17. Bölüm

Bölüm 17: Bulaşıkçı Ajanlar

Zeynep Çavdar
z3ynorellaaa

Merhaba sevgili arkadaşım! Hoş geldin.

Yazmanın iki haftamı aldığı, kitabın en uzun bölümlerinden biriyle karşındayım. Malum, sezon finaline yaklaşıyoruz. O sebeple bölümlerin kelime sayıları da artmaya başladı yavaş yavaş.

Yanına koca bir fincan kahveni aldıysan ve bol entrikalı bir bölüm okumaya hazırsan seni yeni bölümüme davet ediyorum.

Keyifli okumalar dilerim…

Bölüm 17: Bulaşıkçı Ajanlar

Saatin kaç olduğunu bilmiyorum. Beynimin içinde yankılananlarla ve başımdaki keskin ağrıyla uyanıyorum. Yataktan başımı kaldırdığımda etrafa bakınıyorum anlamsız gözlerle. Ama gördüğüm hiçbir şey anlamlı gelmiyor. Gözümün önünde her şey birbirine giriyor, karmakarışık bir görüntü ortaya çıkıyor.

Oğuz yok. Yalnızım yatakta. Bora’nın yanımda olmayıp tek başıma uyuduğum geceleri hatırlatıyor bu an bana. Yatakta doğruluyorum, bacaklarımı aşağı sarkıttığımda ayaklarım yumuşak ev terliklerime değiyor.

İçeriden Elif ve Tugay’ın kahkahaları ve konuşma sesleri ulaşıyor kulaklarıma. Nefesimin sıkıştığını hissediyorum. Göğsümde bir daralma var. Ama neden olduğunu anlamıyorum. Ne olup da bu hale geldiğimi bile bilmiyorum.

Gözlerim sebepsiz yere dolmaya başlıyor. Oğuz’u arıyorum odada. Bir şey konuşacağım onunla. Ama yok, yok. Ayağa kalkıyorum. Dizlerim o kadar güçsüz ki taşıyamıyorlar beni. Seslenmeyi deniyorum ama sesim çıkmıyor.

“Oğuz... Oğuz...”

Sendeleyerek birkaç adım atmayı başarıyorum. Kahkaha seslerine koridordan gelen ayak sesleri karışmaya başlıyor. Oğuz geldi sanıp seviniyorum. Yüzüme bitkin bir gülümseme yerleşiyor.

Ayak sesleri yaklaşıyor, yaklaşıyor... ve sonunda tam kapının önünde duruyor. Kapı kolu gıcırtıyla açılıyor. İçeri Bora giriyor. Olduğu yere çivileniyor bacaklarım. Çünkü o her zamanki gibi saçlarımı okşamak için gelmiyor. Onları koparacak kadar çekmek için geliyor.

Yüzündeki sırıtışla bana bakıyor. “Zeynep,” dediğinde ilk defa kalbim bu kadar çok acıyor. Yanına gitmek, kollarına atlamak istiyorum ama sonunu biliyorum. Artık buna izin vermek istemiyorum.

Ağzımdan kontrolüm dışında bir çığlık kopuyor. Arkamı dönüp balkona koşuyorum. Bacaklarımı balkon demirlerinin arkasına geçirirken peşimden gelen adımlarını duyuyorum. Artık ne ellerime ne de ayaklarıma hükmedemiyorum. Aslında atlamak istemiyorum o an. Çünkü atlarsam pişman olacağımı biliyorum. O an sadece biraz olsun karşı çıkabilmeyi istiyorum.

Balkona geldiğinde aceleyle kollarımdan tutup beni yanına çekmeye çalışıyor. Ellerimle onu sertçe ittiriyorum. “Bırak, bırak beni! İstemiyorum seni!”

“Düşeceksin!” diyerek karşı koymamın zor olacağı bir güçle çekiyor beni. Tüm gücümle yeniden ittiriyorum onu. O sendelediğinde dengem bozuluyor, ayağım kayıyor. Ani bir refleksle demirlere tutunmaya çalışıyorum ama parmaklarım o kadar çok titriyor ki, kavrayamıyor demirleri. Kendimi sonsuz bir boşlukta süzülürken buluyorum.

“Zeynep!”

Bedenim sert betona çakılmadan önce gördüğüm son şey, balkondan bana bağıran Oğuz’un yüzündeki korku oluyor.

Hiç düşündünüz mü, ölümle yaşamın arasında olmak, nasıl bir şey? Soğuk, çok soğuk. Soğuk ve karanlık. Bilincin yerinde olmasa dahi hayatında ölmeyi dilediğin her an için bin pişman oluyorsun. Umutsuzca yaşamayı diliyorsun. Çünkü biliyorsun; artık yaşama değil, ölüme daha yakınsın. Ama kader can çekişirken bile bırakmıyor peşini. Her gün kan kusarak ölmeyi dilesen bile daha yaşayacağın çok şey var. Çekeceğin çok acı, dökeceğin çok yaş var. O yüzden sen kalkacaksın ayağa. Bacakların tutmasa da ölüm kapından ayrılmasa da bir kez daha kalkacaksın. Tanrı’nın sana cezası bu acı kader. Sen bunu yaşayacaksın.

İçine hapsolduğum uçsuz bucaksız karanlığın ardından çaresiz hıçkırıklar vurdu kulağıma. Sesler gittikçe netleşiyordu. Sanki bir şey beni usul, usul yaşamaya çağırıyordu.

Ben istiyor muydum bunu? Hayır. Eğer yaşayacaksam benim için yaşamanın bir anlamı olmalıydı. Ben ne için yaşayacaktım bu hayatı? Yıllardır üzerinde tepinilen aşkım için mi? Kendime zorla mecbur bıraktığım, beni neden kabul ettiğini bile bilmediğim Oğuz için mi? Elif için mi, Tugay için mi? Doğmamış çocuklarım için mi? Kim için?

Yaşamak için bir sebep yoktu. Ama bildiğim bir gerçek vardı. Ölüm; çok uzak değil.

Duyduğum bu seslerle birlikte hâlâ içinde olduğum bedeni de fark ettim. Ve tabii her yanını kaplayan öldürücü acıyı da. Gözlerimi açılmaya zorladım. Ama birbirlerine mıhlanmış misali açılmamakta ısrar ediyorlardı açılmamakta. Başucumdaki hıçkırıklara çaresiz yalvarışlar eşlik eder olmuştu şimdi.

“Zeynep, uyan. Yalvarırım uyan. Sen benim çocukluğumsun, kız kardeşimsin, her şeyimsin. Öylece uçup gidemezsin...”

Ses oldukça tanıdıktı. İçindeki o sıcak tınıyı, o yerleşmiş şefkati biliyordum. Evet, Elif’in sesiydi bu. Emin olmak için birkaç şey daha söylemesini bekledim ama o başka bir şey söylemedi. Birkaç dakikalık sessizliğin ardından aceleci olmayan ayak sesleri doldurdu odayı. Konuştuğunda bu kişinin de Tugay olduğunu anladım.

“Aşkım,” dediğinde Elif’i öptüğünü biliyordum. Odada yankılanan sesler de bunun en büyük kanıtıydı. “Biraz hava alalım mı?”

“Ama yalnız kalır. Yalnız bırakamam onu,” Elif konuştuğunda kalbimde derin bir sızı hissettim. Şu an içinde bulunduğum durum her neyse, o aynı durumda olsa ben onun gibi yapmazdım. Belki de yapamazdım. Bu ihtimal benim için en büyük teselli kaynağı oldu.

Az önce ne kadar zorlasam da açamadığım gözlerimin çözüldüğünü hissettim. Ama açtığım gibi geri kapatmak zorunda kaldım gözlerimi. Çünkü tavandaki ışık yeni uyanan biri için fazlasıyla aydınlatıyordu ortalığı.

Konuştuğumda sesim sanki günlerdir konuşmamışım gibi puslu çıkmıştı. “Ne oldu bana?”

Elif ve Tugay’sa aynı anda kocaman olmuş gözleriyle bana baktılar. Elif’in yüzüne geniş bir gülümseme yayıldı. Heyecanlı bir şekilde zıplayarak etrafında birkaç kez döndü.

“Uyandı, uyandı! Tugay, valla da uyandı, billah da uyandı!” O ufak çaplı zafer dansını sonlandırırken Tugay hafifçe tebessüm etti sadece.

“Uyuyan güzelimiz güzellik uykusundan uyandığına göre, artık masalımıza kaldığımız yerden devam edebiliriz.” Sesindeki burukluğu bu haldeyken bile hissedebiliyordum.

Yorgun gözlerle etrafımı süzdüm. Beyazlarla kaplanmış bir hastane odasındaydık. Başımın üzerindeki monitörlerin ötüşleri şimdiden beynimi tırmalamaya başlamıştı. Bir açıklama beklediğimi belli eder şekilde onlara baktım.

Elif başını yana yatırıp kullanacağı kelimeleri aklında sıraya dizdi. Belli ki o da nasıl anlatacağını bilmiyordu.

“Aslında aklından geçenleri biz de bilmiyoruz,” dedi yatağın kenarına otururken. “Ama balkondan düştün.”

Balkondan mı düşmüştüm? On altıncı kattan mı? Oradan atlamak bir uçurumdan atlamakla eş değerdi. Tam aklımı kurcalayan soruları bir, bir sormaya başlayacaktım ki o geceye dair bir şeyler hatırladığımı fark ettim.

“Evet,” dedim kaşlarımı çatarken. “Bora gelmişti...” Hatıralar şimdi tamamen canlanmıştı zihnimde. Aceleyle üstüme örtülü olan yorganı kaldırdım. Kollarımdaki sargıların ve en ufak bir hareketle birlikte hissettiğim berbat acının farkındaydım ama bacaklarımı merak ediyordum. En azından onlar iyi olmalıydı. Ne kadar istesem de öyle bir düşmeden sonra onların da sağlam kalma ihtimalinin azlığı ise üzücü bir gerçekti.

Bacaklarım boydan boya sarılıydı. O an yerinde oldukları için şükretmeliydim belki fakat bu sonuç bile canımı sıkmıştı.

“Zeynep, Bora o eve hiç gelmedi.” dedi Elif gözlerini devirerek. “O gece odadaki kişi Oğuz’du.”

Her ne kadar yeni öğrendiklerim de hatırladıklarım üzerinde büyük bir etki yaraksa da bacaklarımdan ve kollarımdan başka bir şeye odaklanamıyordum. “Bunlar ne? Niye sarılı bacaklarım?”

“Çünkü platinlerin var.” dedi Tugay bunda bir sorun görmeyerek. Sesi de yüz ifadesi de sanki çok olağan bir şeyden söz edermiş gibi çıkmıştı.

“Ama yürüyemeyeceğim?”

“Evet,” dedi Elif. Onun da yüz ifadesi Tugay’ınkine yaraşır şekildeydi. “İki hafta yürüyemeyeceksin.”

Allah’ım, küs müyüz? Neden bana aynı anda uğraşmam gereken çözümü imkânsız sorunlar veriyorsun? Uzuvlarım yerine canımı alsaydın emin ol daha az darılırdım sana.

Kaç gündür uyuduğumu bilmemem de ayrı bir stresti. İçimden önemli olayları kaçırmamak için dua ettim. Beklediğimin aksine çok sevgili dedem Ahmet Erdem henüz harekete geçmemişti anlaşılan. Çünkü geçseydi kendimi şu an hastane yatağında değil, muhtemelen yerin yedi kat dibine gömülmüş bir tabutun içinde bulurdum.

“Telefonumu verin bana.”

Elif amacımın ne olduğunu anlamadan şaşkın gözlerle beni takip ederek telefonumu uzattı. Elindeki telefonumu pek de yumuşak olmayan bir tavırla aldım. Aklımdaki gerginlik hareketlerime de yansıyordu. Tarihi kontrol ettiğimde aynı gerginliğin kulaklarımdan fışkırdığını hissettim.

“Bugün koltuk töreni var!” diye bağırdım. “Benim gitmem lazım!”

Elif başını salladı. “Evet, bugün koltuk töreni var. Ama sen gidemeyeceksin çünkü yürüyemiyorsun.” Dudak bükerek beni süzdü. “Ve sol kolunu fazla hareket ettirmesen iyi olur. Platinlerin fırlayarak kaşımızı gözümüzü yarabilir.”

Tugay ve ikisi neden her şeyde bu kadar espritüel davranmak zorundalardı ki? Burada benim için gayet ciddi olan bir sorundan bahsediyordum. Onlar için bir gram bile önemli olmayabilirdi ama orada olmak benim için önemliydi. Gerçekten önemliydi.

“Kart moruk koltuğu Bora’ya bırakacak!” Ses tonumu git gide yükselterek sorunun büyüklüğünü anlamalarına yardımcı olmaya çalışıyordum.

“Bora zaten o koltuğun tek varisiydi Zeynep.” dedi Tugay. “Ona kalacağı en başından beri belliydi. Eser’e gönlü olsun diye geçici bir saltanat vermesi bunu değiştirmiyor.”

Madem ben gidemiyordum, o zaman birini yollamalıydım. Çünkü asıl önemli olan oradaki amaç değil, konuşulanlardı. Onları da birinin bana söylemesi gerekiyordu.

“Oğuz nerede? Karısı balkonlardan düşüyor, beyefendi ortalarda yok. Ben burada ölüyorum.”

“Komutanımın başını yaktın çünkü geri zekalı.” dedi Tugay aşırı abartmalarıma dayanamayarak. “Karakola gitti. İfade vermek için.”

Oğuz’u tek kelimemle içeri tıktırabilecek olma fikri eğlenceli gelmişti. Ama bunu ‘henüz’ ona yapamazdım. Çünkü daha üç damgalı bir erkek çocuk doğuramamıştım.

Uyanalı daha beş dakika bile olmamışken acıyla birlikte can sıkıntısı kemiriyordu şimdi içimi. Hastanede yatmanın bu kadar berbat bir şey olduğunu daha önceden bilmiyordum. Sadece bu sıkıntıyı çekeceğimi bilseydim, balkondan atlamaktan vaz geçerdim. Duvarda asılı olan eski model televizyona baktım. İnternetim de olmadığına göre şu an en cazip fikir oydu anlaşılan.

“Televizyonu açsanıza, bakalım ne var.”

Elif kumandanın düğmesine bastıktan sonra televizyonun açılmasını beklerken sanki bir asır geçmişti. Geldiğim yeri git gide unutuyordum. Taşkın evindeki yan yana dizilmiş dokuz ekrandan oluşan televizyona olan hasretim muhtemelen her zaman kalbimin en ücra köşelerinde bir yara olarak kalacaktı.

Kanallarda kısa bir geziş yaptıktan sonra bana döndü. “Gelinim Mutfakta var. İzler misin?”

Tugay oturduğu yerde küçük bir çocuk gibi heyecanla el çırptı. “Ay bak bu benim en sevdiğim!”

Elif’le birbirimize bir süre imalı bakışlar attık. Sonra gözlerimi aynı onun gibi derin bir nefes vererek döndürüp Tugay’a baktım. “Tugay, bazen isminin Tugay yerine Nuray olması gerektiğini düşünüyorum.”

Yüzünü buruşturdu fakat gözlerini ekrandan ayırıp bana bakmaya tenezzül etmedi. “Niyeymiş? Suç mu Gelinim Mutfakta izlemek?”

Sertçe somurtup kollarımı göğsümde birleştirdim. Ekrandaki gelin ve kaynanaların kavga sesleri eşliğinde oyalanmaya çalışırken birden kapı yavaş olmaya özen gösterilerek açıldı. Oğuz gelmişti, nihayet!

Odanın birkaç adım ilerisine yürüdüğünde yüzüne kibar bir gülümseme yerleşti. Uyuduğum bu bir hafta içinde sanki yaşlanmıştı. Yeşil gözlerinde zaten olmayan parlaklık yerini apayrı bir karanlığa bırakmıştı.

“Uyandın mı?” dedi bana bakarken. Başımı aşağı yukarı salladığımda derin bir nefes verdi. “Günaydın o zaman. Korktuk sana bir şey olacak diye.”

Yattığım yerden ukala bir kahkaha gönderdim ona. “Ne güzel işte, siz de kına yakarsınız.”

“Ayıpsın,” dedi normalleşen yüz ifadesiyle beraber. “Benim karım balkonlardan düşecek, ben kına mı yakacağım?”

Sadece onun duyacağı kadar kısık bir sesle karşılık verdim. “Çocuk yapmıyorsun ama karınla.”

Bu halde bile çocuk düşünmem onu germekle birlikte biraz da kızdırmıştı sanırım. Evlilik, bir kadının oynayabileceği en büyük kumardır. Bizim aramızdaki evlilik de gerçek bir evlilik değil, başlı başına bir kumardı. Her saniyesinde kendi çıkarlarımı ve hayatımı düşünmek zorundaydım. Oğuz’un hayatı onu ilgilendirirdi.

“Güzel karım bunun sebebini gayet iyi biliyor bence,” demesiyle birlikte iki kolumu birden boynuna doladım ve gülümsedim.

“Ama bak ben seviyorum seni,” dedim dudaklarına izinsiz, minik bir öpücük kondurmadan hemen önce. Bu öpücük onu afallatmıştı sanki. Ağzında kem küm etmesinden sonra başlayan sessiz kavgamız Tugay’ın sesiyle bölündü.

“Of bir susun ya! Gelinim Mutfakta izliyorum burada!”

Susmak zorunda kalırken Oğuz’a uyarıcı bir bakış atmaktan da geri kalmadım. “Konuşacağız bunu sonra.”

“Emin ol konuşacağız,” dedi başını sallarken. Yokluğumda herkesin dili bir fazla uzamıştı anlaşılan. Dili olan konuşuyordu. O uzayan dilleri en kısa zamanda kısaltmam gerekiyordu, boynuma dolanıp nefesimi kesmeden.

Konuyu tamamen kapatıp yarım saat içerisinde uygulamaya geçirmem gereken planımı karakterlerime anlatmaya hazırlandım. “Zaten benim sizinle bir şey konuşmam lazım,” dedim yatakta doğrularak.

“Doktor uyandığında ağrısı olacak, demedi mi? Maşallah dipçik gibi bu.” Tugay konuştuğunda sesinde izleyemediği televizyonun da hıncı vardı.

“Canım acıyor zaten Tugay. Sürekli söylenip sızlanmıyorum sadece.” Kısa bir süre bekleyerek gözleri tamamen üzerime topladım. “Bugün koltuk töreni var. Ben gidemiyorsam, benim güvenebileceğim birilerinin gitmesi lazım.”

“Ve o güvenilir kişiler de tabii ki biz oluyoruz.”

“Evet,” dedim tatmin olmuşçasına. “Taşkınların mutfağında iki kişilik boşluk var. O boşluğu dolduracak iki kişi de tabii ki çok sevgili kocam ve abim.”

Oğuz aklında yaptığı kısa beyin fırtınasının ardından kısık gözleriyle bana döndü. “Aşçı falan mı olacağız?”

“I-ıh, bulaşıkçı.”

Tugay koltuktan zıplayarak kalktı. “Kızım biz ne anlarız bulaşıktan? Hayatım boyunca bulaşık mı yıkamışım ben?”

İşte kaybolan keyfim şimdi kesinlikle yerine gelmişti. “İtiraz etmeyin koca bebekler. Gitme saatiniz geldi de geçiyor bile.” Tugay bıkkın bir nefes vererek, odadan çıkan Oğuz’u takip ettiğinde kapı kapanmadan önce arkalarından bağırdım. “Notlarınızı almayı unutmayın!”

Elif küçük bir kahkaha attı. “Tugay’ı yollamasan iyiydi.”

Komidinin üzerindeki telefonuma uzanırken kahkahasına karşılık verdim. “Senin kocanın benimkinden bir üstünlüğü olmamalı. Hem kardeş onlar. Bırak iyi anlaşsınlar.”

Başını salladı. “İyi anlaşsınlar. Oğuz da kayınçosundan gayet memnun zaten.”

Kayınçosundan mı? Öğrenmiş miydi yani?

“Elif sen, öğrendin mi?”

“Tugay abinmiş, öğrendim. Üzüldüm doğrusu.”

İstemsizce kaşlarım çatıldı. “Sen neden üzüldün?”

Şakasına dudak büktü. “Çocuklarımız evlenemeyecek çünkü.”

Yine kısa bir kıkırdamanın ardından telefonumu açıp mesajlar bölümüne girdim. Rehberde kısa bir gezintiden sonra Eser’e tıkladım.

Ece: Eser, yaşıyor musun?

Mesaj anında görüldü ve beklediğim cevap çok beklemeden geldi.

Eser: Ooo, uyanmışsın ortak? Şimdilik yaşıyorum, sayende.

Ece: Mutfağına iki küçük ajan gönderdim. Onlara dikkat et. Küçük bir mutfak savaşı çıkarsa da sakın şaşırma.

Eser: Umarım gönderdiğin kişiler kocan ve o pısırık abin değildir.

Ece: Ne yazık ki onlar.

Eser: Erdem askeri oldukları için biz onları bir teröristle aynı kefeye koyuyoruz, biliyorsun değil mi?

Ece: En azından ölümünün bir sebebi olmalı, değil mi Eser Taşkın? Korkma şekerim, ısırmazlar. Mutfağına iki terörist almanın sana bir zararı olmaz. Bana birkaç dedikodu uçuracaklar sadece.

Eser: Her ne kadar kurbanım olsan da gittiğimde seni özleyeceğim.

Ekranda gördüğüm mesaj ellerimin kuzey kutbundaymışımcasına soğumasına sebep oldu. O eve ilk geldiğimde Eser’i hiç sevmezdim. Çünkü köşe bucak gezdirip bana yapacaklarım hakkında emirler verirdi sürekli. Ama yaşı da benden çok uzak değildi. Zamanla aynı zihniyetlerden, aynı kültürlerden ve aynı düşüncelerden gelmenin de verdiği sıcaklıkla o evde anlaşabildiğim tek kişi olmuştu. Rıfat’ın koltuğu ona bıraktığı gece beni kurban olarak seçtiğini bana söylerken bile yüzündeki samimiyet hiç eksilmemişti. Benim aksime insanları bir çıkar yolu olarak değil gerçek bir arkadaş, belki de yoldaş olarak görüyordu. Bu yüzden bugünün muhtemel sonu gibi kaybeden oluyordu. Pek samimi gelmeyecekti belki ama ben de onu özleyecektim. Yıllarının birlikte geçtiği kader ortağının gideceğini emin olacak derecede iyi bilmek canımı acıtan sayılı şeylerdendi.

Cevap veremedim. Daha doğrusu ne söyleyeceğimi bile bilemedim. Ya aramıza güçlü bir şekilde örülmüş sınır duvarını aşmaktan, ya da konuşmaya başladığım zaman susmak istediğimde susamamaktan korktuğumdan cevap vermeden telefonu kapatmak zorunda kaldım. Bedeller ödenmeye, cezalar verilmeye başlanılıyordu ufaktan. Kader zarlarını yeniden atıyordu en baştan. Benim zarım altı gelir miydi, hiç sanmıyorum. Kullar ve köleler olarak ikiye ayrılan Taşkınlarda ben kölelerdendim. Affedilmeyenlerdendim.

Telefonuma gelen üç yeni bildirim sesini umursamadan yan tarafa bıraktım. Duvardaki saat kalbimin göğüs kafesimi parçalayıp dışarıya çıkabileceği derecede hızlı atmasına sebep oluyordu. Koltuk töreni şu dakikadan itibaren başlıyordu.

Elif’le birlikte hiç konuşmadan oturup dakikaları sayarken aradan taş çatlasın yirmi dakika geçmişti. Hiç sesini çıkarmasa da ben artık sıkılmaya başladığını anlayabiliyordum. Tam ona dönüp isterse eve dönebileceğini söyleyecektim ki kapı pek kibar olmayan bir şekilde tıklandı, hemen ardından içeri girilmesi için ir onay beklemeden açıldı.

“Sürpriiiiiz...” diyerek kollarını iki yanına açmış bir şekilde odanın ortasına yürüyen kişi Kenan’dan başkası değildi. Yanımda Elif’i görünce yüzünü buruşturdu. “Marul kafa, sen dışarıya.” Eliyle açık bıraktığı kapıyı işaret ettiğimde en yakın arkadaşımın saçlarına benden başka birinin yorum yapması sinirlerimi bozmuştu.

Elif karşılık vermeden oturduğu refakatçı koltuğundan kalkarak gittiğinde kapının kapanma sesini duyana kadar ikimiz de konuşmadık. Sessizliği bozan kişi ise elbette ki ilk o oldu.

“Özledin mi beni amcacım?”

Gözlerimi döndürerek burnumdan sıkı bir nefes verdim. Evren beni hasta yatağında bile rahat bırakmıyordu. Kolum bacağım tutmazken bir de çıkıp çıkıp gelen davetsiz misafirlerle uğraşmak kimi hoşnut ederdi ki? Çok sevgili evren, sen karıştırıyorsun herhalde. Çıkın çıkın gelin diyen kişi Seda Sayan’dı, ben değil.

“Kenan senin ne işin var burada?”

Tırnaklarını yeni yaptıran genç bir hanımefendi gibi tırnaklarını kontrol ettikten sonra bana dönüp yapmacık bir şekilde dudak büktü. “Manevi kızımı merak ettim ayol, olamaz mı?”

“Ya sen neden merak ediyorsun ki beni? Kart piç! Annem geçer şimdi koltuğa. Gidin de yalandan zaferinizi kutlayın siz.”

Yüzü öfkeyle savurduğum küfürden hiç etkilenmemiş bir şekilde sırıtmaya devam ediyordu. Ceketinin iç cebinden çıkardığı papatya çayı paketini bana gösterdi. “İşte böyle olacağını bildiğim için papatya çayı getirdim,”

Hiç çekinmeden yandaki sehpanın üzerindeki termosa uzanıp çayı hazırlamaya başladığında neredeyse aklımı kaybedecektim. Ayağa kalkıp o sıcak suya çay paketi yerine onu sokmak istedim ama şu an bunu yapmam mümkün olmadığı için başımı elime yaslayıp onu izlemekten başka çarem yoktu. Çayı hazırladıktan sonra sehpanın üzerinde benim tarafıma ittirdi. Yeniden pişkince gülümsediğinde otuz iki dişinin her birine tek tek lanet ettim.

“Su da koyayım mı? Ağzın yanmasın.”

“Kenan sen, niye geldin?” dedim bıkkın bir şekilde. O kadar sinir oluyordum ki hareketlerine neredeyse ağlayacaktım. “Git ya, defol git. Bırak artık beni, Tugay’ı, Elif’i... Sülük gibi yapışıyorsun hepimize!”

“Gırtlağını sıksam canı çıkacak biri için fazla iddialı sözler bunlar, güvercin. Yerinde olsam ne söylediğime dikkat ederdim.” Kısa bir duraklamadan sonra devam etti. “Koltuk da gitti be Zeyno, üzülmüşsündür şimdi.”

“Sorma ya, valla çok üzüldüm o sümüklü koltukta kalamayacağım diye. İçim kan ağlıyor üzüntüden.”

Muhtemelen benim yanıma gelmesinin bir sebebi yoktu. Sanırım sadece biraz rahatsızlık vermek istemişti. Bana hazırladığı papatya çayından efkârlı bir yudum aldı. Rakı ile karıştırdığına yemin edebilir ama kanıtlayamazdım. “Sen neden balkondan atladın? Küçükken de salaktın ama bu kadar salaklığını görmedik.”

“Oğuz’u Bora sandım.”

“Oğuz’u Bora mı sandın? Gencecik çocuğu? Ulan Bora benim yaşıma geldi artık, nasıl karıştırdın?”

“Oldu işte Kenan. Gidecek misin artık?”

Ayağa kalkıp triple olmayan saçlarını savurdu. “İstenmediğim yerde durmam, salak şey seni.”

O kapıdan çıkıp giderken ben yediğim tripin etkisiyle afallamış bir şekilde öylece kaldım. Elif de en az benim kadar şaşkındı. İçeri geldiğinde hemen başladı söylenmeye.

“Şeyda abla buna nasıl baktı ya? O mu ilişkinin erkeği Şeyda abla mı belli değil. Tugay aynı babasına benziyor ama. Yürüyüşleri bile aynı. Ay bir de bana marul kafalı dedi. Sensin be marul kafa. Şempanze seni.”

On saniye içinde o kadar çok şey söylemişti ki beynim bunları algılamaya çalışırken kafamın üzerinden dumanlar çıktığına emindim. “Elif yeter! Başım şişti sesinden!” O küskün bir şekilde her zamanki koltuğuna otururken yeniden telefonuma uzandım. “Ben bizimkileri arayacağım. Bir saat oldu, bakalım neler öğrenmişler.”

Tugay’ı aradığımda telefon daha ilk çalışta açıldı. Karşı taraftan yorgun nefes sesleri duyuluyordu. “Ne var Zeynep?”

“Evet bulaşıkçı ajanlar, ne yaptınız bakalım?”

“Canlı yayına girdik dışarıda. Perişan olduk yemin ediyorum. Bin kişi gelmiş, su içer gibi viski içiyorlar.”

Bugün gözlerim dönerken fırlayacaktı neredeyse. O kadar çok göz devirmiştim ki artık içgüdüsel olarak oluyordu. “Başka bir şey yok yani?”

“Ha bir de kuman hamileymiş. Onu da söylediler dışarıda.”

Kumamın kim olduğunu algılamam en az birkaç saniye sürdü. Ama kim olduğunu anladıktan sonra beynimde tonlarca şimşeğin aynı anda çarptığını hissettim. Sude hamileydi. Ben değil, Sude.

“Ne demek Sude hamile?” dediğimde sesim inanamıyormuş gibi çıkıyordu. Şaşkın bir şekilde bağırarak bir kez daha tekrar ettim. “Ne demek Sude hamile?!”

“Zeynep bağırmasana kulağımın dibinde. Kadın bildiğin hamile işte.”

Ellerimi dirseklerimden kırarak saçlarıma geçirdiğimde artık platinleri umursamıyordum. Dudaklarımdan kısık bir kıskançlık çığlığı koparken Elif kaşlarını çatıp beni izleyerek sorunun ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.

Telefonu kulağımdan çekip sanki görebilecekmiş gibi sağ elimin işaret parmağını telefondaki Tugay’a doğru salladım. “Komutanına söyle, yanıma gelmeyi aklının ucundan bile geçirmesin. Öldüreceğim onu!” Sert bir parmak hareketiyle telefonu kapattım. Elif’e döndüğümde yüzüm kıskançlıktan morarmak üzereydi.

“Elif,” dedim başımı geri yatırırken. “Bebekleri olacakmış.”

Başını aşağı yukarı sallarken tesellinin üzerimde bir etkisi olmadığını bildiği için susuyordu. “Zeynep sen evlisin artık. Bırak, isterlerse beşizleri olsun. Sana ne?”

Beni anlamaması kıskançlık damarımın iyice atmasına sebep olmuştu. “Bak bana,” dedim ellerimi bedenimde gezdirirken. “Ben yedi yıldır varım orada. Benim karnım niye boş da elin karısının ki dolu?”

“Bak üzülme ama bir şey diyeceğim. Bir de sen oradayken oldu sanırım bebek. Çünkü bu kadar erken fark edemezlerdi.”

Söylediği son şey şu an yaşadıklarıma tahammül kotamı tamamen dolduruyordu. Elime gelen pet şişeyi ona fırlatırken kendimde olduğumu söyleyemezdim. Elif’in önünden çekilmesiyle şişe duvara yapışması daha da sinirlerimi bozdu.

“Allah ben hariç herkesin belasını versin!” diye bağırırken elim savrularak yan tarafımdaki dolabın üzerindeki ilaçların yere savrulmasına sebep oldu. “Benim gibi mükemmel biriyle aynı havayı solumayı bile hak etmiyorsunuz! Ben mükemmelim! Bora’dan bile mükemmelim!”

Odaya giren hemşirelerin büyümüş gözleri beni bulduğunda burada olmaktan nefret ettim. Ellerim bu sefer bacaklarımı tuttu.

“Bunlar da yürümüyor! Koparacağım şimdi bu bacakları!”

“Ece Hanım, lütfen sakin olur musunuz?”

“Olamam sakin falan! Kocamın metresi hamile kalıyor, siz bana sakin ol diyorsunuz!” İki hemşirenin kollarımı tutup hareket etmemi engellediği anda damar yolumda ince bir sızı hissettim. Nefesim göğsümde sıkışırken gözlerim de aynı şekilde kapanarak beni içinden zorla çıktığım karanlığın içerisine yeniden hapsetti.

***

Karşı konulamayan inadım, arasına karışan bir tutam kıskançlıkla birleştiğinde iki hafta içerisinde koltuk değneklerine ihtiyaç duymadan yürümeye başlamıştım.

Bu iki hafta hayatımda belki de en normal geçen günleri barındırıyordu içinde. Sessiz, sakin, koltuk yok, dert yok, tasa yok... Ama bunlar olmadan kendimi eksik hissettiğimin farkına varmıştım. O kadar benimsemiştim ki bazı şeyleri içimde, onlar olmadan yaşamayı düşünmek beni yalpalatmaya yetiyordu.

Elif ve Tugay biraz da bizden sıkılmış olacaklardı ki hastaneden çıkışımdan birkaç gün sonra Tugay’ın evine geçmiştiler. Dolayısıyla Oğuz ve benim de birbirimizle geçirecek çokça zamanımız olmuştu.

Ona aşıkmış gibi davranmak beklediğimin aksine vicdanımı rahatsız etmiyor; sadece küçük, tatlı bir yalanın başrolünü oynuyormuş gibi hissettiriyordu. Belki de bu düşüncem ona her baktığımda Bora’yı düşünmemdi, bilmiyorum. Ona sarılırken, dudaklarını öperken, sözlerini dinlerken yanımdaki kişiler yer değiştiriyordu. Oğuz’u metrelerce uzağa gönderiyor, yerine Bora’yı koyuveriyordum. Hayat benim için bundan ibaretti işte. Yanındakiyle bir şekilde yaşıyor, aklındakiyle binlerce defa ölüyordun.

Yatağımda oturmuş, son dakika haberlerini okuyordum. İlk gün hiçbir haber yayınlanmayınca evlenmemin ülkede pek de ses getirmediğini, planımın işe yaramadığını düşünmüştüm. Ama tam da beklediğim gibi olup Bora koltuğun başına geçtiğinde onun liderlik haberleri ve benim düğün haberlerim yan yana yayınlanıyordu. Tabii onun babalık haberlerini hesaba katarsam benim yayınlanması gereken bir haber başlığım daha olmalıydı ama, bunun için Oğuz’un üzerindeki o bitmek bilmez gerginliği alt etmem gerekiyordu.

Bu kadar gergin olmasına rağmen oyunumdan bir şeyler sezdiğini zannetmiyordum. Bora’dan öğrendiğim sürgün kararının nereye çıktığı belli değildi. O yüzden o ve Tugay da mecburen bekliyorlardı. Başka zaman olsa onun burada kalması bana cehennemi hissettirirdi fakat şimdi ekmeğime yağ sürmekten başka bir şeye yaramıyordu.

Evlilik bir kadının oynayabileceği en büyük kumardır, derdi Seren Hanım. Eğer sana bir fayda sağlamazsa, ruhun bile duymadan sömürür seni. Her ne kadar eski evliliğini bizden sır gibi saklasa da söylediklerini harfiyen yerine getirecek kadar haklı buluyordum onu. Ne de olsa yıllanmış bir avukatın sözüydü. Bir zamanlar benim örnek alarak gecemi gündüzüme katarak çalıştığım bir avukatın...

Bu gece hem kurtulamadığım hasta psikolojisinden sıyrılmak hem de olabildiğince göz önünde bulunmak istediğim için Elif’in dört kişilik doğum gününe katılmayı kabul etmiştim. Buraya geldiklerinden beri her şeyi birlikte yapmaya başlamıştık. Her ne kadar Oğuz’a oynadığım rolü onlardan bile saklamaya çalışsam da Elif bir şeyler anlıyor ama konduramıyordu. Gözlerinden okuyordum.

Aynada taşlı küpelerimi kulaklarımdan geçirirken son kez nasıl göründüğümü kontrol ettim. Aslında Bora’nın yüzüğü olan ama herkesin Oğuz’un olarak bildiği yüzüğüm ellerime yerleşmiş ince tül eldivenlerin üzerinde adeta ışıldıyordu. Mor çiçekli elbisem ayakuçlarıma kadar dökülüyor, son zamanlarda hiç boynumdan çıkarmadığım inci kolyem ise her zamanki yerinde parıldıyordu. Elbisemle uyumlu olsun diye seçtiğim bağlamalı topuklu ayakkabılarım sayesinde sendeleyerek yürüsem de bu gecelik her şey mükemmel ötesiydi. Özellikle de ben.

Aynada gülümseyerek kendime iddialı bir onaylama yaptıktan sonra yatak odasından çıkıp salona, Oğuz’un yanına gittim. Salonun girişinden ona kibar bir gülümseme atarken rolümü iyi oynadığımdan neredeyse emindim. Yeşil gözlerinin karanlığı arasından bana attığı aşk dolu bakışlar bana bunu kanıtlıyordu. Tabii onun aşkı benimki gibi koca bir oyundan ibaret değildi.

Yanına yürüyüp kollarımı boynuna sararken onun da elleri belimdeki yerini aldı. Yüzümdeki ifadeyi biraz olsun donuklaştırarak gözlerinin tam içine baktım. “Artık tamamen iyileştim, biliyorsun değil mi?”

“Hayır Zeynep,” derken sesine yerleşen bıkkınlığa yabancı değildim. Gözlerimi döndürüp ben de aynı onun gibi bıkkınca bir nefes verdim. Hayatta bir isteğimi elde etmek ilk kez bu kadar zor oluyordu.

Daha fazla yüklenemedim ama üstüne. Çünkü daha fazla gerilip kendini benden uzaklaştırması şu anda isteyeceğim en son şeydi. Bir hafta öncesine kadar benden uzaklaşması için her şeyi yapardım fakat şimdi onunla gerçekten evli olmak için bir sebebim vardı.

Bir yandan da neden benden bir çocuğu olması fikrinden bu kadar rahatsız olduğunu merak ediyordum. Tamam, pek de aklı selim bir insan gibi görünmüyordum dışarıdan ama bir bebeği büyütmeyi beceremeyecek kadar da beceriksiz olduğumu hiç düşünmüyordum. Özellikle de o bebek gücün kapılarını ardına kadar aralayacak altından bir anahtar ise, anneliği kesinlikle becerebilirdim.

Kollarımı boynundan ayırıp az önceki bakışlarımdan sıyrılırken ellerimle elbisemin eteklerini düzelttim. “Neyse,” dedim yüzümdeki istemsiz somurtmayı gizlemeye çalışarak. “Güzel olmuş muyum bari?”

İnci gibi sıralanan dişlerini göstererek sırıtığında başını yana eğdi. “Ona ne şüphe...”

“Biliyorum,” demiştim ama bu uzun zaman sonra Elif dışında birinden aldığım ilk itiraftı. Dış kapıya ilerleyip asansör düğmesine basarken karnımda uçuşan kelebeklerin kanat seslerinden ise bunu fazlasıyla özlediğimi anlıyordum.

Asansörden inerken de arabaya binerken de başka tek bir kelime dahi etmedi. Nedenini bilmediğim bir şekilde onun geçmişini içten içe merak etmeye başlamıştım. Soramadım tabii. Çünkü daha önce anlatmak istediğinde biraz küstahça reddetmiştim bu isteğini. O an on dakika sonra aklıma gelecek olan plandan haberin yoktu tabii.

Klasik buluşma restoranımızın yolu yarılanırken ben de araba camından dışarıyı izliyordum. Boğazımdaki kuruluk hissi rahatsız etmeye başlayıncaya kadar su arama gereği duymamıştım.

“Boğazım kurudu, arabada su var mı?”

Gözleriyle arabanın kapısındaki boşluk olan bölümü işaret etti. “Orada olması lazım.”

Başımı yan çevirip şişelerden birini aldığımda dibindeki sararmış suyla ve içinde yüzen izmaritlerle karşılaştım. Şaşırtıcı bir şekilde elime aldığım diğer üç şişe de ilkinden farksızdı.

“Meslek gereği pek içki içmiyorsun ama tütünkoliksin galiba?”

İçinden gelen küçük kahkahayı bastıramadı. “Öyle işte,” dedi çok normal bir şeymiş gibi. “Arada,”

Şişeleri ona gösterdim. “Pek de aradaymış gibi gözükmüyor şekerim.” dedim onu baştan aşağı süzerek.

“Şu an sigara içmemden mi şikâyet ediyorsun, yoksa ben mi yanlış anlıyorum?”

“Evet, şu anda tam olarak sigara içmenden şikâyet ediyorum.”

Gözlerini kocaman açıp bana dönerken direksiyon kontrolünü unutmuş gibiydi. “Ya sen? Bir uyuşturucu eksik!”

Kaşlarımı çattım. “Bir dakika, sen benim uyuşturucu içmediğimi mi düşünüyordun?”

“İçiyor musun?”

“Sen içmiyor musun?”

Bir süre birbirimizin yüzünü izledik sadece. Hemen arkası kendini küçük bir kahkahaya bıraktı. Şimdiki gözlemlerime dayanarak konuşacak olursam Elif’ten çok daha iyi bir şoför olduğunu söyleyebilirdim. Keza bu an bana Oğuz’la ilk buluşmaya gittiğim geceyi anımsatıyordu. O gece ucundan döndüğümüz kazayı da.

“Haddimi aşmak istemem ama kaç yaşında başladın?”

Bu sorusu biraz düşünmeme sebep oldu. Hatırlayamayacağım kadar uzun zaman olmuştu sanırım. Çünkü o evdeki anılara dönüp baktığımda beni uyuşturucuya başlatanın tam olarak ne olduğunu bile çözemiyordum.

“Yanlış hatırlamıyorsam on yedi olması gerek. Evlendiğim sene başladım.”

“Neden peki?”

“Bora ve Eser içiyordu. Onların arasında olunca ister istemez onlara benziyorsun. Elinde olan bir şey değil yani. Onlar seni nasıl içeri çekeceklerini iyi biliyorlar.”

“Böyle bir hayatı istemez miydin?”

“Kim istemez ki?” dedim alaycı bir gülümsemeyle. “Çok güzel bir hayat yaşadım şimdiye kadar. Hayalini kurduğum her şeyi gerçekleştirdim, çocukken istediğim her şeye sahip oldum.” Abartılı bir şekilde anlatmaya devam ettim. “Hayatımda ilk kez önemsendiğimi hissettim. O ev bana insan olduğumu hatırlattı.”

Her ne kadar o evde gördüğüm muamele bir hayvandan hallice olsa da oradayken her şey daha farklı, daha güzel geliyordu. Biliyordum.

“Seninle tanıştığım ilk gece yalan söylediğini anlamıştım.”

Bunu beklemiyordum. “Nasıl anladın?”

“Gerçek duygulardan çok bir tiyatro sahnesini canlandırıyormuş gibi anlatıyordun çünkü.” Kısa bir an duraksadı. “Gerçi lisede üç yıl boyunca tiyatro kulübüne katılmış birini düşünürsek, pek de şaşırtıcı değil bence.”

Evet, zaten şüpheleniyordum, ama artık emindim. Ben onu tanımasam da Oğuz beni bir yerlerden tanıyordu. Ama nereden tanıyabilirdi ki? Hayatımda hiç onun gibi birini, ona yönelik bir şeyi hatırlamıyordum. Lise zamanlarında da karşılaşabileceğimiz zaman dilimi taş çatlasın bir yıldı. O bir yılın içine bunca şeyi sığdırmışken, ben neden onunla ilgili tek bir şeyi bile sığdıramamıştım?

“Sen, beni tanıyorsun.”

Arabayı restoranın otoparkına park ederken başını aşağı yukarı sallayarak onayladı beni. “Ben seni tanıyorum.” Arabanın kapısını açmadan önce son bir kez bana döndü. “Sen beni tanımıyorsun.”

İnip benim kapımı da açmasıyla birlikte arabadan indiğimde aklıma onlarca soru aynı anda hücum etmişti şimdi. Aklımdaki soruları en azından birkaç saatliğine susturmaya devam ederken restoranın girişine yürüdüm Oğuz’un arkasından.

Elif ve Tugay elbette ki bizden önce gelmişti. Çok bekletmiş olmalıydık ki bu ikisinin de hafif çakırkeyif konuşmalarından anlaşılıyordu. Muhtemelen şu an birbirlerinden başka kimseye ihtiyaçları yoktu ama ne yazık ki birazdan bu bol alkollü sohbetlerini iki yakın arkadaş bölecekti.

Yanlarına yürüyüp yerlerimize oturduğumuzda her şeyin başladığı o masada olduğumuzu fark etmem çok da uzun sürmedi. On altıncı masa, kurbanın kurbanını seçtiği yer.

“Selam,” dedim yemeklerin gelmesini beklemeden şarap şişesine uzanırken. “Ne habersiniz bakalım?”

“Kimden?” dedi Tugay kafası karışmış bir vaziyette.

Ona fırsat vermeden konuşmaya atladı Elif. Yine bir şeylerden dolayı kızmıştı Tugay’a anlaşılan. Çünkü ona bakarken gözlerine nadiren aşktan başka bir duygu yerleşirdi.

“İyiyiz,” dedi Tugay’ı da işaret ederken. “Düğünden konuşuyorduk biz de. Hani siz iki günde evlendiniz, biz malum on yıldır...”

“Bak Tugay,” dedim imalı bir bakış atarak. “Kız artık düğün bekliyor.”

Safça gülümseyerek başını iki yana salladı. “Kır papatyamı da kırmak istemiyorum ama, daha çok bekler.” Elif’in öldürücü bakışları arasından teslim oluyormuş gibi kollarını kaldırdı. “Faizimi bozamam, kimse kusura bakmasın.”

“Öteki tarafa da kredi çekip gidersin,” dedi Elif önündeki kadehten bir yudum alarak. Aralarında geçen muhabbet öylesine akıcıydı ki yemeğin nasıl geldiğini, nasıl bittiğini ve ne ara bu kadar çok içtiğimi bile anlayamamıştım.

Ama şarabın etkisiyle aklım öylesine bulanıklaşmıştı ki sesler ve yüzler birbirine karışıyor, kime ait olduğunu anlamamı iyice zorlaştırıyordu. Aynı o gece olduğu gibi.

Yanımda oturan Oğuz’a kaydı kısılmış gözlerim. Uzun uzun seyrettim yüzünü. Yanımda oturan adam bir Oğuz’a bir Bora’ya dönüşüyordu yine. Oğuz’un gitmesini hiç istemiyordum ama Bora’nın yanında olmak öylesine tatlı geliyordu ki zihnimin bana oynadığı oyunu durdurmaya cesaret edemedim o an. Ve Oğuz gitti. Yerine böyle bir gecede her zaman hayalini kurduğum Bora geldi. Fakat tabii çok farklı bir Bora. Daha kibar, daha sakin, beni daha çok seven bir Bora...

Başımı yavaşça Bora’nın omzuna yasladım. Başta kızar diye çok tereddüt etmiştim ama beklediğimin aksine hiç kızmamış, sıcacık gülümseyerek bakmıştı bana.

Bedenimi sağa sola sallayarak arkada çalan, çiftlerin yarınlar yokmuşçasına dans ettiği şarkıya eşlik etmeye başladım.

“Böyle bir aşk görülmemiş dünyada

Ne geçmişte ne de bundan sonra da

Arasalar bulamazlar rüyada

Göremezler seni yazdım kalbime...”

Tugay ve Elif de bize bakıp gülümserken “Bora,” dememle ikisinin de yüzündeki gülümseme soldu. Buna bir anlam veremesem de kollarımı yanımdaki adama sıkıca sarmaya devam ettim. “Aşkım, Bora,”

Bora yüzündeki gülümseme hiç eksilmeden bana döndü. “Dans edelim mi?”

Biz ayaklanırken yüzündeki uyarıcı bakışlarıyla ayaklandı Elif. Beni durdurmaya çalışarak yavaşça koluma dokundu. “Zeynep,”

“Sorun değil,” dedi Bora sağ elini Elif’e uzanıp onu durdurarak. “Biz bir dans edelim.”

Yürüyüp çiftlerin arasında bir yere karıştığımızda parmaklarımı parmaklarının arasına geçirip başımı göğsüne yasladım. Parfümü her zamankinden birazcık daha farklıydı. Sert bir koku yerine bir o kadar yumuşak, sakin bir koku seçmişti. Her halini severdim ama o an bu koku daha çok hoşuma gitti.

“Parfüm,” dedim sendelerken. “Çok güzel,”

Saçlarımın kokusunu içine çekerken beni göğsünden ayırmadı. “Beğendin mi?”

Başımı aşağı yukarı salladım. Şarkının sonları geliyor, restoranın kapanma saati yaklaşıyordu. Son bir şarkıda daha dans ederken midemin havalandığını hissediyordum. Bora’nın omzundan destek alırken başımı kaldırdım. “Midem bulanıyor,”

Gözlerimin tam içine baktı. Acı kahveleri gözlerimi içine çekerken aynı zamanda benim içimdekileri de dışarıya çekiyordu. “İyi değil misin? Gidelim mi eve?”

Gelen yeni bir bulantıyla yüzümü buruştururken başımı salladım bir kez daha. Masaya geri döndüğümüzde ben atılmadan önce hemen o aldı benim çantamı. “Evet arkadaşlar, fazladan ikilinin gecesi burada biter.”

“Oğuz,” dedi Tugay mahcup bir şekilde. İsim farklılığını fark etmiştim ama bir şey demedim. Bora’ysa başını iki yana salladı.

“Tugay, sorun değil.”

Sarılıp vedalaştıktan sonra koşar adımlarla attım kendimi restoranın çıkış kapısından. Park edilen arabaya binerken her şeyi mahvetmişim gibi bir pişmanlık çöktü üzerime. Bora da yan koltuğa oturduğunda tek kelime etmedi. Konuşmaması daha bir oturdu sanki içime.

Arabanın çalışıp hareket etmesiyle göz yaşları oluk oluk boşaldı gözlerimden. Ellerimi yüzüme örterken neden ağladığımı bile tam olarak bilmiyordum. Hem sarhoşluğun hem de onu bu kadar özlemenin yaşattığı duygu boşalmasıydı zannediyorum ki.

“Bora, özür dilerim...” dedim hıçkırıklarımın arasından, gıcıklanmış sesim söylediklerimin anlaşılmasını zorlaştırıyordu.

“Özür dileme, özür dilenecek hiçbir şey yapmadın.” dedi kahve gözleriyle bir yandan asfalt şeritlerini izleyip diğer yandan da beni kontrol ederken.

Söyledikleri içime bir nebze su serpmişti ama ağlamamı ve bağırışlarımı durduramıyordum yine de. Ağlamaktan nefesim boğazıma doluşurken öksürmeye başladım. “Ben o adamı hiç istemedim Bora özür dilerim!”

‘O adam’ sıfatıyla bahsettiğim kişi Oğuz’du. Birkaç dakika öncesine kadar merak ettiğim Oğuz şimdi uçup gitmişti aklımdan.

“Ağlama bir tanem,” Yeniden konuştuğunda bu akşam kaçıncı kez sorun olması gereken şeyleri sorun etmediğini hesaplayamıyordum. “Hiç sorun yok, hiç önemli değil.”

“Ama sevmiyorum onu, yemin ederim sevmiyorum! Sana ihanet etmedim, etmem, edemem!”

Uzanıp eldivenli elime hızlı bir öpücük kondurdu. “Ağlama bebeğim, ağlama aşkım, ağlama güzelim...”

“Bora,” dedim bir kez daha. İsmini dudaklarımın arasında gezdirmeyi o kadar özlemiştim ki zikretmeye doyamıyordu ağzım. “Ben seni çok özledim,”

“Ben de seni.” dediğinde artık konuşmak ona da zor geliyordu. Az önceki rahatlığı yerini yavaş yavaş gerginliğe bırakıyordu. Gözleri artık ya yeniden sinirli bakıyordu ya da ben alışılmışın dışında bir davranış bekleyemiyordum ondan.

“Dokunma o kadına, yalvarırım dokunma, bir daha dokunma...”

Ağlayarak Sude’ye bir daha dokunmaması için yalvarırken karışık aklım bana tekrar tekrar sadece birkaç ay önceki kareleri izletiyordu. İçimde pek bir yara olmadığını düşündüğüm ölü gelinin pembe laleleri ise her karede yer alarak daha da ağlatıyordu beni. Fark etmeden o kadar yara edinmiştim ki onları içimde, yıllarca beni uykumdan uyandıran kabuslarım onlardı belki de.

Lale benim için yalnızlık demekti aslında, ölüm demekti, kendi ellerinle öldürdüğün birinin arkasından çaresizce ağlamak demekti... Son zamanlarda o kadar bencilce davranmaya başlamış, çevremdeki insanları o kadar görmemeye başlamıştım ki; artık Zeynep olmaya başladığımı hissediyordum. Ece’nin kanaatkarlığı sanki uçup gitmişti. Zinhar onu yedi yıl boyunca o eve bağlayan da bir buket açelyadan başkası değildi.

Hıçkırıklarım artık neredeyse çığlıklara dönüşmüş, ağzımdan çıkan harfler birbirine karışmışken arabanın ani firen yapmasıyla birlikte oturduğum yerde istemsizce yalpaladım. Bora arabadan inip benim de kapımı açarken saniyeler içinde hıçkırıklarım kesilmişti. Artık sadece kesik nefesler veriyordum.

O kollarımdan tutup beni kaldırmaya çalışırken ayakta bile duramadığımı fark etmem uzun sürmedi. Koluma girip beni yürütmeye çalışırken bir yandan terden yüzüme yapışan saçlarımı geriye atmaya çalışıyordu.

“Bora, beni neden hiç sevmedin?” derken sesim ne üzgün ne de kızgındı. Kelimelerimin arasına yerleşen duygu sadece bir hayal kırıklığıydı.

Benim dairemin kapısına gelene kadar defalarca kez sormuştum ona bu soruyu. Ve hepsi sayısız sevgi sözcüğüyle, bağışlanma dileğiyle, sarılmalarla, öpmelerle karşılık bulmuştu. O bana bu kadar aşkla davrandıkça ben daha da salıyordum kendimi. Öyle ki yarı yoldan sonra beni artık yürütmüyor, adeta sürüklüyordu.

İçeri girdiğimiz anda midemdeki kusma isteğini bastıramayarak banyoya koştum. O da beni yalnız bırakmayarak peşimden koşturdu. Klozetin dibine çöküp içimdeki fazlalıkları dışarı atarken saçlarımı arkadan kıskaçlı bir tokayla topladığını hissettim. Bitmeyen öğürmelerimin arasında elleri sırtımda daireler çiziyor, omzumu okşuyordu. Artık içimde çıkaracak hiçbir şey kalmayıp derin nefesler eşliğinde ona döndüğümde Bora gitmiş, yerine yeniden Oğuz gelmişti. Neyin içinde olduğumu o an yeni yeni anlıyordum.

“Bana ne yaptın?” dediğimde çenem titriyor, güçlükle konuşuyordum. “Ben, hiç sarhoş olmazdım ki, ne verdin bana?”

Elinin tersiyle dudaklarımı sildiğinde başını aşağı yukarı salladı. “Eminim öyledir,” Konuştuğunda istemeden de olsa gece başında özene bezene hazırladığım elbisemi batırdığımı gördüm.

“Elbisem batmış benim,”

Artık yürüyemeyeceğimi anladığında kollarını bana doladı. Bedenimin yerden havalandığını hissettiğimde başımı omzuna yaslamaktan hiç çekinmedim. Çünkü Bora’nın hâlâ orada olup olmadığını karıştırıyordu beynim. Ama gerçeklik algım sanki biraz daha yerine gelmişti.

“Evet, batmış üstün. Olsun, değiştiririz şimdi.”

Yatak odasına getirip beni yatağa oturttuğunda pijama almak için dolaba doğru yürüdü. Tam eline gelen ilk takımı seçip bana getirirken çalan telefonun sesiyle yerdeki parkeleri izleyen bakışlarımı kaldırıp ona baktım.

Komodin hemen elinin altındaydı. Telefonumu aldı, bana uzattı. Parlayan ekranın üzerinde Eser’in ismini görünce şaşırmadan edemedim. Gecenin bu saati, sarhoş bir ben, benden daha büyük bir tehlikenin içerisinde olan Eser... Bu pek de hayra alamet gibi görünmüyordu. Telefonu açtım ve istemsizce titreyen parmaklarımla kavrayarak kulağıma götürdüm.

“Eser?”

“Anneciğim,” beklediğimin aksine Ayda’nın sesini duyduğumda yüzüme kocaman bir gülümseme yayıldı. Çok özlemiştim onu. Günlerdir söz verdiğimin aksine onu görmeye gidememiş, muhtemelen bana küsmesine sebep olmuştum.

“Kızım,” dedim sesime içgüdüsel olarak yerleşen anne şefkatiyle. “Söyle bir tanem.”

Bir süre sadece kesik ve korkulu nefes alışverişleri duydum telefonun karşı tarafından. Onu korkutan, konuşmasını engelleyen her kimse dili düğümlendi ve konuşamadı o an.

Bu nefesleri birkaç kez tekrarlandığında tiz, acılı bir çığlık, hemen ardından kapanan arama sesi yankılandı kulaklarımda. Bunların hepsi dakikalar içerisinde beni ayıltmaya yetmişti. Bir şey vardı. Birilerinin bana ihtiyacı vardı. Her ne kadar bencil biri olarak anılsam da birinin iyilik meleğiydim. Yarım yamalak annelik yaptığım minik kızımın. Benim olmasa bile ‘benim’ saydığım küçük kader ortağımın.

Aniden sendeleyerek ayağa kalktım. Koşturarak az önce içeri girdiğim kapıya doğru koşarken Oğuz’a seslendim. “Benim koltuğa gitmem lazım!”

“Dur! Gidemezsin bu halde!”

Fakat kapı tam yüzüne, sertçe kapandı. Asansörün gelmesini beklemeden merdiven basamaklarını üçer beşer atlamaya başlayan ayakkabılarımın tıkırtısı binada yankılanmaya başladı. Dış kapıdan çıkıp otoparka geldiğimde arabamı bulamayacak kadar sarhoş olduğum gerçeği pek de etkili olmadı bende o an. Sonunda dank edip de arabaya binebilmişti.

Set asfaltta ayağım gaz pedalını zorlarken içimde kocaman bir duygu patlaması vardı. Aynı zamanda kahkahalarla gülüyor, biraz sonra öfke nöbetleri geçiriyordum. Fakat ne hissedersem hissedeyim yanına başka bir his daha eşlik ediyordu. Geç kalmışlık hissi.

Ben neye gidiyordum o anda? Kimi arıyordum? Neyden korkuyor, kimi kimden korumaya çalışıyordum? O evde ne oluyordu? Gitsem yetişebilecek miydim? Çok mu geç kalmıştım?

Aklımızdakiler insanı delirtir. Gerçekten delirtir. Aklının içinde sorular dönüp durdukça, susturamadığın sesler bir anda konuşmaya başlayınca, kendine dair bütün şüphelerin bir anda üstüne yıkılınca aramıza hoş geldin, sen delirmişsin demektir.

Zeynep, beni özledin mi?

Ece günlerce ortadan kayboluyor, gelmesini en istemeyeceğim zamanda aklımı dolduruveriyordu. Ama eskisi gibi de değildi sesi. Daha yüksek, daha delirtici çıkıyordu şimdi.

“Kes sesini! Konuşma benimle! Git!”

Ayıp oluyor ama. Neyse, Sude hamileymiş. Duydum, çok sevindim.

“Bora sadece beni yok saymadı. Unutma, sen de o bebekten öncesin.”

Dönüp dolaşıp geleceği yer yine benim odam Zeynep, bunu sen de biliyorsun.

“Ece, kes sesini. Neden gelip duruyorsun? Benimle sorunun ne?”

Senin benimle olan sorunun neyse benim seninle olan sorunum da o Zeynep. Nereye gidiyorsun?

“Koltuğa.”

Neden? Ayda için mi? Sence de biraz geç kalmadın mı?

Söyledikleri yeniden midemin bulanmasına sebep olacak derecede bunaltıyordu beni. Göğüs kafesim daralıyordu. O kadar daralıyordu ki kalbimin, ciğerlerimin içeride ezildiğini hissettim. Nefes almaya çalıştıkça o daha çok konuşuyor, o konuştukça ben daha da delirmeye yakın oluyordum.

İkinci, hatta üçüncü kadın olmak nasıl bir his?

“İkinci kadın olmak nasıl bir hisse o da öyle bir his.”

O zaman senden sonra Sude’ye de bir uğramam gerekecek. Ama sen sormadan ben sana söyleyeyim, ilk tercih olmak mükemmel bir his.

Küstahça konuşması tanıdık gelmiyordu. Uyuduğum bir haftada herkesin bir dili açılmış, önümde konuşmaya korkanlar bülbül gibi şakır olmuştu. Aklımda haykırıp duran Ece’yi zaten sevmiyor, küstah haline ise katlanamıyordum.

“Ece, sen ölüsün.” dediğim anda kahkaha sesleri yankılanmaya başladı kulaklarımda.

Aynen öyle. Ama bir gün seni bulacağım. Başka bir bedende, başka bir yüzde, başka bir seste de olsa bulacağım. Ama sana tercih edilen bir avuç et parçası olarak değil, günahların olarak dikileceğim karşına. Bir çiçek bahçesinde, çiçeklerin arasında. O zaman şimdiki gibi baştan aşağı kudretle bezeli değil de korkuyla titreyen, güçsüz bir kadın olarak bakacaksın aynaya.

“Yapamazsın,” dediğimde sözlerinin etkisinden çıkamıyordu beynim. Sanki korkusunu saklamaya çalışan ürkek bir ceylan yavrusu gibi hissediyordum kendimi. “Sen öldün!” Söylediklerimi dinlemeden konuşmaya devam etti.

İşte o gece hesaplaşacağız seninle. Belki aynı gece, belki de aylar sonra birimiz gök yüzüne yükselirken diğerimiz yeniden inecek yer yüzüne. Ve emin ol, gidişinin arkasından ağlayacak kimse yok.

“Bilmiyorsun. Öldüğümde arkamdan ağlayacak insan çok.”

Öyle mi? Kim ağlayacakmış arkandan? Hayatını mahvettiğin Oğuz mu? Seni koca bir çıkmazın ortasında bırakan annen mi? Baban mı? Kendinle birlikte ölüme sürüklediğin abin Tugay mı? Elif mi? Hiçbir zaman gerçek bir annelik yapamayacağın çocukların mı? Bora mı?

“Senin arkandan kim ağladı?”

Bunu en iyi sen bilirsin Zeynep, emin ol en iyi sen biliyorsun.

Arabayı Taşkınların evinin önüne çektiğimde o gücenmiş bir nefes verdi. İnip sertçe kapıyı kapatışımın ardından konuşmaya devam etti.

Benim vaktim doldu sanırım, sana bol şans! Özletme kendini, tamam mı? Son dakika dedikodularından beni de haberdar et.

Üzerine dikenli teller gerilmiş beton duvarların tam ortasında yer alan büyük, demir kapıya, ardından iki yanında bekleyen baştan aşağıya siyahlara bürünmüş silahlı korumalara baktım. Koşarak kapıyı açmak için yeltendiğimde aynı hızla kollarımdan tutarak geri çektiler beni.

“Ece Hanım, Bora Bey’in isteği üzerine sizi şu anda içeri alamam.”

Durup kocaman olmuş gözlerimle konuşan korumaya baktım. “Ne demek Bora Bey’in isteği üzerine? Ben hâlâ koltuktayım, sen beni kafana göre eve almamazlık yapamazsın.”

Koruma burnundan bıkkın bir nefes verdi. “Farkındaysanız ben yapmıyorum zaten. Koltuk kuralları, bilirsiniz.”

Bu pişkin ve laubali tavırlar hiç de hoşuma gitmemişti. Aksine son sınırda olan gerginlik seviyemi sınırın çok yukarısına çıkartıyordu ve ben bundan nefret ediyordum. Karşımdaki hadsizin ise en kısa zamanda sıkı bir ahlak dersi alması gerekiyordu.

“Sen ne biçim konuşuyorsun benimle? Kendine gel. Karşında hâlâ bir koltuk üyesi var.”

Yüzünü görmüyordum ama sesinden alaycı bir şekilde sırıttığını anlayabiliyordum. “Yakında olmayacak,”

“Pekâlâ, yettiniz artık. Çekilecek misiniz, yoksa ben zorla mı gireyim?”

Bir kelime daha etmeye kalktığında elimi maskenin üzerinden dudaklarına bastırdım. “Çok para veririm,” Normalde böyle bir durumda parayı anahtar olarak kullanmazdık fakat başka bir seçeneğim olmadığı gerçeği beni buna mecbur bırakıyordu.

Koruma geri çekildi, birkaç saniye düşünür gibi yaptı, ardından başını olumlu anlamda salladı. “Kabul,” Kapıyı benim için ardına kadar açtıktan sonra içeri yürüyen aceleci adımlarımı izledi. Yanındaki korumayla fısıldar şekilde konuşurken ben onun söylediklerini duyabiliyordum. “Üzülüyorum bu kadına ya. Yedi yıl kaldı bu evde, tık yok. Sude geleli iki hafta oldu, şak diye oldu bebek.”

Evdeki çalışanların sürekli dedikodu peşinde koşturması belki de en sevmediğim şeydi. Ama evin giriş kapısına yaklaştıkça içimdeki gerginlik öylesine artıyordu ki o anda buna odaklanamadım. İçeri adım attığımda dışarı verdiğim her nefes sanki defalarca kez geri dönüp ciğerlerimi koca bir balon gibi şişiriyordu. Çok severek giydiğim topuklu ayakkabılarımın başta hoş gelen tıkırtısı kulaklarımı tırmalamaya başlamıştı şimdi.

Adımlarım merdivenlere ilerledikçe bu evdeki karanlık ortamı gitgide garipsiyordum sanki. Gün içinde evde sürekli bir kasvet, sürekli bir kan kokusu, sürekli bir tedirginlik olurdu. Bu normaldi, sert havasına içinde geçirdiğiniz gün sayısı arttıkça alışıyordunuz.

Ama şimdi öyle değildi. Alışılmadık derecede sakin, alışılmadık derecede sessiz ve alışılmadık derecede durgundu. Sanki içinde barındırdığı bütün kötülükler, yalanlar, günahlar bir saatliğine kaybolmuş; yerini sonsuz sessizliğe bırakmıştı.

Üçüncü kata çıkıp koltuğa yaklaştıkça o odadan gelen mırıltıları duyabiliyordum. Tamamen yaklaşıp başımı kapıya dayadığımda o küçük mırıldanmalar şimdi gayet anlaşılır birer kelimeye dönüşmüştü.

“Gerçekten annesini koltuğa almak istiyorsa önündeki engelleri kaldırması gerek.” dedi bir kadın sesi. Bu kadının sesi bana oldukça tanıdık geliyordu. O olmasını hiç istemezdim ama ses annemin sesine o kadar benziyordu ki, ona ait olmaması imkansızdı.

“Ece’nin koltuktan çıkmasını istemiyorum. İşini oldukça dikkatli yapıyor. Tıpkı senin gibi.”

Kadının hafif cilveli kıkırdamasını duyduğumda onun annem olduğuna emin olmuştum. Onun orada olduğunu bilmek berbat bir histi. Ben günlerce hastanede kalırken bir kere bile beni düşünüp gelmemesi ise apayrı bir şeydi. Bu duruma geleceğimizi birkaç sene önce söyleseler söyleyen kişilere kahkahalarla karşılık verirdim.

“Ece?” dedi annem, anlamamış gibi. “Ha, benim kız. Sakın onu benimle bir tutma. Ben bu hayata doğdum, siz onu zorunda bıraktınız.”

Sanki daha fazla konuşmalarını istemiyormuş gibi hızlıca açtım kapıyı. Ama açtığımda beklediğimin aksine sadece Rıfat’ı gördüm karşımda. Annem gitmişti. Belki de hiç orada olmamıştı. Bilinçaltımın bana oynadığı bir oyundu bu sadece.

Rıfat’a bakarak derin bir nefes verdim. “Ayda nerede?”

“Bilmem,” dedi sırıtarak. “Nerede?”

Elimin altındaki sehpanın üzerinde duran vazoyu kavrayıp sertçe ona fırlattım. Başının yanından geçip son sürat duvara çarptığında kırılan cam sesi odayı doldurduğunda kaşlarını çatarak bana baktı.

“Ne yapıyorsun? Salak! Ya yüzüme gelseydi?”

“Moruk suratının dağılması bu dünyaya yapabileceğim en büyük iyilik olurdu.”

“Tek iyilik olmasın o?” dediğinde alt dudağında belli belirsiz bir kıvrılma vardı. Bilgisayardan gelen bildirim sesiyle gülümsemesi arttı. “İşte, tam da istediğim şey.” Eliyle bana gelmemi işaret ettiğinde ekranda açık olan videoyu görebiliyordum. Aceleci olmayan adımlarla yanına yürüdüm.

Videoyu başlattığında başım döndü, bayılacakmış gibi oldum. Balta, kan, çığlıklar, acı dolu inlemeler, Bora ve benim minik kızım... Göğüs kafesim hızlıca inip kalkarken ağzımdan acı dolu bir inleme çıktı.

Kemiklerim buz kesmişti sanki. Çığlık atamıyor, ağlayamıyor, gözlerimi bile kırpamıyordum. Video ise tüm caniliğiyle oynamaya devam etti.

Bu andan önce eğer Bora’nın önünden kaldırması gereken bir engel varsa onun ben olduğumu düşünürdüm. Çünkü o çok küçüktü. Hiçbir suçu yoktu. Her denileni yapar, göze batmamak için ortalarda bile dolaşmazdı. Ayrıca, ortalarda bir suç varsa onun bedeli çocuklara mı ödetilmeliydi? Beş yaşında bir kız çocuğu cezası ölüm olacak ne yapmış olabilirdi? Ölüm için fazla küçük değil miydi?

Ayda’nın çığlıkları kesilmiş, video durmuştu ama aklımı kurcalayan düşünceler durmadı. Çok geç kalmıştım. Hepsi benim suçumdu, kahretsin! Çok geç kalmıştım ona ben!

Yanaklarımdan süzülmeye başlayan yaşlara engel olamıyordum. Titreyen parmaklarım tırnaklarını derilerime geçiriyordu. Midemde tarif edemeyeceğim kadar farklı bir acı vardı. Acıdan çok, boşluk.

O gitmişti, hepsi benim bencilliğimin bedeliydi. Kendimi düşünmekten o kadar çok unutmuştum ki onu. Ne vardı ki koltuğa geldiğimde bir kez yanına uğrasaydım? Bir kez sarılsaydım, bir kez öpseydim? Kimsesiz gibi gitmeseydi, bir annesi olduğunu hissederek gitseydi ne olurdu?

Dudaklarımdan çıkmadan düğümlenen hıçkırıklarım ve artık yere damlayan hıçkırıklarım eşliğinde Rıfat’a döndüm. Konuşmaya çalıştığımda çenem titriyordu.

“N-ne yaptınız ona?” Daha o soruma cevap veremeden Bora girdi koltuğa. Üzerindeki kanlı gömlek inanmak istemediğim gerçeklerin kanıtıydı.

Bora’ya bakıp derin bir nefes aldım. “Nerede o?” O kadar sakin sormuştum ki bu soruyu, o bile aklımda geçen sahneleri tahmin edemiyor gibi görünüyordu.

Başıyla arka bahçede yer alan aile mezarlığını işaret etti camdan. “Arka bahçede.”

Bunu dediği anda masanın üzerinde duran silahla göz göze geldim. Onu elime alıp yarınlar yokmuşçasına arka bahçeye koşarken aklımdan geçenin ne olduğunu ben de bilmiyordum. Sadece koşuyordum, öylece koşuyordum. Adımlarım o kadar kuvvetliydi ki kalan ev ahalisinin uyanıp kafalarını odalarının kapılarından koridora çıkardıklarını görebiliyordum.

Arka bahçeye geldiğimde dolunay tam tepemde parıldıyordu. Gözlerim aceleyle mezar taşları üzerinde gezinirken ciğerlerimi bir koku doldurdu. Kan kokusu.

Tik tak! Zaman daralıyor.

Ding dong! Ölüm kapını çalıyor.

Sonunda bulduğum o minik mezarın başında ay ışığının aydınlattığı tek bir kişi vardı: Ayla Hanım.

Başını kaldırıp bana baktığında yüzündeki gülümseme dikkatimi çekmişti. Belki de gülümsemiyordu. O an sadece bilinçaltımın görmek istediği şeyleri görüyor, yapmamı söylediği şeyleri yapıyordum.

“Ece,” dedi elimde tuttuğum silaha bakarak. O kendi kızını unutmuştu. Ben de onu unutacaktım. Silahı kaldırıp ona doğrulttum.

“Ayla, anne sensin,” derken hâlâ ağlıyordum ama yüzüme daha çok öfkeli bir ifade yerleşmişti. “Anne ben değilim. Sen bakacaktın kızına, sen annelik yapacaktın. Ben yaptım.” Kısa bir an duraksadım. “Peki ya sen ne yaptın?”

“Bırak onu,” dedi korkulu bakışlarını üzerimde gezdirerek. Bu korkulu bakışlar işimi daha da eğlenerek yapmama sebep olmuştu. “Gel konuşalım. Kimseye zarar gelmesin.”

“Sen benim kızıma acımadın,” dedim başımı iki yana sallarken. “Ben de sana acımayacağım.” Ve art arda üç kurşun sesi yankılandı gök yüzünde. Ayla’nın göğsünden akan kan bu sefer benim yüzüme hastalıklı bir gülümseme yerleştirdi.

Acı içinde bağırdığını duymak kulaklarıma farklı bir his veriyordu. “Bora!”

Onu o halde orada bırakıp arkamı döndüm. Adımlarım o kadar yavaştı ki oradan gitmemek için oyalanıyor gibiydim. Dolunaya bakıp küçük bir zafer kahkahası attığımda elimdeki silahı da köşedeki çiçeklerin arasına fırlattım.

Burada işim bitmişti. Nedenini bilmiyordum ama bunu yapmak oldukça huzurlu hissettirmişti. Belki de Ayda’nın artık rahat uyuyacağını bildiğimdendi bu huzurum. Ona son bir iyilik yaparak veda ettiğimdendi. Onu gökyüzüne vedasız göndermediğimdendi.
_______________________________

Bir bölümün daha sonuna geldik sevgili arkadaşım. Umarım sevmişsindir. Okuduğun için teşekkür ederim. Kocaman öptüm seni. Kendine cici bak…🫶🏻🌷

Bölüm : 07.03.2025 23:15 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...