümdeki acının gölgesini sildim.
Hâlâ baygın bakan gözleri beni bulunca ellerimi oynatarak, “Ben çıkayım artık, sen de duş al,” dedim.
Biraz da olsa kendine gelmiş, ayılmış görünüyordu ve kendi başına halledebileceğini düşünerek banyodan çıktım. Odama geçip aceleyle üstümü değiştirdim ve saçlarımı kuruttum. Ardından Yiğit’in her zaman kaldığı odaya gidip onun için giyecek bir şeyler hazırladım. Evet, ben bir haftadır Yiğit’in ailesine ait olan bu çiftlik evinde kalıyordum. O güne kayan düşüncelerime mani olamadım.
***
Tüm acılarımı, umutlarımı ve hayallerimi alıp konağın kapısından çıkacağım esnada arkamdan duyduğum ses ile olduğum yerde kaldım.
Yavaşça arkamı döndüğümde annem ile göz göze geldim. Bakışlarında şaşkınlık ve korku vardı. Yıkılmış hâlimle çok kötü göründüğümün farkındaydım. Annemin gözleri önce ağlamaktan şişmiş gözlerime sonra da elimdeki valize kaydı. Kaşları çatıldı ve neler olduğunu anlamaya çalışır gibi baktı.
“Arya, kızım ne oldu, ne bu hâlin? Hem o elindeki valiz de ne?” diye soruları üst üste sıralayan annemle bir hıçkırık koptu dudaklarımın arasından.
Annem endişeyle yanıma geldi ve bana sıkıca sarıldı. Benden ayrıldığında kolumdan tutarak, “Hadi kızım gel, önce konuşalım da ne olduğunu anlat,” dedi ve beni sedirlerin olduğu tarafa çekti. Beni oturtup karşıma geçti ve hâlâ şaşkın olduğu her hâlinden belli olan yüzüyle bana baktı.
“Ne oldu Arya, hadi anlat kızım?” dedi. Tükenmiş bir şekilde gücümün son kırıntısıyla bütün olanları anlattım. Annemin gözlerindeki şaşkınlık yavaş yavaş öfkeye dönmüştü.
“Kızım, Yiğit böyle bir şey yapacak biri değil. Evet, serttir ama böyle adilik yapmaz benim oğlum,” dedi. Gözlerimden süzülen yaşları şefkatle sildi. “Beni yanlış anlama kızım, onu savunmuyorum fakat Yiğit yapmaz,” dedi bir kere daha.
“Yaptı anne. Ben de yapmaz demiştim ama yaptı. Şu an yukarıdalar.” Bir hıçkırık daha dudaklarımdan koparken titreyen bedenim ise kontörlümden çıkmaya başlamıştı.
“Ağlama kuzum, dur hele ben Yiğit’le konuşayım bu işin aslını,” deyip tam kalkacağı sırada kolundan tutup onu durdurdum.
“Hayır anne, böyle bir şey yapma lütfen. Ben buradan uzaklaşmak, gitmek istiyorum,” dedim güçlükle ellerimi oynatarak.
“Olmaz kızım, gitmene izin veremem,” dedi karşı çıkarak.
Ne yapacağını bilmeyen annem bir süre durup düşündü. Gitmeme izin vermese dâhi gidecektim ama bu iyi kalpli kadını kırıp üzmek istemiyordum.
“Tamam, git ama benim bildiğim bir yere, yoksa bırakmam seni kızım. Senin bir başına bilmediğin yerlere gitmene izin vermem,” dedi kesin bir dille.
Kafamı olumlu anlamda salladım ve ellerimi kaldırıp hareket ettirdim. “Tamam ama Yiğit bilmeyecek,” diyerek şart koştum.
“Tamam, merak etme. Benim oğlanın bir ders alma vakti geldi,” dedi. Annem yanımdan kalkıp gitti ve bir süre sonra konağın çalışanı olan Furkan abi ile geldi.
“Hadi kalk kızım, Furkan seni bizim çiftliğe bıraksın, bir süre orada kalıp kafanı toparlarsın.” Valizi elime aldım ve Furkan abinin peşine takıldım. Konağın kapısından çıkıp arabanın yanına geldiğimizde annem bana sıkıca sarıldı.
“Sakın üzme kendini, tamam mı güzel kızım? Ben her şeyi halledeceğim merak etme,” dedi bana bir kere daha sarılarak. Neyi halledecekti bilmiyordum ki, zaten o an umursayacak hâlde değildim. Yaşadığım acı fazlasıyla beni kahrediyordu. Annemden ayrılıp arabaya bindim. Son kez konağa ve gözü yaşlı anneme baktım. Araba hareket ederken acımı ve kalp kırıklıklarımı alıp, ne olacağını bilmediğim bir yola doğru adım attım.
***
Suyun kesilme sesini duyunca düşüncelerimden sıyrıldım ve Yiğit için getirdiğim kıyafetleri yatağın üstüne koyup hemen odadan çıktım. Ben çıkar çıkmaz da banyo kapısının açılma sesini duydum. Onunla karşılaşmak istemesem de aynı evin içinde olduğumuz için mecbur karşılaşacaktık.
Ben ondan kaçarken o yine beni buluyordu. Derin bir nefes alıp aşağı indim. Mutfağa girip çorba yapmaya başladım. Duşun üstüne sıcak bir çorba içmesi ve uyuması iyi olurdu. Çorba hazır olunca tepsiye koydum ve yanına da bir dilim ekmek ile su bırakıp yukarı çıktım. Aralık olan kapıyı dirseğimle itip içeri girdim. Yiğit giyinmiş ve yatağa uzanmıştı. Yorganı boğazına kadar çekmiş, uyuyordu.
Tepsiyi komodine koyup ona biraz daha yaklaştım. Elimi alnına koyup ateşine baktım. Neyse ki ateşi düşmüştü. Elimi geri çekeceğim esnada Yiğit birden gözlerini açıp bileğimden tuttu ve beni yanına çekti. Yan bir şekilde kollarının arasına, yatağa düşmüştüm. O da yan dönüp yüzümüzü aynı hizaya getirdi ve belime sardığı kollarıyla beni sıkıca sardı. Ben anın şokuyla öylece kalakaldım. Hiçbir şey yapamayacak kadar uyuşmuştum. Bir elini belimden çekip yüzüme gelen saçlarımı geriye itti. O bunu yaparken gözlerimi bir an olsun yüzünden ayırmayıp onu izledim. Saçlarımın arasına elini daldırdı ve saç diplerimi okşadı.
“Bundan sonra tek bir gün bile yanımdan uzaklaşmana asla izin vermeyeceğim,” dedi. Sağ gözümden düşen yaş yanağımdan kayıp Yiğit’in boynuna düştü. Bunu hissetmiş olacak ki, “Ağlama,” dedi fısıldayarak. “Ağlamana dayanamıyorum.”
Asıl dayanamayan bendim. Bana yaptıklarına rağmen sanki hiçbir şey olmamış, her şey düzelmiş gibi beni kollarına alıp yakın davranması canımı sıkıyordu. Aklıma bunlar bir bir düşerken kollarından çıkıp ayağa kalktım. Ben yataktan çıkar çıkmaz Yiğit de ayaklanıp kolumdan tuttu ve beni kendine çevirdi. Ondan uzaklaşıp kolumu elinden kurtardım ve sinirle ellerimi kaldırıp tüm öfkemi kustum.
“Yeter artık! Hiçbir şey yokmuş gibi davranmandan bıktım. Ben neyim senin için bir oyuncak mı? Bana bunu yapmaya ne hakkın var! Ben sana ne yaptım da canımı bu kadar yakıp beni paramparça ediyorsun?” dedim sinirden titrerken. Bana yaklaşmaya çalışınca bir adım daha geriye gittim.
“Arya’m…” demesiyle sözünü bölerek ellerimi harekete geçirdim.
“Bana Arya’m deme! Bana o aitlik ekini kullanma, ben senin hiçbir şeyin değilim!”
“Sen benim karımsın! Artık hiçbir şeyin değilim veya değilsin demeyi bırak Arya,” dedi dişlerini sıkarak.
“Karınım öyle mi?” Yüzümde alaylı bir gülümseme belirdi. Hastalığın vermiş olduğu hâlsizlikle zar zor ayakta duran Yiğit, hâlâ inatla bana yaklaşmaya çalışıyordu.
“Arya...” dedi ama konuşmasına yine izin vermeyerek elimi kaldırıp durmasını işaret ettim.
“Unutmadım Yiğit Ağa! Ne bana söylediklerini ne de yaptıklarını unutmadım, asla unutmayacağım,” dedim sinir krizi geçiriyormuş gibi hâlâ titrerken.
“Biliyorum, kahretsin ki biliyorum! Sana yaptıklarım için pişman değil miyim sanıyorsun? İçim yanmıyor mu sanki? Canını yaktığım her an için kendimden nefret ediyorum!” diye bağırdı. Saçlarını öfkeyle yolar gibi çekti ve kızgın bir boğayı andıran gözlerini kısa bir an için de olsa çekip tekrar bana çevirdi.
“Pişmanım görmüyor musun? Ölüyorum be kadın! Şurası var ya,” dedi kalbini göstererek, “Şurası öyle çok acıyor ki, sana acı veren her bir sözüm kalbimi yakıyor, içimi paramparça ediyor,” diye devam etti. Bakışlarındaki acı ve pişmanlıkla afalladım. Neden canı yanıyordu? Gözleri sanki âşık bir adamın gözleri gibi bakıyordu, sözleri sevdiğinin canını acıtan bir adamın perişanlığıyla dilinden dökülüyordu. Ama Yiğit âşık değildi ki! Bu o değildi!
“Neden? Neden canımın yanması canını yakıyor, neden ağlamam sana acı veriyor?” Gözlerinin içine bakıp cevap vermesini bekledim. Orada gördüğüm derin ve yoğun duygular beni şaşırtıyordu. Bana açıkça gösterdiği duygularına inanmakta zorluk çekiyordum.
“Çünkü sen benim ettiğim tüm yeminleri, verdiğim tüm sözleri yerle bir ettin!” dedi ve bana bir adım daha yaklaşarak gözlerimin içine sevgiyle baktı. “Çünkü ben sana âşık oldum.”1
Duyduğum kelimeler kulaklarımda yankılanıyordu. Beynimin içinde dönüp duran cümlesini parçalara ayırarak idrak etmeye çalışıyordum. Çoktan kalbime ulaşan bu sözler ise kalbimin hızını artırmıştı. Göğsüm kalbimin hızıyla uyumlu bir şekilde inip kalkıyordu. Bedenim hissettiğim şokla beraber donup kalmıştı.
“Seni seviyorum Arya’m,” dedi bu sefer. Sarsılarak bir adım uzaklaştım. Yutkundum. Bakışlarımı gözlerinden çektim ve şaşkınca etrafta gezdirdim. Beynim, üst üstte kullandığı cümleleri idrak edince kafam ışık hızında ona döndü.
“Sen ne dedin az önce?” dedim. Hâlâ inanamıyordum. İnanmakta güçlük çekiyordum.
Havada duran ellerimi ellerinin arasına aldı ve yorgun yüzünde oluşan küçük bir tebessümle, “İnanmak zor biliyorum ama bu soğuk ve huysuz adam, daha önce karım değilsin dediği karısına âşık oldu,” dedi.
Sanki ruhumdan kalbime bir şeyler akıyor gibi hissettim. Tüm uzuvlarım uyuşmuş ve tutulmuştu. Yıllardır hayal ettiğim bu an hiç beklemediğim bir anda gelmiş, beni şoka uğratmıştı. Fakat daha sonra zihnime dolan ihanet görüntüleriyle her şey bir balon misali söndü. Eğer seni sevseydi, seni aldatmazdı diyen iç sesimin sözleri kulaklarımda çınladı. Ellerimi hışımla ellerinin arasından kurtardım. Ondan tekrar uzaklaştım ve ellerimi harekete geçirdim.
“Sana inanmıyorum! Beni sevseydin eğer beni aldatmazdın! Şimdi git buradan,” dedim bir kere daha onu kovarak.
“Ben seni aldatmadım! Sana asla ihanet etmedim, etmem de!” diye sözlerinin üstüne basa basa konuştu. Sözlerine aldırmadan, onu daha fazla dinlemek istemediğimden arkamı dönüp odadan çıktım ve kendi odama girdim. Eğer o gitmiyorsa ben gidecektim. Her şeyi kendi gözlerimle görmüştüm fakat o hâlâ inkâr ediyordu. Yatağın üstündeki telefonu elime aldım ve hırkamı üstüme geçirerek kapıdan çıkmak için hareketlenmiştim ki bir anda karşıma çıktı.
Öfkelenerek, “Çekil kapının önünden,” dedim.
“Hayır,” dedi çocuk gibi omuzunu silkerek. “Hem nereye böyle?”
Kararan gözlerindeki öfke gün yüzüne çıkmıştı. “Gidemezsin!” dedi.
Ellerimi hareket ettirerek, “Gideceğim,” dedim.
Kafasını iki yana hızlıca salladı. “Bir kere daha benden gitmene izin vermeyeceğim,” dedi. Ona aldırmayarak yanından geçip gideceğim sırada kolumdan tuttu ve elini çeneme koyarak bakışlarımızı sabitledi. “Lütfen dinle beni, ben seni aldatmadım.” Elini çenemden iterek uzaklaştırdım. Artık kontrol edilemez şekilde öfkemin esiri olmuştum.
“Gözlerimle gördüm! Beni aldattığını gözlerimle gördüm!” Ellerimden kopan kelimeler içimdeki yangını haykırıyordu. Gözlerim doldu ama yaşların akmasına bu sefer inatla izin vermedim.
“O gün gördüklerinin bir açıklaması var, hiçbir şey sandığın gibi değil Arya. Bu zamana kadar beni hiç mi tanımadın, böyle bir şey yapacağıma nasıl inanabilirsin?” dedi hafif sesini yükselterek. “Gördüklerin anladığın gibi değil, yemin ederim değil,” dedi ve öfkeyle devam etti. “Hepsi Hale’nin bir oyunuydu.”
Kaşlarım çatıldı, duyduğum isimle bedenim gerildi. “Hale neden böyle bir oyun oynasın ki? Yalan söylüyorsun. Sana inanmıyorum!” dedim. Acının gölgelediği yüzümün yansımasını siyah göz bebeklerinde görebiliyordum. Peki o ne kadar acı çektiğimi görmüyor muydu? Yiğit ağzını açıp konuşacağı sırada ellerimi oynatmaya başladım. “İstemiyorum! Bu saatten sonra bana hiçbir şey anlatmanı istemiyorum. Sizi aynı yatakta görmemin bir açıklaması olamaz! Git artık!” Yorulan kollarımı iki yanıma bıraktım.
“Hayır, seni asla bırakmam Arya, bunu aklından çıkar!” dedi sert bir sesle.
“Bırakacaksın! Zaten istediğin bu değil miydi?”
Kaşlarını çattı ve “Seni seviyorum diyorum be kadın, neden anlamıyorsun?” diye bağırdı.
Ellerimi hırsla hareket ettirerek, “Eğer sevseydin aldatmazdın!” dedim bir kere daha. “Bitti artık, anladın mı? Bitti!”
“Ne demek bitti, ne diyorsun sen?” dedi dişlerinin arasından.
“Boşanacağız,” der demez Yiğit’in yüz ifadesi değişmiş, korkunç bir hâl almıştı.
“Ne dediğin farkında mısın sen?” diye bağırdı. Bağırmasıyla irkilsem de kararlı olduğumu gözlerimle ona belirttim. Karşısında korkusuz bir şekilde durdum ve omuzlarımı dikleştirdim. Gözlerine inen öfke perdesinin farkındaydım ama umurumda değildi. “Böyle bir şey asla olmayacak, anladın mı beni? Bunu sakın denemeye kalkma!” dedi korkutucu bir şekilde.
Hastalığın etkisiyle az önceki kısık gözleri, şu anda öfkeden dolayı kocaman açılmıştı. Burnundan aldığı sert soluklar aramızdaki sessizliği delip geçiyordu. Göğsü hızla inip kalkarken yumruklarını sıkmıştı. Gözlerini yumdu ve sakinleşmek ister gibi bir süre bekledi. Öfkesinin ateşi beni yakmasın diye uğraşıyordu ama boşunaydı. O bana yaşattığı acıyla zaten beni yakıp küle çevirmişti.
Gözlerini ani bir şekilde açtı ve “Bu böyle olmayacak,” diye mırıldandıktan sonra arkasını dönüp odadan çıktı.
Çıkmasıyla dumura uğrarken peşinden ne yapacağını öğrenmek için merakla aşağı indim. Fakat ben yetişemeden Yiğit evden çıkmış, arabasına atladığı gibi gitmişti. Bense ne olduğunu anlayamayarak öylece salonun ortasında kalakaldım. Yine gitmişti. Arkasını dönüp beni perişan bir hâlde bırakarak yine gitmişti. Elektrik akımına tutulmuşum gibi öfkeyle titriyordum. Kendimi bir çuval gibi koltuğa attım. Neler olduğunu düşünüyor ama bir şey bulamıyordum. Artık çok yorulmuştum.
Ruhum çöküşün eşiğinde, kalbim ise bin bir parçaydı. Bana söylediği sözler ve yaptığı itirafa inanmak isteyen kalbim tekrar hızlanmıştı ama hızlanan kalbimi durduran ise gerçekleri haykıran beynim olmuştu. Dünden beri bir şey yemediğim için açlıktan başım dönüyor, gözüm kararıyordu ama canım hiçbir şey istemiyordu ve midem bulanıyordu. Bu zamana kadar tüm bu yaşadıklarımı düşündüm. Ailemi kaybedişim, yengemle kuzenimin yaptıkları ve Yiğit ile olan evliliğim.
Zor ve kötü zamanlar geçirmiştim. Her daim yaşadıklarıma dayandım, katlandım fakat Yiğit ile evlendiğimden beri ondan gelen en ufak darbeyle yıkılıyor, enkaz altında kalıyordum. Çünkü o bana bedenime yönelik değil, kalbim ve ruhuma yönelik acılar yaşatıyordu. Bu da hâliyle benim bitiş noktam oluyordu. Dış kapının bir anda duvara çarparak açılmasıyla irkildim.
“Arya!” diye bağıran Yiğit beni fark edince sustu. Kolundan tuttuğu kişiyi görünce olduğum yere çivilendim. Ne yapmaya çalışıyordu bu adam, bu kadının ne işi vardı burada? Sinirli bakışlarımı Hale’nin üstünden çekip, Yiğit’e çevirdim. O da benim gibi oldukça sinirli ve gergindi. Kolundan tuttuğu Hale’yi itti ve bununla birlikte Hale yere, tam önüme düşmüştü. Acıyla inleyen Hale hem ağlıyor hem de dizlerini tutuyordu.
“Anlat her şeyi!” dedi Yiğit sert bir şekilde. Hâlâ ağlayan Hale korkuyla Yiğit’e baktı ve daha sonra kafasını önüne eğdi. Yiğit onun hâlâ konuşmamasına daha da sinirlenerek tam eğilip kolundan tutacakken Hale korkuyla kendini yana çekmişti. Yiğit ona ulaşmadan elimle durmasını işaret ederek onu engelledim.
Yiğit durdu ve sinirle, “Kes ağlamayı da yediğin haltı anlat, gerçekten sabrım tükenmek üzere,” dedi dişlerini sıkarak. Hale korkuyla kafasını salladı ve ağzını açacağı sırada dudaklarından kopan hıçkırıkla eliyle ağzını kapattı. Çok perişan görünüyordu. Ona asla acımıyordum, aksine ona iğrenerek baktım.
“Ben…” dedi ağlamaktan çatallaşmış sesiyle. “Yiğit’in suçu yok, her şeyi ben yaptım.”
“Düzgünce her şeyi, tek tek anlat!” dedi tekrar Yiğit.
“Buraya gelmeden önce Yiğit beni arayıp çağırdığında her şeyi planladım. Aranızın kötü olduğunun farkındaydım. O gece kavga ettiğinizi duydum ve planımı devreye sokma zamanı olduğuna karar verip uyguladım. Düğüne gelmediğim için evde tektim ve fırsatı değerlendirip odanıza girdim. Dolaptan senin geceliklerinden birini aldım, ardından da kullandığın şampuanı da alıp senin gibi kokmak için kullandım. Tartışmanızdan sonra dışarı çıkan Yiğit’i gördüğümde önceden hazırladığım ilaçlı suyu ona içirdim. Bir süre sonra kötüleşince odama götürdüm. Aramızda hiçbir şey geçmedi, gömleğini ben çıkardım ve yatağa yatırdım. Yiğit bana sarıldı ama o beni sen zannettiği için sarılmıştı. Çünkü o gece sürekli senin adını sayıklıyordu,” dedi ağladığı için kesik kesik çıkan sesiyle.
Şu an o kadar şaşkındım ki hiçbir şey yapamıyordum. Hale’nin söylediği her bir cümlede öfkem katlanarak artıyordu. Onca şeyi planlamış, bizi ayırmaya kalkmıştı. Peki ama neden?
“Neden? Neden yaptın bunu?” diye sordum öfkeyle.
Yiğit benim söylediğimi ona tercüme ederek, “Neden yaptığını anlat,” dedi. Öfkeli ve sert sesi, Hale’nin ona korkuyla bakmasına neden olmuştu.
Daha sonra kafasını önüne eğerek, “Ben... Ben Yiğit’i seviyorum,” dedi fısıltıyla.
Bir insan nasıl bu kadar kötü ve bencil olabiliyordu? Ondan beklemediğim bu olay karşısında şaşkınlıkla karışık öfke duyuyordum. Öfkeyle Hale’ye doğru yürüdüm ve tam önünde durup yanağına sert bir tokat attım. Asla birine şiddet uygulamayı düşünen biri olmadım ama canım o kadar yanmıştı ki kendime engel olamadım. Attığım tokat ile başı yana düşen Hale de böyle bir şey beklemiyor olacak ki donup kalmıştı. Daha sonra ağlamaktan şişmiş gözleriyle kafasını kaldırıp bana baktı. Gözlerimin içine yerleşen öfke ve nefret açıkça kendini belli ediyordu.
Yiğit’e baktım ve ellerimi harekette geçirip, “Onu gönder buradan, yoksa kendime daha fazla engel olamayacağım,” dedim. Ardından bakışlarımı Hale’ye çevirdim. Gözlerimde yanan ateşi görünce korkuyla ayağa kalmış fakat tökezleyip tekrar düşecekken toparlanmıştı.
“Bekir! diye bağıran Yiğit ile Bekir abi kapıdan aceleyle içeri girmiş, yanımıza gelmişti.
“Al götür şunu gözümün önünden. Havaalanına bırak ve gittiğinden emin ol,” dedi.
Bekir abi kafasını salladı ve Hale’nin kolundan tutup onu götürdü. Hale’nin kapıdan çıkmadan önce, “Özür dilerim, isteyerek yapmadım,” diyen sessini duydum ama umursamadım.
Yüzsüz gibi bir de özür dileyip, isteyerek yapmadım diyordu. Kafam, duygularım her şey o kadar karışıktı ki, artık çok yorulmuştum. Yiğit bana umutla bakıyordu ama hâlâ benim içimi kemiren bir şey daha vardı. Vakit kaybetmeden hâlâ içimde derin bir yara olan o soruyu sordum.
“Peki neden onunla yemeğe gittin? Bana bunun da açıklamasını yapabilecek misin?” Yiğit sıkıntılı bir nefes verdi, gözlerini kısa bir an yumup açtı. Tüm acıların başlangıcı o yemekti.
“O yemek iptal olmuştu,” dedi.
Şaşkınlıkla yüzüne bakıp, “Ama Cihan…” diyerek ellerimi oynattığım esnada Yiğit ne diyeceğimi anlayarak söze girdi.
“Cihan da bilmiyordu,” dedi. “Eşlerin de katılacağı yemeği o gün öğrenmiştim. Zaten öğrendikten hemen sonra da daveti veren adamın çocuğu hastalandığı için yemek iptal edildi. Ben de uzun zamandır erteleyip durduğum bir iş yemeğini, bu boşluktan yararlanarak o akşama ayarladım. Tüm gün Cihan’ı görmedim ve bu yüzden yemeğin iptal edildiğinden onun da haberi olmadı, zaten o gelmeyeceği için de ilgilenmemişti. Bu normal sıkıcı bir iş yemeği olacaktı. Sana haber vermek istediğimde telefonumun şarjının bittiğini gördüm. Telefonumun şarj olmasını beklerken günün yoğunluğundan dolayı aklımdan çıktı ve Avşin’in bana mesaj atmasıyla sana haber vermediğim aklıma geldi.”
Duyduklarım karşısında nasıl hissedeceğimi bilememiştim. O yemeğe Hale ile gitmemiş olması beni mutlu etmişti ama yanlış anlaşılmadan ibaret olan tüm o olaylar yüzünden boşu boşuna acı çekmiş, kahrolmuştum. Yiğit bana yaklaşmıyordu, benden birkaç adım uzaktaydı ve vereceğim tepkileri izliyordu.
Burukça gülümsedim ve ellerimi harekete geçirdim. “Yani çektiğim tüm acıların hepsi boşunaydı. Doğru bildiklerimin hepsi yalan ve yanlış anlaşılmadan ibaretti.”
Kafasını olumlu anlamda sallayan Yiğit’in birkaç saniye sonra kaşları çatıldı ve yüzünde tekrar o sert ifadesi hâkim oldu. “İşte bu yüzden sana kızgınım Arya. Bana sormadın, bana sormak yerine benden gitmeyi tercih ettin,” dedi hesap sorarcasına. Ardından gözlerini benden çekti ve homurdanmaya başladı. “Zaten ne olduysa konuşamadıklarımız yüzünden oldu.”
Haklıydı. Biz birbirimizle hiç doğru dürüst konuşamadık, bir şeyleri anlatamadık. Ben onun öfkesinden ve sert hallerinden çekinirken o da ettiği yeminler yüzünden benden uzak durmuştu. Bir şey diyemedim, zaten ne diyeceğimi de ne yapacağımı da bilemiyordum. Evet, Yiğit suçsuzdu, bunu kanıtladı, peki bundan sonra ne olacaktı? Bakışlarımı yüzünden çektim fakat onun bakışlarının ağırlığını üstümde hissedebiliyordum. Şu an o kadar büyük bir boşluğun içindeydim ki, nefes alamıyordum. Her şey boşunaydı, diyen iç sesim sürekli bunu tekrarlayıp duruyordu. Elimi boğazıma götürdüm ve ovmaya başladım. Aldığım nefesler bana yetmiyordu. Hâlâ olanları aklım almıyordu.
Yiğit’in yüzüne bakmadan kendimi dışarı attım. Kafamı kaldırdım ve gözlerimi yumarak derin nefesler almaya başladım. Hâlâ oldukça öfkeliydim. Ben onca acıyı boşuna mı yaşamıştım? Çektiğim acıların hepsinin bir yalan üzerine kurulu olduğunu düşündükçe ferahlamak yerine daha çok sinirleniyordum.
Gözlerimi açtım ve dün geceki yağmurdan dolayı ıslak olan toprağa baktım. Yağmurun toprağı temizlediği gibi gerçekler de içimdeki acıyı temizleyerek benden alıp götürmüştü. İçimdeki yangın dinmişti, küller tekrar canlanmaya başlıyordu ama öfke gitmiyordu, geçmiyordu. Arkamda bıraktığım Yiğit’in ne yaptığını bilmiyordum. Biraz durup toparlanmaya ve nefes almaya ihtiyacım vardı. Çünkü kafam o kadar allak bullaktı ki, ama bir yandan da her şey çok netti. Ne düşüneceğimi, hangisini sindireceğimi şaşırmıştım. Oyundu işte! Adice bir oyun ve saçma bir yanlış anlaşılma!
Tekrar öfkem harlanırken kapıdan çıkan Yiğit’i görmemle öfkem çıktığı yere geri girmiş, yerini heyecana bırakmıştı. Bana doğru gelene kadar heybetli bedeninden gözlerimi alamadım. Hastalığın izlerini hâlâ bedeninde taşısa da iyi görünüyordu. O an elinde gördüğüm defter ile şaşırıp kaldım. O elindeki defter benim defterim miydi? Benim yazılı olmayan günlüğüm. Yiğit bana iyice yaklaştı ve gelip tam karşımda durdu. Gözlerinin içine baktığımda her şeyi anladım.
Biliyordu! Onu sevdiğimi artık biliyordu! Bakmıştı kâğıtlara sığdırdığım sevdama. Çekingenlikle gözlerimi kaçırdım. O sırada Yiğit’in kurduğu cümlelerle bir kere daha şaşırarak yüzüne bakmama neden oldu.
“İlk defa tam burada alnından öpmüştüm.” Hatırlıyordu. O günü ve beni hatırlamıştı. Fark ettiğim şey ile kaşlarım çatıldı. Şu an ilk karşılaşmamızın olduğu o noktaya geldiğimin farkında olamamıştım. Elindeki bana ait olan defteri kaldırarak, “Bunun sayesinde hatırladım,” dedi.
Gözlerimi siyah kapaklı defterimden ayırarak, tıpkı defterin kabı gibi siyah olan gözlere çevirdim. Zaten defterin rengi de bu yüzden siyahtı. Sevdiğimin gözleri gibi olsun istemiştim.
“Senden izinsiz baktığım için özür dilerim ama ilk önce senin olduğunu bilmiyordum. Günlüğün olan bu defterin sana ait olduğunu öğrenince de ben bırakmak istemedim,” dedi biraz mahcup bir ifadeyle.
Belki ona kızmam gerekiyordu ama şu an içimde kızgınlığa yer veremeyecek kadar karışık duygular içerisindeydim. Derin bir nefes aldım ve tüm cesaretimi sırtlanarak yıllardır içimde biriktirdiklerimi asıl sahibine anlatmak için ellerimi harekete geçirdim.
“Ben seni hep sevdim ama seni sevmenin bana bu kadar acı vereceğini bilmiyordum.” Gözlerimin dolmasına mani olamadım. Yaşadığım acıları yaşatana anlatmak zordu. Yiğit de aynı acıyla bana bakıyordu. Ben yaşadığım için, o yaşattığı için acı çekiyorduk. Gözümden düşen küçük bir yaş acıma eşlik eder gibiydi. Durmadım, bu sefer duramadım. Onu da kendimi de enkazlar altına bıraktım, ateşlere attım.
“Ama ne var biliyor musun?” dedim ve hareket ettirdiğim ellerimi birkaç saniye durdurdum. Gözlerinin içine az sonra sarf edeceğim sözlerin yansımasını taşıyan gözlerimle baktım. “Ben seni hiçbir zaman saf bir aşkla sevmedim, ben seni her daim acıyla harmanlanmış bir aşkla sevdim ve ben artık seni acısıyla sevmeye alıştım.”
Sözlerimin etkisi ikimiz üzerinde büyük bir yankı uyandırmıştı. Bedenimle dile getirdiğim cümleler ikimizin kalbinden içeri sızdı ve oradaki harlı yangını körükledi. O yangın büyüdü ve ikimizi de içine alarak etrafımızı sardı. Ona olan aşkımın itirafı bile can yakıyordu. Yiğit bana biraz daha yaklaştı ve sıcak elini yanağıma yasladı. Düşen yaşın bıraktığı izi avucuna sakladı ve onu yok etti.
“Sana andım olsun ki, o acıları ruhundan silip atacağım. Geriye sadece sevgi kalacak,” dedi yemin ederek. “Bana sadece bir şans ver, yeter ki bana, sana olan aşkıma inan ve bana bir şans ver.”
Aramızdaki küçük mesafeye rağmen konuşmak için ellerimi oynattım. “Sen bilmiyorsun ama ben sana kendi içimde defalarca şans verdim. Korkuyorum. Tekrar o şansın yerle bir olmasından korkuyorum.”
Kafasını hızla iki yana salladı. “Asla!” dedi itiraz eden bir ses tonuyla. “Asla izin vermeyeceğim.” Ardından gözlerimin içine aşkla baktı. “Son kez,” dedi fısıltıyla.
Son kez diye tekrarladım içimden. Benden son kez şans istiyordu. Kalbimin sesini bir kere daha bastıramadım, onu yine göz ardı edemedim, ona tekrar inandım. Eğer gerçek bildiklerim yanlış olmasaydı o zaman ona asla bu şansı vermezdim, yine kaçıp giderdim ama yalandı, yanlıştı. Ona kavuşmak için can atan kalbime uydum ve küçük bir tebessümle kafamı olumlu anlamda salladım. Yiğit ise dişlerini göstererek gülümsedi. Bana yaklaştı ve alnıma sıcak dudaklarını bastırdı. Derin bir iç çekerek gözlerimi yumdum. Tüm bedenim heyecanla kasıldı. Bana âşık olduğunu bilerek huzurlu bir nefes aldım. İçimdeki kuşlar yine kanatlarını coşkulu bir şekilde çırpmaya başladı.
Alnımdaki dudaklarını çekti ve “Alnına ikinci defa mührümü bastım, artık bu mührü kimse bozamaz,” dedi ve beni kollarının arasına alıp sıkıca bedenimi sardı. Bedenim onun bedeninin içinde uyumlu bir yapboz parçası gibi duruyordu. O an üstümüze yağmaya başlayan yağmur ile gülümseyerek kollarımı sevdiğim adamın beline doladım ve yüzümü boyun girintisine gömerek kokusunu soludum. Islak toprak kokusunun içinden bile fark edilen ferah kokusu ile kalbimin delice bir hızla atmasını mutlulukla karşıladım. Yağmur giderek hızını artırdı. Sanki her bir damla kavuşmamızı kutlamak için bulutlardan koparak yeryüzüne iniyordu. Tüm acılarımızı bir kere daha bizden alarak yerin dibine gizliyordu. O an bedenlerimizin ıslanması umurumuzda olmamıştı, tek hissettiğimiz şey birbirimizin varlığı ve hızla atan kalplerimizdi.
Etrafımızdaki acının yaktığı ateş çemberi söndü, etrafımız artık aşk çemberiyle kuşatılmıştı. Çemberin yarısı benim, yarısı Yiğit’in kalbinden oluşuyordu ve birleştikleri nokta kördüğümle birbirine bağlanmıştı. Bu, içinde çiçekler açan ve asla kopmayan bir çemberdi.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
47.99k Okunma |
3.28k Oy |
0 Takip |
42 Bölümlü Kitap |