Benim sevgili arkadaşım hoş gelmiş, iyi ki gelmiş.
Ben bugün biraz yorgunum. Sen nasılsın?
Pek uzatmak istemiyorum ve çok sevgili arkadaşıma çok keyifli okumalar diliyorum...🪽
Ağladım. Ağladım ama en ufak bir şey hissetmiyordum. Koskocaman bir boşluk kaplamıştı sanki içimi. Gözlerimden akan yaşlar yanaklarımdan süzülüp kâğıdın üstüne damlıyordu. Olanları anlayamamıştım sanırım. Algılayamıyordum şimdilik. Bildiğim birkaç şeyi yerine oturtmaya çalıştım kafamda. 2
Erdemler, Taşkınlar ve Kantakanlar. Üç ailenin de ülke üzerinde kendilerine ait toprakları vardı. Kendi kurallarına göre yönetirlerdi halkı. Üçü de koltuğun sahibinin kurallarıyla yönetilirdi. 6
Erdemlerde kız çocukları da sahip olabilirlerdi koltuğa.
Taşkınlar eğer isterlerse oğulları yerine damatlarına bırakabilirlerdi koltuğu. Aynı Rıfat Taşkın’ın yaptığı gibi.
Kantakanlarda ise sadece erkek çocuklar sahip olabilirdi koltuğa.
Seçil Erdem, yani Tugay’ın annesi, başarılı bir siyasetçiydi. Erdemlerdendi ama eski bir deniz subayı olan, Kantakan koltuğunun sahibi Kenan Kantakan ile evliydi. Kendi ailesine değil kocasının ailesine çalışırdı. Halk çok tutardı onu, çok desteklerdi. Kenan bir yemek masasında öldürmüştü onu. Kadıncağız bir tabak daha doldurmak için arkasını döndüğünde belinden çıkarmış silahı, yedi el ateş etmiş kadının üstüne. Ve öylece izlemiş Tugay, annesi sandığı kadının nasıl yere yığıldığını. Ölümü tüm ülkeyi ayağa kaldırmıştı. Ben beş yaşındaydım o zamanlar. Ne Tugay’ı tanırdım ne de Seçil’i. Ama yine de hatırlıyordum. Halk ölüm haberi yayınlandığında sokağa dökülmüştü. Tüm ülke ağlarken, annemin yüzünde o haber kanalında yayınlanan haberi izlerken kocaman bir gülümseme vardı. Kendi kardeşinin ölümüne gülümseyerek cevap vermişti.
Annem... Şeyda Erdem... Başarılı bir savcıydı annem. Sadece bunu bilirdim zaten hakkında. Geçmişini saklardı benden. Sadece o değil, gözleri de saklardı kim olduğunu. İnsanın gözünde bir ışık vardır, geçmişi aydınlatır. Annemde o yoktu. Öyle bir bakardı ki, baktığı kişi titrerdi karşısında. Onun kurallarına karşı gelmek mümkün değildi. Beyninizi yıkardı adeta. Dediği şeyi yapmak zorunda kalırdınız. Ve Şeyda Erdem, Erdem koltuğunun eski sahibinin ona baş kaldırıp yıllar önce kaçan kızı, koltuğa sahip olma olasılığı en yüksek adayıydı...
Ece Erdem, yani yerini çaldığım kişi de bu hesaba göre kuzenimdi. Bora bu kadının kimliğini bu yüzden benden saklamış olabilirdi. Ethem Erdem’in tek kızıydı. Babası, Ahmet Erdem’den sonra koltuğa geçtiği halde kameralardan uzakta büyümüştü. Doğumunun da ölümünün de üstü karalanmıştı. Öldüğünde tek bir haber bile yapılmamıştı hakkında. Eşi hariç kimse ağlamamıştı cenazesinde. Mezarının üstün-de tek bir çiçek vardı. Bora’nın getirdiği pembe lale buketi... 4
Tablo karışıktı ama oturtabiliyordum.
On dört yaşındayken Tugay’la arkadaş olduktan bir ay sonra tanıştırmıştım annemle. Gözlerinde anlam veremediğim bir ifade vardı. Çok severdi Tugay’ı. Benden ayırmazdı. Daha sonra Kenan amcayla daha önceden arkadaş olduklarını söylemişti. Adımı bile Tugay koymuş. O iki yaşındayken bir davette karşılaşmışlar annemle. Zeynep diyip de sarılmış annemin karnına. Başta annemin aklında yokmuş bu isim. Ama oğlu istemiş ya, koymuştur tabii hemen. Abimmiş. Abim koymuş adımı. 2
Ellerimle saçlarımı geriye doğru attım. Çok karışıktı. Devrilen her bir parça diğerini deviriyor, her bir gerçek diğerini gün yüzüne çıkarıyordu.
Diski titreyen parmaklarımla kavradım. Bu gece yapbozun bütün parçalarını yerine yerleştirmem gerekiyordu. Başım dönüyordu ve gözlerim kararıyordu ama şimdi bir şeyleri öğrenmezsem öğrenenlerin yanında kaybeden olurdum.
Yataktan kalktım ve bilgisayarın başına oturdum. Yavaşça kaldırdım ekranı. Önce lacivert bir ışık, ardından açıldı. Diski yerleştirdim yan tarafındaki boşluğa. Bir video açıldı. Tıkladım.
Annem ve Kenan amca belirdi ekranda. İkisinin bir videosuydu. Yine önemli bir davette çekilmişti belli ki. On beş ya da on altı yaşlarında olmalıydı annem. Annemin üzerinde lacivert bir elbise vardı. Çocuk yaşına rağmen oldukça kadınsı giyinmişti. Kenan amca da beyaz bir gömlek ve siyah bir pantolon giyiniyordu. Ritmi oldukça yabancı gelen bir vals şarkısıyla dans ediyorlardı.
İlk parça yaklaşık on saniyeydi. Ama o on saniye bile çok şey anlatıyordu bana. Annem Kenan amcaya babama baktığı gibi bakıyordu. Sonra başka bir videoya geçtik.
Burada daha küçüklerdi. Annem bu videoda da on dört yaşında falan olmalıydı. Çünkü Kenan Kantakan on yedi yaşında koltuğa geçmişti ve video da koltuk töreninden kesitlerdi.
Annem bu sefer daha da kadınsı giyinmişti. Derin bir dekoltesi olan ve yere kadar uzanan, siyah bir elbise giyiyordu. Kolları dirseklerine kadar elmaslarla bezeliydi. Koltukta oturan Kenan amcanın yanında duruyor ve kameraya gülümsüyordu. Bir flaş patladı. Sonra etraftaki fotoğrafçılar diğer önemli konukları fotoğraflamak için gitti. Videoyu çeken kişi ise kaydı sürdürdü.
Annem iki elini Kenan amcanın omzuna koydu. Hafif bir masaj yaptı ve ardından kulağına eğildi. Video eskiydi, o belliydi ama sesler iyi duyuluyordu. Annem fısıldadı Kenan amcanın kulağına.
Ardından başını omzuna koydu, birkaç saniye bekledi ve kadınsı bir kahkaha atarak uzaklaştı oradan. Kenan amca ise arkasından bakakalmıştı.
Ben kitlenmiştim ekrana. Sanki benim annem değil de hiç tanımadığım bir kadın yapmış gibi hissediyordum bunları. Video ilerledi. O anda aklıma düşen anıyla adeta buz kestim.
Tugay’ın mezuniyet törenindeydik. Ben gitmiştim zaten ama annem yalnız kalsın istememişti. Pek uzakta değildim aslında. Ama annem gittiğimi sanmıştı. Aynı şekilde koydu ellerini Tugay’ın omzuna. Aynı şekilde hafifçe ovaladı ve aynı şekilde fısıldadı.
“Aferin oğlum...” 2
Ardından Seçil Erdem –teyzem demek daha doğru olur- ve Kenan amcanın düğün videolarından bir kesit dahil oldu aralarına. Teyzem hariç kimse gülmüyordu o düğünde. Annem de yoktu ortalarda.
Annem ve babamın düğünlerinin bir parçası gelir sanmıştım ama gelmedi. Belli ki bu olaylardan sonra evlenmişlerdi. Onun yerine Seçil teyzenin ölümünden sonra yayınlanan bir haber çıktı ortaya. Spiker sadece bu ölüm hakkında değil, yaşananların geneli hakkında bilgi veriyordu.
“Evet sayın seyirciler, bugün yeni bir ölüm haberi ile uyandık.” diye başladı söze. “Biliyorsunuz ki Kenan Kantakan koltuğa geçtikten sonra, Erdemlerin koltuğunun sahibi Ahmet Erdem kızının Kenan Kantakan ile evlenmesinden vazgeçmiş, kızı Şeyda Erdem’in Taşkın koltuğunun ilk adayı Rıfat Taşkın ile evlenmesine karar vermiş idi. Bunun üzerine kızı Şeyda Erdem karara karşı çıkmış ve halktan biri olan Aytan Aktepe ile evlenmiş, gözden uzak bir hayata atılmıştı. Ayrıca kısa süre önce Şeyda Erdem’in hamile olduğunu iddia edenler olmuştu fakat şimdiki kızlarından önceki bebekleri nerede? Ya da şöyle sorayım, Seçil Erdem’in hamilelik haberleri neden hiçbir yerde yayınlanmadı? Üstelik yedi yaşında bir çocukları olduğu halde.” Haberin bu kadarı sadece basit bir ihtimali ortaya atmış gibi anlatılmıştı. Kadın devam etti. “Dün, akşam saatlerinde Kenan Kantakan, Seçil Erdem’i akşam yemeği esnasında olay yeri incelemenin verdiği bilgilere göre tam yedi kez kurşunlayarak öldürdü. Alınan bilgilere göre oğulları Tugay Kantakan da olay esnasında masadaydı. Umarız ki bu olayın da üzeri karalanmaz ve yapan kişi konumundan dolayı hoşgörü içerisinde yargılanmaz. Sevgiyle kalın ve koltukta oturan kişilerin sizi yönetmesine sakın izin vermeyin.”
Haberin yayınlandığı saat 02.19’du. Asıl olay şuydu ki bu haber yayınlandıktan sadece on iki dakika sonra silinmişti. Haber spikeri Derya Sumak ise yarım saat içerisinde evinin salonunda ölü bulunmuştu. 1
Erdemler hiç izin vermemişlerdi bu haberin yayınlanmasına. Haberi spiker gecenin bir vakti kendi kendine yayınlamış, yüzüne doğru düzgün makyaj bile yapılmamıştı. Onu öldürten de yine o zamanlardı Erdem koltuğunun sahibi Ahmet Erdem’di.
Ve Rıfat... Dedem annemi Rıfat’la mı evlenmeye kalkmıştı? Kaçmış annem. Baş kaldırmak için kaçmış. Onu yeterince tanıyordum. Kendi intikamı için aşkını feda edecek kadar deli biriydi.
Babamı da sevmemiş hiç... Onu sadece oyunları için kullanmıştı. Açık açık belli ediliyordu zaten. Ama yıllarca öyle bir bakmıştı ki babama, ben bile aralarındaki aşka şaşmıştım. Her şeyden çok seven babam hiç sevilmemişti.
Algılayabiliyordum artık. Anlıyordum hepsini. Ama dediğim gibi, çok karışıktı her şey.
Ağlıyordum hâlâ. Aptal gibi ağlıyordum. Ağladığım için de kendime kızıyordum. Ama kaldıramazdım bu kadar yükü. Nasıl olabilmişti ki? Ben kendimle savaşmayı planlarken, nasıl tüm silahlar bana doğrulmuştu? Kendim için birilerini silah olarak kullanmayı planlarken aynı silah şakağıma dayanmıştı şimdi... Benim oynamak istediğim oyunun annem ana karakteriydi...
Ellerimle kulaklarımı kapattım. Titreyen ses tonuyla seslendim ama masamdan da kalkmadım. “Oğuz!” Yavaş adımların yürüme sesi geldi kulaklarıma. Bir ağlayan bana, bir de ekrana baktı. “Oğuz...” Saçlarımı okşadığını hissettim. Ama ellerim ayrılmıyordu kulaklarım-dan. “Oğuz taşıyamam... Bu kadar yükü taşıyamam. Altında kalırım ben.” Sayıklıyordum neredeyse. Nefesim kesiliyordu ağlarken.
“Taşırım ben, Zeynep.” Artık bana neredeyse sarılıyordu. Bana dokunmasını istemiyordum ama ittiremedi ellerim iri bedenini. “Senin yükünü de taşırım.” 3
“Sen taşıyacaksın tabii!” diye bağırdım birden. Ağzımdan dökülen kelimelerin farkında bile değildim. “Tabii sen taşıyacaksın! Benim taşıyacak halim yok ya, sen taşıyacaksın!”
Söylediklerimden sonra beni bırakıp ne halin varsa gör demesi gerekirdi ama o bana daha sıkı sarıldı. İttirmeye çalışıyordum ama her ittirdiğimde daha da sıkı sarılıyordu.
Fark etmemiştim ama gitgide anneme ve Taşkınların evindeki domuzlara benziyordum. Onlar gibi benim taşımam gereken şeyleri başkalarının omuzlarına bırakıyordum. Sanki sorumlusu ben değilmişim gibi.
***
Kapının yumruklanma sesini duymama rağmen kalkıp ne olduğuna bakamıyordum. Kaç saattir uyuduğumu bilmiyordum. Kafa patlatan yumruklama sesiyle uyanıvermiştim işte. Elif’in sesi de yumruklara ortak olmuştu.
“Ya arkadaşım uyuyor diyorum! Çalmasana kapıyı, açmıyor işte!” diye bağırdı Elif. Bizim kapının önünde olmalıydılar çünkü ses sanki beynimde yankılanıyordu. 1
Tugay da bir şeyler söylüyordu ama muhtemelen kapıyı yumruklayan kişi tek kelime etmiyordu. Sonunda konuştuğunda sesin sahibini hemencecik tanıdım. Kenan Kantakan...
Yataktan kalktım, açık olan kapıdan dışarı çıktım. Gözlerim Oğuz’u aradı evin içinde. O da kim bilir neredeydi. Çelik kapıyı açtığımda Kenan amca ile göz göze geldim. Camekana çıktım onların yanına. Hapisten çıkalı bir hafta olmuştu ve çıkar çıkmaz da beni bulmuştu anlaşılan.
“Ne var?” dedim ters ters. Adam babam mıydı, amcam mıydı onu bile anlayamıyordum. Amcam, diyerek boynuna sarılmamı bekleyemezdi.
“Konuşmam lazım, seninle.” dedi nefes nefese. Tugay burnundan soluyarak çekeledi karşımdaki adamı.
“Ne konuşacaksın?! Onu da mı vuracaksın, annemi vurduğun gibi?!”
Kenan amca bir anda sertçe ittirdi omzundaki eli.
“O senin annen değil lan zaten!”
Allah kahretsin! Daha hiçbir şey bilmemesi gerekiyordu. Tugay geri çekildi. Anlamayan gözlerle babasına bakarken ben konuştum.
Biz mutfağa gittiğimizde Oğuz geldi yukarı. Ama Elif ve Tugay onu da aşağı çağırdılar. Şimdi yalnız konuşmalıydık. Bir de Oğuz’a olayı açıklamaya çalışamazdım.
Güneş daha doğmamıştı bile ama kahve yaptım. Bu gece uyuyabilmesi imkansızdı. Türk kahvesi fincanını önüne yerleştirdiğimde bana döndü.
Başımı salladım. “Öğrendim. Annemin mektubundan.”
Dalgın bir şekilde gülümsedi. “Şeyda daha önce sana anlatmadı mı? Anlattığını sanıyordum.”
“Bana hiçbir şey anlatmadı. Ne seni ne geçmişini. Kimse hakkında bir şey bilmiyordum.”
“Hiç mi anlamadın?” diye sordu yeniden bana dönerken. “Yapma be Zeynep, bu kadar aptal olamazsın.” Çatık kaşlarla ve sorgulayan gözlerle ona baktığımı gördüğünde açıklama gereği duydu. “Sana neden o kadar iyi davrandım mesela? Görüş günlerinde beni ziyarete geldiğinde neden on dört on beş yaşlarında bir velet olmana rağmen konuştum seninle? Çünkü ondan bir parçaydın sen. Şeyda’dan bir parça...”
Burnumdan derin bir nefes verdim. “Sen benim babam mısın? Ama babam olduğunu asla sanmıyorum. Benim kalbimde sizinki gibi nefret tohumları yok.”
Alaycı bir sesle konuştu. “Aynen, yok. Koltukta el alemi öldürtürken de sevgi pıtırcığıydın zaten değil mi?” Gözlerimi döndürdüğümde devam etti. “Ama merak etme, baban değilim. Baban olmayı da istemezdim. Senin de hayatını mahvetmemek için.”
Bahsettiği şey Tugay’ın başına açtıklarıydı. O hapse girdikten sonra koltuğa kuzenini çıkarmışlar, tek aday olan Tugay’ı da Erdem topraklarında askeri öğrenci yetiştiren bir okula göndermişlerdi. O okuldan mezun olduktan sonra da Erdemlerin en umursanmayan toprağı olan Hakkari’ye gönderilmişti. Sen git koskoca Kenan Kantakan’ın oğlu ol, ama git Hakkari’de sürün. Çoğu zaman insanların söylediklerine kulaklarını kapasa da bazen kaçırdığı hayata sahip olmak istediğini biliyordum.
“Annen sana kaldıramayacağın kadar dert açtı zaten. Sattı kızım seni.” dedi gülerek. 1
Sensin ki doksan beş trilyon eden bir annenin, elli beş trilyonluk kızı.
Anlayamamıştım bu cümleyi bir türlü. “O ne demek?”
“Rıfat annene doksan beş trilyon fiyat biçti. Ama annen evlenmeyince o para Erdemlere borç kaldı. Ahmet seni takip ettirdi doğduğundan beri. On yedi yaşındayken anlaşmayı kabul etmeseydin zorla evlendireceklerdi seni. Kabul ettin de Şeyda kadar edemedin ama, elli beşte kaldın sen.”
Ben bu kadar pahalı mıydım gerçekten? Onlara çerez gibi gelen fiyatlar benim aklımı kaçırmama sebep oluyordu. On yedi yaşındayken babam para gönderirdi her hafta sonu. Fakir değildik. Paramız vardı olmasına. Ama nasıl yetmediğini de iyi bilirdim. Ucundan ucundan denkleştirerek yapardık bazı şeyleri de. Bu hayat sıkardı beni. Artık kurtulmak istediğim için ben Bora’yı kabul etmiştim. Ve bir saniyesinden bile pişman değildim. Ne âşık olmadığım bir adamla evlenmiştim ne de istemediğim bir hayat yaşamıştım. Ben Bora’ya onu ilk gördüğümden beri sırılsıklam âşıktım. Ne on iki yaş engel olabilirdi buna ne her gece benden kaçıp gittiği Sude ne de bütün gün odasına kapanıp geri gelmesi için yalvardığı ölen karısı Ece. Gurur diyecek bazıları. Gurursa gurur. Bende yok.
“Üzülüyorum babana da.” dedi birden. “Öyle bir kadının onun gibi bir adamı sevebileceğini düşünürdü cidden.”
Babamın düşündüğünün imkânsız olduğunu biliyordum ama bu pis işlerin başrolünün de babamın hakkında istediği gibi konuşabilmesini istemiyordum.
“Neden?” yüzüne alaycı bir ifade yerleştirdi. “Sıradan bir adamın kızı olmak bu kadar mı utanç verici senin için?”
Çocukluk düşüncelerimi hatırlatıyordu bana. O ailelerin çocuklarının yerinde olmak isterdim hep. Öyleymişim zaten. Ama sevinç dolmuyordu içime. Kendime çoktan özel bir hayat inşa edebilmiştim. Sonra başıma yıkılmasını görmezden geliyordum.
Güldü yeniden. “Çok mu zoruna gitti? Tugay da soracak sana. Ona da böyle bağırabilecek misin?”
“Sus!” Neredeyse çığlık atıyordum. Ellerimi boğazına doladım. Tırnaklarımı boynuna geçirdiğimde üzerinden silkelemeye çalıştı beni.
Bu sefer daha çok abandım üstüne. İkimiz de yere düştük. O hâlâ çırpınıyordı. Beni tüm gücüyle yan tarafa savurdu ve ayağa kalkmaya çalıştı. Tam arkasına yeniden dönüp bana karşılık verecekti ki sırtına atladım birden. Tırnaklarım boynunu bırakmış, yüzünü tırmalıyordu bu sefer.
“O evde iyi öğrenmişsin dövüşmeyi!” Hem beni düşürmeye çalışıyor hem de bir şeyler söylüyordu. “Bak açıl üstümden karşılık verirsem çok kötü olur!”
Bir şekilde hâlâ karşılık veriyordum. Dövüşmeyi en iyi bilenler dövülerek öğrenenlerdir. Avcıyı anlamaya başlarsınız bir süre sonra. Avcı avı anlayamaz ama.
En sonunda dayanamayarak beni öne doğru savurdu ve yere vurdu. Çat! Kendimi bir anda yerde buldum. Gülümseyerek yavaşça yürüdü, tam karşımda durdu.
“Alış böyle dövüşmeye. Ahmet’le boğuşurken on katını yaşayacaksın. O ne Bora’ya benzer ne de köşe bucak kaçtığın rakip adamlarına. Benden sana amca tavsiyesi. Görüşürüz amcacığım.” Pis sırıtışıyla el salladı ve yine aynı yavaşlıkta yürüyerek gitti.
“Allah kahretsin!” diye bağırdım kendi kendime. Sinirden ağlıyordum bu sefer. Küçükken annemin babamla kavga ettikten sonra sinirden ağlayabildiğine asla inanamazdım. Ağlıyormuş insan. Sinirden de ağlıyormuş. Herkes bana acıyarak bakıyordu. Önceden sadece bir kişi bakarken, şimdi her kişi. Sadece Bora’nın acıma duygusuna bulanmış gözlerini istiyordum ben. Onun acı kahve gözlerine bakmak ve ona bilmem kaçıncı kez kaybedişimden sonra bana ne kadar fazla acı verdiğini haykırmak istiyordum. O zamanki halim bile şimdikisi kadar zavallı gelmiyordu. Annem zavallısın demişti bir kere. Ölene kadar zavallı olmadığımı kendime kanıtlamakla uğraşacaktım. Ve ölünceye kadar zavallı olarak kalacaktım.
Oğuz’un aceleci adımlarının sesini duydum yeniden. Diğerleri aşağıda olmalıydı. Onlar beni tanırdı. Yalnız kalmak istediğimi bilirlerdi. Ama Oğuz’un gelmesine izin verdikleri için kızdım onlara içimden. Bir de buna derdimi anlatmakla mı uğraşacaktım?
Endişeli orman gözleri beni buldu. “Zeynep!”
“Ece!” diye bağırdım yüzüne doğru. Ağlamama rağmen bu detayı görmezden gelemezdim. “Benim adım Ece!” Bileklerimden kavrayıp beni ayağa kaldırdığında beni tam anlamıyla sürüklüyordu. Ve ben sayıklıyordum âdeta. “Ece... Ece...”
Burnundan sabır dilermiş gibi bir nefes aldı ama bana bir şey demedi. Başıyla salladı. “Tamam, Ece. Özür dilerim...” Beni taşıyıp yatağa oturttuğunda hâlâ ağlıyordum.
“Seni istemiyorum ben! Bora’yı istiyorum!”
Banyoya gitti koşarcasına adımlarla. Elindeki tentürdiyotlu pamukla patlayan kaşımı temizlerken sustu. Ama ben konuşmaya devam ettim.
“Senden nefret ediyorum! Onu seviyorum, onu istiyorum!”
Yavaş bir ses tonuyla konuştu. “Ama ben seni çok seviyorum.” Ve öylece devam etti, pamuğu yüzümde gezdirmeye.
_______________________________2
Bir bölümün daha sonuna geldik. Sevgili arkadaşım kendine çoooook cici baksın...🎠🕯️
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
1.59k Okunma |
833 Oy |
0 Takip |
19 Bölümlü Kitap |