Merhaba sevgili arkadaşım! Nasılsın? Umarım iyisindir. Çünkü ben çok iyiyim.
Sanırım gündüzleri aktif bir insan değilim. Kolumu kaldıracak halim yok ama gece olduğunda gökten enerji iniyor sanırım bana.
Bu bölümü az önce bitirdim, şimdi de düzenlemiş bir şekilde seninle paylaşıyorum. Umarım beğenirsin. Keyifli okumalar dilerim…
19 Kasım 2003/ Çağhan
Yüksek dağların, tepelerin, ormanların ve çelikten duvarların ardında, kimsenin içinde yaşananları doğru düzgün bilmediği bir şehir vardı; Çağhan.
Kantakanların merkezi olan Çağhan’ı kime sorsak söyleyeceği ilk şey günlerce süren yağmurları olurdu. Gökyüzünü inleten şimşekler eşlik ederdi bu yağmurlara. Ne acı ki bu şehirde çocukların yağmurlu havalarda gelip onları ziyaret edebilme ihtimali olan canavarlardan korkup, anne ve babalarının yanına sığınma şansları yoktu. Asıl canavarların kendi aileleri olduğunu bilirlerdi çünkü.
Yine bu meşhur yağmurlarla başlamıştı gece. Sokaklarda müthiş bir sessizlik vardı. Ama bilirsiniz; sessizlikler pek de hayra alamet değildir. Sonrasında kopacak büyük bir kıyametin habercisidir çünkü. En azından Altay ailesinin evinde öyle olacaktı.
Altı yaşındaki Oğuz Altay yine gecenin bir vakti uyanmıştı. Mutfaktan annesi ve babasının konuşma sesleri geliyordu. Ne söylediklerini anlamak için başını kaldırdı ve gelen seslere odaklanmaya çalıştı. Ama uğultudan başka bir şey duyulmuyordu.
Yavaşça yataktan kalktı ve kapıya doğru yürüdü. Kapıyı aralarken ses çıkarmamaya dikkat etmişti. Çünkü eğer annesi uyumadığını görünce ona yine kızabilirdi. Gerçi Seren’in Oğuz’u uyanık görmesine gerek yoktu. Günlük hayatta bile gördüğünde sinir krizleri geçiriyordu.
Evleri iki binadan oluşurdu. Ortada ise iki binayı birbirine bağlayan uzun bir koridor vardı. Koridorun ortasında ise bir kapı. İki bina arasındaki ilişkiyi tamamen kesiyordu. Binanın sağ tarafında tüm aile birlikte kalırdı. Anne, baba, abiler, korumalar, dadılar... Sol tarafta ise Oğuz kalırdı. Tek başına. Bu evdeki üç kardeş, anne ve babalarının onları ayrı tutma çabasını ise hiçbir zaman anlayamamıştı.
Sessizce koridor kapısını da araladı Oğuz. Şimdi hem konuşulanları duyabiliyor hem de anne ve babasını görebiliyordu.
Annesi Seren mutfak masasında oturuyordu. Ellerini yüzüne örtmüştü. Ağlamıyordu şimdi ama gecenin öncesinde ağlamıştı. Bunu kızarmış yüzünden anlayabiliyordunuz.
Babası Onur ise ayaktaydı. Mutfağın içinde bir ileri bir geri yürüyerek volta atıyordu. Klasik bir kavga sahnesine uyuyordu her şey.
“Onu biraz sev.” dedi Onur Seren’e bakarak. Sesinde kızgınlık yoktu. Daha çok kavgayı önceden tahmin etmiş ve engellemeye çalışıyormuş gibi bir sakinlik vardı sesinde.
Ne diyorsun?” dedi Seren ellerini yüzünden çekerken. Sesinde bıkkın bir tını vardı. Gözlerindeki sertlikten ve meydan okuyan ifadeden Onur’un kastettiği şeyi zaten bildiği anlaşılıyordu. Sadece biraz sabrını sınamaktan zarar gelmeyeceğini düşünüyordu.
“Oğlunu biraz sev!” diye kükredi Onur ona cevap olarak. Seren anlamıyordu ama içten içe sabrı kalmamıştı artık.
Seren derin bir nefes verdi. Alttan almazdı. Alttan almayı zayıflık sanırdı.
Daha önceki çoğu kavganın olduğu gibi bu kavganın da sebebinin kendisi olduğunu biliyordu Oğuz. Genel olarak hep aynı konular konuşulurdu o kavgalarda.
“Onur, görevi olan tek kişi ben miyim? Senin babalık görevin yok mu?” dedi Seren. Kalkıp Onur’un karşısına dikildi. Gözlerinin tam içine bakıyordu.
“Sakın, Seren.” dedi Onur dişlerinin arasından. Bağırmak istemiyordu karısına. Kavga etmek istemiyordu. Ama Seren üsteledikçe kendini tutamıyordu işte.
“Hadi ben annelik yapmıyorum,” dediğinde yüzünde hastalıklı bir gülümseme vardı Seren’in. Birazcık da şarabın etkisi büyüktü bu davranışlarında. “Sen babalık yapıyor musun? Senin eve geldiğin bile yok.”
Bir de bu sorun vardı ailelerinde. Onur’un bitmek bilmeyen görevleri. Mesleği gereği sürekli görevdeydi. Genç yaşına rağmen yükselen rütbesini de aile dostu Kenan’a borçluydu ve bu büyük bir şanstı. İşi için her şeyi göze almalıydı. Seren bunu anlamak istemiyordu.
“Seren ben bu çocuğu hiçbir zaman istemedim. Beni zorlayan sendin. Madem bakmayacaktın neden istedin?”
Anında gözleri doluverdi Seren’in. Onur’a karşı kelimeleri dışında kullandığı bir diğer silahı da buydu. Onur’un Seren’i... Seren Onur’un her şeyiydi. Bunu da bildiği için iki damla göz yaşıyla çıkardığı bütün sorunların üzerini kapatırdı.
“Unuturum sandım!” diye bağırdı Seren kısa bir sessizliğin ardından. “Kızımı unuturum sandım! Zeynep’i unuturum sandım ama unutamadım!” Bu konu belki de yıllardır konuşulmuyordu ailelerinde. “Sen unuttun mu Onur? Sen kızını unuttun mu?”
Onur afallamıştı. Böyle bir şeyi beklemiyor olacaktı ki ne diyeceğini düşündü bir süre. “Hayır,” dedi elini Seren’in omzuna koyarken.
“Senin yüzünden!” diye bağırdı bu sefer Seren. İçindeki ateşi söndüremiyor, dikkatsizliğinin sorumluluğunu üstlenemiyordu. Bu yüzden de içten içe onuru suçluyordu. “Beni neden üç bebekle yalnız bıraktın Onur? Neden o telefonu açtın?”
O günü yeniden hatırlamak ikisi için de acı vericiydi. Sıcak bir yaz günüydü. Her şey çok güzeldi. Dört yıl süren dünya turundan dönmüşlerdi. Henüz on dokuz yaşındaydı ikisi de. Ama hayatı yaşlarının katlarınca biliyorlardı.
Dört çocukları olmuştu o tur sırasında. İlk çocuklarının adı Ayaz’dı. Hani evlat ayrılmaz derlerdi ya; yalandı. Belli etmezdi ama Seren en çok onu severdi. İlk göz ağrısıydı çünkü.
Daha sonra da ikizleri olmuştu. Zeynep ve Deniz. Onur Seren gibi değildi ama. Hepsi canından bir parçaydı. Ayıramazdı.
Ve ikisi de Seren’in karnında olan Oğuz’dan habersizdi o gün...
Dönüşlerini birkaç kadeh şampanya ve büyük bir partiyle kutlamışlardı zaten. Ama çocuklarını da bu eğlenceden mahrum bırakmak istememişlerdi. Onur’un abisi Toygar ve eşi Esra ile anlaşmışlardı. Tüm gün süren bir deniz sefası hepsine iyi gelecekti. En azından onlar öyle sanmışlardı.
Esra ve Toygar kendi kendilerine takılıyorlardı o gün. Onur ve Seren ise biri üç, diğer ikisi iki yaşında olan bebeklerini denizde zapt etmeye çalışıyorlardı. Çok da eğleniyorlardı o sırada.
Toygar iskeledeki şezlongdan Onur’a seslendi.
Onur yeniden karısına döndü. Bakmaya doyamadığı karısının dudak-larına tatlı bir öpücük bıraktı ve çıktı denizden.
Beş dakika sonra bir çığlık koptu. Küçük kızları Zeynep’ten geriye sadece cılız bir çığlık ve suyun üzerinde yüzen bir çift pembe kolluk kaldı.
Ve bu acı kayıptan sadece iki hafta sonra Seren’in karnındaki bebeği öğrenmişlerdi. Onur doğmasını hiç istemedi. Çünkü ikisi de bir bebek büyütebilecek durumda değillerdi; bunu çok iyi biliyordu.
Ama Seren de bir umut istedi işte. Belki kızını unutur diye bekledi.
Uzun bir sessizlik oldu ikisinin arasında. Seren içli içli ağladı, Onur ona sarıldı. Yarın da her zamanki gibi olacaktı ikisinin arası. Onur bir buket laleyle gelecek, karısından özür dileyecekti. Seren de affedecekti her zamanki gibi. Bu evde işler böyle ilerlerdi.
“Onur, senin yüzünden...” dedi Seren kollarını üzerinden iterken. “Sen öldürdün! Katili sensin kızının! Kendi kızını öldürdün!”
Yine başa dönmüşlerdi işte. “Seren!”
“Yıllarca kaçtın Onur! Yıllarca kaçtın... Gerçeklerden kaçtın!..”
Ve o gece anne Seren Altay’ın yüzünde öyle sert bir tokat patladı ki, bedeni tokadın etkisiyle yere savruldu. Küçük Oğuz bile kapının arkasında titremişti. Bir hışımla merdivenlerden aşağı koştu. Mutfak kapısından giren çocuklarını gördüğünde anne ve babasının gözleri de ona çevrildi. Annesinin yanına çöktüğünde göz göze gelmeye cesaret edemiyordu. Sonunda bir çift cam mavisi gözle buluşturdu gözlerini. Minik elleriyle annesinin yüzünü kavradı.
“Anne...” diyebilmişti sadece. Babası annesine ilk defa vurmuştu çünkü. Bağırırdı, çağırırdı ama vurmazdı. Şoku kimse üzerinden atamıyordu. Seren’in yanağından süzülen bir damla yaşı sildi avuç içleriyle. “Çok acıyor mu anne?”
Bir an cevap veremedi Seren. Boğazı düğümlenmişti. Kelimeleri birleştirmekte zorlanıyordu. Kısa bir an mutfağın fayansını izledi. Sonra oğlunun ellerini sertçe geri ittirdi. “O pis ellerini çek üstümden!”
Oğuz aşağıya inerken bunu bekliyordu zaten. Ama sanki beklemiyormuş gibi bir hayal kırıklığı vardı yüzünde, aynı hızla o demir kapının arkasına geri dönerken. Koridor kapısının arkasına yeniden saklanırken ellerini ağzına örttü. Gözlerinden yaşlar akıyordu, eğer bir de hıçkırırsa iyice felakete dönerdi her şey.
Seren yerden kalktı yavaşça. Yüzünde yine o hastalıklı gülümsemeden vardı. Tekrar Onur’un karşısına dikildiğinde ikisinin de yüzünde rahatlamış bir ifade vardı. Onur vurunca, Seren söylediği sözlerin bedelini ödeyince rahatlamıştı.
“Seren...” diye açıklama yapmaya çalıştı Onur. Erkeklerin klasiği budur. Yapacak tek kelime açıklaması yoktur ama her zaman açıklama yapacak gibi davranır.
Bu sefer aynı şekilde Seren’in sağ elinin tersinden gelen, okkalı bir tokat patladı Onur’un yüzünde. Ardından arkasını dönüp evin kapısına doğru yürüdü. Siyah elbisesinin etekleri yerlerde sürünüyor, topuklu ayakkabılarının sesi daha bir yüksek yankılanıyordu sanki evin içinde. Tam evden çıkacakken, Onur seslendi arkasından.
“Nereye gidiyorsun? İstanbul’a mı? Seren, Erdemlerde gördükleri anda kafanı koparırlar.” 1
Büyük bir kahkaha patlattı Seren. “Senin gibi adi bir şerefsizle evli olmaktan iyidir.”
Ve o gece Seren Altay’dan bu eve tek kalan, vurulan kapının tok sesiydi. Onur biliyordu; eğer gitmek niyetiyle çıktıysa o evden, bir daha asla geri dönmezdi.
Eline geçen şarap şişesini sertçe duvara fırlattı. Kırmızı şarabın beyaz duvarda süzülüşünü izledi bir süre. Sonra ise eline ne geçerse nasibini aldı o duvardan. Kırılan cam sesleri, haykırılan küfürler, sinirden atılan çığlıklar hiç susmadı o gece.
Oğuz da bir saniye bile ayrılmadı durduğu yerden. Sese abileri de uyanmıştı. Deniz ve Ayaz odalarından çıkıp bir süre etraflarına bakındılar. Daha sonra da Oğuz’u fark ettiler.
Deniz biraz daha iyi niyetli yaklaşırdı kardeşine. Babasına belli etmeden koruyup kollardı. “Oğuz,” diyerek yanına yürüdü. Ağlayan Oğuz’un ellerini tuttu. Ama Oğuz’un nefesi bir türlü düzene girmiyordu. Göğsü hızlıca kalkıp iniyordu. “Ne oldu?”
Oflayarak Deniz’i omzundan geri çekti Ayaz. O da aynı babasının oğluydu. Oğuz’a yandan bakışı bile nefretle harlanıyordu. “Bırak şunu, babam kızacak yine!”
Deniz Oğuz’u severdi sevesine ama abisini daha çok severdi. Mecburen tuttuğu elleri bırakıp odasına kapandı tekrardan.
Birbirlerinden haberleri olmasa bile Altay ailesi hep birlikte ağlıyordu o gece. Onur mutlu bir aile kurma hayali ile aldığı evin mutfağında, Seren sokakta çöktüğü ıslak bir kaldırımda, Oğuz yasladığı koridor kapısının dibinde, diğer iki kardeş ise yataklarında... Kimi içine kimi dışına.
Kader o gece hiç bütün olamamış bir ailenin sonunu yazmıştı. Ama bunu kimse bilmeyecekti.
_______________________________1
Bir bölümde daha bana eşlik ettiğin için çok teşekkür ederim sevgili arkadaşım. Yorumlarını benimle paylaşmayı unutma ve kendine çok cici bak…🐣🌷
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
1.64k Okunma |
833 Oy |
0 Takip |
19 Bölümlü Kitap |