15. Bölüm

Bölüm 15: Sürgün

Zeynep Çavdar
z3ynorellaaa

Uzuuuun bir aradan sonra yeniden merhabalar sevgili arkadaşım. Nasılsın?

Biliyorsun ki birkaç haftadır ortalarda yoktum. Ama şimdi geri geldim. Bu sürede beni unutmadığın ve şimdi de burada olduğun için sana çok teşekkür ederim!🎀

Biraz inişli çıkışlı bir yayın düzeni oldu. Bunun da farkındayım ama bir şeylere söz verip beceremediğim için ne kadar üzüldüğümü de bilemezsin. Olsun, daha acemiyiz ya. Halledeceğiz bir şekilde, değil mi?

Ben tarafından ne kadar sevildiğini unutma sevgili arkadaşım. Sana çok keyifli okumalar dilerim…

Bölüm 15: Sürgün

28 Ocak 2005/ Çağhan

Çağhan’da sessizlik son sürat devam ediyordu. Kimse kabuğundan başını çıkarıp da bir şey söylemeye cesaret edemiyordu. Sonunun felaketleri olacağını bildikleri bir savaşın içindeydiler çünkü; düşman suikastı.

Düşman suikastı denilen şey; diğer ailelerden gönderilen suikast askerlerinin bir şekilde koltuğa girip, yancı aileler veya koltuk büyüklerine karşı planlanan suikastları gerçekleştirmesiydi. En son sekiz yıl önce başlamış, üç yıl boyunca devam etmişti. Bittiğinde tüm ülke bir daha başlamayacağından neredeyse emindi. Ama bugün, Türkiye için unutulamaz bir tarih olacaktı. Kimi zaferini kutlayacak, kimi ise eline verilen tabuttaki sevdiğine sarılacaktı.

Kenan Kantakan’ın eşi Seçil Erdem’i öldürüp on dokuz yıllık hüküm kararının kararlaştırılması sonucu koltuğa kuzeni geçmişti. Ve Erdem ailesi için merkez Çağhan’daki bu çalkantı en iyi fırsattı. Çünkü koltuğun yeni sahibi Ethem Erdem, Kenan Kantakan’ın çelikten duvarlarının ardını çok merak ediyordu.

Turgut Kantakan içlerine soktuğu ajanların farkındaydı. Fakat koltuk binasındaki üç yüz kişi arasından ajanları bulmak imkansıza yakındı. Öylece kendi topraklarından kovuluşlarını bekleyeceklerdi. Ellerinden başka bir şey gelmiyordu.

Gece soğuktu. Rüzgârın uğultuları camları titretiyordu. Altayların ışıkları sabaha kadar yanan evi, bu gece karanlıktaydı. Onları bulurlar korkusu ile cılız bir mum ışığında oturuyorlardı salonda. Evdeki dört çocuk ve yengeleri Esra.

Onur ve Toygar ise mutfakta hararetli bir konuşma içerisindeydiler. Söyledikleri salondan pek duyulmuyordu ama bir şekilde kurtuluş yolu arıyorlardı kendilerince. İlk hedef koltuk yancıları olacaktı. Ve iki kardeş bu zamana kadar yancılığını olabildiğince açık bir şekilde belli etmişti. Ailecek Kenan Kantakan’ın verdiği yemeklere katılmış, kameralarda gözükmekten çekinmemişlerdi. Birileri de bunun bedelini elbet ödetmeye gelecekti.

Ayaz, Deniz, Oğuz ve küçük kuzenleri Cansın masanın etrafına çömelmiş; mum ateşini izliyorlardı. Hepsi küçüktü ama başlarına gelecekleri biliyor, anlıyorlardı. Bunun içine doğmuşlardı. Bu da kabul edilmesi zor bir gerçekti.

Birkaç silah sesi yankılandı dışarıda. Cansın hemen başını kaldırdı ve korkulu gözlerle annesine sokuldu. Minik bedeni korkuyla titriyordu.

“Anne...”

Esra küçük kızının saçlarını okşadı ve sıcacık gülümsedi. Korku onun da içini kemiriyordu ama bunu onlara belli etmek istemedi. “Kızım, sakın korkma, tamam mı? Baban burada, amcan burada... Onlar korur bizi.”

Cansın bir nebze rahatlamıştı ama yine bir şüpheyle sordu. “Ya onlara bir şey olursa?”

Esra derin bir nefes verdi. Kalbi göğüs kafesinden dışarıya fırlayacakmış gibi atıyordu. “Onlar çok güçlü birer asker. Askerlere hiçbir şey olmaz.”

Sonunda cansın hafifçe gülümsedi. Pembe yanakları turuncu mum ışığında az da olsa belli ediyordu kendini. Annesinin kolundan ayrılıp ‘abi’ dediği kuzenlerine döndü.

Ayaz sakindi. İçten içe endişe duyuyordu elbette ama duygularını saklamakta o kadar profesyonelleşmişti ki hiçbir şey belli olmuyordu. Zaten bu evdeki hiçbir çocuk yaşına göre davranmıyordu. On bir yaşındaki bir çocuğun harcı mıydı bu soğukluk?

Deniz’in yüzünden daha bir belli oluyordu hisleri. Ama abisini model olarak alırdı kendisine. On yaşında pek beceremese de saklamaya çalışırdı işte.

Oğuz diğerlerine hiç benzemezdi. Sessizce razı olurdu kaderine. Yaşayacağı şeylere... Sekiz yaşında gibi davranmazdı o da. Daha çok babasına benzerdi. Babası nasıl davranıyorsa, o da aynı öyle davranırdı. Tabii bu da Onur için büyük bir kabustan farksızdı.

Sokaktaki ayak sesleri, küfürler ve çığlıklar daha da artmaya başladı. Oğuz Esra’ya döndü. Başta tereddüt etti söyleyeceği şeyden ama dayanamayıp sordu. “Yenge, bizim için mi geliyorlar?”

Esra gözleri büyümüş bir şekilde başını iki yana salladı. Sesi iyice yumuşamıştı. “Hayır tabii ki. Neden gelsinler ki bizim için? Hiçbir şey olmayacak.”

“Ama gelecekler,” dedi Ayaz yüzüne alaycı bir gülümseme takınarak. “Bizim için de gelecekler.”

“Ayaz!” Esra’nın sesi bir uyarı olarak çıkmıştı. “Korkutmayın, küçük o daha.”

“Küçükse küçüklüğünü bilsin o zaman. Hem sen neden düşünüyorsun ki onu? Kendi babamız bile düşünmüyor.”

Esra’nın bu küçük çocuğun sözleri karşısında kaşları çatıldı. “Babanız sizi düşünmez olur mu canım? O her zaman sizi düşünüyor.”

Buna cevap olarak Ayaz gözlerini döndürdü ve burnundan derin bir nefes verdi. “Bizi düşünüyor zaten, Oğuz’u düşünmüyor. Yenge düşünsene, annem bile gitti bunun yüzünden. Neden düşünsün ki bunu?”

“Bir çakacağım şimdi ağzına!” diye çıkıştı Esra. Ama bu sert çıkış karşısındaki çocuğu pek etkilemişe benzemiyordu. Hâlâ pişkince sırıtmaya devam ediyordu Ayaz. Deniz’i de kendine yancı olarak tutmuştu.

“Değil mi Deniz?”

Deniz ise çaresizce başını salladı. “Öyle abi.”

Oğuz sesini çıkarmazdı pek. Yine sessiz kaldı. Deniz abisinin böyle yapmak istemediğini biliyordu. Ama o da zorunda kalıyordu işte.

“Yenge,” dedi Ayaz kısa bir sessizliğin ardından. Yüzünde güleç bir ifade vardı. “Toygar amcam ölürse tekrardan evlenir misin?”

“Nereden çıkıyor şimdi böyle abuk sabuk sorular? Saat bir olmadı mı daha? Hadi yatın siz artık.”

“Cık. Bire beş var daha.”

Onur Altay’ın alıştığı askeri sistemi evde küçük yaşlardan beri çocuklarına aşılaması da ayrı bir acımasızlıktı. Saat birde uyunur, saat beşte kalkılır. Gün içinde bir daha asla uyunamaz, uyuma ve uyanma saatleri bir dakika dahi aksatılamaz. Onur’un yokluğunda da Seren devam ettirmişti bu sistemi. Onlar anne ve babaydı. Onların kurallarına karşı koyulamazdı.

“Tamam o zaman hadi yatmaya hazırlanın. Yatağınızda beklersiniz.”

İkinci bir göz devirmeden sonra yine açıklamasını yaptı Ayaz. “Biz uyku haricinde yatağa girmiyoruz, yenge.”

Bazı kuralları Esra bile garipsiyordu. Hayatı boyunca böyle bir şey ne görmüş ne de duymuştu. Ev evden çok askeriyeye benziyordu.

Birkaç dakika sonra herkes yatmaya hazırlandı. Yataklarının başında bekliyorlardı çünkü yatma saatlerine daha bir dakika vardı. O bir dakika da geçtiğinde Esra koridordan seslendi. “Hadi yatın çocuğum, Allah rahatlık versin.”

Cansın da Ayaz ve Deniz’in yanında yatıyordu. İki kardeş başta bu duruma çok diretmişlerdi ama buna zorunlu olduklarını anlayınca kabul etmişlerdi. Herkesin yattığından emin olduktan sonra mutfağa indi.

Dindar yönetim sistemini pek desteklemiyorlardı fakat ne yap derlerse yapıyorlardı işte. Göstermelik. Günlük hayatta olduğu gibi ne peçesi vardı şimdi yüzünde ne de başörtüsü. Aile içinden kimsenin yanında kapanmıyordu.

Mutfak masasında Toygar’ın yanına oturdu. Başını omzuna yasladı. Bir tek onun yanındayken nefes aldığını hissediyordu.

“Ne yapacağız? Düşünebildiniz mi bir şey?”

“En iyi ihtimalle sürgün,” dedi Onur konuyu şakaya vurarak. “En kötü ihtimalle de...” Elini silah yaparak onlara doğrulttu. “Bam!”

Sessiz bir kıkırdama çıktı ikisinin de dudaklarından. Onların gülüşünü gördükten sonra Onur daha büyük bir kahkaha attı.

“Kahkaha atmanız yaşamımıza karşı bir tehdit oluşturmuyor çifte kumrular. Rahat rahat gülebilirsiniz.”

Toygar tek kaşını kaldırarak imalı bir bakış attı “Kıskanıyor musun?”

Onur aynı küçümseyişle süzdü abisini. “Kimi? Sizi mi?”

Bu küçümseyişe karşı bozulmuş bir yüz ifadesiyle tepki verdi Toygar. “En azından benim bir karım var.”

“Benim de param var.”

Cıklayarak başını iki yana salladı Esra. “Cık cık cık... Bize fakir mi diyorsun Onur?”

“Değil misiniz?”

Bu sefer üçünün de kahkahası yankılandı mutfakta. Fakat çok kısa sürdü. Yakınlardan gelen beş el silah sesiyle gülüşleri yüzlerinde asılı kaldı. İçgüdüsel olarak etraflarına bakındılar. Sanki sesin nereden geldiğini bilmiyorlarmış gibi...

“Ne oluyor şimdi?” diye sordu Esra Toygar’a bakarak. Bakışları bir yavru kedi gibi sinikti. Korkusunu ondan saklamıyordu.

Toygar konuşacaktı ama Onur atıldı hemen. “Bizim için geliyorlar.” Yüzünde hâlâ rahat bir gülümseme vardı. Ama dışarıdakilerle aynı görevi yapan bir asker olarak, şu anda burada duramayacaklarını da biliyordu. “Hadi sen git,” dedi Esra’ya dönerek. Gözlerini karşısındaki kadının cam mavisi gözleriyle buluşturdu. “Çocukları al.”

Anında başını salladı Esra. Hemen ayaklanıp önce konsolun üstünden siyah başörtüsünü aldı ve başına sararken yukarıya çıktı. Eğer dışarıda açık halde görünürse bu koltuğa karşı bir tehdit sayılırdı. Ve başörtü yasağını ailelerinde zaten çiğneyen biri vardı. Onur, Seren’i bu kurala hiçbir zaman zorlamamıştı.

Bir çocuğun yattığı zaman ilk on dakika içinde uyuması neredeyse imkansızdı. Fakat yengeleriyle birlikte aşağı inen üç miniğin de gözlerinden uyku akıyordu. Üç minik diyorum, çünkü Cansın hâlâ annesinin kollarında derin bir uykudaydı.

Esra Cansın’ın da başına yün bir şal sarmayı ihmal etmemişti. Ama bu şalın altında kurallar değil, dışarıdaki dondurucu soğuk ve gecenin tehlikesine inat yağan yağmur yatıyordu.

“Baba,” dedi Deniz. Uyku sersemi sesi zor çıkıyordu. Her zaman babasından öğrendiği gibi şekillendirdiği saçları ise şimdi birbirine karışmıştı. “Ne oluyor?” Onun da aklına ilk olarak yengesiyle aynı şey gelmişti.

Onur dudak bükerek ayağa kalktı. Denizin tam önünde durdu ve diz çökerek yüzünü daha iyi görmesini sağladı.

“Şimdi buradan gitmemiz gerekiyor. Size korkmayın demeyeceğim, çünkü babaları gibi korkusuz iki tane oğlum var benim.” Bunu söylerken aynı zamanda yüzünde gururlu bir ifade vardı.

Çok iyi yetiştirdiği iki oğlu vardı. Üç değil, iki... Oğuz ise bu sözün anlamını yıllar sonra anlayacaktı.

Toygar ise kızını karısının kucağından aldı. Babasının göğsünde sessizce yatarken hafif bir mırıldanma çıktı Cansın’ın ağzından. Bir dakika sonra ne olacakları belli değildi. Toygar’ın kızının saçlarını okşarken ki hareketi, sessiz bir vedadan başka bir şey değildi.

Esra’nın gözleri kapıya dalmıştı. Bir şeyleri önceden hissetmiş gibiydi sanki.

O anda kapı büyük bir gürültüyle açıldı. Gözlerinin önünde onlarca asker içeriye doluşuverdi.

Anlık bir tepki olarak Esra’yı arkasına aldı Toygar. Kucağındaki bebeği de karısının kollarına tutuşturdu hızlıca. Cansın uyanmıştı ama hiç ses çıkarmadı. Sadece annesinin omzunun üzerinden gördüğü Oğuz abisine hiçbir şeyden haberi olmadan sessiz bir gülücük attı.

“Bir albayın evine izinsiz girmek,” dedi Toygar. Göğsü hızlıca kalkıp iniyordu. “Kenan Kantakan’ın hâlâ değişmeyen kurallarına göre ciddi bir suçtur.”

En öndeki askerin yüzüne alaycı bir gülümseme yerleşti. Elindeki silahı direkt olarak Toygar’a doğru tutuyordu. “O bir albay,” dedi Toygar’ı baştan aşağı süzerken. “Peki ya sen nesin Toygar?” Ve o gece silahın namlusundan tek bir kurşun çıktı. Toygar Altay ise başına isabet eden kurşunla bir daha hiç kalkmamak üzere yere yığıldı.

Silahın gürültüsüyle Cansın aniden başını kaldırdı. Saniyelik şoku atlatıp babasının cesedine ilk bakan oydu. Küçüktü, hiçbir şeyi anlamıyordu. Oğuz abisine attığı gibi tatlı bir gülüş attı babasına da. “Baba!” diyerek heyecanla bağırdığında dudaklarındaki gülümseme gözlerine de yansımıştı. Ardından silahı hâlâ havada tutan askere döndü. “Abi!” diyerek el salladı tüm tatlılığıyla. Diğerleri ise ne olduğunu kavrayamamış gibiydi sanki.

Esra’nın yüzünde donuk bir ifade vardı. Hayatının adamının cansız bedenine bakarken ne tepki vereceğini bile bilemedi. Dizlerinin üzerine düştüğünde gözyaşları süzülmeye başladı yanaklarından. Çığlıklar da yanaklarından çenesine süzülen damlalarla birlikte gelmişti. Titreyen ellerini Toygar’ın göğsüne dokundurduğunda acı bir feryat koptu dudaklarından. “Toygar!” Askerler Cansın’ı kollarından çekip aldıklarında ona bile tepki veremedi.

Arkada duran askerler daha gençti. Belki de çocuklardı daha. Ama nefret, öyle bir şeydi ki; insanın kalbindeki acıma duygusunu bile yok etmeye yeterdi. Yerde kalbine saplanan acı ile inleyen kadını kollarından tutup kaldırırken, gözlerinde birazcık bile acıma yoktu. Taş çatlasın on yedi yaşında olan çocukların kalplerini dahi nefret bürümüşken, koca koca adamlardan da acıma beklenilemezdi zaten.

Esra’nın hıçkırıkları sokakta yağmurun şırıltısına karışıyordu. İki dakika önce yanlarında olan çocukları da yoktu şimdi yanlarında. Çocukları yakında bir arabaya bindirirken onları sokağın sonuna doğru yürütüyorlardı. Askerler öndeydi, Esra ve Onur ise arkada.

Yağmur damlaları Esra’nın siyah saçlarından süzülüyordu. Uzanıp omuzlarından aşağı sarkan başörtüsünü başına örttü yeniden. Onur’a dönüp bir şeyler söylemeye çalıştı ama hıçkırıkları kesiyordu sesini.

“Onur,” diyebildi en sonunda. “Toygar... kaldı orada.” Onur’dan bir cevap gelmeyince yürümeyi bırakıp kolunu tuttu. Yeniden konuştuğunda sesi sanki yalvarıyormuş gibi çıkmıştı. “Alalım onu, o da gelsin bizimle. Yalnız kalmasın orada...”

Sanki Toygar ölmemiş gibi davranıyordu. Fakat Esra, Toygar’ı o evde bırakmamıştı. Onu ucu bucağı olmayan başka bir dünyaya uğurlamıştı.

“O öldü, Esra.” dedi Onur. Tepki vermemeye çalışıyordu. Çünkü aynı sonun onu da karşılayacağından korkuyordu.

***

Şehrin dışında bir hapishaneye getirmişlerdi onları. Fakat burası normal hapishanelerle karıştırılamazdı. Paslanan demir parmaklıkların ardında battaniyeler, sandalyeler yoktu. Soğuk, tozlu bir beton vardı sadece.

Nezarethanelerde kadın ve erkekler normalde aynı yerde tutulmazlar. Onların topraklarında durum böyleydi. Ama Erdemlerin başlattığı şey sadece toplu bir suikast değil, bir devrimdi. Bu sebeple Onur ve Esra da aynı yerde tutuluyordu.

Esra’nın çığlıkları odada yankılanıyordu. Tırnaklarını yüzüne geçiriyor, durmadan ağlama nöbetlerine giriyordu. Bazen de kendince bir şeyler mırıldanıyordu. Ama söylediği çoğu şeyi anlamıyordu Onur. Sonunda birkaç kelime seçebildi Onur.

“Ne yapacağım Onur? Benim kızım daha çok küçük. Ben ne yapacağım?..” Hıçkırıkları bir süre daha devam etti. “Cansın büyüyecek. Gün gelecek, babasını soracak. Ne diyeceğim? Söylesene Onur, ben kızıma ‘baban öldü’ mü diyeceğim? Bu acının tarifi var mı Onur? Nasıl geçecek bu acı?..”

Onur’dan bir cevap gelmedi. Abisinin ailesi de onunkisi gibi tek bir gecede dağılmıştı. Saatlerdir elinde duran fotoğrafı seyrediyordu.

Fotoğrafta ise Seren’i vardı. Güneşte yanan teni, elinde tuttuğu lale ve kocaman gülümsemesi. Seren aslında herkes için bir canavardan farksızdı fakat Onur’un gözünde...

Esra’nın hıçkırıkları da sesi de kesildi biraz sonra. Ellerini yüzüne kapattı. Sakin birkaç nefes aldı. Aklını arkasında bıraktıklarının dışında, yanında getirdikleri de kurcalamaya başladı aklını. Çocukları onlara göstermiyorlardı. Ayrı bir yere götürmüşlerdi onları, en son evde görmüşlerdi.

“Kızım,” dedi ayaklanırken. Dizlerinin üzerinde zar zor durmayı başardı. “Nerede o? Nereye götürdüler onu?”

Onur da ayağa kalkıp yanına yürüdü. Dostane bir tavırla omzunu sıvazladı Esra’nın. “Esra, sakin olmak zorundasın.”

Esra kan çanağına dönmüş gözleriyle ona döndü. Acının, korkunun ve çaresizliğin halsizliği vardı yüzünde. “Siz de mi yaptınız aynısını Onur? Hiç mi acımadınız?”

Suikast askerlerinin asıl görevi buydu. Darbeler, bıçaklar, kanlar, suikastlar... Ama ne Toygar ne de Onur öyle biri değildi ki. Onlar eve gelirdi; günlük güneşlik, hiçbir şey olmamış gibi. Çocukla çocuk olurlardı bazen. Şakalar, gülüşmeler... Aynılarını mı yapmışlardı onlar da? Gelip kanlı elleriyle mi okşamışlardı çocuklarının, karılarının saçlarını?

“Nasıl dayandılar Onur? Bizim halimize bak, onlar nasıl dayandılar?” Bunu yapmamış olmaları için dua ediyordu içinden.

“Bu bizim görevimiz, Esra.”

“Kan demek mi görev? Ölüm demek mi?”

Onur dişlerini sıkarak konuştu. “Kansa kan, ölümse ölüm demek. Biz buyuz. Yıllardır bir şikâyetin olmadı, yıllar sonra da ağlayıp hesap soracağın kişi ben değilim.”

“Kalpsizsin sen! Onur, o kadar acımasızsın ki...” Bir sonraki cümlesini duyuncaya kadar yeniden duvar köşesine oturmaya yeltenmişti Onur. “Seren de bu yüzden terk etti seni! Dünya turunda götün başın ayrı oynuyordu tabii! Seviyordun sandı o da değil mi?”

“Seviyordum!”

“Seviyormuş! İki görev görünce ne oldu, eve bile uğramaz oldun!”

“Esra, haddini aşma, sakın.”

“O kadının babasının kafasını sizin evin bahçesine attılar, Onur.” sesi alçalmıştı. “Altay Tuna’nın kafası senin bahçende yatıyor.” Altay Tuna, Seren’in babasının adıydı.

Onur tam karşılık verecekti ki demir kapı büyük bir gıcırtıyla açıldı. Mavi üniformasının içindeki bir polis memuru yavaşça, her adımını yere vurarak içeri girdi. Yankılanan adım seslerinden, hapishanede tek bir Kantakan polisi kalmadığı belli oluyordu.

“Albay Onur Altay?” dedi adam yüzündeki pis gülümseme ile Onur’a bakarken. Onur ise başını aşağı yukarı salladı. “Gözün aydın, sürgün çıkmış.” derken Onur’la resmen alay ediyordu.

“Nereye?” dedi Onur çenesini kaldırırken.

“Ölmek için yalvaranların başkentine.” dedi polis memuru kalın sesiyle. “Hakkari’ye.”_______________________________

Bir bölümü daha sanırım artık burada noktalamam gerekiyor. Okuduğun için sana minnettarım. Kendine çok cici bak…💖💫

Bölüm : 14.02.2025 21:00 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...