Pek uzatmadan seni yeni bölümümü okumaya davet ediyorum. Umarım beğenirsin.
Bugün tam bir hafta oluyordu bu eve geleli.
Yan yana oturmuştuk yine. Bu sahneyi daha kaç kez yaşayacağımızı bilmiyordum. Ama kaç kez yaşarsak yaşayalım, ortadaki konunun hep can sıkıcı bir konu olacağının farkındaydım.
Yine bir koşuşturma hakimdi evde. Bununla birlikte sessizlik. Bugün Bora’yı öldürüyorduk. Baştaki üç büyük ailede ölenlerin aslında ölmediğini anlıyordum şimdi. Belirli bir yaşta ölü gösteriliyor, eğer koltuğa çıkarlarsa da yeniden diriliyorlardı. Ve ben bunlardan birine canlı canlı şahit olacaktım. 1
Öyle nasıl olsa yalandan deyip de başlarından savmıyorlardı yalnız. En ufak ayrıntısına kadar hazırlıyorlardı cenaze törenini. Ben ilk başta bizdeki gibi bir cenaze beklemiştim ama bırakın cenazeyi, ölümleri bile bizden farklıydı.
Sela yoktu onlarda. Dinlerine yönelik bir şey olması yasaktı cenaze töreninde. Aslında bir dinleri var mıydı, ondan da pek emin değildim. Birkaç video izlettiler bana yine. Tabut önce bahçenin ortasına yerleştiriliyor, aile üyeleri etrafına diziliyordu. Hizmetçiler kırmızı şarap dağıtıyordu o sırada. Ölen kişinin annesi bir yudum aldığı kadehi sertçe yere attıktan sonra diğerleri de aynılarını yapıyorlardı. 1
Deli saçmasıydı her şey. Tamamen uydurma adetlerine akıl sır erdiremiyordu insan. Bırakın yapmayı, izlerken bile utanmıştım ama ne yazık ki bunu yapmaya mecburdum.
Uzun bir sessizliğin ardından Bora konuştu. Bugün ne olacağını ilk öğrendiğinde ben şaşırmasını bekliyordum ama gayet sakindi.
“Konuştun mu Olga’yla? Hazır mıymış her şey?”
“Konuştum. Üç beş eksik varmış ama hallediyorlar.” İkimiz de sustuk yeniden. Sonra konuşmaya devam ettim. “Nasıl bu kadar sakinsin?”
“Neden panik yapayım ki? Kural böyle. Yanlış bir şey olmuyor.”
“Ciddi ciddi ölüyorsun.” 1
“Ve bu çok iyi bir şey.” Sorgulayan gözlerimi görünce açıkladı. “Öyle herkesi kafalarına göre öldürmüyorlar tabii ki. Koltuğa çıkma olasılığı yüksek olan kişileri işleri kolaylaştırmak için öldü gösteriyorlar.”
“Bu koltuk neden bu kadar önemli?”
“Herkesi yönetiyoruz çünkü. Bizim aile bir ülke gibi. Baştakine boyun eğer herkes. Bu yüzden benimle evlisin.”
Yüzümü buruşturdum. “Ne alakası var?”
“Babama bak, annemi hiç ayırıyor mu yanından? Çünkü onu oraya getiren annem. Eşi olmayan bir adam koltuğa sahip olamaz.”
Başımı salladığım anda kapı çaldı. Olga’nın bozuk Türkçesi duyuldu kapının arkasından. “Zeynep Hanım, elbisenizi getirdim.”
Kaşlarım çatıldı istemsizce. Ne elbisesiydi ki bu? Kalkıp kapıyı açtım. Elindeki karton kutuyu aceleyle elime tutuşturup yarım bıraktığı işini tamamlamaya gitti. Kutuyu önümüzdeki sehpaya bırakırken tıpkı gelinlikteki gibi bir faciayla karşılaşmak istemiyordum.
Kapağı açtığımda karşıma çıkan elbiseyle donup kaldım. Gelinliğimi tuttuğumdaki gibi omzundan tutup havaya kaldırdığımda güzelliği daha da serildi ortaya. Parlak siyah renkliydi. Göğüslerinde çiçek işlemeli danteller ve aynı şekilde siyah, iri taşlar vardı. İki yanındaki kasıklarına varan yırtmaçları nasıl taşıyacağımı ben bile bilmiyordum. Karnına ulaşan göğüs dekoltesini söylememe bile gerek yok sanırım.
“Ne güzel işte, sana fazla bile.” Cevap vermedim, o devam etti. “İş bittikten sonra alsınlar seni pavyona götürsünler bu elbiseyle. Tam pavyon elbisesi.”
Hevesi kaçırılmış, mahkeme duvarı gibi yüzümle ona döndüm. “Çok pavyon karısı gördün herhalde?”
Sırıtarak başını salladı. “Yaşının on katı kadar.”
“Onu da mı pavyondan getirdin?” dedim ince bir imayla. Görmezden gelerek cevap verdi ama sesindeki sertliği anlayabiliyordum.
Başımı sallayıp yeniden önümdeki elbiseye döndüm. O da sahneyi hiç bozmadan kalktı ve kapıya doğru yürüdü. Çıkmadan önce bana dönüğünde bu sefer ne diyeceğini gerçekten çok merak ediyordum.
Evlerinin arka bahçesindeki mezarlığı işaret ederek konuştu. “Bir gün o toprağa seni de gömeceğim, biliyorsun değil mi?” 1
Biliyordum. Bunu bilmenin altında eziliyordum ama bunu ona belli edemezdim. Eğer belli edersem bunu yapmak için daha çok acele ederdi. Ben böyle bir hayatta yaşamayı istiyordum. Böyle bir hayatta ölmeyi değil. Yüzüme belli belirsiz bir gülümseme yerleştirdim. Meydan okurcasına, yarayı deşercesine... Bazı yaralara dokunmak istemezsin ama onun karşındaki kişiye vereceği acı senin nefesindir. Bora’nın eski karısı artık kimse onun yarasının kanı bana oksijendi.
Ve Bora Taşkın’ın yüzüne daha önce hiç görmediğim bir ifade yerleşti şimdi. Kızgınlık mıydı, değildi. Üzüntü müydü, değildi. Yüzünde pişmanlığa yakın bir şey görüyordum. Neyin pişmanlığıydı bu?
“Yapma,” diye inledi adeta. “Yalvarırım, Zeynep, Yapma...”
“Anlamıyor musun? Birinin çocuğu değiliz bu evde. Bir annemiz, bir babamız yok. Doğuyoruz, koltuğa giden köprüyü inşa etmek için kullanılan birer kolon olarak kullanılıyoruz annelerimiz tarafından. Eğer değerli olmak istiyorsak bir şeylere fayda sağlamamız gerek. Ama onunlayken, öyle değildi.”
“Değildi işte, Zeynep.” Derin bir nefes verdi burnundan. “Hayat vardı, Zeynep. O varken hayat vardı... Gülebiliyordu bu evde. Yaşadıklarına rağmen gülüyordu. Sofrada bir yeri yoktu, ama o gülüyordu. Her gece ağzından burnundan kan gelene kadar dövülüyordu, sabah olduğunda bir şey olmamış gibi yeniden kaldığımız yerden devam ediyorduk.”
“Bora,” dedim ben de. “Ölüyorum diyorum, hiç mi önemi yok?”
Bir anda sertleşti yüzü. Belki bir yumuşama beklediğimdendi şimdiki hayal kırıklığım.
“Geber, hiç önemi yok.” 1
Arkasını dönüp odadan çıkarken çaresizce bağırdım arkasından.
“Siktir git!” Göz yaşları yanaklarımdan süzülürken dizlerimin üzerine, yere çömeldim. “Orospu çocuğu! Siktir git!” Ağlarken hâlâ daha bağırmaya devam ediyordum. “Allah belanı versin senin!”
Bu evde benden önemli gördüğü kişi bir kadın değildi; etten, kemikten ibaret koca bir yığındı sadece. Sarılsan ısıtmaz, sorsan konuşmaz. Ama bana bir sarılsa, bir daha asla bırakmazdım onu. Bir öpse beni, bir baksa bana. Bu kadar mı değersizdim şimdi ben? Tayra’daki yarı sefil hayatımda bile bundan daha fazla değer görmüştüm.
Bora’yı canlı canlı göreli sadece bir hafta oluyordu ama hissettiklerim sanki on yılı geçiyordu. Yanıyordum içten içe, odaya gelmediği her gece. Koridorun sonunda o kadının odası olduğunu biliyordum. Oraya gidiyordu. İki üç gece kapının arkasından dinlemiştim onu. Ağlama sesleri geliyordu sadece kapıdan birkaç güzel söz eşliğinde. Bir tanem, aşkım, güzelim, karım...
Yerden kalktığımda bacaklarım titriyordu. Sehpanın üzerindeki elbise eskisi kadar güzel gelmemeye başlamıştı artık. Elbiseyi kaptığım gibi banyoya yürüdüm. Sanki odaya biri gelme zahmetinde bulunacakmış gibi.
Elbiseyi giyip yeniden odaya girdiğimde elbisenin yanında gönderilen 1.70 boyumu 1.90 yapan ayakkabıları da giyip küçük bir çocuk gibi kollarımı göğsümde birleştirip ayaklarımı yere vura vura aşağı indim.
Dışarıdan bakıldığında komik göründüğümün farkındaydım ama bu şu anda umursayacağım en son şey bile değildi.
Nihayetinde salona vardığımda bütün ailenin toplandığını gördüm. Yanlarına yürüdüğümde Ayla Hanım her zamanki yapmacık tavrıyla selamladı beni.
“Zeynep, hoş geldin. Nasılsın? Hazırlanabildin mi cenazeye?”
“Pek cenaze gibi değil sanki ha, Ayla Hanım? Daha çok Tayra’daki meyhanede içip içip sarhoş olanların yaptığı deli saçması hareketleri andırıyor cenaze törenleriniz.”
Hafif gülümsemesinin ardında sinsi bir yılanın yattığını biliyordum. Kapkara olmuştu o da. Hepimizinkinden daha gösterişli bir elbise giyiyordu. Başında İngiltere düşeslerini andıran kadife bir şapka vardı. Şapkasına ekli olan siyah peçe örtüyordu yüzünü. Parlak kırmızı ruju kendini ön plana atıyordu bir tek onca siyahın arasından.
“Sen alışıksın sanırım meyhane gecelerine yenge?” dedi Yaren.
“Yaren, saygısızlık yok.” Bence saygısızlık olmamıştı ama yine de uyarma gereği duymuştu demek ki.
“Kusura bakma yenge.” dediğinde başımı iki yana salladım.
Ben gelmeden önce muhtemelen Ayla onlara cenaze töreninde yapmaları gerekenleri bir milyon kez anlatmıştı. Bunları zaten bildiklerine emindim çünkü hepsinin yüzünde sıkılmış ve bunalmış birer ifade vardı. Tabii cevap vermeye kalksalar dilleri kesileceğinden tek kelime edemiyorlardı.
“Anladınız değil mi kızlar?” Herkes başını salladığında tatmin olmuş bir şekilde gülümsedi. “Peki o zaman, burada işimiz bitti. Gidebilirsiniz ama lütfen konuştuğumuz saatte burada olun.”
Ayla Hanım gittikten sonra Açılay söylenmeye başladı. Annesiyle arası belki de en kötü olan kızdı.
“Salak bu kadın ya. Ciddi ciddi abimi öldürüyoruz.”
“Açılay!” diyerek uyardı Serpil. O da en büyük kız olduğu için burnu pek havadaydı.
Bir dakika içinde herkes dağıldı. Şaşkın ördek gibi ortalıkta ne yapmam gerektiğini bilmeden dolaşıyordum ki adını bilmediğim bir çalışan yaklaştı yanıma.
“Zeynep Hanım, lütfen üçüncü kata çıkmayın.”
“Üçüncü kata çıkmak normalde yasak zaten. Ama üst katta tabutu hazırlıyorlar. O yüzden uyarıyorum ben de.”
O yanımdan ayrılırken ben aklımı kurcalayan düşüncelerle uğraşıyordum. Bu kadar mühim olan neydi ki? Tabut sabahtan beri hazılanamamıştı bir türlü. İçine koyacakları üç beş parça karton değil miydi? Öyle olmalıydı.
Üçüncü kata çıkan merdivenin önünde buldum kendimi. Merakımla verdiğim her savaşta yenilmek gibi bir huyum vardı benim. Bu yüzden şimdi o basamakları adımlıyordum. 1
Üst kata çıktığımda derin bir sessizlik hakimdi ortama. Birkaç ayak sesi dışında hiçbir ses yoktu. Tabutu hazırlayan kişiler işini çok derin bir titizlikle yapıyor, konuşmaya bile fırsat bulamıyorlardı.
Tabutu bir masanın üzerine koymuşlardı. Yanlarına yürüdükçe bir koku duymaya başladım. Başta inceydi, yaklaştıkça daha da arttı. Çürük et gibi kokuyordu. Çürük et gibi...
İnsanların yanlarına vardığımda tabutun içine bakmaya hâlâ cesaret edememiştim. Etraftaki önlüklü hizmetlilerden biriyle göz göze geldiğinde başını yana yatırıp gözlerine yerleşen acıma duygusuyla konuştu benimle.
“Yenge bakma, gece uyuyamazsın.”
Bunu demesiyle kafamı indirmem bir oldu. Az önceki et kokusuna rağmen ben karton bekliyordum. Karton...
Gencecik bir çocuk vardı o gün tabutta. Vücudundaki derin yaralar artık çürümeye başlamıştı. Yüzü tanınmayacak haldeydi. Kapalı gözlerine bakarken tabutun altından damlayan kanı fark edebilmiştim. Titreyen ellerimle ağzımı örttüğümde oradakilerin de gözünde belli belirsiz bir acıma duygusu olduğunu gördüm.
“B-bu kim?” diyebildim sadece. Gözlerimi kızıla boyanmış kefenden ayıramıyordum.
“Yusuf Erdem. Rahmet Erdem’in oğlu.”
Yusuf Erdem... Otobüsteki sarı saçlı çocuk...
İnsan rastgele bir yerde tanıştıklarına farklı hisseder. Sadece iki, olmadı üç dakika konuşmuştu onunla ama şimdi bir aile ferdim sonsuza kadar gitmiş gibi hissediyordum. Kanım kaynamıştı ona. İçim yanıyordu.
Öğürmeye başladığımda birinin kolumdan tuttuğunu hissettim. Bir kadın da vardı aralarında.
“Tamam, sakin ol.” Saçlarımı geri doğru atarken boştaki eliyle diğer adamlardan birine gelmesi için işaret yaptı. “Ahmet, hanımı götürün.”
İki kişi koluma girdiğinde beni tam anlamıyla sürükleyerek merdivenlerden indirdiler. Nefesimi düzene sokmaya çalışırken hâlâ devam ediyordum titremeye.
“Zeynep, ne oldu?” Ayla Hanım’ın sesini beynimi tıkayan uğultuların arasından duyduğumda kulaklarımı kapattım ellerimle. Başımı iki yana sallarken konuştum.
“Yok bir şey. İnsan değilsiniz siz!”
Arkamı dönüp evin diğer merdivenlerine yürüdüğümde arkamdan öylece bakakalmıştı. Odanın kapısına varana kadar sayıklamaya devam ediyordum.
Odaya girdiğimde koltukta oturan Bora’yı fark ettim. Gelmişti yine. Bu adamın da olayı buydu sanırım. Eser, gürler, kırar, döker; sonra yine hayata hiçbir şey yokmuş gibi devam eder. Yüzümün sararmış halini görünce sırıtarak konuştu.
“Ne o, gördüklerin ağır mı geldi?”
“Siz insan olduğunuza emin misiniz?” Utanmaz bir şekilde başını evet anlamında salladığında tiksinir gibi baktım yüzüne. “Barbarlık bu ya! Ne suçu vardı? Söylesene, ne yapmıştı size?”
“Bazen tek suçumuz bu ailelerde doğmaktır.”
“Hiçbir suçun bedeli küçük bir çocuğun bir barbar kabilesi tarafından öldürülüp, cesedinin çürüyene kadar bekletilip, bir aile üyesinin sahte cenazesinde gömülmesi olamaz!” diye bağırdım. “Olmamalı!”
Sırıtması gram etkilenmeden konuştu. “Pek bekletmedik aslında. Sen geldiğin günden beri bekliyor.”
Gülüyordu ciddi ciddi. ‘Ölümün şakası olmaz’ derlerdi bize küçükken. Gidenin gelişi yoktu çünkü. Varmış, anne. Varmış, babaanne. Ben gördüm, ölümün şakası da varmış.
“Bizim gerçeğimiz bu, Zeynep. Ne yapmamızı bekliyordun ki sen? Sizin gibi evde oturup çekirdek çitlememizi falan mı?”
Söylediklerine artık şaşırmıyordum. Normalleri buydu demek ki. Ama bunun bir parçası olmak da istemiyordum.
“Ben gidiyorum,” dediğinde yüz ifadesi söylediklerimden hiç etki duymamış gibiydi. “Tören birazdan başlayacak. Sen bir makyaj yap ama inmeden. Çok çirkin görünüyorsun. Babaannemin seni görüp hortlamasını istemem.”
Havaya şakasına bir öpücük bırakıp gülerek gitti. Adam geliyor, ağzıma sıçıp geri gidiyordu. Bekle Zeynep, sen hep bekle.
***
Bora Bey’in emrine uyarak makyajımı yaptıktan sonra tören için aşağıya inmiştim. Sonradan aile geleneği olduğunu öğrendiğim kırmızı ruj kuralına uymayı da unutmamıştım elbette.
Salonda birleştiğimizde Ayla Hanım bilmem kaçıncı kez yapmaları gereken şeyleri anlatıyordu kızlara. Bense kenarda yüzüme kibar bir ifade yerleştirmiş, öylece dinliyormuş gibi yapıyordum. Aklım üçüncü kattaydı tabii.
“Anneciğim, bunların hepsini doğduğumuz günden beri adımızdan önde tuttuğumuzun ne zaman farkına varacaksın acaba?”
Ayla Hanım gözlerini devirerek cevap verdi kızına. Bora’nın söylediği sözlerden sonra çocuklarına karşı tutumunu daha da dikkatli izlemeye
başlamıştım. Sanki kendi kızları değil de hizmetlileriydi karşısındakiler.
“Açılay, törenden sonra koltukta konuşalım, tamam mı kızım?”
Açılay’ın Ekin’in kulağına fısıldadığı şey herkesi güldürdü. Çünkü pek de fısıltı olarak konuşmamıştı. “Abla, yemin ederim bir gün bizim de kafamızı kesecekler. Baltayla mı olsun istersin bıçakla mı? Ben oyumu baltadan yana kullanıyorum. Bıçak çok acıtır.”
Ayla Hanım’ın yüzünde hepimizin aksine sadece katlanarak artan sinir ifadesi vardı. Tam bir şey söyleyecekti ki törenin başlama haberi geldi. Bu yüzden mecburen şimdiki konumuzu bırakıp sıraya geçmek zorunda kaldık.
En önde Rıfat Bey yer alıyordu. Onun hemen ardında Ayla Hanım. Arkasında ise abilerinin ölümünden sonra kocalarını koltuğa çıkarma hırsını saklamaya çalışan sekiz kız kardeş. Onların arkasında ben vardım. Benim arkamda ise evin hizmetçileri falan vardı işte. Evde bu kadar hizmetçi olduğunu bile bilmiyordum. Soylulardan, yani bizden çok; kul dedikleri hizmetçiler oluşturuyordu sırayı.
Bir dakikalık kısa bir yürüyüşten sonra bahçe ortasına konan masanın etrafına dizilen kalabalığın en ön sırasına geçtik. Bu geniş kalabalığı ise koltuk savaşını kaybeden soylular oluşturuyordu. Rıfat Bey’in kardeşleri ve aileleri yani. Tabii sadece bu savaştan sağ çıkabilenler buradaydı.
Ayla Hanım’ın yalancı gözyaşları süzülmeye başlamıştı yanaklarından aşağı. Sıraya dizilmiş beklerken bizim arkamızdan tabutu omuzlarına almış, önümüzdeki masaya bırakmak üzere bize yürüyen altı kişi belirdi. Yukarıda gördüğüm kişilerdi bunlar. Tabii şimdi üzerlerinde beyaz steril kıyafetler değil, aile arması işlemeli üniformalar giyiyorlardı.
Tabut masaya indirildiğinde tok bir tahta sesi yankılandı bahçede. Biz öylece tabuta bakarken hizmetliler kırmızı şarap dağıtma işine başlamışlardı bile. Önce Ayla Hanım bir yudum aldı elindeki kadehten. Ardından Kolunu ileriye uzatıp elindeki kadehi yere bıraktı. Ve hepimiz bir yudum bile almadığımız bardakları yere bırakmak zorunda kaldık.
Kırılan cam sesi bahçede yankılanırken benim gözlerim hâlâ tabuta sabitliydi. Biri vardı içinde. Tam bir hafta önce otobüste konuştuğum biri. Delik deşik olan bedeniyle kendi kanıyla dolup taşan tahta bir kutunun içine hapisti şimdi.
Aynı kişiler tabutu omuzlarına alıp bu sefer mezarlığa götürdüklerinde biz de sırayı bozmadan içeri yürüdük. Bu kadardı tören. Bitmişti. İçeri girdiğimizde ise kimse tek kelime etmeden odalarına çekildi. Bora bu sefer yoktu odada. Onun yerine Olga’yı çağırmıştım.
“Olga, Bora’nın ölen karısıyla ilgili bir dosya ya da herhangi bir şey var mı?”
“Maalesef Zeynep Hanım. Bora Bey yaktı hepsini. Kayıtta olanları da sildi.”
“Sen bir şey biliyor musun peki? Bana bildiğin her şeyi anlat. İstediğim her şeyi yapmak zorundasın, öyle değil mi? O da böyle mi öldü?” Sanki yalvarır gibi soru soruyordum.
“Suikastla öldü.” Sorgulayan gözlerle baktığımda gidecek gibi oldu. “Özür dilerim Zeynep Hanım, anlatamam...”
Bitmeye yeltendiğinde kolunu tuttum. “Anlatmak zorundasın.”
Derin bir nefes verdiğinde bunu anlatmanın onun için zor olduğunu anlıyordum. Gözleri doluvermişti birden.
“Kanserdi. Koridorun sonundaki odada kalıyordu. Otuz trilyon demişler o kadına. Ethem Erdem’in kızıydı. Babası da kabul etmiş ama Bora Bey ve o kadın habersiz evlenince, para olmadı. İhanet saydı bunu Ethem Bey. Bir gece, yemekteydik...” Derin bir nefes verdi. “Ajanlar gönderdiler eve. On iki tane, Amerika’dan özel olarak gelen. Rıfat Bey izin verdi girmelerine. O da istemezdi hanımı çünkü. Hepsinin birer kurşun hakkı varmış. Vurmuşlar kadını... Babası öldürtmüş...”
Tam ağzımı açacağım sırada Bora daldı odaya. Duyduğu çok belliydi.
Olga söze itaat ederek dışarı çıktığında biz baş başa kaldık. Kendini koltuğa bırakmadan önce bana döndü.
“Öğrendin mi istediklerini şimdi?”
Bir anda ağlamaya başladığında ne diyeceğimi bilemeden ayakta kalmıştım. Hayatımda ilk kez bir erkeğin ağladığını görüyordum ben. Yanına oturduğumda elimi omzunda gezdirmekten başka bir şey gelmedi elimden. Sonunda sağ elinin işaret parmağını bana uzatarak konuştu.
“Hastaydı zaten, bir tane kurşun yeterdi benim karıma...” Derin iç çekişleri devam ederken ben çaresizce omzunu okşamaya devam ediyordum. _______________________________
Umarım beğenmişsindir. Kendine çok cici bak…🪞1
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
1.64k Okunma |
833 Oy |
0 Takip |
19 Bölümlü Kitap |