
Barak’ın sonundan bu yana yüz yıl geçmişti. Büyük savaştan sonra Zin diyarı toparlanırken, Hnub şehri ve çöl kavmi hayatta kalma mücadelesi veriyordu. Kavmin başında, yaşlı ve bilge Han, hâlâ tahtında oturuyordu. Fakat Hnub’un altın çağı çoktan sona ermiş, çölün yakıcı nefesi, şehir halkını kıtlık ve hastalıkla kırıp geçirmişti. Han’ın iki oğlu vardı: büyük oğlu Duräl ve küçük oğlu Tural. Duräl, babasının artık gücünü ve aklını yitirdiğine inanıyor, kavmi yanlış kararlarla uçuruma sürüklediğini düşünüyordu. Tural ise babalarına olan sadakatiyle biliniyor, tahtın hakkını ancak Han’ın ölümünden sonra alınabileceğini savunuyordu.
Fakat Han’daki değişim herkesin gözünden kaçmıyordu. Her gün biraz daha farklı birine dönüşüyor, kötülüğün karanlık gölgeleri ruhuna daha da fazla sızıyordu. Duräl, babasının bu değişiminin nedenini biliyor gibiydi. Han, savaşta kardeşi Barak’ın lanetli kılıcı Nihil’in bir parçasıyla yaralanmış, kılıçtan kopan bir parça bedenine saplanmıştı. Şifacı Thelen bu parçayı çıkarıp Han’ı tedavi etmeye çalışsa da, Duräl babasının hâlâ o lanetin etkisinde olduğunu düşünüyordu. Nihil’in karanlığı, babasının ruhunda derin izler bırakmıştı.
Bir gün, açlıktan ve hastalıktan tükenen halkını izlerken Han’ın içinde derin bir acı belirdi. Duräl’ı, kavmin Kum Generali olan oğlunu yanına çağırarak orduyu toplamasını emretti. Duräl, babasına bu orduyu kime karşı toplamayı düşündüğünü sorduğunda, Han cevap vermedi. Duräl tereddüte düşerken, Han’ın gözlerindeki karanlık daha da yoğunlaştı. Duräl’ın itaatsizliği karşısında öfkelenen Han, onu aforoz etti ve küçük oğlu Tural’ı Kum Generali olarak atadı. Tural, babasının kararlarını sorgulamamış, ancak zihninde bir şüphe yankılanmıştı: Bu ordu neden toplanıyordu?
Duräl, artık Hnub’da kalamayacağını anladı. Yanına sadık adamlarını alarak çöl diyarını terk etmeye karar verdi. Tural, abisinin gidişine engel olmaya çalıştı, ama Duräl kararlıydı. “Kralımıza itaat etmemenin cezası ağırdır,” dedi Tural. Ancak Duräl hiç duraksamadı ve Hnub’dan ayrılarak , kuzeyde dedesinin emaneti olan Duräl’ın Toprakları’na doğru yol aldı.
Han, topladığı ordunun gücüyle gururlanarak, komutanlarına sefere çıkmalarını ve su ile besin kaynaklarını bulmalarını emretti. Duräl’ın ayrılışından iki gün sonra, Hnub’un taş kapılarından akın akın çıkmaya başladılar. Önce verimli ve sulak toprakları hedeflediler; önlerine çıkan tüm hayvanları katlettiler, suları kendilerine aldılar. Ordu, çölün acımasız yürüyüşüyle geçtiği her yere ölüm ve kuraklık getirdi; nehirler kurudu, ağaçlar kavruldu, bereketli topraklar çölleşti.
Bu korkunç haberler, Bilge Aazbarga’ya ulaştığında, yüreğinde derin bir sarsıntı hissetti. Kardeşi Han, gücün ve adaletin temsiliydi. Bu vahşeti ona yakıştıramıyordu. Fakat Aazbarga, olayların ardındaki gerçeği kavradı: Duräl haklıydı. Thelen’in şifası yetersiz kalmış, Nihil’in laneti Han’ın ruhunu ele geçirmişti. Hemen yola koyuldu; kardeşi Han’ı ve çöl ordusunu durdurmaya ant içmişti.
O esnada, Han ordugah kurdurtmuş, çadırında dinlenmeye çekilmişti. Tural, babasının başında nöbet tutuyordu. Ansızın çadıra, yaşlı bir bilge kılığında bir Drazin girdi. Tural’a alçak bir sesle, “Babanın ruhunu kurtarmak ister misin?” diye sordu. Tural, şüpheyle, “Sen kimsin?” dedi. Yaşlı adam, “Benim kim olduğumun önemi yok. Soruma cevap ver, Tural,” dedi. Tural, babasının acısını görüyordu. İçini tarifsiz bir üzüntü kapladı. “Evet, isterim,” dedi.
Drazin, ormanda kutsal bir hayvanın olduğunu, onun kalbini yediğinde Han’ın iyileşip huzura kavuşacağını söyledi. Tural, yaşlı bilgeye inandı ve yanına birkaç adamını alarak ormanın derinliklerine yol aldı. Tarif edilen yere vardıklarında, karşılarında büyüleyici güzellikte, beyaz tüylerinden ışık saçan bir geyik buldular. Tural, bu güzellik karşısında kısa bir an tereddüt etti, ama yayını gerdi. Tam o anda, geyikle göz göze geldi. Acı dolu bir nefes aldı ve oku gönderdi. Geyik vurulduğu anda, orman karanlık bir sessizliğe büründü; zemin sarsıldı, adamlar dehşet içinde kaçıştı. Tural, geyiğin yanına koşarak kalbini bıçağıyla çıkardı ve bir keseye koydu.
Ordugâha döndüğünde, Han’ın çadırına girdi. Kalbi babasına yedirdi. O anda, Han’ın görüntüsü değişti; eski ihtişamı geri dönmüştü. Tural, sevincini gizleyemedi, büyük bir şölen hazırlattı. Ordu, yeniden dirilen krallarını kutlarken, Bilge Aazbarga çıkageldi. Elinde tuttuğu kadim küre Aibar, karanlık bir ışıkla parıldıyordu. Bu küre, sadece büyük bir kötülük yaklaştığında parıldardı.
Aazbarga, Tural’ı görünce, “Ne yaptın sen?” diyerek ona sert bir tokat attı. Tural şaşkınlıkla, “Ne oldu amca? Babamın yeniden güçlenmesini mi istemiyordun?” dedi. Aazbarga, “Yasaklı hayvanı mı öldürdün?” diye sordu. Tural tam cevap verecekti ki, ordugâhtan bir çığlık koptu. Han, elinde kadim gürzü Gazum ile bir iblise dönüşmüş, kendi askerlerini katletmeye başlamıştı.
Aazbarga, kardeşini durdurmak için küresi Aibar’ı çıkardı. Han’la aralarında amansız bir savaş başladı. Han’ın gürzü Gazum, Aazbarga’nın küresi Aibar’a karşı çarpışıyordu. On iki gün boyunca süren bu kavga, ikisini de bitap düşürdü. Han, gürzünü yere vurduğunda, Aazbarga dengesini kaybetti. Ölüm, hiç bu kadar yakın olmamıştı. Gözlerini kapadı, pişmanlık dolu bir iç çekişle sonunu bekledi.
O sırada babasının iyileşmesi için tüm umutlarını yitirmiş olan Tural, babasının arkasından koşarak kılıcını Han’ın kalbine sapladı. Han, oğlunun kollarında yere yığılırken, “Sağ ol, oğlum,” diye fısıldadı. Nihayet, zihni berraklaşmış gibiydi. Son nefesini verdiğinde, Tural gözyaşlarına boğuldu.
Hnub’a dönen ordu, Han için görkemli bir mezar yaptı. Kraliçe Vera, kocasının cansız bedenine son bir kez sarıldı. Fakat mezar tamamlandığında, Hnub şehri sarsılmaya başladı. Sun ışığı çekildi, tüm şehir çöle gömüldü. Bu, Tural’ın yasaklı hayvanı öldürmesinin cezasıydı. Hnub’un sonu gelmişti. Şehirden yalnızca, babasına itaat etmeyen Duräl ve yanındaki halk sağ çıkabilmişti.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |
