
Zamanın döngüsü nihayete erdiğinde, Duräl, Aazbarga, Han, Tun ve Thelen, yanlarında göklerin en güçlü meleği, saf ışığın muhafızı Thalassir ile birlikte, Zin’in kadim dengesini sağlamak üzere Duräl’ın Toprakları’nda buluştular. O gün, Zin’in tüm halklarını kapsayan ilk büyük meclis, Condis, kuruldu.
Condis, diyarın kaderini tayin eden kutsal bir meclis, evrenin akışını düzenleyen kadim bir mihraptı; burada alınan her karar, yıldızların ışığından, toprağın derinliklerine kadar tüm varlığı etkileyen bir yankı taşıyordu.
Tun antlaşmadan önce konseye yarattığı beş büyük gücün müjdesini verdi. Önce kendisi için hazırladığı Afpar adındaki pelerini gösterdi.
Afpar, Tun’un elleriyle dokuduğu ve kadim büyülerle güçlendirdiği eşsiz bir pelerindi. Efsunlu dokusu, tüm büyüleri emerek sahibine zarar gelmesini engelliyor ve fiziksel saldırılara karşı da geçilmez bir kalkan oluşturuyordu .Görünmezlik ve kamuflaj özelliği, Tun’un çevreyle bir olup tehlikelerden saklanmasına olanak tanırken, yıldırımlar ve ateş dahil olmak üzere tüm elementlere karşı dayanıklıdıydı. Hafifliği ve zarafetiyle , altın ışık saçan aurası dostlarına huzur, düşmanlarına ise korku yayar. Afpar, sahibine hem fiziksel hem de ruhsal bir koruma sunuyordu.
Tun’un bilge kardeşi Aazbarga’ya armağan ettiği eşsiz hediye, Abair adı verilen kadim bir metal küreydi. Abair, sadece bir savaş aracı değil; aynı zamanda büyülü bir tılsımdı. Görünüşü ilk bakışta sıradan bir metal top gibi olsa da, içten içe ışıldayan bir yapısı vardı. Küre, sahibine fiziksel efor sarf etmeden, düşünce gücüyle kontrol etme kabiliyeti sağlardı. Savaş meydanında karanlığın güçleriyle yüzleştiğinde, Abair’in yüzeyi önce yavaşça titrer, ardından mavi bir parıltı yayılarak çevresini aydınlatırdı. Bu parıltı, kötülüğü sezdiğinde artar, düşmanlar kürenin yaydığı ışıkta siluetleri ortaya çıkarken içlerinde derin bir korku hissi uyanırdı. Zira Abair, bir melodi çalmaya başlar; bu melodi, karanlık varlıkların kalbinde uğursuz bir yankı bırakırken, dostlar için huzur dolu bir ezgiye dönüşürdü. Melodi çaldıkça, etrafı sessiz bir sis kaplar ve küre, göz alıcı bir biçimde parıldayarak savaş alanını kutsal bir hale dönüştürürdü. Efsaneye göre, kürenin her notası, doğrudan savaşçıların ruhuna işler ve onlara cesaret verirdi.
Ancak Abair’in gücünden faydalanmak, yalnızca saf kalpli olanların başarabileceği bir sınavdı. Küre, kötü niyetlilerin eline geçtiğinde, ışığını tamamen kaybeder ve derin bir karanlık sessizliğe bürünürdü; zira Abair, kötülüğün hizmetine girmeyi reddeden kadim bir koruyucuydu.
Tun, gücün gerçek simgesi olarak Gazum adlı silahı Han’a sundu. Bu kadim gürz, kara ve altının parladığı büyülü bir taşla kaplanmış başı ve yıkım ile dengeyi birleştiren gümüşten işlenmiş sapıyla, yalnızca bir silah değil, Zin’in kudretini taşıyan bir aracıydı.
Han, daha önce hiç kullanmadığı bu gücü ilk kez elinde tuttuğunda, her sallanışında etrafına yayılan şok dalgası, hem fiziksel gücün hem de Zin’in dengesini sağlama sorumluluğunun ağırlığını hissettiriyordu. Gazum’un darbeleri, yalnızca düşmanları yere sermekle kalmıyor, aynı zamanda gökyüzüyle yer arasında bir denge kurarak yıkım ve yeniden doğuşun arasındaki ince çizgiyi belirliyordu. Her darbesiyle, adaletin ve kudretin birleştiği sonsuz bir simgeye dönüşen bu silah, Han’a yalnızca bir savaşçının değil, bir liderin sorumluluğunu da öğretiyor; Zin’in sınırlarını belirleyen güç ve adaletin en derin anlamını sunuyordu.
Thelene Naia adında kutsal bir asa sundu. Bu asa, denizlerin berraklığını ve iyileştirici gücünü taşıyordu. Naia , akasya ağacından oyulmuş, üzerine deniz kabukları ve mercanlar özenle işlenmişti. Ucunda, ışıltılı bir inci yer alıyordu; bu inci, iyileştirici enerjiyi toplayıp yayan, ışıldayan bir hayat kaynağıydı.
Asa, Thelen’in şefkat dolu ruhunun bir yansımasıydı. Her dokunuşunda, yaralar kapanır, hastalıklar iyileşirdi. Tun, Naia’nın içine, doğanın en derin melodilerini yerleştirmişti; asa her kullanıldığında, dalgaların huzurlu sesi ve rüzgarın fısıltısı eşlik ederdi.
Thalassir , Althiirlerin Lideri olarak antlaşmanın koruyucusu oldu.
Aazbarga ve Airaa, bilgelikleriyle antlaşmanın danışmanları oldular.
Han ve Vera, adaletin ve savaşın hakemleri olarak, doğanın dengesini korumak için yemin ettiler.
Tun ve Lira, yaratımın ve sanatın ilahi ruhunu onurlandırarak, evreni güzelleştirme amacı güttüler.
Thelen ve Fhirr, merhametin ve barışın koruyucuları olarak, iyileştirici güçleriyle halklarını huzura kavuşturmayı amaç edindiler.
Ataları Duräl’ı diyarın hükümdarı ve koruyucusu ilan ederek, Duräl’a tanrıları İn şahitliğinde bağlılık yemini ettiler.
Tun, büyük bir gurur ve hürmetle, son eseri olan “Ulta” adını verdiği tacı, babası Duräl’a sundu. Bu taç, yalnızca zarif işçiliğiyle değil, taşıdığı anlam ve güçle de dikkat çekiciydi. Zin’in görkemli zirvelerinde, Sunin altın ışıklarıyla parıldayan bu taç, Duräl’ın hükümranlığının sembolüydü. Özenle işlenmiş, nadir bulunan madenlerle bezeli ve Zin diyarının en nadide taşlarıyla süslenmişti. Her bir taşın yerleştirildiği nokta, Duräl’ın evlatlarıyla kurduğu kadim bağların birer hatırası gibiydi.
Ulta tacı, sıradan bir taç değildi; onu takan kişinin kudreti sadece fiziksel Zinyı değil, ruhsal âlemi de sarıp sarmalıyordu. Tacın merkezine yerleştirilen efsanevi “Asaru Taşı”, ışıldayan mavi bir yıldız gibi titreşerek, Duräl’a kendisine bağlı olanlarla sınırların ötesinde dahi iletişim kurma kabiliyeti sağlıyordu. Bu taş, Zin’in kalbinden çıkarılmış; Thalassir tarafından da kutsanmıştı. Ulta’nın ışığı, uzak mesafelerden bile Duräl’ın varlığını hissettirir, savaş meydanında bir rehber yıldız gibi ona sadık olanlara yol gösterirdi.
Tun’un gözleri, Duräl’ın başına yerleştirdiği taçta parıldayan ışıklarla dolarken, içinde hem gururun hem de bir nebze hüzünlü bir vedanın yankısı vardı. Zira bu taç, yalnızca bir güç simgesi değil; aynı zamanda babasına ve halkına adanmış sonsuz sadakatinin bir kanıtıydı.
Duräl merasimin ardından Agälä’nın Bahçeleri’ne doğru yola çıktı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |
