Merhaba sevgili arkadaşım, nasılsın? Söz verdiğim gibi erken attım bölümü.
8. Bölümde yarım kalan maceramız kaldığı yerden devam ediyor. Umarım seversin.1
(Bir de birkaç saat önce bir pano mesajı ekledim. Kitabımla ilgili küçük bir açıklama içeriyor. Ona da şöyle bir göz atmayı unutma…)1
Ona bunları neden anlattığımı bilmiyordum ama şimdi deli gibi pişman olmuştum. Şimdi o benim hayatım hakkında bir sürü şey bilirken ben onun hayatı hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Bildiklerini bana karşı silah olarak kullanır mıydı, henüz sanmıyordum. Ama ileri zamanlarda kurbanım dediğim kişi beni kendi kurbanı da yapabilirdi. Ama bu olasılıkları şimdilik bir kenara bırakmalıydım. Çünkü eğer istesem yetmiş kuşak öncesine kadar bile soy ağacını çıkarabilirdim.
O da zaten anlattığım şeylerin ne kadar önemli olduğunun farkında olmayacaktı ki bana bakma zahmetinde bile bulunmamıştı. Yeşil gözleri beni değil denizde yüzen gemilerin ışıklarını izliyordu şimdi. Evimiz deniz kenarında değildi ama yüksek bir yerde olduğu için en azından gemileri görebiliyorduk.
Işıklarla olan bu gereksiz samimiyeti birkaç dakika daha sürünce sinirlerimi bozmaya başlamıştı. Bu kadar ilgisizliğe alışık değildim.
Her zaman insanların gözlerinin üzerimde olmasına alışmıştım. Tugay ve Elif bile buna ayak uydururken Oğuz’un buna ayak uydurmaması ne demekti ki? Eğer benimle evliyse benim kurallarıma göre yaşayacaktı. Benim hayatım yıllardır aynı düzen içerisindeydi. Bora bu kuralları hiçbir zaman öğrenmemişti belki ama bu sefer de öyle olmasına izin vermeyecektim. Bu sefer ipleri benim dizginlemem gerekiyordu.
“Sen bir şey anlatmayacak mısın?” dedim ona dönerek. Kaşlarım çatıktı ve bakışlarımı elimden geldiğince sert tutmaya çalışıyordum.
“Yoo,” derken histerik bir gülüş çıktı dudaklarımdan. “Ama sırf sana ayıp olmasın diye dinliyormuş gibi yaparım. İki saatlik kocamsın sonuçta.”1
Amacım onu güldürmek miydi yoksa en azından gözlerinde bana karşı bir duygu ifadesi görmek miydi bilmiyorum. Ama her halükârda ikisini de başaramamıştım.
Gözleri yine o aptal ışıklara döndüğünde burnumdan derin bir nefes verdim. “Şu anda trip atması gereken kişi benim yalnız.” dediğimde bıkkın gözleri benimkine yakın bir nefesle bana döndü. İçimden küçük bir zafer çığlığı attım. Anlamayan yüz ifadesini daha fazla bekletmemek için hemen açıklama yaptım. “Neden yüzük almadın bana?”
“Aldım,” dediğinde ciddi anlamda şaşırmıştım. Ona böyle bir şey istediğimi bile söylememiştim. “Verecektim aslında, düğünden önce. Ama Elif yüzüğünü çıkarmak istemediğini söyleyince...”
Gülümseyerek başımı salladım. “Senin yüzüğünü takacak değilim. Ama bozdurup balayında çatır çutur yiyebiliriz.” diye cevap verirken eğleniyordum onunla. Balayı gibi saçma sapan bir şey de elbette ki planlarımda yoktu. Baktım bir şeyleri düzelteyim derken iyice bok ediyorum, en sonunda pes ettim. “Yatalım mı artık?”
“Ben uyuyamam ki bu saatte.” Gözleri yine aptal ışıklara dönünce belki de onu ışıklarıyla baş başa bırakmam gerektiğini düşündüm. Ama saat takıntısının nedenini merak etmiştim.
“On ikiyi çeyrek geçiyor. Ne var ki saatte?”
Anlayışlı bir şekilde başımı salladım.
“Peki, o zaman pijamalarımızı giyelim ilk önce. Sonra da hep beraber kahve içelim mi?”
Soruma karşılık sadece başını sallamakla yetindi. Ben de mecburen kalkıp odama gittim. Pijamalarımı giydiğimde gelinliğimi de dolabın kapağına asmıştım. Öylece baktım karşımdaki beyaz kumaşa. Benim gördüğüm kadar güzel olmadığına emindim. Ama bir şeyler vardı bu gelinlikte. İnanılmaz güzel görünüyordu gözüme.
Başımı iki yana sallayarak aklımdaki düşünceleri bir taraflara savuşturduktan sonra bu geceki misafirlerime yardım etmek için salona çıktım. Ama sağolsunlar Elif ve Tugay buradaki asıl misafirin ben olduğumu çok çabuk hatırlattışar bana.
Elif; Seren Hanım’a, Pelin’e ve hatta Yağmur’a bile evdeki pijamalardan vermişti. Tugay da kendisine ve Gökay’a da aynı şekilde babamın pijamalarından birer tane almıştı.
Onlar böylesine rahatken, ben kendi evime yabancıydım... Bunun da benden başka sorumlusu yoktu ama en azından benim yanımda bu kadar rahat davranmamayı düşünebilirlerdi. Bu kadar umursamaz olmaları kırıcıydı.
Yanlarına yürüdüğümde Tugay gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdı, ama sonra kahkaha atarak gülmeye başladı. “Ben mi yanlış görüyorum yoksa koskoca Bora Taşkın’ın karısının pijamasında Barbie resmi mi var?”
O evdeki hayatım hakkında hiçbir şey bilmediğini unutup gözlerimi kıstım bir anlık sinirle. “Ben mi yanlış gördüm yoksa koskoca Kenan Kantakan’ın oğlu sigara alacak parası olmadığı için bütün gece sigara dumanı mı kokladı?”
Bazı sözlerin geri dönüşü yoktur. Hayatımda sayılı kez ağzımdan çıkan bazı sözleri hiç söylememiş olmayı istemiştim. Bu da onlardan biriydi.
Tugay terör askeriydi. Terör askeri dediğim şeyin terörist olmakla bir ilgisi yoktu elbette. Ülkede neredeyse herkes asker olmak isterdi. Çünkü bu askerlik topla tüfekle savaşa gitmek değildi. Rakip aile topraklarına ajanlar göndermek, suikastlar düzenlemek, bilgiler toplamak, koltuğa karşı gelerek devrim yapmak ve daha nicesi için asker-ler kullanılırdı. Sadece Erdemlerde olan, ülkenin doğu tarafından gelen terör saldırılarına karşı savunma amacı ile kurulmuş küçük timler vardı. Bu timlerde çalışan askerlere de terör askeri denilirdi. Genellikle sürgün edilen koltuk yancısı ailelerin ya da koltuktan indirilip hüküm giydirilmiş aile mensuplarının çocukları olurlardı bu askerler.
Tugay öylece baktı suratıma. Az önceki andan yüzünde kalan gülümseme hâlâ yüzünde yerini koruyordu, şokun etkisiyle beraber donuk bir şekilde. O da beklemiyordu çünkü böyle bir şey söylememi.
Elindeki pijamayı Gökay’a işaret ederek sessizliği bozan da ilk o oldu. “Oğuz’a pijama vermeye gidelim biz, evet. Hadi gel. Pijama verelim biz.” Aceleyle giden iki kişinin arkasından bakakalmıştık Elif’le.
Tam hiçbir şey olmamış gibi davranıp mutfağa gidecektim ki Elif’in kolumu tutmasıyla beraber durmak zorunda kaldım.
“Ne gerek vardı şimdi?” Sorgulayan bir bakışla ve kaşlarımı çatarak ona baktım. “Neden söyledin ki şimdi bunu, ne gerek vardı? Zeynep, bazen öyle garip davranıyorsun ki ben bile anlayamıyorum kafandakileri.”
Aslında bakarsanız Tugay’a olan kızgınlığımın sebebini ben de bilmiyordum. En yakın arkadaşımın abim çıkması mıydı yoksa artık ona bile güvenmeyecek kadar paranoyaklaşmam mıydı sorun emin değildim. Mutfağa gidecektim ama gitmedim. Onun yerine dönüp Oğuz’un yanına gittim. Odama.
Zaten aralık olan kapıyı açtığımda içgüdüsel olarak bana döndü. Az önce fark ettiğim sırtındaki çizikleri soramadan çıplak göğsünde yerini almış yan yana olan iki damga çarptı gözlerime.
Kartal pençesi... Kantakan ailesinin asıl sembolü kartal kanadıydı. Pençe, sadece merkezleri olan Çağhan’daki yancı ailelerin kullanabildiği bir semboldü.
Dört kollu yıldız... Her bir kolu dünya üzerinde kabul edilen dört yönü temsil ederdi. Erdem ailesinin tek sembolüydü. Kendi askerlerinin ve adamlarının sembolüydü.
Erdem sembolünün olmasına şaşırmam saçma olurdu. Her halükârda bir erdem askeriydi. Ama Kantakan... Belki de düşündüğüm kadar saf değildi.
“Bu ne?” dedim şoku ilk üzerimden attığımda. Bağırmak istiyordum ama sesim çıkmıyordu. “Bu ne? Ajan mısın sen?!”
Başını iki yana salladığımda yüzünde belli belirsiz bir gülümseme vardı. “Yoo.”
Kaşlarım çatılıp konuştuğumda neredeyse çığlık atıyordum. “Yalan söyleme! Kim gönderdi seni? Gerçek adın ne senin?”
“Ajan falan değilim!” diye karşılık verdi bana benimkiyle yarışan bir sertlikte.
İki elimle sertçe onu ittirdiğimde yeniden bağırdım. Gözlerimden ateş fışkırıyordu. Karşımdaki tehlikenin ne kadar büyük olduğunu düşündükçe deliriyordum. “Yalan söyleme dedim!”
Bağırışımı duymuş olacaklar ki Elif ve Tugay koşturarak geldiler odaya. Gökay ise kapıdan bakıyordu.
“Zeynep, ne oldu? Neden bağırıyorsun?” dedi Elif beni omzumdan geriye doğru çekerken. Yağmur’u korkutmuş olmalıydım. Çünkü bir sorun teşkil etmese o beni kolay kolay durdurmaya çalışmazdı.
Elif’i görmezden gelip yeniden Oğuz’a döndüm. “Cevap ver bana!”
“Deği-” diyerek cevap vermeye çalıştığında ise ellerimle dudaklarını örttüm.
Elif ise yeniden oflayarak beni iki omzumdan tuttu. “Tamam Zeynep bağırma, Tugay’da da var aynısı.”
Burnumdan sert bir nefes verip ayaklarımı yere vura vura mutfağa yürüdüm. Bir yandan da söylenmeye devam ediyordum. “Bu da nereden gördüyse! Allah kahretsin hepinizi! Geberin hepiniz!”
Mutfağa girmeden önce girişte babaannemi görünce delirmeme neredeyse ramak kalmıştı. Sevmediğim herkesin yanımda olduğu bu gece hayatımın en kötü gecelerinden biriydi.
“Ne oluyor yine? Neden bağırıyorsun?”
Elimle önünde durduğu kapıyı işaret ettim. “Siktir git babaanne. Aşağı!”1
Bir hışımla yanıma yürüyüp havadaki elimi yakaladı. Yüzünde hem bıkmış hem de kızgın bir ifade vardı.
“Yeter be artık! Bok vardı gittin! Delirdin de geri geldin. Nankörsün sen! Kendi nankörlüğünü başkalarının üzerine yıkmaya çalışma sakın!”
“Ben mi nankörüm?” dedim gözlerimi kocaman açarak. “Ben miyim nankör? Sizsiniz nankör! Kaç sene geçti, şu an benim kim olduğumun farkında mısınız? Bu kadar yükselmişim, yine de sizi unutmamışım ama siz gelip bana nankör diyorsunuz!”
“Amacın o muydu sanıyorsun sen? Kandırma kendini kızım. Üç beş kuruşun sahibi olacağım diye gittin, bunu da hepimiz biliyoruz!”
Bir süre sadece sustum. Fırtınadan önceki sessizlik...
“Ne yapayım? Çok seviyorum parayı, anladın mı?! Çok seviyorum! Günde beş milyon kazansanız siz de o koltukta durmaya devam edersiniz!”
Yüzümde patlayan tokat Bora’nınkilerden daha fazla acıtmıştı canımı. Arkamda olduğunu fark etmediğim Elif’in çığlığını duydum uğultu sesinin arasından.
“Nazire teyze yapma!” Elif’in yanıma gelip yüzümü avuçlarının içine aldığını hissettim. “Zeynep, iyi misin?”
Ellerini üzerimden ittirdiğimde babaanneme döndüm. “Sen kimin kim olduğunu karıştırıyorsun bazen. Senin torunun benim, ben!” Kapıyı işaret ettiğim parmağımla Elif’i işaret ettim bu kez. “Bu koyun kafalı değil!” İçeriyi işaret ettim ardından. Aslında göstermek istediğim kişi Tugay’dı. “Bu içerideki beş parasız hiç değil!”
“Gözünü nefret bürümüş senin,” dedi babaannem. Artık bağırmıyor ya da kızgın bakmıyordu. Yüzüne sadece hayal kırıklığı yerleşmişti şimdi. “Gittin, bir haber bile vermedin. Hadi izin vermiyorlar dedik, bekledik. O az önce söylediğin yere geldiğinde neden hiçbir şey yapmadın? Yedi yıl sonra geldin de neye yaradın?”
“Kafanızı koparacağım sizin! Bunları söylemek ne demekmiş göstereceğim hepinize!”
Koşarak odama geri döndüğümde Oğuz ve Tugay hâlâ oradaydı. “Siz de çıkın dışarı. Hadi.”
Odadan çıktıkları gibi kapıyı arkalarından vurarak kapattım. Kalbim göğüs kafesimi yumrukluyordu. Ve yine onun sesi doldurdu beynimiz içini.
Ne oldu? Kendi ailen tarafından da mı istenmez oldun artık? Annen doğru söylemiş aslında. Sen o kadar zavallısın ki Zeynep, o kadar zavallısın ki... Ölsen sevinecek kaç kişi var, farkında mısın? Oğuz bile anladı artık deli olduğunu. Bir kadın için ne kadar acı, değil mi? Hiçbir adam tarafından sevilmemek...
“Kes sesini!” diye bağırdım. Etrafımda dönmemdeki amaç neydi bilmiyorum ama sesin sahibini aradım sanırım. “Ben deli değilim, tamam mı? Deli değilim...”
***
Aradan bir saat kadar geçmişti sanırım. Zaman algım yitip gidiyordu. Odamda yastığımı kucağıma almış, donuk gözlerle duvarı seyrediyordum. Ve bir yandan da aynı cümle defalarca kez benden izinsiz bir şekilde döküldü dudaklarımdan.
“Ben deli değilim... Ben deli değilim...”
Kollarımın arasındaki yastığa daha da sıkı sarılıp ileri geri sallanırken oturma odasından gelen seslerin ne dediklerini kelimesi kelimesine anlayabiliyordum.
“İyice delirmiş bu. Siz nasıl katlanıyorsunuz buna?” dedi babaannem.
“Önceden böyle değildi Nazire Teyze, sanki bilmiyorsun.” diye cevap verdi ona Elif. Onun da sesinden gerçekler anlaşılıyordu ama en azından babaanneme laf söyletmemek için savunuyordu beni.
“Tescilli manyak ama. Korkuyorum ben bundan. Valla uyurken kıtır kıtır keser bu bizi.”
“Tugay,” diyerek küçük bir öksürükle uyardı Oğuz Tugay’ı. O da iyice rollenmişti anlaşılan. Karısına toz kondurmuyordu. Tugay ve Elif’e yokluğumda yerimi aldıkları için, Oğuz’a ise direkt var olduğu için kızgındım. Ona sunduğum anlaşmayı kabul etmeseydi bütün planım mahvolurdu. Ama kabul etmesine rağmen galibiyetin değil de koskocaman bir malubiyetin karanlığında kaybolmuş hissediyordum kendimi. Bunun sebebi anneme mi, yoksa Bora’ya mı yenilmiş olmamdı bilmiyordum.
“Hiç aklıma gelmezdi büyüyecek de böyle bir aptallık yapacak,” dedi Seren Hanım. O da yaptığım hiçbir hatayı tolere etmezdi. Her şeyi açık açık yüzüme vuran kişilerden biriydi.
“Seren Hanım, duyuyor ama.” diye cevap verdi ona Elif. Konuşurken sesi ince ve kısıktı.
“Duysun! Duysun da ders olsun!”
Bir hışımla ayaklanıp odanın kapısını kapattığım sertlikte geri açtığımda bütün sesler kesildi. Şu an içeridekiler kaç yıldır tanıdığım insanlar yerine o evdekiler olsaydı toplu katliam yapmam gerekirdi.
Ama sevdiğim kişileri öldürmek doğru bir davranış olmadığı için kendimi tuttum.
İçeri girdiğimde kapının pervazına yaslanıp babaannemi izledim bir süre. Aşağı inmesi gerektiğini söylemekten utanıyordum artık. Tanrım moruklara laf anlatmak neden bu kadar zor?
Babaannem mesajı almış olacak ki kalktı ve doğruca aşağıya gitti. Bir şey söylememesi en doğru karardı çünkü tek bir kelimesiyle az önce bahsettiğim o toplu katliamı başlatabilirdim. Bunun için ilk geldiğim günden beri çekmecemde sakladığım silahı almam yeterli olurdu.
Hâlâ pervazda dayanırken kahkaha atmaya başlamıştım. Diğerleri ise bu kahkahamı ürkek ve şaşkın gözlerle izliyorlardı. Onlar da artık muhtemelen deli olduğumu düşünüyorlardı.
“Eveeeet...” dedim yaslandığım yerden ayrılıp ellerimi birleştirirken. Yüzümdeki gülümseme yerini korumaya devam ediyordu. “Kimin kiminle yatacağını belirleyelim mi artık?”
Sürü halinde salona çıktık. Tek kelime etmeden beni takip etmişlerdi. Ben durduğumda onlar da durdu. Tatlı bir öksürükle gülümsememe devam ettim. Konuşurken sesimi inceltmeye özen göstermiştim.
“Görünüşe göre pijamalarınızı almışsınız zaten. Şimdi ben size kimin nerede yatacağını söyleyeceğim.”
“Kapa çeneni Tugay!” Bağırdıktan sonra yeniden ifademi toparladım. “Yani Tugay, canım abim benim. Burası benim evim. Ve benim kurallarım geçerli. Değil mi?”
“Tamam o zaman. Biz Tugay’la yatarız.” diye öne atıldı Oğuz.
“Saçmalama!” diyerek ona da yumuşak bakışlarımın altından öldürücü bakışlar attım. “İşimiz var seninle odada. Değil mi kocacığım?”
Başını salladığında tatmin olmuş bir şekilde gülümsedim.
“Ne? Olmaz. Biz zaten Elif’le yatarız. Değil mi Elif?” Elif de ona katılır bir şekilde başını salladı.
“Tugay, bir kelime daha edersen sen değil de kopuk kafan bahçe betonunda yatacak.”
“Canım kuzenim benim,” diyerek Gökay’a sarıldı bu sefer Tugay. Bu halleri beni daha da çok eğlendirdi.
“Sizi misafir odasına alalım.”
Başlarını sallayarak misafir odasına giderlerken, Tugay Elif’e havadan bir öpücük göndermeyi ihmal etmedi elbette. Odanın kapısı kapandığında diğerlerine döndüm.
“Ve sizi de oturma odasına alalım.”
“Evet Elif, beğenemedin mi? Çok konuşmayın lütfen. Başımı ağrıttınız.”
Oflaya puflaya oturma odasına gittiklerinde o kapının da kapanışını izledim. Oğuz ise odama gitmeye yeltendiğinde onu kolundan çekeleyerek mutfağa sürükledim.
“Salak mısın sen? Gerçekten yatacağımızı mı düşündün?”
Başımla masanın başındaki sandalyeyi işaret ettim. “Otur,” O otururken ben de buzdolabından ağzına kadar dolu olan viski şişesini çıkardım. Zaten masanın üzerinde olan iki bardağa doldurduğumda birini onun önüne ittirdim. Şaşkın ördek gibi önündeki bardağa bakarken kendi bardağımı onunkine tokuşturdum. “Sahte evliliğimizin, koca yalanımızın şerefine!” Ben bardaktan koca bir yudum alırken o hâlâ daha bakıyordu. “Pek içki kültürün yok sanırım, ha kociş?”
“Meslek gereği,” dedi başını sağa yatırırken. “Mesleğimden dolayı pek içmem ben.”
Kollarımı masaya yaslarken ellerim üzerindeki pijamanın yakalarında gezindi.
“Sen talih kuşusun...” Hayatım boyunca başıma konun ikinci talih kuşuydu.
“Anlamıyormuş gibi yapma. Bariz yancı çocuğusun. Senin ne kadar umrunda bilmiyorum ama o üç mühür benim için önemli.”
Mühür dediğim şey topraklar üzerindeki söz hakkına deniyordu.
“Mührü nasıl almayı düşünüyorsun?”
Mühür sadece erkek çocuğu olan ailelere verilirdi. Oğuz’da Erdem ve Kantakan damgası, ben de ise Taşkın damgası vardı. Ve en önemlisi de üç mührün bütün topraklar üzerinde söz hakkı olmasıydı.
“Babaannen haklı bence. Gerçekten delirmişsin sen.”
Kaşlarım bu akşam bilmem kaçıncı kez çatılıyordu. Cidden anlamadığımı gördüğünde o da bilmem kaçıncı bıkkın nefesini vererek bana bakmaya devam etti.
“Bir çocuğun hayatını sırf üç kıytırık mühür için mi mahvedeceğiz?”
“Bak, o her şeyden çok işimize yarayabilir. İstersen doğduktan sonra sen defolup gidebilirsin ama ben bu çocuğu doğurmak zorundayım!”
Bardağını masanın ortasına doğru ittirerek kalktı. “Gerçekten delisin sen.”
Küçük bir dudak büzmeden sonra bardağımdan bir yudum daha aldım. Ve devam ettim arkasından sahte üzgün gözlerle bakmaya.
***
Sabah olduğunda ilk işimiz pılımızı pırtımızı toplayıp İstanbul’a dönmekti. Çünkü daha şafak sökmeden Rıfat moruğundan bir telefon almıştım ve acilen önemli bir toplantıyı bugün yapmalıydım. Oğuz ve Tugay da aynı şekilde sabahın erken saatlerinde albaydan bir telefon almışlardı ve o saatten beri ağızlarını bıçak açmıyordu. Gözlerinden birazcık da korku okuyabiliyordum.
Şimdi İstanbul’daki evimin salonundaki dört koltuğun her birinde karşılıklı yatıyorduk. Elif Tugay’ı, Tugay Elif’i, Ben Oğuz’u, Oğuz ise tavanı izliyordu.
“Komutanım, ağzımıza sıçacaklar.”
Bu gayet açık yapılmış yorum merakımı daha da arttırmıştı. Acaba ne olmuştu? Oğuz’un başına her ne geldiyse kesinlikle artık beni de ilgilendiriyordu. Ne de olsa artık benimle evliydi, değil mi?
Ayağa kalktım. Üzerime eski etekli, siyah takımlarımdan birini giymiştim. Eteklerimi düzeltirken bir kez de Tugay’da gezdirdim gözlerimi. Anlatsa anlatsa o anlatırdı.
“Anlatacak mısınız artık? Benim gitmem gerekiyor çünkü.”
Tek bir cevap bile gelmeyince mecburen çıkıp gittim kapıdan. Ben mi deliydim, yoksa onlar mı belli değildi. Girdiğim her çukura etrafımdakileri de çekmek gibi bir özelliğim vardı anlaşılan.
Kısa bir araba yolculuğunun ardından birkaç gündür uğramadığım o evin önüne çektim arabayı. Bahçesinde yürürken bu birkaç günde bile kokusu yabancılaşmıştı bana. Bahçede bakımsızlıktan solan çiçeklerin yerine yeni çiçekler ekiyordu bahçıvan. Onların da iki üç güne önceki güllerle aynı kaderi yaşayacakları gerçeği üzücüydü.
Adlarını bilmediğim çalışanlar kapıyı açıp içeri girdiğimde ilk olarak domuz Serpil’le göz göze geldim.
Bu evdekilerin nefes alışverişi bile gerginliğimi bin kat arttırmaya yetiyordu. Normalde dün gece gerçekleştirmem gereken katliamı burada vicdanım oldukça rahat bir biçimde gerçekleştirebilirdim.
“Serpil şu anda o kadar gerginim ki emin ol hiç seninle uğraşamam.” O arkamdan bakarken ben doğruca üçüncü kata çıktım. Odaya girdiğimde üç tane katil adayı çoktan yerini almıştı.
Masanın başına, yani asıl koltuğa geçtim. Hafif bir öksürükle boğazımı temizledikten sonra konuştum. “Hoş geldiniz, size bilgi verdiler mi?”
Üçü de aynı anda başlarını salladılar. En az on dakikalık bir toplantı olacağını anlayınca derin ve rahat bir nefes aldım. Sonrasında eve gidip bizimkilerin ağızlarını biraz daha arayabilirdim.
“Peki, anladığınız üzere üçünüz de farklı yerlerde olacaksınız. Sabah olmadan istiyorum bu görevi.”
“Halledeceğim,” dedim elimdeki dosyaları incelerken. Dosyalardaki asıl amaç kişilerin kim oldukları hakkında bilgi sahibi olmaktı. Ve eğer korkaklık edip verilen görevi başaramazlarsa en uygun şekilde cezalandırmak.
“Ama-” dediğinde başımı dosyalardan kaldırıp karşımdaki iri cüsseli adama baktım.
“Kardeşim, yapacaksanız yapın! Yapmayacaksanız da siktirin gidin!” diye bağırdım elimdeki dosyaları önlerine fırlatırken. Bugün birine kaçıncı küfredişim olduğunu da hesaplayamamıştım. Halledeceğimi söylediğim halde inatla konuşmak akıl almayacak derecede saçma bir davranıştı. Üstelik konuşmalarını istemediğimi her hareketimle belli ettiğim halde.
Önlerindeki dosyaları alıp koltuktan çıkarlarken bağırdım arkalarından. “Ne şafağı, gece yarısına kadar o görevi bitireceksiniz!”
Onlar gittiği gibi elinde çay tepsisiyle bir çalışan geliverdi aniden. Bugün dünya üzerindeki her şey beni delirtmek için anlaşmışlardı anlaşılan.
Elime kendime en yakın olan bardağı aldıktan sonra göz ucuyla karşımdaki kıza baktım. “Bu ne? Bu kadar şeyin üzerine bir de çay mı içeceğim ben?” diye sordum bardağı yere bırakırken. “Tükürdün mü bir de buna?”
Olanların üzerine bir de Bora gelse tam olacaktı. Bir de Bora gelse tam olacaktı... Bir dakika, Bora zaten karşımda duruyordu şu anda!
“Beyaz güvercin, hayırdır niye ötüyorsun?”
Yanımdaki çalışan kız kırık bardak parçalarını toplayıp odadan çıkarken Bora’nın arkasındaki Sude’yi görmezden geldim.
“Bulmuşsun ya yancıyı, erkek çocuk da yaparsın sen şimdi.”
Aklımı okuma özelliğini hâlâ kaybetmemiş olması neredeyse gözleri-mi yaşartacaktı.
“Babanla senin istenmemek kaderinizde var sanırım. Garip, hoş...”
“Zeynep, istenmeyen ben miyim, yoksa sen misin? Yedi yılda bir aday doğurmayı ne kadar istediğini bilmediğimi mi sanıyorsun? Ama şimdi de rahatladım, başım göğe erdi sanma. Ötelene ötelene yaşayacaksın geri kalan hayatında da.”
“Sürgün çocukları her daim babalarının kaderini yaşar demek.”
Bora’ya karşılık verecektim ama bir şey durdurdu beni. Onun yerine sessizce çıkıp gittim koltuktan. Söylediği şeyin doğru olduğunu biliyordum. Ama bir şekilde engel olmak zorundaydım. Çünkü eğer o sürgün edilirse benim de adım lekelenirdi. Ve bu şu anda isteyeceğim en son şey dahi değildi. Buna engel olabilmek için ise koltuktaki yerimi korumak zorundaydım.
Sorunlar ve çözüm arayışları beynimin içinde dans ederken eve nasıl geldiğimi bile anlayamadım. Birden o yüksek apartmanın önünde buluverdim kendimi. Arabadan inip içeri girerken derin bir nefes verdim. Az önceki karmaşa da neydi öyle...
Bizim kata geldiğimde kapıdaki fazladan ayakkabılar ilgimi çekti. Kahretsin! Bir de davetsiz misafir çıkamazdı başıma, umarım.
Anahtarı çevirip kapıyı açtığımda içeriden gelen konuşma sesleri ile karşılaştım. Bütün gerginliğimi savurup zoraki bir gülümseme yerleştirdim yüzüme. Ve içeri yürüdüm.
Salona geldiğim anda bütün yüzler bana döndü. Aralarından tanımadığım biri gülümseyerek selam verdi bana.
Kaşlarımı çatarak karşımdaki çocuğa baktım. “Siz kimsiniz ya?”
“Ayıp oluyor ama. Düğüne de çağırılmadık zaten.” dedi bir başkası. Tugay ise hemen araya girdi.
“Bizim tim arkadaşlarımız şekerim. Sürpriz yapmak istemişler.”
“Senin tim arkadaşların oldukları baya bir anlaşılıyor zaten Tugay.” dedim Elif’in yanına oturup bacağımı çelerken. “Aynı senin gibi zevzekler. Bir tanecik kocacığım aranızda nasıl delirmeden duruyor hayret ettim doğrusu.” Daha onları göreli bir dakika olmuştu ama şimdiden Tugay’a ne kadar benzedikleri konusunda emin olmuştum.
“Yanlış anlamayın ama bir şey soracağım, bir anda bu evlilik nereden çıktı?”
Tugay parmaklarını şıklatarak bana konuşan kişiyi işaret etti. “Aha, hadi açıkla şimdi.”
“Biz en iyisi Oğuz’la kahve yapalım size, değil mi aşkım?” dedim tatlı bir şekilde kıvırmaya çalışarak. Oğuz da kaş göz hareketlerim sayesinde bir şekilde kalkıp benimle mutfağa gelmişti.
“Yine ne oldu?” diye sorduğunda sesi tam anlamıyla bıkkın çıkıyordu. Ben de ondan bıkmıştım ama bir şekilde katlanıyorduk işte birbirimize.
“Ya neden bana sormadan eve misafir çağırıyorsun? Evde hiçbir şey yok.”
“Haberim yoktu, kapıyı çalınca içeri aldım.”
“Kapıda mı bıraksaydım Zeynep?”
“Of tamam, kes sesini. Kahve yapalım bari şunlara. Sonra da defolup gitsinler.”
Su ve kahveyi cezvede karıştırıp kaynamaya bıraktığımda bir yandan da tuz kavanozunu çıkardım.
“Habersiz evime gelmişler, cezasız kalmayacak tabii ki. Ay ben nefret ederim misafirden!” Tiksinircesine yüzümü buruşturduktan sonra kavanozlara bakmaya devam ettim. “Neredeydi şu karabiber? Hah, buldum işte.”
Ben bir tanecik, gözümün bebeği, başımın tacı misafirlerime özel karışımımı hazırlarken Oğuz da şaşkın bir yüz ifadesiyle beni izliyordu.
“Kahve değil kezzap...” diye mırıldandı kendi kendine.
Gözlerimi kısarak ona döndüğümde kahveleri çoktan tepsiye yerleştirmiştim. İşaret parmağımı dudağıma bastırdım. “Şşşt, sen benim suç ortağımsın artık.” Tatlı bir şekilde gülümsedikten sonra onu arkamda bırakıp tepsiyle birlikte mutfaktan çıktım.
“Buyurun efendim.” dedim kahveleri sehpaya bırakırken. “Siz öyle çat kapı gelince bu adar yapabildik, kusura bakmayın.”
“Yenge valla çok tatlısınız, Allah ağzınızın tadını bozmasın.”
“Sağ ol canım,” dedim teyze edasıyla. “Ben senin ağzının tadını bozacağım birazdan ama.”
Tam kahvesinden bir yudum alacakken durup bana baktı adını bilmediğim asker çocuk. “Efendim yenge?”
Kahvesinden bir yudum alıp öksürük krizine girdiğinde ben de küçük gülümsememle zaferimi kutluyordum.
“Emre, iyi misin?” dedi yanında oturan arkadaşı öksürmekten moraran Emre’ye garipseyen bakışlar atarak. Emre ise nefesini zar zor düzene sokup bana döndü.
“Ellerine sağlık yenge, bayıldım kahvene.”
Onun o halini görünce Oğuz’un yanında oturan çocuk eline aldığı fincanı yavaşça sehpaya geri bıraktı. “Yenge şimdi hatırladım, benim kahveye alerjim var da içemeyeceğim o yüzden.”
“Aaa, bak ben de unuttum. Benim de var.”
Yalandan üzülmüş gibi yapıp onlara baktım.
“Peki madem, kahve alerjisini de daha önce hiç görmemiştim.”
“Değil mi yenge?” dedi alerji bahanesini ilk ortaya atan kişi. “Kurban olduğum Allah neler yaratıyor işte.”
“Ama olmaz böyle, evde boş boş oturtmam sizi. O kadar zahmet edip gelmişsiniz. İstanbul’u gezmiş miydiniz hiç?” Kimseden ses çıkmayınca Elif ve Tugay’a bakıp gülümsedim. “Elif ve Tugay sizi seve seve gezdirir. Ben maalesef çok yorgunum şu an. Daha sonrasında birlikte de gezelim ama mutlaka, sözüm olsun.”
Çaresizce kabul ettiler. Herkesi başımızdan silkeleyip kapıyı kapattıktan sonra Oğuz’a döndüm. “Oh be!” Tam balkona çıkacakken durdum ve ona döndüm yeniden. “Sigara içeceğim, gelecek misin?”
“Başka çarem olduğunu da sanmıyorum zaten.”
Balkona geçtiğimizde paketten bir sigara alıp ona uzattım. İkimizin de dumanı birbirine karıştı. O yine gökyüzünü izliyordu.
“Ne düşünüyorsun bakalım yine?” dedim meraklı bir sesle. Bu ona ilk dostane yaklaşımımdı.
“Gerçek bir başlangıç yapmadık, ama sence gerçek bir sonu haketmiyor muyuz?” dedi bana dönerek. Yüzüne ilk kez sıcak bir duygunun yerleştiğini görmüştüm.
Gün bana son darbesini vuruyordu anlaşılan. Rol yapmayı beceremeyecekti. Bu halde onun gerçeği oynaması gerekiyordu. Bunu da asıl pyunu ona oynayarak yapmalıydım belki de. Seviyor rolünü kötü oynayacağımı hiç düşünmüyordum. Hem belki bu sayede o meşhur üç mühre de ulaşabilirdim.
“Sanırım haklısın.” dedim güven veren bir gülümsemeyle. “Ama mutlu bir son bekleme bizden.” Ağzımdan çıkan kelimelerin farkında bile değildim.
“O ne demek?” İstemsizce kaşları çatılmıştı.
Yüzümdeki güven veren gülümseme şimdi alaycı bir gülüşe dönüşmüştü. “İçinde senin olduğun bir masal mutlu sonla bitebilir mi sanıyorsun sen?”_______________________________2
Bu bölüm de burada sona erdi sevgili arkadaşım. Yorumlarını benimle paylaşmayı unutma! Ve kendine cici bak…🫶🏻😻
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
1.64k Okunma |
833 Oy |
0 Takip |
19 Bölümlü Kitap |